12 Temmuz 2017 Çarşamba

BALTA LİMANI ANTLAŞMALARI


1838’de İngiltere, daha sonra diğer Avrupa devletleri ile Balta limanında yapılan ticâret andlaşmaları.
Osmanlı Devleti’nde ekonomik faaliyet geniş ölçüde devletin kontrolü altında cereyan etmekteydi. Yaygın bir iktisadî faaliyet olan tarım, devlete ait toprakların işletilmesi esâsına dayanıyordu. Buna bağlı olarak kurulan tımar sistemi, Osmanlı zirâat ekonomisinin temelini teşkil etmekteydi. Sanayi üretimi ise devlet kontrolündeki ahîlik müessesesi içinde yürütülüyordu. Kapalı bir iktisat sistemi olan ahîlik, üyelerine çalışma zevki, meslek disiplini, dürüstlük, kanaatkârlık gibi sağlam ahlâk kurallarını aşılıyor, meslek îtibârını koruduğu gibi, standartları ayakta tutarak, haksız rekabetleri önlüyordu. Hükümetin müdâhalesi ahîliğin iç işlerine kadar gitmez, yalnızca ahîliğe bağlı şubelerin îmâl ettikleri malların kalite, mikdâr ve fiyatlarında olurdu. Böylece ahîlik sistemi, ham maddelerin arz ve talebini tanzim eden bir mekanizma olarak işlerdi. 17. ve 18. yüzyıllarda pamuk, ipek, kereste ve demir gibi maddeler ulaşım güçlükleri ve üretimdeki yetersizlikler dolayısıyla piyasaya her zaman yeterli mikdârda yâni bütün talebi karşılayacak ölçüde sevk edilemezdi. Bu bakımdan ham maddelerin, ahîliğe mensûb ustaların eline normal fiyatlar üzerinden ve onlardan hiç birini işsiz bırakmıyacak şekilde dağıtılması büyük bir ehemmiyet arz ederdi. Bâzı maddelere sık sık konan ihraç yasakları veya bu maddelerin stokçular tarafından satın alınmasını önleyen tedbirler bu cümledendi.
Bu arada 1820’lerin başında İngiltere, sanayi inkılâbını tamamlamış ve Napolyon savaşları sonunda da Fransa’yı yenerek rakipsiz duruma gelmişti. Dünyâ pazarlarında İngiltere sanayii ile rekabet edebilecek bir ülke yoktu. Sanayi inkılâbını henüz tamamlamamış olan diğer Avrupa ülkeleri korumacı tedbirlerle İngiltere’nin kendi pazarlarına girmelerini önlüyorlardı. Bu durumda İngiltere ticâret ve sanayi sermâyesi için yapılacak tek şey kalıyordu. O da, Avrupa dışındaki ülkelerin pazarlarını ve ham maddelerini ticârete açmak. Nitekim onlar bu gaye ile 1820’lerden 1840’lara kadar Latin Amerika’dan Çin’e kadar pek çok bölgede, ya anlaşmak suretiyle veyahut silâh zoruyla, pek çok ticâret andlaşması imzaladılar.
Avrupa’da sanayi inkılâbının neticesi olarak daha fazla ham maddeye ihtiyâç duyulmaya başlanması üzerine, Osmanlı hükümeti de 1826’dan îtibaren, ham maddesini dışarıya çıkararak esnafın işsiz kalmasını önlemek maksâdıyle bir nevi himaye sistemi olan yed-i vâhid (tekel) usûlünü uygulamaya koydu. Sistemin ayrıca yeni kurulmuş olan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusuna kaynak bulmak ve üreticinin mahsûlünü ucuza satarak aldanmasını önlemek gibi gayeleri de bulunuyordu. Yed-i vâhid uygulaması özellikle İngiliz tüccarlarını son derece rahatsız ediyordu. Nitekim İngiliz sefiri Ponsenby, yed-i vâhid usûlü ile ticâret serbestisine konmuş engellere şiddetle çatmakta; “Türkiye’de mahsûl yetiştirenler, bunların fiyatlarını tesbit etmekte yegâne hâkim olan imtiyazlı kimselere satmak mecburiyetinde kaldıkça, Türk sanâyiinin geriliğe mahkûm kalacağını iddia etmekte idi. Kısaca yed-i vâhid usûlü, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni gönlünce sömürmesini engellemekteydi.
Bu sebeple İngilizler, Osmanlı ticâretinde kendilerine ters düşen hükümlerin kaldırılması için 1833’den itibaren ünlü hâriciye nâzırları Polmerston aracılığıyla uğraşmaya başladılar. 1836’daki müzâkerelerde Osmanlı hey’etine başkanlık eden gümrük emîni Tâhir Efendi, eski düzenden mümkün olduğunca az tâviz vermeye çalışmış ve İngiliz isteklerine boyun eğmemişti. Bu durumda İngiliz diplomasisi Osmanlı bürokrasisinin zayıf ve bunalımlı bir devresini kollamaya başladı. Nitekim bu fırsat iki yönlü olarak İngilizlerin karşısına çıktı. 1837’de Londra büyükelçiliğinden hâriciye nâzırlığına getirilen Mustafa Reşîd Paşa, İngilizlere yakın bir müzakereci idi. Londra büyükelçiliğinde iken mason locasına kayıtlı olan Reşîd Paşa, Osmanlı Devleti’ni iktisadî bakımdan çökertecek bir andlaşmaya yanaşmakta hiç tereddüt göstermedi. Bu sırada Mehmed Ali Paşa Mısır’da Osmanlı Devleti için büyük bir tehlike arz ediyordu. Reşîd Paşa, Mısır mes’elesinde İngilizlerin yardımlarını te’min bahanesiyle Balta Limanı’ndaki yalısında dört gün süren ve çok gizli tutulan pazarlıklar sonucunda, 16 Ağustos 1838’de Osmanlı-İngiliz ticâret andlaşmasını imzaladılar. Andlaşma, 8 Ekim 1838’de kraliçe Victoria, bir ay sonra da Sultan Mahmûd tarafından tasdik olundu. Esas ve zeyl olmak üzere iki kısım hâlinde tanzîm edilen andlaşmanın birinci kısmı (esas) iç ticârete âit maddeleri; zeyli meydana getiren ikinci kısım ise İngiltere’den ithâl edilecek mallarla, transit eşyaların gümrüklendirilme şekillerini ihtiva ediyordu.
Andlaşmanın zeyl kısmının ikinci maddesine göre zirâi mahsûller ile sâir eşya üzerine konan yed-i vâhid yâni tekel usûlü tamamen kaldırılıyordu. Bu madde ile emperyalizmin önündeki engeller kaldırılarak iktisadî sistemimiz felce uğramış oluyordu. Ayrıca iç ticâretin Osmanlı vatandaşlarına münhasır kalması da kaldırılıp, istisnasız bir şekilde İngiliz tüccarlarına veriliyordu.
Andlaşmanın diğer önemli hükümlerine gelince; dördüncü madde ile, Britanya tebeası, Osmanlı memleketleri mahsûlü olan bütün maddeleri, istisnasız olarak ihrâc etme müsâadesine sâhib olacaklardı. Altıncı madde ile transit resmi kaldırılmaktaydı. Yedinci madde ile, İngiliz gemileriyle gelen İngiliz emtiası için bir defa gümrüğü ödendikten sonra, ithalâtçı veya alıcı tarafından nereye götürülürse götürülsün bir daha gümrük ödenmeyecekti. Andlaşmanın bu hükümleri ile, Osmanlı hazînesi, önemli bir gelir kaynağından mahrum kaldı, önceden yabancı bir emtia bir eyâletten diğer bir eyâlete geçerken ilâve gümrük ödemek zorunda bulunduğundan, fiyatı artarak rekabet gücünü kaybediyordu. Şimdi ise Osmanlı tüccarı bir yerden bir yere bir malı götürüp, satarken yüzde 12 vergi verirken, İngiliz tüccarları ortakları ve adamları yüzde beş vergi ödeyecekti. Böylece İngiliz tüccarları Osmanlı tüccarına karşı korunmuş oluyordu. Bilâhare transit resminin devam etmesine karar verilmiş ise de buna karşılık ithalât resimlerine yüzde ikiye varan bir indirime daha gidildi.
Bu arada andlaşma hükümlerinin Mısır, Afrika eyâletleri dâhil bütün Osmanlı ülkelerinde ve her sınıf halk tarafından tatbik ve riâyet olunacağına dikkat çekildikten sonra, isteyen bütün dost devletlerede istisnasız olarak andlaşmanın teşmil, edileceği taahhüd olunuyordu. Nitekim 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Osmanlı dış ticâretinde birinci sırayı alan Fransa menfâatlerine halel geleceğini bilerek bu andlaşma hükümlerine şiddetle karşı çıktığı hâlde, çok geçmeden 25 Kasım 1838’de yukarıdaki maddeye istinaden aynı hükümleri ihtiva eden bir andlaşma imzaladı. Bunu, Avrupa’nın diğer devletleri tâkib etmekte gecikmediler. 31 Ocak 1840’da İsveç ve Norveç, 2 Mart 1840’da İspanya, 14 Mart 1840’da Hollanda, 30 Nisan 1840’da Belçika, 1 Mayıs 1841’de Danimarka ve 20 Mart 1843’de Portekiz ile andlaşmalar imzalandı.
Mustafa Reşîd Paşa’nın faaliyetleri sonucu 1838’de önce İngiltere ve sonraki yıllarda diğer Avrupa devletleriyle imzalanan bu ticarî andlaşmalar esnafı ve tüccarlarımızı uşaklığa, devletimizi de borç bataklığına düşürmekten öte bir işe yaramamıştır. Nitekim andlaşmanın imzalanmasından sonra Avusturya başbakanı; “İşte Osmanlı şimdi bitti” derken, Osmanlı’ya büyük bir darbenin vurulduğunu daha işin başında söylemekten kendini alamamıştır. Aradan yirmi yıl geçtikten sonra, 1858’de andlaşmanın te’sirlerini anlatan İngiliz Edward Michelson ise; “Yabancı ülkelerde büyük ünü olan Türk sanayiinin bir çok kolları şimdi tamamen yok olmuştur. Bunlar arasında pamuk sanayii başda gelir ki, bunlar tamâmiyle İngiliz sanayii tarafından sağlanmaktadır. Şam’ın çelik bıçakları; Kıbrıs’ın şekeri, İznik’in çini, Teselya’nın iplik boya sanayii hep yok olmuştur. Bütün bu sanayii kollarının bugün Türk topraklarında artık izi bile kalmamıştır” derken, Türk sanayiinin düştüğü acı durumu dile getirmiştir. Bu ticâret andlaşmaları, devlet hazînesini önemli masrafları karşılayamaz hâle getirdi ve Avrupa’dan borç alma yolu açıldı. Böylece dışa bağımlılık devri başlamış oldu.
Gerçekten de sultan Abdülazîz 1861’de tahta çıkarken, 1838 ticarî andlaşmalarının bir netîcesi olarak, dış ticâretin yanında iç ticâret de yabancıların eline geçmiş, büyük çapta mâlî ve iktisadî çöküntü içerisinde bulunan bir devletle karşılaşmış idi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı-İngiliz İktisâdî Münâsebetleri I, 1580-1838 (Mübahat S. Kütükoğlu, Ankara-1974); sh. 92-125
 2) Mustafa Reşîd Paşa ve Tanzîmât (Reşat Kaynar, Ankara-1985); sh. 120, 129
 3) Tanzîmât Dönemi Osmanlı Sanayii ve Sanayileşme Politikası (Rıfat Önsoy, Ankara-1988); sh. 14-46)
 4) Osmanlı Târihi (Enver Ziya Karal, Ankara-1976); cild-6, sh. 256, 257; cild-7, sh. 259
 5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1113
 6) Türkiye’de Geri Kalmışlığın Târihi (İ. Cem, İstanbul-1982); sh. 215
 7) Tanzîmât mı Bağımlılaşma mı? (N. Kemâl Zeybek, Milli Eğitim ve Kültür Dergisi; yıl-2, sayı, 6. 1980); sh. 7

ŞEYHÜLİSLAM


En yüksek dereceli müftî. Fetva müessesesinin başkanı. Ulemânın reisi. Kendisine sorulan dînî mes’eleler ve suâlleri fetva ile çözüme kavuşturan kimse. İslâmiyet’in ilk yıllarında fetva işlerine bizzat Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem bakarlardı. Peygamberimizin vefâtından sonra dört halîfe devrinde İslâmiyet’in yayılması ve sınırların genişlemesi sebebiyle işler çoğaldı. Bu yüzden halîfeler fetva işlerine bakacak kimseler tâyin ettiler. Bunlara önce müftî, hicrî dördüncü asırdan sonra da şeyhülislâm denildi. Fetva işlerinin âlimlere verilmesi durumu, Emevî, Abbasî ve Selçuklular zamanında da sürdürüldü.
Osmanlılarda fetva vermekle vazîfeli ilk zât, Osman Gâzi’nin kayınpederi Şeyh Edebâlî’dir. Onun vefâtı ile talebesi Dursun Fakih, Osmanlılara müftî (şeyhülislâm) olmuştur. Devletin kuruluş devirlerinde müfîîlik-kâdılık ve müderrisliğin aynı şahısta toplandığı oldu. Meselâ Hızır Bey ve Molla Hüsrev hem kâdı hem de müftî idiler.
Osmanlılarda ilmiye sınıfına dâhil olan müftîlere reîs-ül-ülemâ ve müftî-yül-enâm gibi ünvânlar da verilmişti. Yavuz Sultan Selîm Han zamanında (1512-1520) şeyhülislâmdan Ahmed İbni Kemâl Paşa’ya Müftî-yüs-sekâleyn (insan ve cinlere fetva veren) ünvânı verilmişti. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanına (1520-1566) kadar şeyhülislâmlık tevcihinde uyulması zarurî bir kânun yokken, Ebüssü’ûd Efendi’nin hazırladığı bir düstûr (kânun) ile Rumeli kazaskerliğinden sonra terfî edilen bir makam hâline geldi. Pek nâdir olarak Anadolu kazaskerlerinden de şeyhülislâmlar görüldü.
Yine bu devirden (1574) îtibâren, şeyhülislâmlar ilmiye sınıfının başkanı oldu ve bütün kâdılar, müftîler ve müderrisler onun emrine verildi.
Şeyhülislâmları bizzat pâdişâh tâyin ederdi. Şeyhülislâmlığa getirilen zâtı, saraydan gelen on beş kadar görevli evinden alarak Paşa kapısına, sadrâzama götürürlerdi. Oradan saraya gelip pâdişâh huzuruna çıkarlardı. Pâdişâh, dîne ve ilme duyduğu saygıdan dolayı şeyhülislâm adayını ayakta karşılardı. Sonra, namzede, kendisini şeyhülislâm tâyin edeceğini söylerdi. O da kabul ederse şeyhülislâmlara mahsus ferve-i beydâ denilen beyaz çuhaya kaplı erkân samur kürk giydirmek suretiyle tâyin muamelesini yapar ve aynı suretle onunla beraber huzurda bulunan sadrâzama da samur hil’at giydirir ve avdetlerine müsâde ederlerdi.
Bu sûretle saraydan çıkan sadrâzamla şeyhülislâm alayla at başı beraber Bâb-ı âlî’ye gelirler, bir müddet oturup; kahve, şerbet, gülsuyu ve buhur ikrâm edilir ve bu sırada Bâb-ı âlî’deki hükümet erkânı şeyhülislâmı tebrik ederlerdi.
1826 (H. 1241) yılına kadar şeyhülislâmların müstakil dâireleri yoktu. Kendi evlerinde veya uygun bir konakta vazîfelerini yerine getirirlerdi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın yeniçeri ocağını kaldırmasından sonra, Süleymâniye Câmii yakınındaki Ağa kapısı, şeyhülislâmlara dâimî ikâmet olarak verildi. Burası şeyhülislâm kapısı olarak meşhur oldu. 1836’dan itibaren bu binaya kazaskerlerle İstanbul kâdısı da nakledildi.
Şeyhülislâmlar, dîvân-ı hümâyûn âzası olmamakla beraber, dînî bir mes’elenin halli veya düzeltilmesi gerektiğinde dîvâna davet edilir ve görüşleri alınırdı. Yine harp ve sulhe karar verilebilmesi için şeyhülislâmın tasdîki gerekirdi. Seferlerde pâdişâh nerede bulunursa, şeyhülislâmlar da orada bulunur, çadırlarının önüne vezirler gibi üç tuğ dikilirdi. Fakat sadrâzamın serdâr-ı ekrem olduğu seferlere şeyhülislâm katılmazdı.
Şeyhülislâmların en önemli vazifesi fetva vermekti. Çünkü bunlar en büyük müftî kabul edilirdi.
Şeyhülislâmların; çuhadar, telhisci, kethüda ve sâire gibi maiyyetinden başka, başlarında fetva emîni bulunan ve pek mühim bir dâire olan fetva kalemi vardı. Bu dâirede müsevvid, mübeyyiz, mukabeleci, kâtip, mühürdar ve müvezzîler bulunurdu. Fıkıh yâni İslâm hukukuna iyice vukufu olanlardan tâyin edilmesi îcâb eden fetva emîni, fetva kaleminin başta gelen âmiri idi. Bu zât, istenilen fetvayı muteber fıkıh kitaplarından bulur ve bunun maiyyetinde olan yirmi kadar kâtip ve fetvaları kâğıda geçirirlerdi. Daha sonra bu, fetva emîni tarafından görülür ve mübeyyiz tarafından beyaza çekilerek, şeyhülislâma takdîm olunurdu. Şeyhülislâm bunu tedkîk eder, ta’lik kırması denilen kendi el yazısıyla cevap kısmını imzalardı. Bundan sonra müvezzî isimli me’mur bu fetvayı mahalline verirdi.
Fetva, herhangi bir şeyin (umûmî ve husûsî, dînî veya hukukî) İslâmiyet’e uygun olup olmadığını bildirmek demek idi. Umûmî hukuka (Hukûk-ı umûmiyeye) âid fetvaların alınması hükûmete aitti. Bunlar da harp ilânı, sulh akdi, askerî kânun tebdili, ıslâhat icrası, gayr-i müslim tebeanın isyânı, şakâvette bulunanların (âsîlerin) katl gibi fetvalardı. Husûsî hukuka (Hukûk-ı husûsiyyeye) dâir olan fetvalar, dokuz parmak uzunluğunda ve dört parmak genişliğinde bir kâğıda ince harflerle yazılırdı. Mes’elenin az ve çok, ehemmiyetine göre, verilecek cevap kısaca; vardır veya yoktur, olur veya olmaz, gelir veya gelmez, meşrudur veya meşru değildir, caizdir veya caiz değildir şeklinde olurdu. Bâzan da verilen cevap îzâh edilirdi. Fetvalar, Hanefî mezhebi imâmlarının kavillerine (ictihâdlarına) göre verilirdi.
Şeyhülislâm dâiresinde bulunan kethüda, şeyhülislâmın siyâsî ve iktisadî işlerinde ve şeyhülislâmın nezâretinde bulunan vakıf muamelelerinde onun vekîli olup, nâmına hareket ederdi.
Telhisçi, şeyhülislâmın hükümet nezdindeki me’muru olup, dînî işlere ve kânunlara âit muamelelerde hükümetle temas ederdi. Şeyhülislâmın müderrisleri tâyinleri ve diğer hususlar bunun vasıtasıyla ve reîsülküttâbın delaletiyle vezîriâzama arzolunurdu.
Mektupçu, şeyhülislâmın dîvân efendisi veya mühürdar, şimdiki ismiyle yazı işleri müdürü idi. Meşihattan (şeyhülislâmlık makamından) çıkan yazılar, tâyin rüûsu ve beratları ile icazetnamelerin yazıldığı dâireden bu sorumluydu. Şeyhülislâmın mührü de mühürdarda bulunurdu.
Osmanlı donanmasının Haliç’ten denize çıkmak zamanı gelince, reîsülküttâb efendi vasıtasıyla davet edilen şeyhülislâm Yalı köşküne gelir ve pâdişâhla beraber teşyî merasiminde bulunurdu. Ayrıca şehzâde ve sultan hanımların doğumları münâsebetiyle yapılan tebriklerde, sultanların nişan ve nikâh merasiminde şeyhülislâmlar da bulunur ve sultânın nikâhını kıyarlardı. Pâdişâh ve şehzâde vefâtlarında da bunların cenaze namazlarını şeyhülislâmlar kıldırırdı.
Osmanlı târihinde sadrâzam olmak için tahsîl aranmazdı. Fakat şeyhülislâm olmak hattâ bunun ilk basamağı olan kâdılık, müftîlik ve müderrislik için bile, medreselerin en yükseğini bitirmiş olmak gerekirdi. Bu durum, şeyhülislâmlığa verilen değeri gösterdiğinden önemlidir. Osmanlı şeyhülislâmlarından bir kısmı verilen fetvaları toplamış ve kitap hâline getirmişlerdir. Bunlardan bâzıları basılmış, basılmayanlar da muhafaza edilmiştir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan itibaren görülen şeyhülislâmlık makamı, Cumhûriyet’in ilânından sonra kaldırılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 75
2) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 173
3) Türkiye Târihi; cild-10, sh. 246
4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-3, sh. 347

ŞEHZADE


Türk-İslâm devletlerinde hükümdar sülâlesinin erkek evlâdı hakkında kullanılan bir tâbir. Osmanlı Devleti’nde de pâdişâh soyundan gelen erkek çocuklara şehzâde ünvânı veriliyordu.
Şehzâde ve sultanların doğumlarında, sarayda özel merasimler yapılırdı. Doğum haberi hatt-ı hümâyûnla sadrârazama bildirilirdi. Doğan çocuk erkek ise, hatt-ı hümâyûnu dârüsseâde ağası, kız ise yüksek rütbeli bir saray ağası getirirdi. Bu tebliğ üzerine sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler ve teşrifata dâhil devlet erkânı (kazaskerler, yeniçeri ağası v.s.) saraya giderler ve silâhdâr ağa vasıtasıyla huzura kabul edilirler, tebrikten sonra hil’at giydirilerek dönerlerdi. Durum toplar atılarak İstanbul halkına da îlân edilirdi. Ayrıca memleketin dört bir tarafına fermanlar gönderilir ve mahallin şer’i mahkemelerinde sicillere kaydolunarak toplar atılır şenlikler yapılırdı. Top atışları ve şenliklerin yapılması için doğan çocuğun erkek veya kız oluşuna bakılmaz bu şenliklere donanma da katılırdı. Bilhassa, pâdişâhların ilk oğulları olduğunda, yapılan donanma şenliği daha şâşâlı olurdu. Doğumu müteâkib fakir-zengin herkese yemekler verilir, sadakalar dağıtılır, böylece herkes bu sevince ortak olurdu.
Doğan şehzâdenin hizmetine usta adı verilen hizmetliler tâyin edilir, vâlidesi de çocuğun bakımına ve büyümesine nezâret ederdi.
Beş-altı yaşına basan Osmanlı şehzâdesine hoca tâyin edilir ve merasimle ilim tahsiline başlardı. Şehzâdenin ilk tahsile başlamasına Bed-i besmele denilirdi. Bed-i besmele merasiminde, davetlilerin huzurunda önce şeyhülislâm, teberrüken şehzâdeye elif-bâ’yı okutur, sonra duâ eder ve merasim nihayet bularak tahsili, tâyin olunan hocasına bırakılırdı. Şehzâdenin derse başlaması dolayısıyla, kendisine lâzım olan cüz kesesi elif-bâ v.s. cildlenmiş ve müzehhep (altın yaldızlanmış) olarak sadrâzam tarafından hediye edilirdi. Şehzâdenin hocası, dârüsseâde ağası dâiresinde ders verirdi. Kur’ân-ı kerîmi hatmeden şehzâdeyi, sadrâzam ve sâir devlet erkânı tebrik eder, kendisine hediyeler verirlerdi.
Pâdişâhların oğulları için yaptırdıkları sünnet düğünleri de merasimle olurdu. Düğünden önce durum bütün eyâletlere bildirilir ve düğünde bulunmak üzere ileri gelen vâli ve vezirler davet edilirlerdi. Fakir fukara, günlerce yerler içerler ve dağıtılan bahşişleri alırlardı. Sünnet olan ve on üç-on dört yaşına giren şehzâdelere ayrı bir dâire verilirdi. Odaya annesi, kızkardeşleri, hala, teyze gibi çok yanın akrabalarının hâricinde başka bir kadının girmesine müsâade edilmezdi.
Osmanlı şehzâdeleri saray hocalarından din ve fen derslerini tahsil etmeleri yanında, ata binip inmek, ok atmak, avlanmak, kılıç ve gürz kullanmak gibi spor hareketleri yaparlardı. Cuma namazlarına, maiyyetlerinde kendi dâireleri ağaları da bulunduğu hâlde, atlı olarak babaları ile beraber giderlerdi. Şehzâdeler dâirelerinde bulundukları zamanlarda da mücevhercilik, kuyumculuk, tornacılık gibi san’attar öğrenirler, ok ve yay yaparlar, fildişi ve abanoz işlerle sahtiyan üzerine nakış yaparlar ve hattatlık öğrenirlerdi.
Bu şekilde çok sıkı bir tâlim ve terbiye altında naklî ve aklî ilimleri öğrenen Osmanlı şehzâdeleri, genellikle 14-20 yaşları arasında devletin muhtelif vilâyetlerine vâli olarak gönderilirlerdi. Sancağa çıkan şehzâdelere vezîriâzam tarafından merasimle tabl, alem ve yeşil bayrak verilir, ayrıca bir maiyyet tertib olunurdu. Şehzâde, sancağa vâlidesiyle beraber çıkar ve onun nezâreti altında bulunurdu.
Sancağa çıkan şehzâdelere Çelebi Sultan denirdi. Çelebi sultanların maiyyetinde devlet merkezindeki dîvân hey’etinin küçük bir numunesi olarak vezir makamında lala, nişancı, defterdâr, reîsülküttâb, çavuşbaşı, kapucular kethüdası ve dîvân kâtibi bulunurdu. Bunlardan başka tabîb; cerrah, göz hekîmi, kapucubaşı, emîr-i alem, emîr-i âhûr, şehzâdenin hocası, matbah emini, arpa emîni, çaşnigîr başı, çaşnigîrler, dîvân çavuşları ile sipah, silâhdâr, ulûfeci, garib sınıflardan asker ve ağaları, çadır mehterleri, dîvân çavuşları, rûz-nâmeci, mukâtaacı, hülâsa imâm ve müezzine kadar kimisi aylıklı ve kimisi mukâtaalı olmak üzere me’murlar vardı.
Şehzâde sancağa çıkarılacağı zaman, düşünülmesi îcâb eden en önemli mes’ele ona devlet işlerine vâkıf, temiz ahlâklı, otoriter bir zâtın lala seçilmesi idi. Bu husus dîvân-ı hümâyûn hey’etinin çok dikkat edeceği bir vazife idi ve pâdişâh bu cihetten adı geçen hey’eti mes’ûl tutardı. Şehzâdenin idare ettiği sancağın vezîriâzamı derecesinde olan Lala, mıntıkasının durumunu ve terbiyesiyle vazîfeli olduğu şehzâdenin ahlâk ve ef’âlini kontrol etmekle de görevliydi.
Sancağa çıkarılan şehzâde ile vâlidesine ve hocasına pâdişâh tarafından ihsânlar verilir, şehzâdeye, maaş olarak, has tâyin olunur, masraflarını oradan görürdü. Sancağa çıkan şehzâde bir taraftan hocası vasıtasıyla ilim tahsiline devam ederken, diğer yandan da devlet idaresindeki tecrübe ve bilgisini arttırırdı.
Şehzâdeler, yazışmalarını dîvân-ı hümâyûnla yaparlar, istekleri bu vâsıta ile arzolunur, pâdişâhın irâdesi yâni müsâadesi istenirdi. Şehzâde bizzat kendisi doğrudan doğruya mâruzâtta bulunmak istese, arîzasının sonuna,bende, abdü’l-fakir veya abdü’l-hakîr ibaresini yazardı. Sonra pâdişâhın vereceği emre göre hareket ederdi. Çelebi sultanlar, bulundukları sancakta tevcîhât yaptıkları zaman, bunu devlet merkezine bildirirler, kabul edildiği takdirde esas kütükte tashîhât yapılırdı. Bu iş için çelebi sultanların maiyyetlerinde küçük bir nişancı grubu da bulunurdu.
Bir harp vukuunda sancaklarda bulunan şehzâdeler, bölgelerindeki askerlerin komutanı olarak pâdişâhın emri altına girerlerdi. Muhârebede genellikle ordunun cenahlarında (sağ ve sol kollarında), bâzan da ard kumandanlıklarında bulunurlardı. Nitekim 1389’daki Kosova meydan muhârebesinde Osmanlı ordusunun merkezinde sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr, sağ kolda büyük oğlu Yıldırım Bâyezîd, sol kolda da küçük oğlu Yâkûb Bey kumandan olarak bulunmuşlardı. 1473’deki Otlukbeli muhârebesinde ise, merkezde Fâtih Sultan Mehmed, sağ kolda Amasya vâlisi Bâyezîd, sol kolda ise Karaman vâlisi Mustafa bulunmuşlardır.
Çelebi sultanların yetişmiş ve on yaşını geçmiş oğulları varsa, o çocuk da büyük babası olan pâdişâhın müsaadesiyle küçük bir sancağa çıkarılarak devlet ve idare işlerine alıştırılır, kendisine teşrifat ve maiyyet kademesi verilirdi. Nitekim sultan İkinci Bâyezîd’in oğullarından Alemşâh’ın oğlu Osman Çankırı, Yavuz Sultan Selîm Trabzon’da sancak beyi iken oğlu Süleymân da Kefe sancak beyliğine getirilmişlerdi.
Osmanlı tahtına çıkıp hüküm süren pâdişâhlardan şehzâde iken; Yıldırım Bâyezîd Kütahya’da, Çelebi Mehmed Amasya’da, İkinci Murâd Amasya’da, Fâtih Sultan Mehmed Manisa’da, İkinci Bâyezîd Amasya’da, Yavuz Sultan Selîm Trabzon’da, Kânûnî Sultan Süleymân Kefe’de, İkinci Selîm Manisa ve Kütahya’da, üçüncü Murâd Akşehir ile Manisa’da ve üçüncü Mehmed de Manisa’da sancak beyliklerinde bulunmuşlardır.
Bu şehzâdeler maiyyetlerinde götürdükleri ilim sahipleri ve kapı halkı ile bulundukları sancağı kültür ve ilim muhiti hâline getirmişler, adlarına yaptırdıkları câmi, mescid, medrese ve imâret gibi vakıf eserleriyle de süslemişlerdir.
İkinci Selîm’den sonra şehzâdelerin sancağa çıkarılmaları usûlü yavaş yavaş terk olunmuş, üçüncü Mehmed’den sonra ise, tamamen kaldırılmıştır. Bundan sonra velîahd ve diğer şehzâdeler sarayda Şimşirlik kasrında oturmuşlardır.
Osmanlı şehzâdeleri arasında tahtı ele geçirmek gayesiyle zaman zaman mücâdeleler vuku bulmuştur. Osmanlılarda ilk teşkilât kurulduğu ve kânunlar yapılmaya başlandığı sırada, saltanat usûlünün yazılı bir metne bağlanmayış sebebi, saltanatın ehil ellere geçmesi için idi. Bunun yanısıra ülkenin bölünmezliği prensibinden hareket ederek saltanatı eline geçiren şehzâde, diğer kardeşini öldürtebiliyordu. Nitekim bu husus Fâtih Kanunnâmesinde; “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşleri nizâm-ı âlem için katletmek münâsiptir” şekliyle yer almıştır. Pâdişâhların yanında âlimler ve halk da Nizâm-ı âlem düşüncesi, din ve devletin bekası kaygısı ile zaruret hâlinde, kardeş katlini tasvib ediyorlardı. Kanunî devrinde Türkiye’ye gelen imparator Ferdinand’ın elçisi Busbeca; “Müslümanlar Osmanlı hânedânı sayesinde ayakta duruyorlar. Hânedân yıkılırsa, din de mahvolur. Bu sebeple hânedânın, din ve devletin selâmeti ve bekası evlâddan daha mühimdir” kanâatinin umûmî efkârda yaygın bulunduğunu belirtmektedir.
Ancak 1603 yılında pâdişâh olan sultan birinci Ahmed devrinden itibaren kardeşlerin katli kaldırılmış ve hânedândaki en yaşlı mümessilin tahta çıkması kabul edilmiştir. Bununla beraber isyân çıkarma ihtimâline binâen zaman zaman kardeş katli vak’aları görülmüştür.
Netice olarak, Osmanlı pâdişâhları öncelikle şehzâdelerini yüksek bir tahsil ve devrin kültür dillerine sâhib olarak yetiştirmekte ve ona Türk-islâm dâvasının derin şuurunu vermekte idiler. Böylece her türlü imkânlar seferber edilerek pâdişâh olacak şekilde yetiştirilen şehzâdeler, babaları vefât edince, o makama en lâyık kimse olarak çıkarlardı. Ayrıca bu şehzâde tecrübeli devlet adamlarından ve büyük âlimlerden müteşekkil yüksek bir muhit ile maddî-mânevî bakımlardan devrin en üstün ordusunu da yanında bulurdu. Gerçekten büyük bir itinâ ve titizlik neticesinde yetiştirildikten sonra tahta çıkan bu gâzî ve muhteşem pâdişâhlar, millî ve İslâmî dâvaları, yüksek zekâ ve enerjileri, din ve devlet, mülk ve millet uğrunda sonsuz fedâkârlıkları, adaletleri, tevâzûları ve ileri görüşlü siyâsetleri, büyük din ve devlet adamlarını büyük dâva istikâmetinde toplamaları sayesinde; öyle sağlam bir devlet kurdular ki, normal ve zayıf pâdişâhlar döneminde bile yüksek devlet mekanizması asırlarca hayatiyetini devam ettirdi. Osmanlı Devleti ve hânedânlığa son verilince, şehzâdelik de kendiliğinden kalkmış oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sancağa Çıkarılan Osmanlı Şehzâdeleri (Belleten cild-XXXIX, sayı-156); sh. 659 v.d.
2) Hammer Târihi (Atâ Bey trc.); cild-7, sh. 117
3) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 107-125
4) Nâimâ Târihi; cild-1, sh. 394; cild-3, sh. 93
5) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 460
6) Peçevî Târihi; cild-1, sh. 218
7) Cevdet Târihi; cild-8, sh. 170
8) Rönesans Çağı Cihân Edebiyatında Türk Takdirkârlığı (M. Kaya Bilgegil)

KADIZADE MEHMET TAHİR EFENDİ


Osmanlı âlimlerinden. Yüz dördüncü Osmanlı şeyhülislâmıdır. Osmanlı târihinde Vak’a-i Hayriyye adı ile anılan yeniçeri ocağının kaldınlması için fetvayı veren şeyhülislâmdır. İsmi Mehmed Tâhir olup, Tokatlı kâdı Ömer Efendi’nin oğludur. Bu sebeble Kâdızâde diye şöhret bulmuştur. 1747 (H. 1160) senesinde Tokat’ta doğdu. 1838 (H. 1254) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan civarında, Bostan İskelesi yakınına defnedildi.
Çocuk yaşında tahsile başladı ve ilk tahsilini babasından aldı. Daha sonra İstanbul’a gelip, zamanının meşhur âlimlerinden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. 1782 senesinde girdiği imtihanda üstün başarı göstererek, müderrislik rüûsunu (diplomasını) kazandı. Kâdılık mesleğini tercih ederek, Anadolu ve Rumeli’nin bir çok illerinde kâdılık yaptı. İnsanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatarak, onların din ve dünyâ saadetine vesîle oldu. 1818 senesinde İstanbul kâdılığına tâyin edildi. 1824 senesinde Anadolu kazaskeri oldu. Bu arada Rumeli payesine de nail olup, 1825 senesinde Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendi’nin ayrılmasıyla boşalan şeyhülislâmlık makamına yükseltildi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın, yeniçeri ocağını kaldırıp, yerine disiplinli ve itaatkâr bir ordu kurulması fikrini samimiyetle destekledi. 1826 senesinde yeniçeri ocağının kaldırılması için fetva verdi. Bu cesur ve kararlı davranışı sebebiyle sultan İkinci Mahmûd Han’ın iltifat ve ihsânlarına kavuştu. Pâdişâh, elmas taşlı kıymetli bir yüzüğü Mehmed Tâhir Efendi’ye hediye etti. Sultan İkinci Mahmûd Han tarafından, şeyhülislâmın fetvasıyla Asakir-i Mansûre-i Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi bu makamda iki buçuk yıl kaldıktan, sonra, yaşı seksene ulaştığında, 1828 senesinde vazîfeden ayrıldı ve evinde istirâhate çekildi. Allahü teâlâya ibâdet ve tâatle meşgul olduğu sırada vefât etti.
Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi, aklî ve naklî ilimlerde derin âlim ve cesur bir zât idi. Kâdılığı ve şeyhülislâmlığı müddetince adalet ve doğruluktan ayrılmadı. Zühd ve takva sahibi idi. Başta pâdişâh olmak üzere herkesin sevgi ve teveccühüne kavuşmuş idi. Zekî, çalışkan, ileri görüşlü ve yeniliklere çabuk uyum sağlar idi. Vazifesini müdrik olup, kendisine bir mes’ele sorulduğu zaman iyice araştırır, düşünür ve cevâbını verirdi. Fıkıh ilminde yüksek ilim sahibi ve edebiyata karşı meraklı idi. Cömert olup hayır hasenat yapmayı severdi. Altımermer civarında bir dergâh bina ettirmişti.
Kâdızâde Mehmed Tâhir Efendi’nin eserleri şunlardır: 1- Mecmûât-ül-fetâvâ, 2- Şerh-i Kelimet-üt-tevhîd, 3- Oniki tarîk üzere yazılmışNûriyye risalesi, 4- Tefsîr-i Sûre-i ihlâs, 5- Talâk hakkında bir risale.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devhat-ül-Meşâyıh; sh. 128
2) İlmiye Salnamesi; sh. 587
3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3540
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 118
5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 61

GAZİ EVRENOS BEY


Osmanlı Devleti’nin kuruluş devirlerinde ve Rumeli fütûhatında büyük hizmetleri geçen meşhur akıncı beylerinden. İsmi, Evranuz veya Evrenos olup, doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Babasının adı Îsâ’dır. Orhan Gâzi, Karesi beyliğinin topraklarını ilhak ettiği zaman bu beyliğin değerli ve tecrübeli kumandanları da Osmanlı Devleti’nin hizmetine girmişlerdi. Îsâ Bey ve oğlu Evrenos Bey de bu değerli kumandanlar içinde idi. Evrenos Bey Osmanlı Devleti hizmetine giren diğer arkadaşları Hacı İl Bey ve Gâzi Fâzıl ile birlikte bu mıntıkaya (Karesi vâliliğine) tâyin edilen Orhan Gâzi’nin oğlu Süleymân Paşa’nın maiyyetinde Rumeli fütûhatında (fethedilmesinde) büyük hizmetlerde bulundular.
Orhan Gâzi 1354 yılında Rumeli fütûhatına büyük oğlu Süleymân Paşayı me’mur edince, şehzâde derhâl maiyyetindeki mücâhid kumandanlarıyla birlikte sallarla Çanakkale boğazını geçti. Gelibolu şehir ve limanını alarak, Rumeli’ye yerleşmek için bir köprübaşı kurdu. Bu yerleşme daha sonraki yıllarda Bizans’ın deniz cihetinden Avrupa ile irtibatını kesmeye ve Rumeli’yi fethe doğru atılan bir adımdı. Gelibolu karargâh kabul edildi. Rumeli fethi en küçük teferruatına kadar tesbit edilip, fütûhat; bir plân dâhilinde yapılmaya başlandı. Bolayır’dan Tekirdağı’na kadar bütün Marmara sahillerini Türkleştirmek için Anadolu’dan ve bilhassa Balıkesir taraflarından gelen pek çok göçmen yerleştirildi. Böylece Bizans ve diğer hıristiyan devletler tarafından yapılacak taarruzlara, yalnız ordu değil, bir millet olarak karşı koymak gayesi güdüldü ve muvaffak olundu.
Süleymân Paşa, emrindeki kumandanlardan Evrenos Gâzi, Hacı İl Bey ve başkalarının üstün gayretleriyle fetih sahasını daha kuzeye götürerek Doğu Trakya’ya kadar ilerledi. Malkara ve Keşan’dan sonra Çorlu’yu da fethederek, İstanbul ile Edirne’nin yolunu kesti. Süleymân Paşa bu zaferleri pederi sultan Orhan Gâzi’ye arz ederken, arîzasında (mektubunda); Evrenos Bey; “Kıdvet-ül-Ümerâ-il-Kirâm (Kumandanların serdârı)” ünvânıyla medh ü sena edip memnuniyetini bildirdi. Sultan Orhan Gâzi de cevaben gönderdiği mektûbda, şehzâdeye ve emirlere iltifatlar gösterip, Evrenos Bey’in muvaffakiyetlerini takdir ederek: “Evrenos Bey’e dahi kılıç kaftan gönderip vakf için istediği yerleri temlik eyledim” diye ferman eyledi. Rumeli serdârı mücâhid şehzâde Süleymân Paşa, 1358’de bir av takibinde attan düşerek şehîd olunca, Rumeli’de fethedilen yerlerin muhafazası Evrenos Bey ile Hacı İl Bey’e bırakıldı. Bunu fırsat bilen rumlar, bulgarlar, eflaklar, sırplar cesaretlenerek müslümanları Rumeli’den atmak için ittifak kurdular. Alelacele 30.000 kişilik bir ordu hazırlandı. Düşmanın 15.000 kişilik ordusu altmış parça gemi ile denizden Seydikavağı’na çıktı. Diğer 15.000 kişi de Gelibolu’ya hareket etti. Bunu haber alan Evrenos Gâzi ve diğer Osmanlı mücâhid kumandanları derhâl Bolayır’a hareket ederek düşmanı bozup kimisini karada, kimisini denizde helak ettiler.
Bu sırada sultan Orhan Gâzi vefât etti (1362). Oğlu birinci Murâd Han tahta geçerek devlet idaresini eline aldı. Osmanlı Devleti’nin bu yeni hükümdarı Rumeli’ye geçmek arzusunda iken, Anadolu’da çıkan kargaşalıklar sebebiyle durumun düzeltilmesi ile meşgul oldu. Evrenos ve Hacı İl Bey gibi kahramanlar varken Rumeli’den endişe etmeye lüzum yoktu. Anadolu’yu ıslâh eden sultan Murâd Han daha sonra Rumeli’ye geçti. Bu esnada Evrenos Bey Keşan’ı fethetmişti. Fetih haberleri Murâd Han’ı ziyadesiyle memnun edip her iki kumandanına da memnuniyet ve iltifatlarını bildirdi. Sultan Murâd Han Edirne’nin fethine girişince, Evrenos Bey de maiyyetindeki akıncı kuvvetleriyle Batı Trakya tarafından Sırpların hücumu ihtimâline karşı gerekli müdâfaa tetbirlerini aldı. Aynı zamanda Dimetoka ve Gümülcine’yi fethetti. Sırpların Edirne’ye yardıma gelmelerine mâni oldu. Bu muvaffakiyetler üzerine Murâd Han, Evrenos Bey’i akıncı kuvvetleri kumandanlığına; Lala Şahin Paşa’yı da beylerbeyliğine tâyin etti.
Uç merkezini Gümülcine’ye nakleden Evrenos Bey, 1371 yılında Çirmen veya Meriç muhârebesinde Güney Sırbistan kralı Vukaşin ile kardeşlerinin maktul düşmeleri (öldürülmeleri) üzerine, uç kumandanı olarak Makedonya’nın fethine me’mur edildi. Firecik, İskeçe, Kavala, Drama, Karaferya ile Zihne ve 1385’de ikinci defa Serez fethedildi. Daha ileriye yapılacak hücumlar için burası merkez yapıldı. Buralara Anadolu’dan göçmenler naklolundu. 1385’de Evrenos Bey, vezir Çandarlı Halîl Hayreddîn Paşa’nın yanında büyük Makedonya harekâtına iştirak etti.
Daha sonra hac farizasını edâ edip dönen Evrenos Bey, Kosova muhârebesine katıldı. 14 Haziran 1389 târihinde Kosova sahrasında Osmanlı ordusu ile haçlılar (hıristiyan kuvvetler) karşı karşıya geldikleri zaman, sultan Murâd Han harb meclisinde kendisine iltifat ederek; “Yaşımız kadar tecrüben var. Kılıcına ülkeler râm ettin, cenk meydanlarında kocadın. Bak Lasoğlu üzerimize geldi. Tedbir nedir?” diye sordu.
Pâdişâh’ın Lasoğlu dediği Sırp kralı Lazar’dı. Evrenos Bey, edeble başını eğdi ve tedbiri Sultan’a havale etti. Fakat Sultan’ın ikinci bir emri üzerine, “El-emrü fevkal edeb” kavlince, emrin edebden üstün olduğu idrâkiyle şu mütalaada bulundu: “Allahü teâlâya tevekkül ederek düşmandan önce gazâ meydanına şitâb etmelidir (varmalıdır). Meydanın en münâsibini tutup harb nizâmına girmeli ve küffârı üzerimize gelmeye mecbur eylemelidir. Zîrâ bizim tarafımızdan hamle ve hücum olursa, kesretlerinden (kalabalık olmalarından) dolayı düşmanı bozmak zordur. Muhârebeye onlar başlarsa, müteferrik cemiyetleri (topluluklarını) dağıtmaya gayret ederiz. İnşâallah zafer pâdişâhımıza müyesserdir.
Pâdişâh, sırasıyla diğer kumandanların de reylerini sordu. Hepsi; “Söz Evrenos Bey’in sözüdür” dediler. O zaman sultan Murâd Han; “Benim mütâlâam da böyledir” diyerek o şekilde hareket emrini verdi.
Kosova meydanına girilirken ordunun öncülüğü, Evrenos Bey’le Saruhanlı Paşa Yiğit’e verildi. Bunlar da ordunun geçeceği boğazı tutmuş olan düşman kuvvetlerini bertaraf ederek, sevkiyâtın muntazam ve müşkilâtsız yapılmasını sağladılar. Muhârebenin kazanılmasından sonra yeni pâdişâh olan sultan birinci Bâyezîd Han, Anadolu’ya dönerken Evrenos Bey’i tekrar Serez’deki karargâhına gönderip, Vodine ile Çitroz’un fethine me’mur edince, buralar da kısa zamanda fethedildi. Evrenos Bey, 1390 yılından itibaren altı yıl, devamlı olarak Arnavutluk’a akınlar yaptı. 28 Eylül 1396 târihinde cereyan eden ve sultan Yıldırım Bâyezîd Han’ın kesin zaferiyle neticelenen Niğbolu meydan muhârebesine akıncı kumandanı olarak katıldı. Yıldırım’ın Eflâk üzerine yaptığı sefere ve Ankara muhârebesine iştirak ederek bu son savaşta Amasya sancakbeyi şehzâde Çelebi Mehmed’in maiyyetine verildi.
Evrenos Bey, Ankara muhârebesinden sonra Edirne’de pâdişâhlığını îlân eden Süleymân Çelebi’nin hizmetinde kaldı. Daha sonra şehzâdeler arasında cereyan eden hâdiselerde Çelebi Sultan Mehmed tarafını tutarak onun kazanması ve bu suretle fetret devrine bir nihayet verilmesi için faaliyete geçti. Çelebi Mehmed Rumeli’ye geçerek Sırp hududuna gelmesi üzerine ona katıldı.
Evrenos Bey, 1417 yılı Temmuz ayında Vardar Yenicesi’nde vefât etti. Buradaki türbesine defnedildi. Bu şehirde câmi, mescid, imâret ve medresesi olup, diğer pek çok şehirde de vakıfları vardır. Vefâtında yaşının yüzü geçtiği tahmîn edilmektedir. Vardar Yenicesi’nin Evrenos Bey yöresi olduğunu Evliyâ Çelebi yazmaktadır.
Evrenos Bey, Osmanlı Devleti’nin ilk uç akıncı kumandanıdır. Kendisini daha sonra Mihâil, Turahan ve Malkoçoğlu gibi meşhur akıncılar tâkib etmiştir.
Devlete ömrünce hizmet eden ve sayısız şehir ve kaleler fetheden Evrenos Bey’in evlâd ve ahfadına da (torunlarına da) Osmanlı hükümdarları riâyet etmişler (gözetmişler)dir. Bu hususdaki bir ferman fıkrasında sultan Murâd Han; “Evlâdına riâyet başım üzerinedir” buyurmuştur. Evrenos Bey’in oğulları ve torunları da birer akıncı beyi olarak kendilerini din ve devlete adamışlar, Evlâd-ı fatihan ünvânıyla rahmetle yâd edilegelmişlerdir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-1, sh. 562
 2) Tevârîh-i Âl-i Osman; sh. 61
 3) Meşâhîr-ül-islâm; cild-2, sh. 801
 4) Türk Büyükleri (Feridun Fâzıl Tülbentçi); sh. 61
 5) Münşeât-üs-salâtîn; cild-1, sh. 87
 6) Târihi Ebü’l-Feth; sh. 105
 7) Tâcüt-tevârih; cild-1, sh. 358
 8) Târih-i Devleti Osmâniyye (Hammer); cild-2, sh. 258