27 Temmuz 2018 Cuma

DİVAN EDEBİYATI


Türklerin İslâmiyet’i kabul etmeleriyle on birinci asırda Karahanlılar devrinde Mâverâünnehr’de ve on üçüncü asırda bilhassa Anadolu’da ortak İslâm kültür ve medeniyetinin te’sirinde ortaya koydukları edebiyat. Dîvân edebiyatı, başlangıçta, dîvân kelimesinin taşıdığı mânâlar içinde değerlendirilmiş ve gelişmiştir.
Dîvân kelimesinin ortaya çıkışı hazret-i Ömer zamanına kadar dayanır. Hazret-i Ömer devrinde Medine’de devlet dâiresi teşkil edilerek, maaş ve vazîfe defterleri tutulmuş ve bu defterlere dîvân adı verilmiştir. Kelime zamanla mânâ değişikliğine uğrayarak, manzum sözleri bir araya toplayan antoloji mahiyetindeki kitaplara isim olmaya başladı. Daha sonra dîvân kelimesi, antoloji mânâsını bırakmış; Fuzûlî ve Bakî dîvânı gibi, klâsik Türk edebiyatında, bir şâirin şiirlerini ihtiva eden defter mânâsını kazanmıştır. Ayrıca halk edebiyatı mahsûllerinin şifahî yâni sözlü olup, ağızdan ağıza dolaşması yanında, dîvân edebiyatı mahsûllerinin deftere geçirilmesi ilk mânâ ile uygunluk gösterir.
On üçüncü asırdan sonra saray, konak, medrese çevrelerinde ve bunlara yakın topluluklarda okumuşlara mahsus yeni doğan Arap edebiyatı yanında, örneğini daha çok İran edebiyatından alan İslâm kültürünün bütün kollarından beslenen, Türk ruhunun özelliklerini aksettiren ve mahallî çizgileri veren bu edebiyat; kesintisiz olarak altı asırdan fazla devam etti. Yüksek zümre edebiyatı denen, asırlar boyunca dil ve muhteva bakımından örnek teşkil ettiği ve okullarda okutulduğu için klâsik kabul edilen bu edebiyata, divân edebiyatı ismi verilmiştir. Dîvân edebiyatı daha çok manzum eserlerden meydana gelmiştir.
Dîvân edebiyatı, Anadolu’da Selçuklular zamanında Hoca Dehhânî ile başlamıştır. On dördüncü asırda Ahmedî, Şeyhoğlu, Ahmed-i Dâî gibi şâirler yetişmişse de, bu edebiyatın ilk büyük üstadı on beşinci asırda yaşayan Şeyhî’dir. Fâtih devrinde Ahmed Paşa ve daha sonra Necâtî’nin yetiştiği dîvân edebiyatı, on altıncı asırda; Zatî, Bakî, Hayalî, Nev’î, Fuzûlî, Rûhî-i Bağdadî, on yedinci asırda; şeyhülislâm Yahyâ Efendi, Nef’î, Nailî, Neşâtî, Atâî, Nâbî, on sekizinci. asırda; Nedim, Şeyh Gâlib, Râgıp Paşa, on dokuzuncu asırda; Yenişehirli Avni, Ziya Paşa gibi encümen-i şuarâ şâirleri ile fevkalâde gelişme göstererek, dünyânın sayılı edebiyatları arasında yer aldı.
İslâm kültürü ile beslenen ve özellikle başlangıçta İran edebiyatını örnek alan dîvân edebiyatı, muhteva yönüyle çok çeşitli kaynaklara dayanmaktadır. Bu kaynaklar şunlardır: 1- Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler, 2- İslâmî ilimler (tefsir, kelâm, fıkıh), 3- İslâm târihi, 4- Tasavvuf, 5- Peygamber kıssaları, mucizeler, efsâneler, rivayetler, 6- Târihî, efsânevî, mitolojik şahsiyetler ve hâdiseler, 7- Türk târihi ve millî kültür unsurları, 8- Belagat, 9- Deyimler, atasözleri, şekiller, tamlamalar, bileşik sıfatlar.
Dîvân edebiyatının esâsını şiirler meydana getirmiştir. Dîvân şiirinde rastgele benzetme ve tasavvur, hayâl kullanılmaz. Bunlar belirlidir. İnsanın güzelliği ve güzel, muayyen benzetme ve tasavvurlarla çizilir. Bu yüzden dîvân şâirleri belli bir imaj âlemi içinde kalmışlardır. Dîvân şiirinin öz bakımından esâsını mazmunlar teşkîl eder. Mazmun, beyt içindeki gizli mânâ demek olup, zımn kelimesinden gelir. Beytte doğrudan doğruya söylenmeyip etrafında dolaşılan ve görünüşte mânânın arkasında saklı bulunan mânâ, o beytin mazmununu teşkil eder. Dîvân şiirinde çok defa beytlerin zahirî mânâları yanında ayrıca ikinci bir mânâsı vardır. Bu saklı mânâ bâzı kereler ikiden fazla olabilmektedir. Kâideci vasıf taşıyan dîvân şiirinde, teşbih ve benzetme âlemi belli olduğu gibi, mazmunlar da muayyendir. Bu yüzden, şâirler kelimelerin seçilmesinde büyük bir titizlik ve dikkat gösterdiler. Umumiyetle hiç bir kelime gelişigüzel kullanılmamış olup, her kelime gerektiği için kullanıldı. Bu durum tenâsüb san’atı dışında bir hususiyettir. Dîvân şiirinde kelimelerin bir maksatla seçilmiş olması ve mazmunlar münâsebeti, geometrik bir mükemmeliyet meydana getirmiştir. Usta dîvân şâirlerinin şiirleri sağlam ve ölçülü biçili olup, hiç bir kelimesi değiştirilemez.
Dîvân edebiyatının gelişmesi, asırlar boyunca mazmunlar ve mânâ bakımından kendi içinde olmuştur. Dîvân edebiyatının gelişmesini, siyâsî târihle ilgili olarak; kuruluş, yükselme, duraklama, gerileme ve çökme devrilerine ayırmak doğru değildir. On beşinci asrın başında Şeyhî ve Ahmed Paşa sayesinde tam manâsıyla kurulan dîvân edebiyatı, on sekizinci asrın sonlarında Şeyh Gâlib ile en yüksek derecesine ulaşmıştır. Bu gelişme, beytler içerisinde mânâ ve mazmunların fazlaca yerleştirilmesi ile ilgilidir. Mücerret ve müşahhas kavramların birbirine bağlanması, hayâl içinde hayâl, fikir içinde fikir zikretmek suretiyle yapılan oyunlar, beytlere girift bir manzara vermiştir. Bu gelişmede, Hindistan’da yetişip de Farsça yazan şâirlerin Sebk-i Hindî denen tarz ve üslûblarının te’siri olmuştur. Başlangıçta, çoğunlukla açıkça ifâde edilen mazmunlar, sonraları bir kaç kelime, hattâ bâzan tek kelime ile îmâ edilmek suretiyle anlatılmak istenmiştir. Şeyh Gâlib’e geldiği zaman ise, artık bu tek kelimelik îmâ bile yoktur. Mazmunlar uzak ve yakın çağrışımlar, ufak deliller yardımı ile ve çok dolambaçlı bir şekilde gösterilmiştir.

San’atkâklar ve eserleri:

Dîvân edebiyatının on birinci asırdan on dokuzuncu asra kadar doğu ve batı Türklüğü içinde devam eden sekiz asırlık târihi seyri içinde ortaya çıkan büyük san’atkârları ve yazılan başlıca eserleri şöyle sıralanabilir:
On üçüncü asırdan önce Anadolu’da dîvân edebiyatı örneklerine rastlanmadığı veya ele geçmediği için, Anadolu dîvân edebiyatı on üçüncü yüzyıldan itibaren başlamıştır. Bu asırda, Selçuklular devrinde bilinen ilk eserler Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (1207-1273) Farsça yazdığı Dîvân-ı kebîr, Mesnevî, Fîhi mâ fîh gibi eserlerdir. Eski Anadolu Türkçesi’nin bilinen ilk şâiri Ahmed Fakih olup, eserleri; Çarhnâme, Kitâb-ı Evsâf-ı Mesâcid-iş-şerîfe’dir. Asrın ikinci yarısında dînî, tasavvufî ve ahlâkî manzûmeleriyle Şeyyâd Hamza, Sultan Veled ve tasavvufun en karışık mes’elelerini bütün inceliği ile samîmi ve sâde Türkçesiyle gösteren Yûnus Emre vardır. Dîvân şiirinin ilk büyük temsilcisi; dînî olmayan mevzularda eserler veren ve ele geçmeyen yirmi bin beytlik Selçuklu Şehnamesi bulunan Dehhânî bu asırda yer alan mühim şahsiyetlerdendir.
On dördüncü asırda Türkçe, Anadolu’da tamamen yerleşmiş, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemi olması sebebiyle daha ziyâde dînî, tasavvufî, hamasî, târihî ve ahlâkî eserler verilmiştir. Sâde dille, tasavvufî akideye uygun Garibnâme gibi büyük eserler yazan Âşık Paşa’nın (1272-1333) yanında dîvân edebiyatının temelini atanlardan biri sayılan, mutasavvıf, nazım tekniği kuvvetli, dile ve aruza hâkim Mantık-ut-Tayr yazarı Gülşehrî bunların başında gelir. Ayrıca dînî olmayan Süheyl ü Nevbahar, Ferhengnâme-i Sadî adlı mesnevîleriyle şöhret kazanan Hoca Mes’ûd;Kıssa-ı Yûsuf Mesnevîsi ile Süli Fakih; Dîvân, İskendernâme, Cemşîd ü Hurşîd, Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman gibi eserleriyle dîvân edebiyatının kurulmasında büyük rolü olan ve çok eser veren, Türkçe ilk Osmanlı Târihi müellifi Ahmedî (öl. 1413); Azerî Türkçesiyle eser verenKâdı Burhâneddîn; sâde nesir dili ile halk için yazan Siyer-i Nebî, Futûh-üş-Şâm, Kissa-i Yûsuf yazarı Mustafa Darîr’in yanında; heyecanlı, coşkun, lirik şâir Nesîmi, asrın önde gelen temsilcileridir.
On beşinci yüz yılda divân edebiyatı tam anlamıyla yerleşmiş ve klâsik hususiyetini kazanmıştır. Osmanlı Devleti’nin bu asırda gösterdiği siyâsî başarı, edebiyata da aksetmiştir. Nazım ve nesirde Ahmed-i Dâî (Dîvân, Cenknâme, Câmasbnâme); asrın ilk yarısının en büyük ve şeyh-üş-şuarâ ünvânlı şâiri Şeyhî (1371-1431) (Dîvân, Harnâme, Hüsrev ü Şîrin); kasîdeleri ve söyleyişleri ile ünlü diğer büyük şâir Ahmed Paşa (ÖI. 1479); bilhassa gazelleriyle ve sâde dille maharet kazanan, Türkçe deyimleri ve atasözlerini çok kullanan Necati; pâdişâh ve şehzâdeler arasında; Murâdî (Murâd-ll), Avnî (Fâtih), Adlî (Bâyezîd-ll), Cem Sultan; şehrengiz türünün ilk örneğini veren Mesihî; kadın şâirlerden Mihrî Hâtûn ve Zeynep Hâtûn; Mesnevî yazarları arasında Anadolu sahasında ilk hamse sahibi Hamdullah Hamdi ve diğer mesnevî şâirleri; Tâcîzâde Cafer Çelebi, Behiştî ve Revânî bu asrın belli başlı san’atkârlarıdır. Bu asırda süslü nesir örneğini Sinân Paşa ile Neşrî vermiştir. Sâde nesir temsilcileri olarak Mercimek Ahmed, Ahmed Bîcân, Uzun Firdevsî sayılabilir. Devrin mühim târihlerinden olan Aşık Paşazâde’nin Tevârih-i Âl-i Osman ile Oruç Beğ Târihi ve Dursun Beğ Târihi gösterilebilir.
Çağatay sahasında ise Sekkâkî ve Lutfî’yi devam ettiren Hüseyin Baykara ile Ali Şîr Nevâî, on beşinci asrın en büyük temsilcileridir. Bilhassa Ali Şîr Nevâî, Türkçede ilk hamse ve ilk tezkire yazarıdır.
On altıncı asır dîvân edebiyatı nazım ve nesir alanında san’atkâr ve eser yönünden büyük gelişme gösterir. Hele Fuzûlî ve Bakî bu asrın olduğu gibi dîvân edebiyatının da yetiştirdiği büyük şâirlerdendir. Fuzûlî, Azerî lisânını kullanmış lirik bir şâirdir. Bakî, Sultân-üş-şuarâ diye anılır ve büyük âlimdir. İstanbul Türkçesi’nin en güzel örneklerini vermiştir. Dîvân şiirini, İran şiiri seviyesine çıkarmıştır. Devrin diğer san’atkârları arasında, üstâdlık yapmış, zengin hayâlleri olan Dîvân, Siyer-i Nebî, Şem ü Pervane, Şehrengiz gibi eserleriyle tanınan ve Bâkî’yi yetiştiren Zatî; dîvân şiirinin inceliklerini bilen Hayalî; sâde ve yapmacıksız anlatımıylaFüsûs-ül-hikem’i tercüme eden Nev’î; sâde bir üslûbu, akıcı bir dili olan, mesnevî yazmadaki ustalığı ile şöhret bulan Taşlıcalı Yahyâ Bey; Terkib-i bend denilince ilk akla gelen asrın tenkidcisi Bağdâdlı Ruhî ve ayrıca Emrî, Figânî, Kara Fazlı, Lâmiî Çelebi, Hâkânî zikredilebilecek isimlerdir.
Bu asır, nesir türleri bakımından da zengin bir asırdır. Osmanlı sahasında ilk tezkire yazarı olarak Sehî Bey, Heşt-Behişt’le tanınır. Diğer tezkire müellifleri Kastamonulu Latifi ve Âşık Çelebi’dir. Târih türünde Tevârih-i Âl-i Osman ve Âsafnâme eserleriyle Lütfî Paşa; vak’anüvis târihlerinin ilki olan Tâc-üt-tevârih isimli eseriyle Hoca Sâdeddîn; Künh-ül-Ahbâr, Kavâid-ül-Mecâlis, Nasîhat-üs-Selâtîn gibi eserleriyle Gelibolulu Mustafa Ali ve Tevârih-i Âlî Osman isimli eseriyle Kemâl Paşazade bu asrın başlıca târih müellifleridir. Hatırat nevinde ise, doğu Türkçesi içinde yer alan ve dîvânı bulunan Bâbür vardır. Ayrıca bu sahada dîvân sahibi olarak Ubeydullah Han ile Şeybânî Han’ı zikretmek yerinde olur. Seyahatname türünde eser veren Seydi Ali Reis ve coğrafya dalında malûmat veren Pîrî Reis, devrin diğer önemli şahsiyetleridir.
On yedinci asırda dîvân şiirinde kasîde ve hiciv vadisinde büyük yeri olan Nef’î; gazel tarzında üstâd kabul edilen, hoş nükteli şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve hikemî şiir türünü başlatan, akıcı bir dil kullanan Nâbî, ilk hatırlanan isimlerdir. Nailî ve bu asırda gazel tarzını yeni bir edâ ile kullanmış ve şiirimize ilk defa Sebk-i hindî üslûbunu getirmiştir. Diğer mühim şahsiyetler; Nev’îzâde Atâî, şeyhülislâm Bahâî, Neşâtî, Nedîm-i Kadîm, Azmîzâde Hâletî, mahallî mevzuları halk tâbir ve atasözlerini manzumelerinde çokça kullanan Sabit, Gânîzâde Nâdirî’dir.
Bu asırda nesir sahasında hayli yenilikler görülür. Bilhassa dildeki klâsikleşme, konularda çeşitlilik, eserlerin çokluğu, seçili nesir örnekleri dikkati çekici hususiyetlerdir. Devrin en şöhretli seyahat yazarı Evliyâ Çelebi; ilmî sahada ciddî eserler vermiş, ilk defa Osmanlı ülkeleri coğrafyasını yazmış ilim adamı ve geniş bilgili bir yazar olan Kâtip Çelebi; hâdiseleri tahlil ve tenkid ederek yazan Nâimâ; yine hâdiseleri canlı bir üslûbla, orjinal tarzda veren Peçevî İbrâhim Efendi; dördüncü Murâd Han’a devlet idâresinin ıslâhı için bir risale yazan Koçi Bey ile süslü nesrin belli başlı temsilcileri Nergisî ve Veysî önde gelen şahsiyetlerdir.
Halk şâirleri ile dîvân şâirlerinin on yedinci asırdaki yakınlığı ve birbirlerine te’siri, on sekizinci yüzyılda, dîvân edebiyatını mahallîleşmeye götürür. Bunun neticesinde on sekizinci yüzyılda ortaya çıkan mahallîleşme cereyanı ile şarkı türünün kullanılması ve İstanbul Türkçesinin şiir dili olarak benimsenmesi faaliyetleri bu asrın edebiyatına yeni bir hava ve bilhassa Nedim’le gerçek temsilcisini bulmuştur. Dîvân şiirinin son büyük üstadı, zengin ve geniş hayâlleri ile Sebk-i hindî ile üslûbunun en kuvvetli temsilcisi olan Şeyh Gâlib ise bu asrın ikinci yarısında yetişmiştir. Asrın diğer önemli şâirleri arasında Sünbülzâde Vehbi, Enderûnlu Fâzıl, Koca Râgıp Paşa, Surûrî, Fitnat Hanım ile hiciv ve mîzâh yönü kuvvetli Haşmet zikredilebilir. Nesir alanındaki tarihçiler Râşid; Silâhdar Fındıklılı Mehmed Ağa; şuarâ tezkirecileri Safâî, Salim, Râmiz ve sâdece Mevlevi şâirlerinden bahseden Esrar Dede: hal tercümesi müellifi Şeyhî, kendi zamanına kadar gelen müftü, şeyhülislâm ve hattatlardan bahseden Süleymân Sâdeddîn Efendi; sefâretnâme yazarları Yirmisekiz Çelebi Mehmed, Ahmed Resmî Efendi; Kânî, İbrâhim Müteferrika ve Muhayyelât isimli eski masal ile batılı hikâye arasında yazılmış, orjinal eserin sahibi Giritli Azîz Efendi belli başlı isimlerdir.
On dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısından sonra Tanzîmât hareketleri günlük hayatta olduğu gibi edebî hayatta da büyük gelişmelere sebeb oldu. Batı medeniyetinin te’siri altında gelişen bu edebiyat cereyanına, batı te’sirinde Türk edebiyatı adı verilir. Ortak İslâm kültür ve medeniyeti te’sirindeki dîvân edebiyatı yanında, batı te’sirindeki Türk edebiyatı da kendi şekli ve muhtevası içinde gelişerek, yeni kültür, medeniyet ve lisânlarının îcâblarını alıp kullanmıştır. Böylece daha on dokuzuncu asrın başlarında çözülmeye başlayan dîvân edebiyatı, asrın sonlarında yerini yeni cereyanlara bırakmış ve klâsik oluş hüviyetinden uzaklaşmıştır. Bu asır san’atkârları arasında mahallîleşme akımının temsilcisi Enderûnlu Vâsıf; üslûb, nazım tekniği ve Mesnevîleri ile tanınan Keçecizâde İzzet Molla; Tanzîmât nesir dilinin öncüsü sayılan ve Âdem kasîdesiyle tanınan Âkif Paşa; dil ve tekniği kuvvetli şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey; Encümen-i şuarâ adıyla bilinen dîvân şiirinin son temsilcileri Leskofçalı Gâlib, Yenişehirli Avni ve Hersekli Ârif Hikmet zikredilebilir.
On dokuzuncu asrın ikinci yarısından sonra batılı eğitim görmüş aydın kesimi Türk edebiyatı temsilcileri, klâsik gelenekçi edebiyatı ve kültürümüzle bağlantılarını kopardılar ve hattâ cephe olarak dîvân edebiyatını batı ölçüleriyle tenkid ettiler. Ziya Paşa; “Şiir ve înşâ”makalesinde dîvân edebiyatını millî olmamakla suçlar. Fakat bir süre sonra da Hârâbat isimli şiir antolojisini yazarak dîvân şiirini över. Tanzîmâtçılarda da bu ikili tavır, şekil ve muhtevada devam etmiştir. Daha sonraları arûz-hece tartışması, millî edebiyat akımının ortaya çıkması ve dilde sadeleşme hareketleri, dîvân şiirini maddî sahada artık kullanılmaz hâle getirmiştir. Fakat, dîvân şiirinin kalıcılığı, tesir güzelliği ve çarpıcılığı, yirminci asır Türk edebiyatının büyük şâirlerini zaman zaman cezbetmiştir. Dîvân şiirinin tür ve nazım şekillerini çok başarılı kullanmasından dolayı, Yahyâ Kemâl’i dîvân şiirinin son temsilcisi sayanlar olmuştur.

Nazım Şekilleri

Dîvân şiirinde vezin olarak aruz kullanılmıştır. Nazım şekilleri ise çok çeşitli olup, büyük bir kısmı İran edebiyâtındakiler ile ortaktır. Kaside ve gazel ise, Arap şiirinden alınmıştır. Tuyuğ ve şarkı, Türklerin; Mesnevî ve rubâî ise, İranlıların dîvân edebiyatına kattıkları nazım şekilleridir. İran, Türk ve Arap edebiyatında müşterek olan bu nazım şekillerinde birim, beyttir.
Kasîde: ilk beytinin mısraları kendi arasında kâfiyeli, diğer beytlerinin ilk mısraları ise kafiyesiz, ikinci mısraları ilk beytle kafiyeli olan 33 veya 99 beytli manzumelerdir. İlk beyte matla’; şâirin mahlasının geçtiği beyte tâc beyit; en güzel beyte, beyt-ül-kâsîde adı verilir. Kasîde bir maksat için yazılmış olduğundan, yazılış gayesine göre ayrı ayrı isimler alır.
Kasidelerin ilk kısmına nesîb veya teşbih denir. Bu kısımları oldukça uzun bir gazeli andırır. Tabiat, çevre, önemli günler, bir nesne veya olay üstüne yazılmış olabilir. Nesîb, kasîdenin en zengin ve güzel bölümü ile yaşayan tarafıdır. Beyt sayısı sınırlı değildir. Kasideler ya teşbihlerine göre;bahâriyye, şitâiyye, ramazâniyye veya kâfiye ve rediflerine göre;lâmiyye, râiyye, Kerem kasîdesi, Su kasîdesi suretinde de adlandırılır.
Belirli bir maksadla yazılan kasîde, dîvân şâirinin bir nevî dilekçesi hükmündedir. Zâten kelimenin kasd kökünden gelişi bunu ortaya koyar. Devlet büyükleri, kasîdelerine göre şâirlere ihsân ve lütufda bulunmuşlar ve kültür hareketlerini dâima desteklemişlerdir.
Gazel: Beyt birimi üzerine kurulmuş bir nazım şeklidir. Aruz vezninin her kalıbıyla yazılabilen genellikle aşk, tabiat ve toplum temalarının işlendiği, duygularda derinlik ve yakınlık, hayalde genişlik ve nüktede incelik isteyen bir şiir türüdür. Türk edebiyatında en büyük şâirler, aynı zamanda gazel üstâdlarıdır. Şâirlerin san’at kudreti, gazeldeki başarılarıyla ölçülür.
Gazelin ilk beytine matla’ (doğuş, giriş), son beytine makta’ (kesiliş, bitiş), en güzel beytine de beyt-ül-gazel denir. Gazelde her beyt, iyice işlenmiş bağımsız bir bütün sayılır. Bu yüzden gazelin beytleri arasında mânâ birliği aranmaz. Beytlerin her biri ayrı şeyler anlatabileceği gibi, bâzan bir kaç beyt, bâzan da gazelin bütün beytleri tek bir tema üstüne olabilir. Beytleri arasında mânâ birliği taşıyan gazellere yek-âvâz veyayek-âhenk gazel denir. Şâir, genellikle son beytte mahlasını kullanır. Bu beyte tâç beyti denir.
Gazel, Arab edebiyatından İran’a, oradan da Türk edebiyatına geçmiştir. Gazelin şekil bakımından özellik taşıyan iki çeşidi olup, bunlar müstezat gazel ve musammât gazeldir. Müstezat gazel; iç içe konulmuş iki gazeli andıran bir gazel çeşididir. Bu gazel türü halk edebiyatında da kullanılmıştır. Musammât gazel ise; ortadan ikiye ayrılabilen, eş bölümlü vezinlerle yazılan gazellerdir. Bu tür gazellerde mısra ortasında da kâfiyeler bulunur. Bu iç kâfiyeler, beytleri ikiye bölünebilir hâle getirir. Gazelin mahlas kullanılmayan şekline ise nazm denir. Bu da bir nazım şeklidir.
Kıt’a: Gazel gibi kurulmuş, ilk beyti yâni matla’ı olmayan bir nazım şeklidir. İki, üç veya daha çok beytlik olabilir. Genellikle iki beyt hâlinde yazıldığı gibi, dörtlük anlamında da kullanılır. Kıt’a şekli, daha çok fikir konularına, nükteye ve hicve elverişlidir. Ebced hesabı denilen usûlle, târih düşürmek için kullanılan kıt’alar da vardır.
Terkib-i Bend: Beş bendden on yedi bende kadar, takım hâlinde şiirlerin özel bir şekil altında toplanmasıdır. Şiirin her bendi kendi içinde hâne ve vâsıta olmak üzere iki bölüme ayrılır. Bendlerin hâne kısmı, tam bir gazel gibi kâfiyelenir. Çoğu yedi-sekiz beyt olur. Vâsıt ise, tek bir beyttir. Beytin mısraları kendi arasında kâfiyelenir. Hanelerden sonra gelir ve her bendin sonunda değişir. Bu nazım şekli, daha çok; hikmetli, öğretici ve yerici şiirlere uygundur. Terkib-i bendler, takım hâlinde uzun şiirler olduğu gibi, çoğu şâirlerinin isimleri ile anılır.
Terci-i Bend: Terkib-i bende çok benzeyen bir nazım şeklidir. Terkib-i bendden farkı, vâsıtın bir tek ve aynı beyt olup, her bendin sonunda tekrar edilmesidir. Tercî-i bendde daha çok dîn ve tasavvuf konuları işlenmiştir. Kâfiyelenişi terkib-i bend gibidir.
Rubâî: Kâfiye dizilişi bakımından, bir gazelin ilk iki beytini andıran nazım şeklidir. Bu yüzden rubaiye dû-beyt adı da verilmiştir. Ancak rubâî, beytler hâlinde değil, dörtlük esâsına göre kurulmuştur. Dört mısrâdan müteşekkil bütün bir şiirdir. Kendine mahsûs aruz kalıplarıyla yazılır, İran edebiyatından bize geçmiştir. Rubâî şâiri, dört küçük mısra içinde bir dünyâ görüşü, bir düşünce teması işliyeceği için, büyük üstad ve fikir olgunluğuna erişmiş biri olmalıdır. Başlangıçtan beri, hikmet, tasavvuf, felsefe konularının anlatımı için kullanılmıştır. İran şâirlerinden Ömer Hayyâm ile büyük Türk mutasavvıfı Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri en büyük rubâî şâirleri kabul edilir. Edebiyatımızda en meşhur rubâî şâiri on yedinci asırda yaşayan Azmîzâde Haleti’dir. Yahyâ Kemâl ile Arif Nihat Asya yirminci asırda bunu devam ettirmişlerdir.
Tuyug: Rubâî gibi, bir gazelin iki beyti şeklinde kâfiyelenen; dörtlük esâsına göre kurulmuş bir nazım şeklidir. Tuyuğ, Türk halk edebiyatındaki mâninin aruz veznine uygulanmış şeklidir. Çağatay, Azerî ve on altıncı asra kadar Anadolu dîvân şâirleri arasında çok kullanılmıştır. Rubâî gibi, hikmetli, tasavvufî, felsefî duyguları işler.
Mesnevi: Beytler hâlinde kurulan ve her beytin iki mısraı kendi aralarında kâfiyelenen bir nazım şeklidir. Klâsik şark nazım şekillerinden olup, Arap ve Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. Mesnevînin beytleri arasında kâfiye birliği yoktur. Her beyt yalnız kendi mısraları arasında kafiyelidir. Bu beytler peşpeşe sıralanarak mesnevî şeklini meydana getirirler.
Bu nazım şekli ile çok uzun manzumeler yazılır ve sayısı pek çok olan beytler için aynı kâfiyeyi bulmak zahmeti çekilmez. Firdevsî’ninŞehnâme’si 60 bin beytlik bir mesnevîdir. Yine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Mesnevî’si 26 bin beyt tutar. Bir çok milletlerin târihî kahramanlık masalları olan destanları, efsâneleri, manzum aşk ve mâcerâ masalları Mesnevî şeklinde yazılmıştır. Ancak, dîvân edebiyatında mesnevî denince, içinde olay veya hikmetler bulunan manzum eserler akla gelir. Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn’u ve Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk’ı Mesnevî türünde yazılmış eserlerdir. Destânî ve tasavvufî Mesnevîler, Türk edebiyatında fazla bir yer tutmaz. Mesnevîlerde genellikle aruz vezninin kısa kalıpları kullanılmıştır. Dîvân şâirleri, Mesnevîlerini arada bir gazel, murabba, muhammes, kıt’a gibi nazım şekillerinde yazdıktan şiirlerle süsleyerek, mevzûdaki monotonluğu gidermeğe çalışırlar ve eserlerine bir heyecan ve zenginlik verirler. Bu şiirler, mesnevî kahramanlarından birinin diğerine ya şiirle hitabı olur veya şiir diliyle yazdığı bir mektup diye mesnevîye ilâve edilirler.
Murabba: Dört mısralı bendlerden meydana gelen bir nazım şeklidir. Bend sayısı üçten; dokuza kadar olabilir. Murabba, dîvân edebiyatında Türk şâirlerinin kullandıkları yarı millî bir nazımdır. Çünkü Türk halk şiirlerinde, terennüme elverişli olsun diye, dördüncü mısraları aynen tekrarlanan, koşma ve türkülerin, dîvân şiirinde aruzla söylenmesi, murabba şekline millî bir özellik vermiştir. Murabbânın ilk bendinin dört mısraı kendi aralarında kafiyelidir. Diğer bendlerin ilk üç mısraı kendi arasında, dördüncü mısrası ise ilk bend ile kafiyeli olur. Böyle murabbâlaramütekerrir adı verilir.
Şarkı: Dîvân şiirine Türklerin kattığı bir nazım şekli olan şarkı, aslında mütekerrir bir murabbâdır. Edebiyatımızda daha çok on yedinci asırdan sonra görülür ve Nedim’de zirveye çıkar. Halk edebiyatındaki koşma şeklinin değiştirilmesinden ortaya çıkan şarkı, Lâle devrinde, en yaygın terennüm edilen ve tamâmiyle Türk zevkinin eseri olan, millî bir nazım şekli hâline girmiştir. Umumiyetle şarkılar, bestelenmek için yazılır. Bu yüzden, daha çok aruzun kısa vezinli olanları tercih edilir. Sâde ve canlı bir konuşma dili ile söylenirler. Şarkıda, hafif aşk konuları, günlük konular, günlük maceralar işlenir. Şarkının en güzellerini Nedîm söylemiştir.
Şarkı, iki bendden beş bende kadar olabilir. Her bendin en kuvvetli olması gereken üçüncü mısrâına miyân denilir. Şarkıların çoğu kâfiye dizilişi bakımından murabbâya benzer. Bâzı şarkıların ilk bendleri koşma gibidir. Mütekerrir şarkılarda murabbalar gibi ilk bendin birinci ve üçüncü mısraları nakarat hâlinde aynen tekrar edilir.
Musammatlar: Bendlerden meydana gelen manzumelerin umûmî adı musammattır. Bendleri dört mısrâdan meydana gelen musammatlaramurabba, beşli olanlara muhammes, altılı olanlara müseddes, onlu olanlara muaşşer adı verilir. Bendler yedili, sekizli de olabilir. Muhammes ve müseddeslerde kâfiyelenme murabba gibidir. Son mısraları tekrarlanan muhammes ve müseddeslere de mütekerrir denir. Daha önce yazılmış bir gazelin her beytinin başına iki, üç, dört mısra ilâvesiyle meydana getirilen murabba, muhammes ve müseddese; terbi’, tahmis ve tesdis adı verilmiştir. Tahmis; başkası tarafından yazılmış bir gazel olup, her beytin baş tarafına, o beytin ilk mısraı ile kafiyeli, üç mısra eklemeye denir. Eklenen beytlerin vezin, kâfiye ve mânâ bakımlarından esas gazele uyması şarttır. Yine bir gazelin her beytinin iki mısraı arasına, ilk mısra ile kafiyeli olarak üçer mısra yerleştirmeye de taştir denir. Vezin, kâfiye ve mânâ uyumu burada da lâzımdır. Her bendin (beşinci) son mısraları, bendlerden ayrı olarak kendi arasında kâfiyelenen muhammes çeşidine tardiyye adı verilir. Tardiyye; “Mef’ûlü mefâîlün feûlün” vezniyle yazılır.

Dîvân Edebiyatında Türler

Dîvân edebiyatında tür ve nazım şekli hep birbiriyle karıştırılmıştır. Tür denilince yazılan manzumenin veya nesrin hangi konuda yazıldığı anlaşılmalıdır. Yâni tür; konudur, mevzudur. Şekil ise, şiirin dış yapısına hâkim olan fizikî hususiyetlerdir. Dîvân edebiyatında kullanılan dînî tasavvufî ve ahlâkî nazım eser türleri şöyle sıralanabilir:
Tevhîd: Allahü teâlânın birliği ve yüceliği konusunda yazılan manzum ve mensur eserlerdir. Tevhidin lügat mânâsı; birleme, bir olduğunu kabul ve ifâde etmedir. Dîvânlar, Mesnevîler ve diğer kitaplar, tevhîd ve münâcâtla başlamaktadır. Çok defa tevhîd ve münâcât tek bir manzume veya parça hâlinde yazılır. Mensur tevhîdlerin en güzeli, onbeşinci asır edebiyatçılarından Sinân Paşa’nın Tazarrûnâme’sinde yer alır.
Münâcât: Allahü teâlâya duâ etme, yalvarma tarzındaki manzumeleridir. Münâcât; sıkıntılı ve üzüntülü durumlardan kurtuluş için, Allahü teâlâya hafif sesle sır söyler gibi, yalvarma, yakarma demektir. Münâcât, manzum ve mensur olabilir. Tazarrûnâme bu kabilden mensur metinlere güzel bir şekilde yer verir.
Na’t:Başta Peygamberimiz olmak üzere, çihâryâr-ı güzîn ile tarikat büyüklerini öven manzum ve mensur manzumelere na’t denilir. Na’t; iyi vasıfları belirtme, bir kimseyi övme demektir. Na’tlarda Peygamberimizin vasıfları, mucizeleri övülür. On sekizinci asrın başında yaşayan Nazım, dîvânında daha çok na’tlara yer vermiştir.
Siyer: Peygamberimizin hâl tercümesini anlatan manzum ve mensur eserlerdir. Siyer, hal ve hareket, hayat tarzı demek olup, sîre kelimesinin çoğuludur. Türk edebiyatında siyer konusunda ilk eser veren şâir on dördüncü asırda yaşayan Erzurumlu Mustafa Darîr’dir. Mensur olan ve yer yer manzum parçalar da ihtiva eden ve Terceme-i Sîret-ün-Nebî adını taşıyan eserde bulunan velâdetle ilgili manzume, Süleymân Çelebi’nin, Mevlid’ine büyük ölçüde te’sir etmiştir.
Mevlid: Manzum siyere Türkçe’de umumiyetle mevlid denmiştir. Mevlid kelimesi masdar, yer ve zaman ismi olarak; doğma, doğum yeri, doğum zamanı demektir. Peygamberimizin doğumunu anlatan eserlere Mevlid adı verilir. Mesnevî şekliyle yazılan böyle eserlerde Peygamberimizin doğumu ile birlikte; vasıfları, ahlâkı, mucizeleri, mîrâcı, vefâtı anlatılır. Türk edebiyatında yüze yakın mevlid yazılmıştır. Bunların içerisinde en tanınmışı ve sevileni bugün de söylenen Süleymân Çelebi’nin Vesîlet-ün-Necât adlı eseridir.
Hilye: Süs, ziynet demek olup, Peygamberimizin vasıf ve güzelliklerini anlatan eserlerdir. Mevlidin bölümleri arasında yer aldığı gibi, ayrıca bu ad altında müstakil eserler de yazılmıştır. Bu alanda ilk eseri on altıncı asır şâirlerinden Hâkânî yazmıştır.
Mirâciye: Peygamber efendimizin mîrâcından bahseden manzumelerdir. Mîrâc; göğe çıkma, merdiven demektir. Mevlidler içerisinde mîrâc bölümleri de bulunmaktadır. Konu müstakil olarak da işlenmiştir. Bu türün edebiyatımızda ilk örneğini Ahmedî vermiştir.
Kırk Hadîs Tercümeleri: Hadîs, Peygamberimizin mübarek sözlerine denir. Bunlar îtikâd, ibâdet, muamelât, ölüm ve ahlâk konuları hakkındadır. Bunlardan başlıca dînî kaideleri gösteren kırkı seçilerek Hadîs-i erbain (Kırk hadîs) mecmuaları meydana getirilmiştir. Bu eserler, Türkçe’ye çoğunlukla kıt’a şeklinde manzumelerle çevrilmiştir.
Makteller - Mersiyeler: Bir kimsenin ölümü üzerine onun iyi vasıflarını anlatmak maksadıyla yazılan manzumelerdir. Maktel ise; hazret-i Ali’nin oğlu hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ’da şehîd edilmesi konusundaki eserlerdir.
Hezl, Tehzîl: Mîzâh güldürmece tarzındaki manzumelerdir. Çeşitli nazım şekilleri ile yazılmışlardır.
Medhiye: Dört halîfeyi, din büyüklerini, pâdişâhları ve devlet büyüklerini övmek için yazılan manzumelerdir. Çoğunlukla kasîde şeklindedir.
Hicviye: Bir kimsenin kusurlarını ortaya koymak, onu yermek için yazılan manzumelerdir. Genellikle kasîde şeklinde olur. Kıt’a şeklinde yazılanları da bir hayli fazladır.
Fahriye: Övünmek için yazılan manzumeler olup, kasîde içinde veya müstakil olabilirler.
Lügaz ve Muamma: Lügaz, manzum bilmecedir. Bir şahıs ismi gizleyen bilmecelere ise muamma denir.
Sâkînâme: Sakiden, içki meclisinden, içki çeşitlerinden, kadehden bahseden manzumeler gibi görünürlerse de gerçekte bunların kelime kadrosunu kullanarak yazılan tasavvufi eserlerdir.
Sûrnâme: Şehzâdelerin sünnet düğünleri ile hanım sultanların evlenme törenlerini anlatan eserlerdir. Mensur olarak yazılanları da vardır.
Gazâvatnâme: Savaşlardan, savaşlarda gösterilen kahramanlıklarla, zafer ve fetihlerden bahseden eserlerdir. Mensur olarak yazılanları da vardır. Bunlar zafernâme ve fetihnâme gibi adlar da taşırlar.
Şehrengiz: Bir şehri ve güzellerini anlatan tasvir maksadiyle yazılan manzumedir. Çoğunlukla mesnevî şeklinde olur.
Ta’rifnâme (Ta’rifât): Çeşitli makam sahiplerini, vazifelerinin hususiyetlerine göre bir kaç beyt içerisinde anlatan mesnevî şeklindeki eserlerdir.

Nesir

Dîvân edebiyatındaki nesir türlerinin belli başlıcaları ise şunlardır:
Münşeât: Resmî yazılar ve mektuplardan toplanmış eserlerdir. On altıncı asırda yaşamış olan Feridun Bey’in Münşeât-üs-Selâtîn’i meşhurdur.
Târihler: Eskiden târihler, üslûb gözetilerek yazıldığı için edebî eser sayılmıştır. Anonim olan ilk Osmanlı târihleri ve Aşık Paşazâde’nin eseri hikâye karekteri taşır.
Hamse: Beş hikâye veya değişik beş konudan meydana gelen hamselerin mensur olanları için Nergisî’nin Hamse’si en iyi örnektir.
Tezkireler: Büyük velîlerin, âlimlerin ve şâirlerin hayatlarını anlatan eserlerdir. Velîlerin hayâtını anlatanlarına Tezkiret-ül-evliyâ, şâirlerden bahsedenlere ise Tezkiret-üş-şuarâ denir. Türk edebiyatında ilk şâirler tezkiresini on beşinci asırda Ali Şîr Nevâî yazmıştır.
Seyâhatnâme: Elçilerin yurda döndükten sonra gittikleri memleketler ve yaptıkları görüşmeler hakkında yazdıkları eserlerdir. Yirmisekiz Mehmed Çelebi’nin Sefâretnâmesi meşhurdur.
Kısas-ı Enbiyâ: Peygamberlerin hikâyelerini anlatan ve hayatlarına yer veren eserlerdir. Türk edebiyatında ilk Kısas-ul enbiyâyı onbeşinci asırda Rabgûzî yazmıştır. Osmanlıca türkçesi ile yazılan Kısas-ül-enbiyâların en güzelini Tanzîmât devrinde Ahmed Cevdet Paşa yazmıştır.
Dil ve Üslûb: Dîvân edebiyatının dili on beşinci asra kadar Arap ve Acem dillerinin te’sirinden uzak kalmıştır. Bu asırla birlikte Arapça ve Farsçaya yabancı dil gözüyle bakılmadığı için bu dillerden Türkçe’ye pek çok kelime yanında, tamlamalar da girmiş ve gitgide çoğalmıştır. Sonraları şiir ve nesirde kullanılan bu kelimelerin belagat kaidelerine bağlı bir edebî san’at anlayışı içinde kullanılmasıyla üslûbun esâsı meydana getirilmiştir. Üslûba te’sir eden başlıca edebî san’atlar şunlardır: Cinas, tenâsüb, mecaz, mecâz-ı mürsel, telmih, tevriye, hüsn-i ta’lîl, tecâhül-i arif, mübalağa, teşbîh, istiare, teşhis ve intak, tezat, seci’, akis, rücû’.
Dîvân edebiyatında rastgele benzetme ve hayâl kullanılmaz. Şâirler, insanın iç ve dış dünyasındaki güzelliklerini ve tabiatı belli bir benzetme ve tasavvurla çizerler. Şiirin özünü, çekirdeğini, esâsını mazmunlar teşkil eder. Mazmun, beytlerdeki gizli mânâ demektir. Mazmun, değişmez kalıp hâlinde olup hükümdür. Bütün mes’ele, mazmundaki gizli mânâyı yâni hükmü çözmektir. Bu sebeble her şâir kendine has üslûbu ile bir mazmunu san’atlı biçimde ortaya koymaya çalışır. Mazmun çözmek demek, maddeye bakıp mânâyı anlamak demektir. Meselâ, yanak ve yüz; şekli ve rengi göz önünde tutularak sabah, güneş, mum, gül, ateş, ayna, ay sûretindedir. Saç kokusu; rengi ve şekli ile misk-i anber, ud, sünbül, ejder, zincir, perîşân, kâfir, gece ve kemenddir. Bu mazmunlar, dîvân şiirinde kalıplaşarak tamamen mecazî mânâya bürünmüştür.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih içinde Türk Edebiyatı (Prof. Dr. Faruk K. Timurtaş); sh. 7, 17, 120, 128
 2) Eski Türk Edebiyatında Nazım (Prof. Fahir İz); sh. XXI
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 179
 4) Dîvân Edebiyatı (Agâh Sırrı Levend)
 5) Şeyhî Dîvânını Tedkîk (Ali Nihat Tarlan)
 6) Resimli Türk Edebiyatı Târihi

16 Temmuz 2018 Pazartesi

AŞIK PAŞA


Osmanlıların ilk devrinde Anadolu’da yetişen mutasavvıf, şâir ve velîlerinden. İsmi, Ali’dir. 1272 (H. 670) târihinde Kırşehir’de doğdu. Babasının ilk çocuğu olduğundan Baş ağa veya Paşa denildiği gibi, Paşa lakabının Osman Gâzi tarafından verildiği de rivayet edilmektedir. 1333 (H. 733) târihinde, Mısır dönüşü, Kırşehir’de vefât etti. Türbesi Kırşehir’de müslümanların ziyâretgâhı olup, mîmâri bir şaheserdir.
Aşık Paşa’nın dedesi Baba İlyas, Moğol istilâsı üzerine Horasan’dan hicret edip, Anadolu Selçuklularından Alâaddîn Keykubâd’ın himayesine girdi. Fazilet ve ilmiyle az zamanda tanındı. Talebe yetiştirdi. Vefâtında yerine sâlih bir zât olan oğlu Muhlis Paşa geçti. Muhlis Paşa Karaman’da büyük hizmetlerde bulunduktan sonra Osman Gâzi’ye iltica edip, maiyyetine girdi. Daha sonra Kırşehir’e yerleşerek talebe yetiştirmekle meşgul oldu.
Aşık Paşa, babasının Kırşehir’de bulunan dergâhında sâlih kimseler içinde yetişti. İyi bir tahsîl gördü. Zamanın büyük âlimlerinden Kırşehirli Süleymân Efendi’den okudu. Arabça, Farsça, İbrânice ve Ermenice öğrendi. Âlim bir zât oldu. Allahü teâlâya olan sevgisinin çokluğu sebebiyle kendisine Âşık Paşa denildi. O da dergâhta baba ve dedeleri gibi talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Orhan Gâzi zamanında şöhreti arttı. Bir süre Mısır’a gitti.
Aşık Paşa, güzel ahlâk sahibi, kibar ve zarîf idi. Dünyâ malına meyletmez, haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli olma korkusuyla mübahları terkederdi.
Aşık Paşa, Garibnâme veya Mârifetnâme adı ile Mesnevî tarzında on iki bin beyte varan bir eser yazdı. Tasavvuf ilmine dâir olan bu eseri Osmanlı edebiyatı târihi bakımından çok önemlidir. Türk halkına tasavvuf zevkini (güzel ahlâkı, edebi) öğretmek için açık bir Türkçe ile yazılmıştır. Vezni, Fâilâtün, fâilâtün, fâilün dür. Fakrnâme isimli eseri ise yüz altmış bir beytlik mesnevîdir. İki nüsha olup, biri, Roma Biblioteca Eananatence Turca 2054 numarada, diğeri Manisa Muradiye Kütüphânesi’ndedir. Ayrıca otuz bir beytlik Vasf-ı hâl, elli dokuz beytlik Hikâye ve Kimya risaleleri ve şiirleri vardır.
Ârifane şiirlerinden bâzıları şöyledir:
Bu şeriatdur kim üstâd öğredür,
Resm ü erkân ü nişan ad öğredür.
Farz u sünnet biidürür nefse âyân
Davet eyler tâata bellü beyân.
Pes bilün üstâd âlimler-durur,
Kim şeriat n’eydüğüni bildürür.
Eyle olsa anda key izzet gerek,
Hem edeb erkân u hem hizmet gerek.
Kimse kim üstadına hizmet kıla,
Hiç gümân dutman kim ol alkış ola.
Hem çalap hoşnûd ola andan ayan,
Doğru bilgil bu sözü bellü beyân.
Yâni; bu dînin emir ve yasaklarını üstâddan öğrenmek lâzımdır. O üstâd ki âdet, usûl ve esasları öğretir. Allahü teâlânın emrettiği farzları ve Resûlullah’ın sünnetini bildirir. Nefsi ibâdet etmeye açıkça davet eder. Şunu iyi biliniz ki, İslâmiyet’i en doğru olarak anlatan, âlim olan üstâdlardır. Bu sebeble onlara karşı çok edebli olmalı, izzet, ikrâm ve hizmette bulunmalıdır. Bir talebe hocasına hizmet ederse şüphesiz çok duâ alır. Onun duâsı bereketiyle Cenâb-ı Hak da, o talebeyi sever. Bu sözümüzün hakîkat olduğunu kabul etmek gerek.
Ey Hüdâvendâ senün fazlun delim,
Sensin âhir hem hakim ü hem alîm.
Rahmetinle yarlığa kullarunı,
Sen esirge kendü yoksullarunı.
Her ki dinlerse bu sözi iy celîl,
Rahmetün olsun ana her dem delil.
Âşık’ın Allahü tealâ katında eksiği çok fazladır. Fakat cenâb-ı Hakk’ın, kendi eksikliğini bilen kuluna merhameti pek çoktur. Rabbimizin ihsânı ve merhameti boldur. Hepimizin ümidi budur. Başka bir ümid kapısı yoktur. Ey yüce Allah’ım! Sen, fadl, ihsân sahibisin, her şeyden önce mevcûd olan evvelsin; her şey helâk olduktan sonra geriye kalacak âhirsin. Hem hâkim ve hem de âlimsin. Kullarını rahmetinle yarlığa, onları merhametinle koru. Ey Celîl! Her kim bu sözü kabul ederse, rahmetin ona her zaman delîl olsun.
Hak katında Âşık’in eksüği çok,
Allah’un eksüklüye eylüği çok.
FazI u rahmet ol işikde çok-durur,
Oldurur, ümmîd ayruk yok-durur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 22
 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-4, sh. 3044
 3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 109
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 12
 5) Türk Şâirleri (S. N. Ergun, Ankara-1942); cild-1, sh. 129
 6) Âşık Paşada Tasavvuf (Ali Alpaslan, İstanbul-1962)
 7) Türk Klasikleri; cild-1, sh. 299
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 44

14 Temmuz 2018 Cumartesi

BALKAN SAVAŞLARI


Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında Balkanlardaki dört devlete karşı yaptığı savaşlar.

Birinci Balkan Harbi

Doksanüç harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbi sonunda imzalanan Berlin Andlaşması’yla, Osmanlı Devleti, Balkanlarda önemli mikdârda toprak kaybına uğramış ve Balkan kavimleri için tâvizler verilmişti. Birinci Meşrûtiyetin îlânıyla kabul edilen Kânûn-i esâsiye göre kurulan ve daha ziyâde gayr-i müslim ve Türk olmayan milletvekillerinin etkili olduğu Meclis-i meb’ûsânı, Sultan Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de kapatarak çalışmalarına son verdi. Osmanlı ülkesini, tatbik ettiği çeşitli diplomasi metotlarıyla dış müdâhalelerden, harb ve anarşiden uzak, otuz üç yıl idare etti. Ancak 27 Nisan 1909’da İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından hal’ edilip, Selânik’e gönderildi. Tahta Osmanlı hânedânının en yaşlı ferdi olan sultan Reşâd getirildi. Sultan Abdülhamîd Han’ın son sadrâzamı Tevfik Paşa istifa edince, yerine Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihâdcılardan Talat Bey (Paşa) de dâhiliye nâzırlığına tâyin edilmişti. Fakat İttihâd ve Terakkî mensublarının hükümet işlerine yerli yersiz karışmaları sebebiyle, 28 Aralık 1909’da Hüseyin Hilmi Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. O güne kadar, bulunduğu vazifelerde bir başarı gösterememiş ve silik bir şahıs olan Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadâret makamına getirildi. Harbiye nâzırlığına da Selanik’ten gelerek, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren hareket ordusunun kumandanı Mahmûd Şevket Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî Fırkası, memlekette kurduğu zümre saltanatıyla, yurt içinde Cemiyet’e mensûb olmayanlara adetâ hayat hakkı tanımaz bir düzen kurdu. Yurt çapında uygulanan politikalar neticesinde, memlekette her geçen gün huzursuzluk biraz daha arttı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gayet ince ve ustaca bir siyâsî zekâ ile senelerce idare ettiği memlekette istikrar bozulmuş, sûikastler ve tedhiş olayları artmıştı.
Yine bu sırada, dünyâ siyâsî durumunda da İtilâf (İngiltere, Fransa ve Rusya) ve ittifak (Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya) devletleri olmak üzere gruplaşmalar oldu. Her iki grup da, bir çarpışmanın olabileceğini düşünerek var güçleriyle silahlanmaya çalışıyorlardı. İtilâf devletleri, bir maceraperestler grubu olan İttihâd ve Terakkî Fırkası tarafından idare edildiğini bildikleri Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşabilmek için, İngiltere ve bilhassa Rusya, Anadolu’da ve Balkanlarda bulunan değişik ırk ve kavimlere mensup toplulukları bağımsızlık ve muhtariyet için tahrik ettiler. Bu durum Avusturya, Sırbistan ve İtalya tarafından da teşvik edildi. İttihâdcılar, bu kımıldanışlara gayet sert tedbirler uyguladılar. Bu arada İttihâd ve Terakkî hükümeti tarafından Kosova vâliliğine tâyin edilen Mazhar Bey’in, Osmanlı ülkesinin hiç bir yerinde uygulanmayan yüksek miktarda dâhili gümrük vergisi tatbik etmeye başlaması, Arnavutluk’ta derin tepkilere yol açtı ve tepkilere de şiddetle karşılık verildi. Arnavutluk havalisi meb’ûsları hükümete müracaat ederek şiddete başvurulmamasını ve bir nasîhat hey’etinin gönderilmesini istediler. Şiddet tarafdârı olan İttihâd ve Terakkî hükümetinin harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa, seksen iki piyade taburu ile Arnavutluk seferine çıktı. İsyana iştirak eden-etmeyen bütün ahâlinin silâhlarını toplamaya başladı. Bu hareketler karşısında bilenen Arnavudlar, daha çetin mücâdelelere giriştiler. Bu isyân ve karşı haraketler Balkan harbine kadar devam etti. Bütün bunlara ilâveten, 3 Temmuz 1911’de Rum-Ortodoks kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki ihtilâf, bizzat Osmanlı meclisi tarafından halledilerek; Yunan, Bulgar ve Sırplar arasındaki anlaşmazlıklar tamamen giderildi ve Osmanlı’ya karşı birlik olmaları te’min edildi.
Bu arada Eylül 1911’de İtalyanlar harb îlân edip, Trablusgarb ve Bingâzi’yi işgal ettiler. Trablusgarb ve Bingâzi meb’usları, Tarblus’un işgaliyle netîcelenen İtalyan harbinin başlamasından önce, büyük bir gaflet eseri olarak o havalideki askeri Yemen’e, mühimmatı İstanbul’a naklettiren sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer mes’ûller hakkında meclis tahkîkâtı açılması için teşebbüse geçtiler. Böylece güç durumda kalan İttihâd ve Terakkî Fırkası, Meclis-i meb’ûsânı feshettirince, sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer İttihâd ve Terakkî erkânı, Trablus faciasından dolayı Dîvân-ı âli’ye sevk edilmekten kurtuldular. Sadâret makamına da Sa’îd Paşa getirildi. Ordudaki subaylar, İttihâdcı ve Halaskârân-ı zâbitân diye ikiye ayrıldılar. Makedonya vilâyetlerinde iktidar ve muhalefeti tutan subaylar, çeteler teşkil ederek birbirleriyle çarpıştılar. İstanbul’da bulunan Halaskârân-ı zabıtan mensupları da hükümeti tehdîd etmeye başladı. Bu baskı ve tehdidler karşısında harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa, bahriye nâzırı Hurşid Paşa ile diğer bâzı bakanlar istifa edip çekildiler. Sadrâzam Saîd Paşa da sadâretten istifâ etti. Böylece orduyu siyâsete karıştırarak iş başına gelen İttihâd ve Terakkî Fırkası iktidardan uzaklaşmış oldu. 22 Temmuz 1912’de Âyân reisi olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, sadrâzamlık makamına getirildi. Ayrıca İttihâd ve Terakkî Fırkası tarafından bir şiddet vâsıtası olarak kullanılan örfî idare de kaldırıldı.
İttihâd ve Terakkî hükümetinin iktidarda bulunduğu sırada Arnavutluk isyânı had safhaya ulaşmış, aynı zamanda Balkan devletleri de aralarında hummalı bir faaliyet içine girmişlerdi. İtalya, Trablusgarb harbini bir an evvel sona erdirmek ve Osmanlı Devleti’ni İtalya lehine sulhe zorlamak için, Balkanlarda Osmanlı Devleti aleyhine bir hareketin ve ittifakın vücûda gelmesini destekliyordu. Rusya’nın teşvik ve desteğiyle Bulgaristan, Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nin elinden koparmak, hattâ Edirne’yi alarak Ege denizine inmek suretiyle büyük emellerini tahakkuk ettirmek hülyâsındaydı. Bunu başarabilmek için de Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ile anlaşarak ittifak kurmaya çalıştı. Sırbistan, Bulgaristan’ın genişlemesini te’min edecek olan bu andlaşmaya tarafdâr değildi. Bunun için Bulgaristan’ı bir tarafa iterek kendi menfaatlerini te’min için Bâb-ı âlî ile anlaşmaya uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan zamanın İttihâd ve Terakkî hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsâid teşebbüslerine aldırış bile etmemişti. Üstelik, Abdülhamîd Han’ın Balkan ülkelerinin birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilâfı, çıkarılan İttihâd-ı anâsır kanunuyla halledilmiş, böylece Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki ihtilâf kalmadığı için Osmanlı Devleti aleyhine birleşmeye başladılar. Buna rağmen Yunanistan, Balkanlarda bir Bulgar ve Sırp anlaşmasına tarafdâr değildi. Bunun için de Bulgar-Yunan anlaşması mümkün görünmüyordu. Hattâ Yunan başvekili Venizelos, Girid’in yine Osmanlı hâkimiyetine kalması, yalnız idâresinin Yunanistan’a âid olması için, Osmanlı Devleti’ne vergi verilmesi şartıyla, her türlü andlaşmaya tarafdâr olduğunu ısrarla bildirmiş, fakat İttihâd ve Terakkî Fırkası, bu avantajlı durumları değerlendirmek için taraflarla görüşmeye bile yanaşmamışdı.
Yine bu sırada Atina’daki Sırbistan elçisi de Osmanlı Devleti ile bir ittifak kurmak için Sırp hâriciye nâzırından aldığı yetkiye dayanarak, Osmanlı hükümetine müracaatta bulunmuşdu. O sırada hâriciye nâzırı olan Âsım Bey ve sadrâzam Saîd Paşa, bu teklife müsbet cevap vermeyince, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Sırbistan, 13 Mart 1912’de Bulgaristan’la bir ittifak kurdu. Harb için sür’atle hazırlanmaya başladı. Bunun için de Avrupa’dan sert ateşli toplar aldı. Balkan harbinin kendi lehine olmayacağını düşünen Avusturya, bu topların kendi topraklarından geçirilmesine müsâde etmedi. Sırbistan bu topların Selanik limanı yoluyla Sırbistan’a sokulmasına müsâde edilmesi için Osmanlı Devleti’ne müracaat etti. Bâb-ı âlî bu topların Sırbistan’a girmesine müsâde etmek gibi bir gaflette bulundu. Ancak Saîd Paşa’ın sadrâzamlıktan düşmesinden sonra yerine geçen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti, bu sevkiyâta mâni oldu.
İttihâd ve Terakkî hükümetinin mânâsız ve gâfil siyâseti karşısında, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Yunanistan da, nihayet 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan’la bir ittifak andlaşması imzalamıştı. Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan üçtü ittifakına Karadağ da katılınca, Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı meydana geldi. Bütün bunlara, Bâb-ı âlî hükümetinin ilgisizliği sebeb oldu. Ayrıca, Rusya’nın Osmanlı hariciye nâzırı Noragundiyan Efendi’ye bir harb olmıyacağına dâir te’minât vermesi üzerine; Bâb-ı âlî hükümeti Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis etme gafletinde bulundu.
İttihâd ve Terakkî Fırkası’nın kışkırttığı bir mikdâr darülfünûn (üniversite) öğrencisi, ellerinde bayraklar olduğu hâlde Bâb-ı âlî önüne gelerek; “Harb isteriz” diye bağırmaya başladılar. Harbiye nâzırı Nâzım ve bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar paşalar bunlara nasîhat ederek dağılmalarını sağladılar. Daha sonra 21 Eylül 1912 Cuma günü Sultan Ahmed Meydanı’nda büyük bir miting tertib edilerek İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen hatibleri, halkı galeyana getirip, hükümeti, yakında başlayacak bir harbe karşı alâkasızlıkla itham ettiler. Millî haysiyeti korumak için, hükümetin derhâl harb îlân etmesini isteyerek halkı kışkırtmaya devam etti. Tahrikler karşısında galeyana gelen ve sokaklara dökülen üniversite talebeleri ve halk; “Harb isteriz! Yaşasın harb, kahrolsun hâinler!...” diyerek bağırdılar. Bu sırada meclis-i vükelâ (bakanlar kurulu) toplantısında bulunan sadrâzam Gâzi Muhtar Ahmed Paşa, çıkarak üniversite talebelerini ve halkı sükûne davet etti ve ikna ederek, dağılmalarını sağladı. Bu hâdisenin ertesi günü Karadağ sefaretinin kapısındaki armanın söküldüğü görüldü. Bu tahrik karşısında zâten harbe hazır durumda bekleyen Karadağ maslathatgüzârı M. Bilaç, hâriciye nâzırı Noragundiyan Efendi’yi ziyaret ederek, Karadağ Devleti’nin harb îlân ettiğine dâir notayı verdi.
8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne harb îlân etmesiyle başlayan Balkan harbine, Karadağ’ın müttefikleri olarak katılan Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan, 13 Ekim 1912’de Rumeli’deki muhtelif unsurların vaziyetine göre muhtar idareler kurulmasına dâir bir notayı Osmanlı hükümetine verdiler. Bu notaya Osmanlı hükümetinin cevap vermemesi üzerine Sırp ve Bulgar hududlarında tecâvüzler başladı. Bunun üzerine 17 Ekim 1912’de Sırp ve Bulgar elçileri sınırdışı edildi. Ertesi gün de bu iki devlet Osmanlı Devleti’ne karşı fiilen harbe girdiler. Yunanistan da bir nota ile bu iki devlete iştirak etti. Balkan harbinin kesin bir şekil aldığı günlerde Bâb-ı âlî hükümeti, Trablusgarb harbine son vermek için 15 Ekim 1912’de İtalya ile Uşi Andlaşması’nı imzaladı ve terhis ettiği askerleri yeniden silâh başına çağırdı.
Daha önce İttihâd ve Terakkî hükümetinin yıkılmasını sağlayan ve Halâskarân-ı zâbitân grubunun reîsi durumunda olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa, harbiye nâzırı ve başkumandan vekili idi.
İki tarafın asker mevcudu arasında da büyük fark vardı. Balkanlı müttefiklerin ordusu; Bulgaristan 240 bin, Sırbistan 140 bin, Yunanistan 100 bin, Karadağ da 30 bin olmak üzere toplam beş yüz bini aşmıştı. Buna karşılık Osmanlı ordusunun Trakya’da 150 bin, Makedonya’da 90 bin, Arnavutluk’da 10 bin olmak üzere toplam bakımsız ve perişan hâlde 250 bin kadar askeri vardı. Silâh ve teçhizat da çok noksandı. Geri hizmet teşkilâtı bozuk olduğu için zamanında ikmâl yapılamıyordu. İlk günlerden îtibâren açlık başgöstermişti. Bütün bunlara ilâveten İttihâd ve Terakkî mensupları, asker arasında, harb etmemeğe teşvik edici propagandalar yayıyorlardı. Üstelik bütün harekâtın âmiri olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa da değerli ve tecrübeli bir kumandan değildi. Mağrur ve kimsenin sözünü dinlemeğe tenezzül etmiyordu.
Bütün şiddetiyle başlayan Balkan harbine Osmanlı ordusu, şark ve garb cephesinde olmak üzere iki koldan girdi.
Şark cephesi: Trakya’da olan şark cephesinde Osmanlı ve Bulgar orduları çarpışıyordu. Bu cephenin kumandanlığı birinci ferik Abdullah Paşa’ya verilmişti. Bu orduda; Ömer Yaver Paşa, Şevket Turgut Paşa, bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar Paşa ve Ahmed Abuk Paşa kumandasında dört kolordu vardı. Ayrıca Kırcali taraflarında da Ali Yaver Paşa kumandasında mürettep bir kolordu mevcuttu. Bu cephenin müdâfaa merkezi Edirne idi.
Sayıca fazla, eğitim görmüş, teçhizatı da mükemmel olan Bulgar ordusu, önce Filibe’yi tehdîd eden ve Kırcali-Paşmaklı mıntıkasında yer alan Ali Yaver Paşa kumandasındaki kolorduya 19-20 Ekim 1912’de hücum etti. Osmanlı kuvvetlerini bozarak Mestanlı’ya kadar ilerledi. Birinci ferik Abdullah Paşa kumandasındaki şark ordusu, harbiye nâzırı Nâzım Paşa’dan aldığı emre uyarak hazırlığını imkân nisbetinde tamamladı ve 21 Ekim’de harekete geçti. İki ordu arasında Edirne-Kırklareli arasında meydana gelen harbi Bulgarlar kazandı. Bozulan Osmanlı ordusu Lüleburgaz’a doğru çekildi.
Kısa bir müddet içinde ilerleyen Bulgar ordusu, 22-24 Ekim’de Edirne’ye ulaşarak muhasaraya başladı. Lüleburgaz mıntıkasında Türk ve Bulgarlar arasında 28 Ekim-2 Kasım arasında büyük Çarpışmalar meydana geldi. Bu çarpışmalar da Bulgarların galibiyetiyle neticelendi. İlerleyen Bulgar ordusu 15-19 Kasım 1912’de Çatalca müstahkem hattı önünde durdurulabildi. Halk, korku ve dehşet içinde bütün Rumeli ve Trakya’yı boşaltarak sonbahar yağmurlarının bataklık hâline getirdiği tarlalardan bin bir güçlükle geçerek İstanbul’a doğru kaçışıyordu. Bu sırada başgösteren salgın kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebeb oluyordu. Trenler ve kamyonlarla da İstanbul’a devamlı yaralı ve hasta taşınıyordu. Hastahâneler dolduğu için mektepler boşaltılmış, hasta ve yaralılar buralara yerleştirilmişti.
Garb (batı) cephesi: Makedonya ve Arnavutluk’da bulunan bu cephenin başkumandanı Ali Rızâ Paşa idi. Bu cephedeki ordu beş kısma ayrılmıştı. Sırplar da bu cephede harbe girerek, 21 Ekim 1912’de Priştine’yi, 22 Ekim’de de 523 sene evvel Murâd Hüdâvendigâr’ın meşhur zaferine sahne olan Kosova’yı alarak, veliahd Aleksander’ın idaresinde güneye doğru ilerlemeye başladılar. Aynı gün Yunan ordusu da Serfiçe’yi alarak kuzeye doğru ilerledi. 23-24 Ekim’de ilerleyen Sırp ordusuyla karşılaşan Osmanlı ordusu, Kumanova muhârebesini kaybederek, Manastır’a doğru çekilmeye başladı. Kumanova galibiyetinden sonra Sırplarla Karadağlılar birleşerek istilâ harekâtına devam ettiler. 24 Ekim 1912’de Sırp-Bulgar müşterek kuvvetleri Koçana’yı, 25 Ekim’de Yunanlılar Karaferye’yi ele geçirdiler. 26 Ekim’de, İştip, Sırplarla Bulgarların eline düştü. 27 Ekim’de Üsküp ahâlisi düşmana teslim oldu. Verdiği zayiat dolayısıyla perişan ve bitkin bir hâle gelen Osmanlı ordusunun anavatanla da irtibatı kesildi. Bundan sonra müttefiklerin hareketleri daha kolaylaştı. Şehirler birbiri ardınca teslim oldu. 3 Kasım 1912’de Yunanlılar Preveze’yi, 6 Kasımda Karadağlılar Yakova’yı, 8 Kasım’da Yunanlılar Selânik’i teslim aldılar. Selânik’deki kolordunun kumandanı olan Hasan Tahsin Paşa, müdâfaa imkânları mevcûd olmasına rağmen, 8 Kasım’da Yunanlılarla imzaladığı teslim mukavelesine göre şehri ve kolordunun bütün silâhlarını düşmana teslim etti.
Şark ve garb cephelerinde bu durum devam ederken, İstanbul’da da bir takım hâdiseler cereyan ediyordu. İttihâd ve Terakkî Fırkası, Ahmed Muhtar Paşa hükümetinin düşürülmesi için akla hayâle gelmedik yollara başvuruyordu. Diğer taraftan İttihâd ve Terakkîye muhalif olup, bütün siyâsî muvaffakiyetsizliklerin Kâmil Paşa tarafından yoluna konulabileceğini iddia edenler de, mevcûd hükümetin düşürülmesini istiyorlardı. Yorulan ve yıpranan Ahmed Muhtar Paşa, 19 Ekim 1912’de istifa edince, yerine Kâmil Paşa sadrâzamlığa getirildi. Bu defa Kâmil Paşa’nın aleyhinde faaliyet gösteren İttihâd ve Terakkî tarafdârları, Kâmil Paşa hükümetinin harbiye nâzırı Nâzım Paşa’yı kendi taraflarına çekerek, Enver Paşa’yı kolordu erkân-ı harbiyesine, Cemâl Paşa’yı da Menzil-i umûmî müfettişliğine getirdiler.
Garb ordusunun Kasım ayı ortalarında Sırplar karşısında son defa mağlûb olması, Garb cephesindeki muhârebeleri de sona erdirmişti. Hiç bir mukavemetle karşılaşmayan Sırb ve Karadağ kuvvetleri, Arnavutlukta ilerlemeye başladılar. 28 Kasım 1912’de Leş, 21 Kasım’da Resne, 28 Kasım’da Devre ile Draç, ertesi günü Ohri, Sırp-Karadağ müşterek kuvvetlerinin eline geçti. Akçahisar ve Tiran’ın da düşmesiyle bütün Kuzey Arnavutluk Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi. 29 Kasım 1912’de Arnavutluk istiklâlini îlân etti. Büyük devletler bir ay geçmeden Arnavutluğun istiklâlini tanıdılar. Bu sırada Şark (doğu) cephesinde, Makedonya’daki Osmanlı-Bulgar çarpışmaları yeni bir safhaya girdi. İlk zamanlardaki muvaffakiyetleri sebebiyle İstanbul yolunun kendilerine açıldığını görerek ilerleyen ve Çatalca müstahkem hattında durdurulan Bulgar ordularının İstanbul’a girmemesi için, Bâb-ı âlî hükümetinin müsâdesiyle büyük devletlerden ikişer, diğer devletlerden birer harp gemisi İstanbul limanına gelerek, tebealarını korumak için karaya 2250 asker çıkardılar. Osmanlı Devleti barış için büyük devletlerin arabuluculuğunu istediyse de netice alınamadı. Doğrudan Bulgarlara müracaat eden Bâb-ı âlî hükümeti, mütâreke (ateşkes) talebinde bulundu. Mütâreke görüşmelerine harbiye nâzırı Nâzım Paşa ile ticâret ve zirâat nâzırı Mustafa Reşîd Paşa katıldılar. Çok çetin ve ağır şartlarla mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılacak, eğer anlaşmaya varılamazsa dört gün zarfında harp yeniden başlayacaktı. Sırbistan ve Karadağlılar ile de 3 Aralık 1912’de mütâreke imzalandı. Ağır şartları Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmeyen Yunanistan mütârekeye katılmadı. Böylece Balkan devletleri arasında ilk ayrılık başladı. Yunanistan, Yanya muhâsarasıyla harbe devam etti.
Barış müzâkereleri, 16 Aralık 1912’de İngiltere başvekili Sir Edvar Grey’in başkanlığında Londra’da başladı. Balkan devletlerinin, kabul edilmesi mümkün olmayan teklifler ileri sürmeleri üzerine barış görüşmeleri kesildi. Barışın sağlanamaması üzerine Balkan devletleri 17 Ocak 1913’de Osmanlı hükümetine bir nota vererek Edirne’nin Bulgarlara terkini, adaların geleceğinin büyük devletlere bırakılmasını, bir de Enez-Midye hattının sınır kabul edilmesini istediler. Kâmil Paşa hükümeti bu notayı görüşmek üzere toplandı.
Edirne’nin tarafsız ve serbest bir şehir hâline konularak idâresinin müslüman bir şahsa bırakılmasını, meşihat tarafından bir kâdı tâyinini, meclis idâresinin halk tarafından seçilmesini, mahallî jandarma ve polis kuvvetleri teşkilini, dînî ve millî günlerin eskiden olduğu gibi kutlanmasını kabul ve teklif eden bir cevabî nota yazılmasını kararlaştırdı. Bu şekilde hazırlanan notanın tedkiki için Vükelâ meclisinin 23 Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplantıda bulunduğu sırada, İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından Bâb-ı âlî basılarak harbiye nâzırı Nâzım Paşa öldürüldü. Kâmil Paşa hükümeti istifa etmek zorunda bırakıldı, ittihatçı Mahmûd Şevket Paşa sadrâzamlığa getirildi. (Bkz. Bâb-ı âlî baskını).
Bu sırada Londra barış görüşmeleri netice vermeyince, Bulgarlar mütâreke hükümlerini ileri sürerek, 3 Şubat 1913’de Edirne’yi yeniden bombardıman ettiler. Yanmadık, yıkılmadık yer kalmadı. Câmiler de dâhil 2000’e yakın bina tahrib oldu. Sultan Selîm Câmii’nin pencereleri mermilerle delik deşik oldu. Şehirdeki gayr-i müslim unsurlar, şehrin durumunu ve Bulgar topçusunun te’sirini yazdıkları kâğıt parçalarını nehre atarak câsûslukda bulunuyor, yiyecekleri saklayarak çok yüksek fiyatla gizlice satıyorlardı. Yiyecek sıkıntısı had safhaya varmıştı. 1913 kışı da çok şiddetli geçiyor kar fırtınası ve ayaz, askerleri ve halkı kasıp kavuruyordu. Şubat ayı içinde 17.844 kişi soğuklardan ağır hastalanmış, 2155 donma olayı görülmüştü.
Çatalca müstahkem hattını aşabilmek için taarruza başladılar. Şiddetli çarpışmalar oldu. Osmanlı ordusu, kahramanca çarpışarak Bulgar taarruzunu geriye püskürttü. Yeniden hazırlık yapan ve takviye alan Bulgarlar 13 gün süren ikinci taarruzu 18 Mart’ta başlattılar. Bu taarruz da büyük bir mukavemetle karşılandı. Bir aralık Türk mevzîlerinden içeriye sızarak Baba Nakkaş köyüne kadar ilerlediler ise de, Gâziler tepesi ve Harbiye tabyası önlerinde Türk askerinin muhteşem ve cansiperane mukavemeti karşısında perişan edildiler. Nihayet bozguna uğrayıp ağır zâyiât vererek geri çekildiler.
22 Ekim 1912 târihinden beri Şükrü Paşa kumandasında Edirne’yi müdâfaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik olduğu için, akla gelmedik imkânsızlıklara, silâh, mühimmat noksanlığına ve erzak kalmadığı için açlığa rağmen, 155 gün müddetle şehri kahramanca savundular. Edirne’de açlık o dereceyi bulmuştu kî, bizzat kumandan Şükrü Paşa da askerleriyle birlikte süpürge tohumu yemeğe mecbur kaldı. İki fırka sırplı ve üç liva bulgar kuvvetleriyle yeniden takviye birlikleri alan Bulgarlar, 24 Mart 1913 günü çok şiddetli bir taarruza daha geçtiler. Ertesi gün bir kısım Türk mevzileri düştü. Pek çok müslüman-Türk subayını ve erini gözü dönmüşcesine süngüleyerek şehîd ettiler. Daha fazla mukavemet imkânı kalmayan Şükrü Paşa, 26 Mart 1913 Çarşamba günü öğle üzeri Bulgar başkumandanına bir zabit göndererek teslim olacağını bildirdi ve usulen kılıcını Bulgar başkumandanına teslim etti. Şükrü Paşa ve kurmay hey’eti ile diğer subaylar, 29 Mart’ta trenle Filibe ve Sofya’ya sevk edildiler. Esir alınan 28. 500 asker ise Tunca nehri kıyısında bulunan sarayda toplandı. Bu kahramanlar burada, bir ay kadar açlıktan, ağaç kabukları yiyerek sefalet ve zulüm altında kolera ve dizanteriden inleye inleye, bile bile ölüme terk edildiler. Bu arada Edirne halkına yapılan saldırılar, ırza geçmeler, katliâmlar cildler doldurur. Bu durumu tesbit eden bazı tarafsız batılı ülkeler, Bulgar mezâlimine; medeniyet için birer yüz karası demekten kaçınmamışlardır. Zira Türk öldürmek, Bulgar için dînî bir borç sayılıyordu. Bir ay içinde 40.000’i aşkın ev tahrib edildi ve câmilere çan asıldı.
Bütün imkânsızlıklara rağmen Şükrü Paşa belki bir müddet daha mukavemet edebilirdi. Fakat muhasara sırasında Edirne’ye gelen Talat Paşa ve Behâeddîn Şâkir Bey’in, askerlerin arasına girerek harb etmemeye teşvik eden menfî propagandaları yüzünden ordunun morali bozulmuş, sonunda ordunun mukavemeti kırılıp, elîm netîce ortaya çıkmıştır (Bkz. Şükrü Paşa).
Çatalca’ya kadar ilerleyen Bulgar orduları, savunmadan mahrum sivil Türk halkını öldürmekten sadistçe zevk duyuyorlardı. Bulgar çeteleri girdikleri yerlerde katliâmlar yaptılar. Kadın-çoçuk ele geçirdiklerini parça parça etmişlerdir. Drama’da Türk zenginlerinden birisinin kafası kesildikten sonra, vücûdundan ayrılan başı bir sandık üzerine konulmuş ve maktulün ağzına ayrıca bir de pipo sıkıştırılmıştı. Kiliseye çevrilen câmilerdeki minareler alelacele yıkılmıştır. Bunca mezâlim ve vahşetlerden sonra erkeksiz, yapayalnız kalan müslüman ailelerinin evlerine zorla girilerek kadınların ırzına geçilmiştir. Müslüman hanımlardan pek çoğunun burnu ile memeleri kesildiği gibi çocukları da gözlerinin önünde katlolunmuştur.
Batı cephesinde ise 6 Mart 1913’de Yanya düşmüş, 17 Mart 1913’de Yunan ordusu Erperi sancak merkezine girmişti. 25 Mart’ta İşkombi taraflarında bulunan Cevâd Paşa idaresindeki fırka Sırplara teslim olmuş, bütün Rumeli hemen hemen elden çıkmıştı. Yalnız İşkodra’da Hasan Rızâ Paşa bir türlü düşmana teslim olmuyor, o da Edirne müdafii Şükrü Paşa gibi kendisine verilen vazîfeyi canı pahasına yürütüyordu. Fakat bu kahraman da, İşkodra’da bulunan ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ eden hâinlerden olan Es’ad Toptânî adındaki eski Draç meb’ûsu Arnavud tarafından sûikasdle şehîd edildi. İşkodra’da bu hâin, kumandayı ele aldı ve derhâl Karadağ ordusuyla gizlice haberleşerek, 22 Nisan 1913’de İşkodra’yı düşmana teslim etti (Bkz. Hasan Rızâ Paşa).
Osmanlı donanmasına nazaran daha kuvvetli olan Yunan donanması, bu harbin cereyanı sırasında Limni, Bozcaada, Midilli, Karyot, Sakız, Taşoz, İmroz ve Semadirek adalarını işgal etti. İtalyanların işgalinde bulunan on iki adanın dışında kalan bütün Ege denizi adaları Yunanlıların eline geçti. Yunan donanması, Çanakkale boğazını abluka etti. Osmanlı donanması, 16 Aralık 1913’de Çanakkale’yi geçerek Yunan donanması ile imroz önünde bir deniz savaşı verdi. Yunan donanmasına ağır kayıplar verdirildiyse de abluka kaldırılamadı. Mondros önlerinde bir deniz muhârebesi daha yapıldı. Ancak netice alınamayarak Çanakkale’ye dönüldü. Biraz sonra Rauf Bey (Orbay) kumandasındaki Hamîdiye kruvazörü yedi ay süren maceralı bir seyre çıktıysa da müsbet bir netice alınamadı.
İttihâd ve Terakkî fırkası’nın 23 Ocak 1913’de gerçekleştirdiği Bâb-ı âlî baskınından sonra sadâret makamına getirilen Mahmûd Şevket Paşa zamanında, yukarıda anlatıldığı gibi, Balkan harbi tamamen kaybedildi. Hâriciye nâzırı prens Saîd Halım Paşa’nın direktifiyle, Osmanlı Devleti’nin Londra elçisi Tevfik Paşa, barış görüşmeleriyle ilgili olarak büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul edeceğini İngiltere hâriciye nâzırına bildirdi. Bunun üzerine İstanbul’daki elçiler, hâriciye nâzırı Saîd Halim Paşa’ya bir ay sonra 31 Mart 1913’de dört maddelik bir nota verdiler. İttihâd ve Terakkî hükümeti ertesi gün notayı kabul ettiğini bildirdi ve Bulgarlarla yeniden bir mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılarak 30 Mayıs 1913’de imzalandı. Yedi maddelik barış andlaşmasına göre Midye-Enez hattı sınır olarak kabul ediliyor, Edirne Bulgarlara terk ediliyor, Arnavutluk hudutlarının tâyini ve adaların geleceği büyük devletlere bırakılıyor, Osmanlı Devleti Girid üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyordu.
Böylece Kâmil Paşa’yı ihânetle itham edip, millete karşı Edirne’yi kurtarma taahhüdüne giren ve bir baskınla iktidara gelen İttihâd ve Terakkî komitesi, bu andlaşmayla bütün Rumeli’yi Balkan devletlerine terk ediyordu.

İkinci Balkan Harbi

Birinci Balkan savaşında Osmanlı Devleti’nin ağır mağlûbiyete uğrayıp Balkanlardan çekilmesi netîcesinde, Balkanlarda siyâsî bir boşluk ve dengesizlik meydana geldi. Bu devletler mîrâs taksiminde birbirlerine düştüler. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgaristan’ın pek fazla büyümesini endişe ile karşılıyorlardı. Bulgaristan’ın Balkanlardaki slav ırkının başına geçerek büyük bir devlet olma iddiası, aynı iddiada bulunan Sırbistan’ın işine gelmiyordu. Romanya’nın da Bulgaristanla görülecek hesabı vardı. Sırplar, askerî hareket dolayısıyla Sırp-Bulgar ittifakının çizdiği ve kendisine ayırdığı arazi parçasından daha büyük bir bölgeyi ele geçirdiler. Sırpların bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlaşmazlığın düğüm noktasını teşkil ediyordu. Diğer taraftan Londra konferansında en büyük payı Bulgaristan’ın alması, diğer müttefiklerin hoşnutsuzluğuna sebeb oldu. Bulgaristan’ın Ege denizi kıyısına ulaşmış olmasını Yunanistan istemiyordu. Bu husus Yunanistan’la Sırbistan’ın birbirine yaklaşmalarına sebeb oldu. Bu iki devlet aralarında Bulgaristan’a karşı bir ittifak akdi imzaladılar. Sırbistan ve Yunanistan’ın birbirine yaklaştıklarını gören Bulgaristan, bu iki devlete tam hazırlıklarını yapmadan önce, 29-30 Haziran 1913’de saldırdı. Ancak Bulgar ordusu Yunanlılar ve Sırplar tarafından Makedonya’dan çıkarıldı. Bu sırada Bulgaristan’dan pay almak isteyen Romanya da savaşa girdi ve kısa zamanda Bulgar Dobruca’sını ele geçirdi. Bir kaç cephede savaşmak zorunda kalan Bulgaristan yenilmeye başladı. Çok müşkül durumda kaldığı için Edirne cephesindeki kuvvetlerini diğer cephelere çekti.
Osmanlı Devleti, Berlin elçisi Mahmûd Muhtar Paşa’nın tavsiyesi ile fırsatı değerlendirerek Edirne’nin geri alınması için harekete geçti. Böyle bir hareketi İngiltere ve Rusya önlemeye çalıştı. Almanya ve Fransa da, Osmanlı Devleti’nin böyle bir hareketine taraftar değildi. Osmanlı devlet adamları arasındaki uzun müzâkerelerden sonra ordunun harekete geçmesine karar verildi. Bu hareketin gerekçeleri büyük devletlere verilen 19 Temmuz 1913 tarihli bir notayla îzâh edildi. Harekete geçen Osmanlı ordusu 21 Temmuz 1913’de Edirne’yi geri aldı. Bu durumdan memnun olmayan Avrupa devletleri bâzı tehditlerde bulundularsa da aldırış edilmedi.
Edirne’nin Osmanlılar tarafından geri alınmasını, Yunanistan da işine geldiği için destekledi.
Bulgaristan’ın daha fazla mukavemete gücü kalmadığından, 29 Haziran’da başlayan İkinci Balkan harbi, 42 gün sonra 15 Ağustos 1913’de taraflar arasında imzalanan Bükreş barış andlaşmasıyla sona erdi.
Bu andlaşmaya göre Bulgaristan ile Romanya arasında yeni sınır belirleniyor, Tuna’nın güneyinde kalan önemli bir arazi parçası; Güney Dobruca dâhil Romanya’ya kalıyordu. Sırp-Bulgar sınırı ise İştip, Radoviç, Sırbistan’da kalmak ve Strumca Bulgaristan’a verilmek üzere çizildi. Bulgar-Yunan sınırı da Serez’in 30 kilometre, Drama’nın 40 kilometre kuzeyinden geçen ve Kavala’nın 30 kilometre doğusunda Ege denizine kavuşan hat olarak tesbit edildi.
Osmanlı Devleti, 29 Eylül 1913’de Bulgaristan’la imzaladığı İstanbul andlaşmasıyla, Kırklareli, Dimatoka ve Edirne’yi geri aldı. Bulgaristan’da kalan Türklerin durumu da bu andlaşmada yer almakta, Türklerin haklarına saygı gösterileceği belirtilmekte idi.
Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan 14 Kasım 1913 Tarihli Atina andlaşması ile Girid kesin olarak Yunanistan’a bırakıldı. Ege adalarının durumu da büyük devletlerce kararlaştırılacaktı. Büyük devletler 1914 Şubat’ında Londra’da, bu adalardan İmroz, Bozcaada ve Meis hâriç diğerlerinin Yunanistan’a ve İtalya işgalinde olanlarında İtalya’ya kalmasına karar verdiler. Ancak bu karar üzerinde henüz bir andlaşmaya varılmadan Birinci Cihân harbi çıktı. Sırbistan’la andlaşma ise, 13 Mart 1914’de İstanbul’da imzalandı. Sırbistan’la Osmanlı Devleti’nin ortak sınırı kalmadığından sâdece Sırbistan’da kalan Türklerin durumları düzenlenmiştir.
Bu suretle sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirildiği 1909 yılından 1913 yılına kadar geçen kısa bir müddet içinde devletin idaresine hâkim olan, gafil, bâzı defalar da hâin kimseler tarafından, Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıt’asındaki topraklarının hemen tamâmı elden çıkarıldı. 550 yıldır Türk yurdu olan Rumeli’nin bir çok bölgelerinde Türkler ezici ekseriyet hâlinde idiler. 93 Harbinde görülen göç ve göçmen felâketinin daha şiddetlisi Balkan harbi sonunda cereyan etti. Yüzbinlerce Türk, bütün maddî varlıklarını bırakarak eriye eriye İstanbul’a ulaşıp, Anadolu’ya dağıldılar.
Balkan harbinin dört müttefiki olan Yunan, Bulgar, Sırp ve Karadağlılar, işgal ettikleri yerlerdeki ekinleri evleri yakıp yıktılar. Çoluk-çocuk, genç ihtiyar ele geçirdikleri bütün köylüleri çeşitli zulümlerle kılıçtan geçirip kurşuna dizdiler. Bilhassa genç kız ve kadınları döverek veya yaralayarak kirlettikten sonra öldürdüler veya aynı şiddet vasıtalarıyla kiliseye götürerek Hıristiyanlığı kabule zorladılar. Hıristiyan olmayı reddedenleri diğerlerinin gözleri önünde yavaş yavaş ve en âdi usûllerle öldürerek geri kalanların hıristiyan olmasına çalıştılar. İnsanlarını öldürdükleri evleri yağmalayıp, yükte hafif pahada kıymetli ne varsa aldıktan sonra bir el bombasıyla havaya uçurdular. Girdikleri her yer mezbahaya döndü. Memeleri, tenasül uzuvları kasatura ile kesilen veya saçlarından asılan kadınlar, diri diri gözleri oyulan, kulakları, burunları, dilleri kesilen veya kulaklarından duvarlara çiviyle çakılan erkekler, feryatlarına kızarak kundakta süngülenip parçalanan yavrular, bu mezâlimin her yerde tekrarlanan alelade safhaları oldu.
Bu tüyler ürperten vahşî sürülerinin, zulümlerinden her nasılsa canını kurtararak kaçabilenler, aç ve çıplak perişan kafileler hâlinde, gündüzleri ormanların içlerinde saklanarak, geceleri soğuk rüzgârlar ve kar tipileri içinde yalın ayak, başı açık genç-ihtiyâr, çocuk ve kadın yol almaya çalıştılar. Çoğu yollarda açlıktan ve hastalıktan telef oldu. Düşüp ölenlere bakacak ve alâka gösterecek kimse bulunmadığı için perişan oldular. Bâzan bu sefalet kafileleri, silâhsız, aç ve zavallı kalabalıklar, îmân ve merhametten mahrum silâhlı komitecilerin, eşkıya sürülerinin baskınlarına uğrayarak, en küçük bir müdâfaa ve mukavemet gösteremeden doğranarak hendeklere, meydanlara üst üste yığıldılar.
Camilere giren komiteciler, duvarlarda asılı duran âyetleri ve nefis levhaları indirerek, Kur’ân-ı kerimleri dışarı çıkararak çamurlara attılar, murdar ayaklarıyla çiğnediler; câmilerin kubbelerine haç, minarelerine çan taktılar. Ecdadımızın eserleri olan mübarek mâbedlerimizin içlerini putlarla doldurdular ve kilise hâline getirdiler. Tekke, zaviye ve medreseleri ahıra çevirip; türbelerdeki evliyâ mezarlarını kaldırarak hayvanlarına yem ve saman deposu olarak kullandılar. Şehidliklerimizin mezar taşlarını sökerek yerlerini hela yapmak gibi Müslüman-Türk’ün mukaddesatını tahkir için hatır ve hayâle gelmedik alçaklıklar yaptılar. Çiftlikleri sahiplerinin ellerinden alarak yağma ettiler, yakaladıklarını çiftliklerinin kapısında ipe çekip altından ateşler yakarak hunharca katlettiler.
Bütün bu olanlara rağmen korkunç bir propaganda sistemi kullanarak Avrupa devletleri nezdinde hakikati ters yüz ederek Türklerin zulüm yaptığını iddia ettiler. Bunun için hayâlı kartpostallar/broşürler ve kitaplar yayınlayarak, Avrupa kamuoyu üzerinde etkili olup, ileride sulh için masa başına oturulduğu takdirde daha büyük paylar koparmak üzere batı milletlerinin hissiyatını aleyhimize çevirmeye çalıştılar. Bilhassa Yunan başvekili Venizelos bütün Avrupa ve Amerika’yı içine alan bir propaganda şebekesi kurdu.
Fakat harbde olanların tahkiki için bu bölgede bulunan yabancı gazeteciler içinde bir çok insaflı ve zulmün bu derece şiddetlenmesi karşısında isyân eden kimseler, hakikatleri olduğu gibi anlatmaktan çekinmediler. Bu gazeteciler, Balkan dağlarından inmiş, medeniyetsiz, hâin ve Türk kanına susamış komitecilerin son derece aşırı ve tahammül edilmez zulümleri karşısında zaman zaman infial duyarak Avrupa ve Amerika kamuoyuna hakikatleri aksettirmeye çalıştılar. Yazılarında; “Ey medenî Avrupa! Bu zulümlere daha ne kadar müddet seyirci kalacaksın?” diye feryâd ediyorlardı. Fakat öldürülenler Türk ve müslüman olduğu için bu durum sözde medenî olan haçlı zihniyetine sahip Avrupa’yı tasalandırmıyordu. Bütün bu mezâlim Avrupa için hiç bir suretle reddi mümkün olmayan sağlam resmî raporlarla, gazete muhabirlerinin haber, hatırat ve resimleriyle ve nihayet mazlumların çeşitli yollarla gazete idarehânelerine göndermeye muvaffak oldukları vesikalarla gün ışığı gibi meydandaydı.
Bu vesikalardan bâzıları şunlardır:
1- Türk jandarmasını teftişe me’mûr edilen Fransız subaylarından Mösyö Folon’un Deba gazetesinde yayınlanan raporu.
2- Jandarma müfettişi Fransız generallerinden Buman’ın gönderdiği resmî rapor.
3- Paris’te Fransızca olarak çıkan Genç Türk Gazetesi’nin yayınladığıMüttefiklerin Dosyası isimli serî makaleler. Bu makalelerde bildirilen vesikalar, Jan Rupi tarafından yazılan, Doğu Savaşı ve Balkan hükümetlerinin zulümleri adlı eserde aynen mevcuddur.
4- Balkan zulümlerinin vesikalarını yayınlama cemiyetinin yayınladığı vesikalar.
Muhtelif gazetelerde yayınlanan resmî me’murlara âid diğer çeşitli raporlar. Selanik vâlisinin 9 Aralık 1912, İstromca müddei umûmîsinin 24 Ocak 1913 târihinde yayınlanan raporu ile çeşitli ecnebi gazetenin savaş muhabirlerinin kendi gazetelerinde yayınlanan raporları...

BİR ASKERİN, ANNESİNE SON MEKTUBU

Sevgili anneciğim!
Ebediyyen kaybolmuş bir evlad gibi, gönüllü olarak ikinci defa cepheye geldim. Fakat başım henüz omuzlarımın üzerindedir. Meydan savaşında şehîd olan silâh arkadaşlarımı düşündükçe pek mahzun oluyorum. Fırka ve alay ile beraber hareket ettiğimiz zaman tahminen en az iki yüz kişiden meydana gelen bölüğümüzün harbe girdikten sonra, mevcudu ancak yirmi kişi kalabildi. Saadet ve bedbahtlığım bu bir avuç askere bağlıdır. Niçin üzüleyim? İnsan ancak elli altmış sene kadar yaşayabiliyor. Bu kadar kısa bir hayâtı şimdi feda etmezsem belki bir daha bu güzel fırsatı bulamam.
Madem, ki hepimiz öleceğiz; biraz erken veya biraz geç ölmekten ne çıkar? Sağlam bir taş gibi hareketsiz kalmaktansa, mesrûrâne parçalanarak ezilmeyi tercih ederim. İster bir şarapnel parçası, ister bir süngü darbesi olsun. Her ne suretle olursa olsun yalnız bir defa öleceğim.
Sağımda arkadaşım şehîd düştü. Solumda subayımın kolları ve gövdesi parçalanıp dağıldı. İkisinin arasında bana hiç bir şey olmadı. Kendimi pek mahzun buluyorum. Şehidliğe imrendiğimden sağ kaldığıma üzülüyorum. Ecel henüz gelmedi. Şu anda bütün gayretimi şehîd arkadaşlarımın öcünü almak için sarfediyorum. Bulgar, hâin ve gaddar bir düşmandır. Onu boğmak, mahvetmek için kalbim sabırsızlıktan parçalanıyor. Çünkü parlak kabiliyet ve şehîdlik şerefinden henüz mahrum bulunuyorum.
Ben bir köylü çocuğuyum. Şehîd olduktan sonra arkamdan bana çok duâ edilecek ve rahmet okunacaktır.
Bir saman yığını üstünde ve bir kulübenin saçağı altında öleceğime, savaş meydanında kahramanca döğüşerek şehîd olmak daha iyi değil mi?
Zafer! Zafer! Zafer! Ancak bu şarkılarla vatanımın sevinçli, milletimin bahtiyar olmasını isterim.
On ikinci alayın dördüncü piyade taburunun üçüncü bölüğünden
(Türkiye Uyan sh. 226)

BİR ÇOCUĞUN SABAH DUÂSI

Ey sevgili Rabbim! Saf ve temiz kalbimi sana açarak, gözyaşlarımı dökerek duâ ederim ki, merhume annem ve merhum babama, kardeşlerime, hepsi kesilip yakılan köyümüz ahâlisine rahmet eyle. Onları ilâhî mağfiretin ile âhirette mes’ûd ve bahtiyar et.
Ey kâinatın yaratıcısı yüce Rabbim! Ben Edirne vilâyetinin Karapınar köyünden fakir ve namuslu bir ailenin çocuğu idim. Muhârebe oldu, hicret başladı. Köyümüzün ahâlisi de göçe mecbur oldu. Hâin düşman gelip, köyümüzü yaktı. Evimiz barkımız ateşler içinde kaldı. Kaçmak istedik, Bulgar köylüleri, askerle birlikte önümüze çıktılar. Bizleri birer birer kesmeye başladılar.
Annem gözyaşları içinde, “Bizim hepimizi kesiniz! Fakat sevgili oğlumu, canım yavrum Nuri’mi bırakınız!” diye feryâd edip düşmana yalvarıyordu. Fakat kim dinler. Babamın gözlerini oyup; kardeşlerimi, annemin gözü önünde parça parça ettiler. Sonra da annemin üzerine saldırıp göğüslerini kestiler ve başını tüfekle ezerek şehîd edip bir kenara attılar.
Âh sevgili anneciğim! Şehîd olmak üzere iken bir bana mahzun bakışın bir de başını köyümüzün yanmakta olan câmisinin minaresine çevirişin gözlerimin önünden hiç gitmez!
Canını anneciğim, küçük yaşıma rağmen iyi anladım ki, bana acıdın. Yanan minareye bakarken Allahü teâlâdan beni kurtarmasını dileyip duâ ettin. Âh anne şefkati! Müthiş ölümünün son anlarında bile ben evlâdını düşündün!
Hâin düşman beni kesmedi. Fakat ölmüş bir ceset hâline sokup sür’atle akan Meriç nehrine attı. Allahü teâlâ ihsân ederek beni korudu. Nehrin suları içinde bir kütük gibi sürüklenip gittim. Yüce Rabbim’in inayeti ile İstanbul’a hicret etmekte olan diğer muhacirler tarafından nehirden çıkarılarak kurtarıldım!
Ey yüce Rabbim! Annemin göz yaşlarına acıdın, beni hâin düşmanın elinden kurtardın. Sana binlerce hamd ve sena olsun.
Allah’ım! Bana sarsılmaz bir güç ve kuvvet ihsân eyle. Gençlik çağına girdiğim zaman cesur ve kuvvetli olayım. Bana küçücük yaşımda gördüğüm dehşetli faciayı unutturma! Senin yüce dînine, mukaddes Kitabımıza ve câmilerimize saldıran Bulgar hâinlerine olan kinimi kat’iyyen unutturma! Kesilerek şehîd edilen masum kullarının, din kardeşlerimin uğradıkları musibetlerin ve felâketlerin acısını yüreğimde azaltma!
Benim kalbim dâima öc alma hisleriyle titriyor. O yangınları, o katliâmları, soğukta, çamurlar içinde yalınayak kaçışan sefil ve çıplak müslüman kardeşlerimi hiç unutamıyorum. Ben yaşarsam öc almak ve ilâhî adaleti yerine getirmek için yaşayacağım. Dünyânın hiç bir serveti ve hiç bir şöhreti gözümde yok!
Düşmandan öcümü almak! İşte bu ümidim gerçekleştiği, müslüman Türk orduları bütün Bulgaristan’ı ve Yunanistan’ı çiğnediği ve kiliselerin direkleri arasından Ezân-ı Muhammedi işitildiği zaman, ancak kendimi mes’ûd ve bahtiyar sayacağım.
İşte ilk baharın güzel kokulu çiçekleri açılıyor. Çayırlıklar yeşeriyor. Gelincikler, papatyalar titreşiyor. Erik ve kiraz ağaçları çiçek açıyor. Bizim köyün en tatlı günleri şimdi başlıyor. Heyhat! Heyhat o güzel köy bugün yakılan şehîd vücûdlarının külleriyle örtülü!
Ey her şeye kadir olan yüce Rabbim! Senden yalnız bir şey isteyeceğim. Bunun için duâ edeceğim. Rumeli’ye gidecek ordumuzun içinde bulunduğum zaman beni küçücük bir çocuk iken muhafaza ettiğin gibi müslüman kardeşlerimin şehîd edildiği, köyümün yakıldığı ve sevgili toprağımızın çiğnendiği yerde ve ailemin kaybolan mezarları üzerinde hayâtımı devam ettir.
Ey yüce Allah’ım! Benim duâm ve son isteğim; hâin düşmandan öcümü aldıktan sonra köyümün mahzun toprağını şehîd olarak kanımla sulamak saadetine kavuşmaktır...
Türkiye Uyan; sh. 231-235

BİR ÇAVUŞUN SUBAYINA MEKTUBU

1913 senelerinde yazılan ve Bulgarların müslüman Türklere yaptıkları zulümleri anlatan “Türkiye Uyan” adlı kitabın 228. sahifesinde; bir çavuşun subayına mektubu şöyledir:
Zabit efendi!
Kuvvetli düşman müfrezelerinin Gümülcine’ye indiğini, askerimizden bir kısmının çekildiğini ve bâzısının da esir edildiğini işittim!
Geçen gün dört erle bana teslim ettiğiniz Kuruorman sırtındaki mühimmat deposunu hâlen muhafaza ediyoruz. Tabiî Gümülcine’yi işgal eden düşman buraya da gelecek! Doğrusu devletimin ve milletimin nice fedâkârlıklarla burada yığdığı bu cephaneyi, sapasağlam düşmana teslim edecek değilim! Buna ne askerlik vazifem, ne de vatan sevgim müsâde eder. Elbette burayı havaya uçuracağım! Fakat o binlerce liranın heba olup gitmesine üzülüyorum. Haydi havaya uçurdum. Sonra ne olacağım? Düşmana esir değil mi? Nihayet tek bir asker diye düşmanın beni öldürmediğini farzedelim. Fakat acı esaret hayâtına nasıl tahammül edeceğim? Biz buraya esir olmak için mi geldik? Milletin paralarını, devletin namusunu esaretle ödemek için mi asker olduk? Hayır, hayır! Ben bu zilleti kabul edemem. Dün bizim idaremiz altında rahat yaşayan bu vahşî çobanların eline esir düşmek! Aman yâ Rab bu ne müthiş zillet!
Bu vahşî insanların hakaretleri ve süngüleri altında esir yaşanır mı? Bu, Türklük için ne büyük felâkettir!
Ben bu esirlik zilletine düşmektense bin defa ölmeyi tercih ederim. O hâlde ne yapmalıyım? Düşmana hiç bir zarar vermeden cephane anbarını ateşe mi vereyim? Hayır! Ben bu cephane deposunun içine saklanacağım. Burayı teslim almaya gelen Bulgarlar iyice toplanıncaya kadar saklanacağım. Ben de içinde dâhil olmak üzere cephaneyi havaya uçuracağım.
Zabit efendi, şu cür’etimi mazur görünüz. Bir asker ya askerlik vazifesini yerine getirmeli, yâhûd da kahrolup gitmelidir.
Ben ecdadımın kanını taşıyorum. Hiç bir Türk neferi harpte beş düşmanı öldürmeden kendini feda etmezdi.
Memleketimde bulunan ana ve babama, hanımıma ve çocuklarıma selâmımı yazınız. Onlar seferberlik ilân edildiği zaman beni subaşında, değirmen kenarında uğurladılar. Bana; “Ya gâzi ol ya şehid ol!” demişlerdi. Cenâb-ı Hak bana şehid olmayı nasîb ediyor! Artık şehid olduğumu bildirin. Yazacağınız mektubda; yaz mevsiminde, altında oturup dinlendiğim ağacın gövdesine şehîd olduğum târihin yazılmasını ve yetişecek evlâdlarımın hâin düşmandan öc almasını vasi’yet ettiğimi de söyleyin. Seneler sonra muzaffer ordularımız Gümülcine ovalarına ayak basarsa benim ruhum da bu zafer sevinçlerine katılacaktır.
Piyade dördüncü bölüğünden çavuş Ali.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 382
 2) Görüp işittiklerim; sh. 65
 3) Sultan Mehmed Reşâd Han’ın Sarayında Gördüklerim (L. Simâvî, İstanbul-1340); sh. 83
 4) Hâtıralar (Talat Paşa, İstanbul-1946) sh. 18
 5) 1912 Balkan Harbîne Âid Hâtıralarım (Birinci Ferik Zeki, İstanbul-1337); sh. 4
 6) Gördüklerim- Yaptıklarım (Ahmed Reşid Bey, İstanbul-1945); sh. 164
 7) Balkan Harbi (Genel Kurmay Harp Târihi Yayını Ankara-1970)
 8) Türkiye Uyan
 9) Bulgar Vahşetleri
10) 1913 Garbî Trakya Hükûmet-i Müstekilesi (N. Gündağ, Ankara-1987)
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 225
12) Siyâsî Târih (F. Armaoğlu, Ankara-1975); sh. 302
13) Trabya’da Millî Mücâdele (Tevfik Bıyıkoğlu, Ankara-1955) sh. 92
14) Siyâsî Târih (Rıfat Uçarol, Ankara-1979); sh. 335
15) Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi, (R. Uçarol, İstanbul-1976)
16) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler; sh. 313
17) Türk Târihinde Osmanlı Asırları (S. Ayverdi); cild-3, sh. 134
18) Edirne Savunma Günleri (Ratib Kazancıgil, Kırklareli-1986);
19) Rumeli’den Türk Göçleri (B.N. Simşirgil, Ankara-1968)
20) Mufassal Osmanlı Târihi;
21) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 263
22) Türk İnkılâb Târihi (H. Bayur)
23) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd Terakkî (E. B. Kuran)
24) Balkan Harbi Târihi (Aram Andonyan; İstanbul-1975)
25) Fuat Balkan’ın Hâtıraları (B. Trakya Dergisi, sayı-9, Aralık-1967)