24 Ağustos 2019 Cumartesi

AHMET YEKDEST CÜRYANİ


Evliyanın büyüklerinden. Doğum târihi bilinmemektedir. 1707 (H. 1119)’da Mekke’de vefât etti. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğlu Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî’nin dokuz yüz bin talebesi arasından yetiştirdiği yedi bin rehber âlimden biridir.
Ahmed Yekdest Cüryânî, 1658’de ticâret için Cüryân’dan Hindistan’a giderken çoluk-çocuğunun tâûn hastalığından vefât ettiklerini haber aldı. Bu acı haberden sonra, yolda, eşkıya, bulunduğu kafileyi basıp yanındaki malları aldılar ve sol elini bileğinden kestiler. Kendisine; Yekdest yâni tek elli denmesinin sebebi budur. Çok üzgün bir hâlde Hindistan’ın Serhend şehrine gitti. Orada Muhammed Ma’sûm hazretlerini tanıyıp talebesi oldu. Sohbetlerinde ve derslerinde bulunup, tasavvufta yetişti. On bir sene hocasının kahvesini pişirip ona hizmetle şereflendi. Bundan sonra hocası onu, insanları irşâd etmek (doğru yolu göstermek) üzere Mekke’ye gönderdi. Otuz dokuz sene bu vazifeyi yapıp orada vefât etti.
Yetiştirdiği âlimlerin en meşhurları; Mehmed Emîn Tokâdî, Tatar Ahmed Efendi, Hacı Muzaffer Efendi, Şeyhülislâm Seyyid Mustafa Efendi, dördüncü Mehmed Han’ın baş çuhadarı Kahramanağa, Kâdı Ziyâuddîn Efendi, rûznâmecibaşı Muhammed Kumul Bey, Muhammed Semerkandî ve dârüssaâde ağası Beşir Ağa’dır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1084
 2) Silk-üd-dürer; cild-1, sh. 107
 3) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 45
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 281

YILDIZ MAHKEMESİ



Sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilerek şehîd edilmesine sebeb olanları, muhakeme etmek için kurulan mahkeme.
Sultan Abdülazîz Han; sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, şeyhülislâm Hayrullah Efendi Ve Midhat Paşa’nın yaptığı gizli çalışmalar neticesinde, 30 Mayıs 1876’da tahttan indirildi. Hüseyin Avni Paşa’nın ayda yüz altın lira maaşla Fer’iyye Sarayı’nda bahçıvan olarak ve sabık pâdişâhı korumakla vazifelendirdiği Cezâyirli Mustafa, Yozgatlı Mustafa Çavuş, Boyabatlı Hacı Mehmed adlı pehlivanlar tarafından 4 Haziran 1876 sabahı şehîd edildi. Fakat intihar süsü verilerek, hâdisenin üzerine gidilmedi (Bkz. Abdülazîz Han).
Sultan beşinci Murâd Han’ın kısa saltanatından sonra pâdişâh olan sultan İkinci Abdülhamîd Han, amcası Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesiyle ilgili olarak el altından tahkîkata başladı. Bu hususta kendisine başkâtibi Küçük Saîd Bey (Paşa) yardım etti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, araştırıcı zekâsı, mevkii, olgun yaşta, hâdiselerin yanıbaşında yahut içinde bulunması sebebiyle, Abdülazîz vak’asının en gizli taraflarını ve en vurucu gerçeklerini şahsen tesbit etti. Bizzat veya vasıtalı olarak yaptığı tahkîkât neticesinde, amcasının iddia edildiği gibi intihar etmeyip, katledildiği kanâatine vardıktan sonra, olayın resmen tahkik edilmesini istedi.
Müdde-i umûmî (savcı) olarak vazifelendirilen Fındıklılı Mehmed Efendi, 1 Nisan 1881’de tahkikata başladı. Tahkîkât komisyonunda Şûrâ-yı devlet tanzîmât dâiresi reisi Çorluluzâde Mahmûd Celâleddîn Bey’le, mâbeynci Râgıp Bey de vazifelendirildiler.
Sultan Abdülazîz Han’ın ölümünde birinci derecede rolleri olduğu iddia edilen ve Fer’iyye Sarayı’nda görevliyken, Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesinden sonra düşük bir maaşla memleketlerine gönderilen Mustafa Çavuş, Boyabatlı Hacı Mehmed ve Cezâyirli Mustafa adlı pehlivanlar, İstanbul’a getirilerek ifâdeleri alındı. Mustafa Çavuş, 19 Nisan 1881’de verdiği ifâdede; “Dâmâd Mahmûd Paşa beni, arkadaşlarım Cezâyirli Mustafa ve Mehmed Ağa’yı, Mâbeyn-i hümâyûnda misafirlere mahsus odaya çağırdı. Yalnızdı...” Sizi Fer’iyye Sarayı’na me’mûren göndereceğim, maaşlarınız yüzer liradır, fakat böyle yüzer lira maaşı niçin veriyoruz biliyor musunuz?” diye sorunca, bilmediğimizi söyledik. Bunun üzerine Mahmûd Paşa; “Şu işi bir an önce becermeniz içindir” dedi... İşin ne olduğunu sorduk. “Sultan Abdülazîz’in bir an önce öldürülmesidir” deyince; “Biz böyle şeyden korkarız” dedik. “Ne korkuyorsunuz, Pâdişâhımızın (beşinci Murâd’ın) emridir, ben de size emir veriyorum” dedi. “Bunu icra etmiyecek olursanız hakkınızda fena olur, mazarrat görürsünüz” diye ekleyip bize talimat verdi. Verdiği talimat içinde; “Sultan Abdülazîz’in işini kimsenin anlayamıyacağı, intihar ettiğini sanacağı şekilde bitirin, önce sol kolunun damarlarını, sonra sağ kolunun damarlarını keserek işini bitirin” tavsiyeleri vardı. Sonra bizi, Dâmâd Nûrî Paşa, mâbeyn müşirliği makam odasında kabul etti. O da sultan Azîz’e iyi hizmet edeceksiniz, her şeyini bana bildireceksiniz” deyip Mahmûd Paşa’nın talimatını te’yid etti ve ayrıca otuzar altın verdi. Sonra bir yaveri yanımıza katıp Fer’iyye karakoluna gönderdi. O gece karakolda yattık. Sabah mabeyinci Fahri Bey gelip bizi saraya götürdü ve bana beyaz saplı bir çakı verdi. Hep birden sultan Azîz’in odasına girip hakanı ayağa kalkmadan kucakladık. Fahri Bey ellerini arkasından tuttu. Cezâyirli Mustafa ile Mehmed birer ayağına oturdular. Ben de bana tarif edildiği gibi, önce sol, sonra sağ kolun damarlarını çakı ile kestim. Sol kolundan ziyâde, sağdan daha az kan aktı. Üç harem ağası kapının önünde oldukları hâlde bir şey yapmayıp seyrettiler...” dedi. Diğer iki pehlivan da bu ifâdenin paralelinde ifâde verdiler.
Yapılan sorgulama esnasında, pâdişâhın yanında yıllardan beri bulunduğu hâlde, onun aleyhinde çalışan ve Hüseyin Avni Paşa’yla işbirliği yapan Arz-ı niyâz kalfa, sultan Abdülazîz Han’ın öldürülmediğini ve intihar ettiğini ısrarla söyledi. Hazinedarlardan Zevkyâb kalfa; “Odaya hep beraber girdiğimiz zaman henüz Hakan hayatta idi ve; “Allah” diye inliyordu. Odada kimse yoktu. Fakat bir adam pencereden atlıyordu...” dedi. Ferik Dr. Marko Paşa ise, ifâdesinde; “Kuzguncuk’ta yalımın penceresinden Ortaköy’e bakıyordum. Zîrâ fevkalâde bir hâl vardı. Hakan’ın hangi odada bulunduğunu biliyordum. Bu odanın penceresinden pehlivan yapılı bir adam atladı. Atlayanı, o zaman sultan Abdülazîz zannetmiştim” dedi. Sultan Abdülazîz ve beşinci Murâd’ın ikinci mâbeyncileri olan Fahri ve Seyyid beylerin ifâdelerine başvuruldu. Rakım ve Reyhan ağalar da; “Hakan’ın damarları kesilirken gözcülük ettiğimizi kabul ediyoruz” dediler. Daha sonra Fer’iyye muhafazasında bulunmuş olan karakol kumandanı miralay İzzet, binbaşı Nâmık Paşazade Ali ve binbaşı Necip beyler de vazife mahallerinden İstanbul’a getirildiler. Sultan beşinci Murâd’ın cülûsu üzerine sarayda mâbeyn müşiri olan Dâmâd Nuri Paşa ile yine sarayda onunla beraber bulunan Dâmâd Mahmûd Paşa da öldürme hadisesiyle alâkalı bulunarak sorguya çekildiler. Daha sonra Abdülazîz Han’ın hal’inde birinci derecede rolleri bulunanlardan o zamanın sadrâzamı olan ve Manisa’da bulunan Mütercim Rüşdî Paşa, hastalığı sebebiyle İstanbul’a naklolunamıyarak İzmir vâli konağında ifâdesi alındıktan sonra Manisa’ya iade edildi. Midhat Paşa ise, İzmir’deki Fransız konsolosluğuna iltica etti. Verilen te’minât üzerine hükûmete teslim edilerek İstanbul’a sevk edildi ve göz altına alınarak ifâdesine başvuruldu.
Eski şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi, Ravza-i mütahharada şeyh-ül-harem-i hazret-i Nebevî hizmetiyle vazifeli olarak Medîne-i münevverede bulunduğundan, İstanbul’a getirilmeyerek gıyabında hüküm verildi.
Yapılan tahkikat neticesinde, bahçıvan ve uşak olarak üç kişinin yüzer lira aylıkla Abdülazîz Han’ın hizmetine tâyin olunmaları, sultan Abdülazîz Han’ın icâbında kendisini müdâfaa edebileceği palasının bir tertiple alınması, üzerinde daha hayat eseri varken doktorlara odasında muayene ettirilmeden bir pencere perdesine sarılarak alelacele Fer’iyye karakoluna indirilmesi, vefâtı hakkında on dokuz tabip tarafından veriimiş olan raporun yazılı ve sarîh olmaması ve bileklerini keserek intihar ettiği söylenen makasın bu yaraları vücûda getirebileceği kaydıyle yetinilerek kapalı ifâdede bulunulması, Hüseyin Avni Paşa’nın; “Bu avam cenazesi değildir. Size her tarafını muayene ettirmem” demek suretiyle tam muayeneye mâni olması, cenaze görülmeden yalnız Fahri Bey’in sözüyle iktifa olunmak suretiyle şer’î ilâm yazılmış olması, Abdülazîz Han’ın hizmetine tâyin edilen pehlivan Mustafa’lar ve Hacı Mehmed’in vak’adan sonra cüz’î bir maaşla emekliye sevk edildikleri hâlde muhakemeleri dolayısıyle yalandan; “Yüksek maaşlarla memleketlerine gönderilmiştir” diye halka îlân edilmesi, Abdülazîz Han’a karşı büyük kin besleyen Hüseyin Avni Paşa’nın vefât günü Kuzguncuk’taki yalısından ilk olarak Fer’iyye’ye gelmiş olması, Abdülazîz Han’ın hizmetine tâyin olunarak henüz Fer’iyye Sarayı’na girmeden karakolda yatmış olan üç şahıstan Mustafa Çavuş’la, Hacı Mehmed’in, sorgu esnasında Fer’iyye Sarayı’na girerek sabık hükümdarı öldürmüş olduklarını söylemeleri, Dâmâd Mahmûd Celâleddîn ve Dâmâd Nuri paşaların beşinci Murâd’ın vâlidesinin isteğiyle Abdülazîz Han’ı öldürmek üzere emir verdiklerini beyân etmeleri ortaya çıktı. Tahkîkat (soruşturma) neticesinde hazırlanan rapora göre Abdülazîz Han’ın ölümünün intihar olmayıp, katl olduğu anlaşılınca, sultan İkinci Abdülhamîd Han bu raporu; şeyhülislâm Uryânizâde Ahmed Es’ad Efendi, dâhiliye nâzırı Mahmûd Nedim Paşa, Tunuslu Hayreddîn Paşa ve Şûrayı devlet tanzîmât dâiresi reisi Mahmûd Celâleddîn Bey’den meydana gelen bir hey’etin tedkîk ve karârına havale etti. Bu hey’et de raporu müzâkere etti ve sabık pâdişâhın katledilmesinde rolü olanların tevkif edilmesi yönündeki karârını pâdişâha arzetti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bununla yetinmeyerek, bu işin tedkîki ve yapılması gereken muamele hakkında bir karar verilmesini ikinci olarak; sadrâzam Saîd Paşa, şeyhülislâm Ahmed Es’ad Efendi, dâhiliye nâzırı Mahmûd Nedim Paşa ve hâriciye nâzırı Âsım paşalardan meydana gelen hey’ete havale etti. Bu hey’et de mes’eleyi tedkîk ettikten sonra, 30 Nisan 1881’de bir arîza ile sultan Abdülazîz Han’ın sûikasda kurban gittiğini ve katl faillerinin meydana çıktığını, bu kimselerin derhâl muhakeme edilmelerinin gerektiğini ve muhakeme mahallinin neresi olacağının irâde-i seniyye ile bildirilmesini istediler.
Sultan Abdülazîz’in şehîd edilmesinde rolleri bulunmaktan maznûn (sanık) olup tutuklu bulunan, Dâmâd Mahmûd ve Dâmâd Nuri paşalar, Abdülazîz Han’ın ikinci mâbeyncisi Fahri ve sultan beşinci Murâd’ın ikinci mâbeyncisi Seyyid, hal’ esnasında Fer’iyye karakol kumandanlığında bulunan miralay İzzet, bunun maiyyetinden binbaşı Necîb ve binbaşı Ali beylerle sultan beşinci Murâd’ın senelerce hizmetinde bulunmuş olan pehlivan Mustafa Çavuş, Hacı Mehmet ve Cezâyirli Mustafa’nın işte elleri bulunduğu anlaşıldı. Vükelânın (bakanlar) tam kanâat getirmesi için, meclis huzurunda ikrârlarının dinlenmesini uygun gören Abdülhamîd Han, bu mütâlaasını hey’ete bildirdi. Ayrıca bu işle ilgili görülen Mütercim Rüşdî ve Midhat paşaların da tevkîfleriyle muhakemelerinin icra edilmesi için fevkalâde bir meclis toplanmasını hey’et-i vükelâya (bakanlar kurulu üyelerine) bildirdi ve bunun için sarayda toplanarak bir karar vermelerini istedi.
Pâdişâh’ın muhtırasının kendilerine ulaştığı günü akşamı sadrâzam Saîd Paşa’nın başkanlığında toplanan vükelâ hey’eti mes’eleyi müzâkere etti. İfâdeleri tesbit edilmiş olan maznûnlar (sanıklar) hakkındaki iddianame okunarak, faillerden bir kısmı getirtilip konuşturuldu. Durumu müzâkere eden vükelâ hey’eti, sanıkların cezalandırılması için, derhâl evraklarıyla birlikte mahkemeye sevk edilmelerine ve keyfiyetin Pâdişâh’a arz edilmesine karar verdi. Aynı meclis, mahkeme mahallinin tesbiti hususunu da görüştü ve Malta karakolunun yanında kurulmasına karar verdi. Bu husustaki mazbatanın (tutanağın) kaleme alınması Adliye nâzırı Cevdet Paşa ile adliye müsteşarına havale edildi.
14 Haziran 1881 tarihli fevkalâde hey’et mazbatasında; suçluların cezalandırılması, Malta karakolunda bir büyük çadır kurulmak suretiyle muhakemenin alenî olması, seyircilerin ayak takımından olmamak üzere adliye nezâretinden alınacak davetiye ile mahkeme salonuna girmeleri gibi hususlar yer aldı.
Abdülazîz Han’ın ölümünde sanık olanlar; Pehlivan Mustafa Çavuş, Boyabatlı Hacı Mehmed, Cezâyirli Mustafa, mâbeynci Fahri Bey, mâbeynci Seyyid Bey, Dâmâd Nuri Paşa, Dâmâd Mahmûd Paşa, Midhat Paşa, Mütercim Rüşdî Paşa, Hasan Hayrullah Efendi, başmâbeynci Ethem Bey olmak üzere on bir kişiydi.
Yukarıda zikredilen sanıklardan başka, beşinci Murâd ile annesi Şevkefzâ Kadınefendi ve sultan Abdülazîz Han’ın hazinedarlarından Arz-ı niyaz kalfa sanıklar listesine dâhil iseler de özel durumları sebebiyle muhakeme edilemiyorlardı. Sultan Murâd’ın baş mâbeyncisi Ethem Bey’in suçlu olmadığı hazırlık soruşturmasında anlaşıldığından, sanıklar listesinden çıkarılarak şâhidler arasına alındı. Hasta olduğu için doktor raporuna göre Manisa’dan getirilemeyen Mütercim Rüşdî Paşa gıyabında muhâkame edilecekti. Böylece on bir kişinin muhakemesine irâde çıktı.
Sanıklara avukat tutmaları, tutmak istemeyenlere adliye nezâretince tutulacağı bildirildi. Midhat Paşa eski avukatlarından Şehrî Efendi’yi, Nuri Paşa da aynı avukatı seçti. Mahmûd Paşa ise, avukat istemedi. Ayrıca, Mekteb-i Mülkiye müderrislerinden Manyâsîzâde Refik Bey de Midhat Paşa’yı ek avukat olarak savunacaktı. Sanıkların ailelerine mahkemeyi tâkib için davetiyeler verildi.
Mahkeme mahalli olarak Yıldız köşkü yakınındaki Malta karakolunun yanında etrafı parmaklıkla çevrilmiş olan yere büyük bir çadır kuruldu. Mahkemeye adliye nezâretinden alınan davetiye ile girildiğinden, yabancı muhabirlerin ve kordiplomatiğin hepsine davetiye verildi. Türk gazetecileri de mahkemeyi tâkib ediyorlardı.
Sanıkların muhakemeleri temyize bağlı istinaf mahkemesinin cinayet mahkemesi tarafından yürütülecekti. Bu mahkemenin reisi Ali Surûrî Efendi, ikinci reisi de Hristo Forides idi.
Mahkeme âzâları Emin Bey, Hüseyin Hâmid Bey, Emîn Efendi ve Gadban Efendi’den teşekkül etmişti. Müdde-i umûmî (savcı) Latif Bey, muavinleri ise Reşîd ve Râif beylerdi. Başkâtip Emrullah Efendi, zabıt kâtipleri ise; Şâkir, Rızâ, Sedâd, Aziz, Tahsin, Nûri, Rızâ, Zekâî ve Ropen efendilerdi. Cinayet mahkemesi hey’eti hâricinde, tahkikatı yapmış olan Fındıklılı Mehmed Efendi ile Hüseyin Şükrü Efendi de bulunuyordu.
27 Haziran 1881 Pazartesi günü saat 10.00’da başlayan mahkemeye başta Midhat Paşa olduğu hâlde on bir sanık getirildi. Dört yüz kişinin dinleyici olarak yer aldığı salonda diplomatlar, yerli ve yabancı gazeteciler bulunuyordu. Aralarında nâzırların, eski nâzırların, vezir ve müşirlerin de yer aldığı 200 kişi ilk gün mahkemeyi dinlemeye geldi. Saat 11.00’de reis Sürûrî Efendi celseyi açtığını îlân etti. Başkâtip Emrullah Efendi, sanıklar hakkındaki iddianameyi okudu, iddianamenin okunması saat 13.00’de bitti. Başsavcı, Seyyid ve İzzet beyler hakkında ceza kânununun 175. maddesine göre 10 yıl hapis cezası, diğer 9 sanıkla Medine’de bulunan Hayrullah Efendi hakkında da aynı kânunun 45 ve 170. maddelerine göre îdâm cezası verilmesini istedi. Mahmûd ve Nûri paşalar ile Ali ve Necip beyler katle birinci derecede yardımcı ve hazırlayıcı olmakla; üç pehlivan ve Fahri Bey ise katillikle suçlanıyorlardı.
Reis Sürûrî Efendi’nin emri ile ilk önce Pehlivan Mustafa Çavuş’un avukatı Manyâsîzâde Refik Bey dinlendi. Refik Bey müvekkilinin cezasının hafifletilmesini, çünkü büyük yerlerden emir alarak bu fiili işlediğini belirtti. Sonra ayağa kalkan Mustafa Çavuş hazırlık sorgusundaki ifâdesini tekrarladı. Sonra Hacı Mehmed Pehlivan ve Cezâyirli Mustafa Pehlivan da dinlendi. Onlar da katilliği kabul ettiler. Mâbeynci Fahri Bey ise kendisinden önce dinlenen üç pehlivanın katilliği kabul etmeleri hakkındaki ifâdelerini reddederek, eski Hakan’ın şuuruna halel geldiği için intihar ettiği iddiasında bulundu. Fahri Bey’in uzun müdâfaasını dinleyen reis Sürûrî Efendi, Fahri Bey’e; “Sultan Abdülazîz merhumun yanında sultan Selîm’e âid bir palayı Hakan hazretleri şahsını korumak için alıkoymuştu. Niçin palayı ondan aldınız?” diye sordu. Fahri Bey; “Bana palayı almamı emrettiler. Ben de itaate mecbur oldum” dedi. Reis; “Bu palayı kime ve nasıl verdiniz” diye sorunca da; “Pencereden uzatarak bir çavuşa verdim” dedi. Reis; “Cinayetten bir gün evvel sizin Dâmâd Mahmûd Paşa, Dâmâd Nuri Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve İzzet Bey’le karakolda oturup müzâkerede bulunduğunuzu görmüşler. Ne konuştunuz?” diye sorunca; “Ben onların müzâkerelerine katılmadım. Beni sâdece palayı almam için çağırmışlardı” dedi. “Palayı teslim ettiğiniz çavuş kimdi?” diye sorulunca da; “İsmini bilmiyorum” cevâbını verdi. Reis; “Valide Sultan, ifâdesinde pala verilmediği takdirde, zorla alınacağını tehdîd eder tarzda söylediğinizi bildiriyor. Hakan’ın tek müdâfaa vâsıtası olan ve hakkında müşirlerin toplanarak müzâkere ettiklerini söylediğiniz bu palayı nasıl olur da ismini bilmediğiniz bir çavuşa pencereden verirsiniz? Bu ifâdenizi kabul edemem” deyince, Fahri Bey; “Saray askerle kuşatılmıştı. Hepsinin ismini bilemezdim. Verdiğim asker palayı elbette merciine teslim edecekti” dedi.
Sonra binbaşı Necîb Bey ve binbaşı Ali Bey sorguya çekildiler. Her iki binbaşı da katilliği reddettiler. Bunlardan sonra sorguya alınan Dâmâd Mahmûd Paşa’nın sorgusunu, yorulduğu için geri çekilen Sürûri Efendi’nin yerine ikinci reis Hristo Forides yaptı. Dâmâd Mahmûd Paşa da kendine yöneltilen ithamları reddetti. Dâmâd Nuri Paşa’nın sorgusunu da ikinci reis yaptı.
Dâmâd Nuri Paşa ise ifâdesinde; Seyyid Bey’in getirdiği üç pehlivanı, sultan Abdülazîz Han’ın hizmetine tâyin ettiğini, pehlivanlara özel bir talimat vermediğini, pehlivanlar yanına geldiği zaman Dâmâd Mahmûd Paşa, dârüsseâde ağası Süleymân Ağa ve bir iki şahsın hazır bulunduğunu, sultan Abdülazîz Han’ın kendine kastettiği haberi kendine ulaştırılınca, derhâl vak’a mahalline gittiğini ve sabık Hakan’ın husûsî hekimi Dr. Marko Paşa’nın çağrılmasını emrettiğini, orada bulunan Hüseyin Avni Paşa’nın baskısı sebebiyle rapor hakkında Marko Paşa ile diğer doktorlar arasındaki münâkaşayı dinleyip geri çekildiğini söyledi.
Sultan beşinci Murâd’ın ikinci mâbeyncisi Seyyid Bey de ifâdesinde; pehlivanları kendisinin seçmediğini, Midhat Paşa’nın bu pehlivanlar hakkında fikir ve mütalaasını sorunca bildiklerini söylediğini bildirdi. Sonra albay İzzet Bey’in sorgusu yine ikinci reis tarafından yapıldı. Daha sonra Midhat Paşa’nın sorgusuna geçildi. Malta köşkünde dinlenmekte olan Midhat Paşa, elinde defterler, kâğıtlar olduğu hâlde salona girdi. Sorguyu yapacak olan ikinci reis Hristo Forides, isterse oturarak da ifâde verebileceğini söyledi. Fakat Midhat Paşa ayakta ifâde vereceğini söyledi. Ayrıca, bu çeşit mahkemelerin bütün dünyâda kapalı celsede yapılmasının usûl olduğunu, açık celsede muhakeme edilmekten sevinç duyduğunu belirtti.
İkinci reis Hristo Forides’in sultan Murâd’ın sözlü irâdesi üzerine sarayda bir komisyonun kurulup kurulmadığına dâir sorusuna önce cevap vermedi. Fakat daha sonra; bütün nâzırların bir araya gelmesindeki zorluk karşısında o fevkalâde zamanda kendisiyle birlikte Rüşdî Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Mahmûd Celâleddîn Paşa ve Hayrullah Efendi’den müteşekkil bir komisyon kurulduğunu, Fer’iyye’ye naklin sultan Abdülazîz’in kendi isteğiyle olduğunu, pehlivanların tâyini mes’elesiyle ilgili yukarıdaki komisyonun bilgisi bulunduğunu, sultan Abdülazîz’in ölümünü Bâb-ı âli’de iken öğrendiğini ve hemen Fer’iyye karakoluna geldiğini Fahri Bey’in kendisine Hakan’ın intihar ettiğini söylediğini ve buna kendisinin de inanmadığını söyledi. Sorulan bir çok suâlleri reddetti, ithamları inkâr etti. Sanki hiç bir şey olmamış, olmuşsa da pek ehemmiyetsiz şeylermiş gibi davrandı. İlk günün birinci celsesi bitti.
Saat 16. 30’da yarım saat ara verildikten sonra saat 17.00’de reis Sürûri Efendi yerini aldı ve ilk günün ikinci celsesini açtığını bildirdi. Harem ağalarından Reyhan Ağa’yı şâhid sıfatıyla sorguya çekti. Reyhan ağa ifâdesinde; “Sultan merhumu öldürüyorlardı. Fahri Bey, Pâdişâh’ı omuzlarından tutmuş, Cezâyirli Mustafa ile Hacı Mehmed birer bacaklarına oturmuşlardı. Mustafa Pehlivan da kollarını kesiyordu. Ali Bey’le Necib bey yalınkılıç kapıda bekliyorlardı. Bu manzara karşısında aklım başımdan gitti. Her şey bir anda olup bitti. Hemen aşağı kaçtım. Orta katta Arz-ı niyaz kalfa ile Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa’yı konuşurlarken gördüm” dedi. Sonra Rakım Nesîb Ağa dinlendi o da aynı şeyleri söyledi. Sonra dinlenen Nafiz Ağa da aşağı yukarı aynı şeyleri tekrarladı. Ferîd Âğa adında bir harem ağasının İstanbul’da olmadığı için yazılı ifâdesi okundu. Hâriciye kâtiplerinden Mahmûd Celâleddîn Bey dinlendi. Hüseyin Ağa şâhid olarak çağrıldı. Sultan Abdülazîz’in nâşının yıkandığının ertesi günü yıkayan Ömer Efendi’nin nâşda sol memenin civarında kan sızan bir yara gördüğünü, kendisine ve başkalarına anlattığını beyân etti. Fahri Bey’in de ertesi günü kendisine ve başkalarına Abdülazîz Han’ın makasla kollarını keserek intihar ettiğini hiç inandırıcı olmayan bir şekilde naklettiğini söyledi.
Abdülazîz Han’ın cenazesini yıkayan Ömer Efendi, şâhid olarak dinlendi. Ömer Efendi; sultan Abdülazîz’in cesedini bizzat kendisinin yıkadığını, Enderûn ağalarının kendisine yardım ettiklerini anlattı ve ifâdesinin devamında; “Kollarındaki yaralardan başka, sol meme civarında büyükçe bir morluk ve ince bir kesik vardı. Henüz kanıyor gibiydi. Kan yeni durmuştu, ön dişlerinden ikisi kırılmıştı. Sakalının sol tarafı gayr-i muntazam şekilde yolunmuştu” dedi.
Abdülazîz Han’ı gasledenlerden Tahsin Efendi de ifâdesinde; Ömer Efendi nâşı yıkarken odanın kapısı önünde bulunduğunu, Cennetmekânın göğsündeki yarayı ve morluğu bizzat görmediğini, fakat gasletme işi bitince bu durumu Ömer Efendi’nin kendisine anlattığını söyledi. Sultan Abdülazîz Han’ın gaslinde yardım eden 6 Enderûn ağası da Tahsin Efendi gibi uzakta hizmet ettiklerini, göğüsteki yarayı görecek durumda olmadıklarını, fakat Ömer Efendi’nin gasilden sonra bu yarayı kendilerine de anlattığını söylediler. Zevkyâb Kalfa; sultan Abdülazîz’in hizmetindeki hazinedarlardan olduğunu, o gün Fer’iyye’de de hizmet-i şahanede bulunduğunu söyledi. Cezâyirli Mustafa’nın pencereden nasıl atladığını beyân etti. Reis Sürûrî Efendi taşrada hizmette bulunan yüzbaşı Ahmed Efendi ile binbaşı Reşîd Bey’in yazılı ifâdelerini okuttu. Bu subaylar Fer’iyye önünde nöbette bulunduklarını, Dâmâd Mahmûd Paşa’yı Fer’iyye’de; İzzet, Ali ve Necîb beylerle konuşuyorken gördüklerini söylüyor, İzzet Bey’e pala getirilince çok sevindiğini de ilâve ediyorlardı. Yine taşrada vazifeli bulunan yüzbaşılar, Hüseyin ve Osman efendiler ifâdelerinde Pertevniyâl Vâlide Sultan’ın Fer’iyye’den çıkarılıp, Topkapı Sarayı’na götürülürken başörtüsüz olduğunu üzülerek hatırladıklarını beyân ettiler.
Dr. Marko Paşa da ifâdesinde; o zaman kendisinin Mekteb-i tıbbiye-i askeriyye-i şâhâne nâzırı ve Abdülazîz Han’ın husûsî hekimlerinden olduğunu belirttikten sonra; “Evim, Kuzguncuk’ta Çırağan Sarayı’nın tam karşısındaki yalıdır. Yanımızdaki yalı Hüseyin Avni Paşa’nın idi. Paşa, kumandanım ve dostum idi. Evine sıkça giderdim. Sultan Azîz’in Fer’iyye Sarayı’na nakledildiği 48 saat içinde dürbünle oraya bakmaktan kendimi alamazdım. O sabah Fer’iyye’nin rıhtımında olağan olmayan hareket gördüm. Yanımda hanımım da vardı. Yükselen sesleri bile duyabiliyorduk. Pencereden birisinin atladığını gördüm. Az sonra da saraydan çağrıldım ve hüzün verici hakîkati öğrendim. Hâdise yerine vardığımda bir çok doktor vardı. Onlara muayene ediniz. Raporu yazınız ben imzalarım dedim” dedi. Otopsi ve tıbbî tahkikat yapıldı mı sorusuna; “Her ikisi de yapılmadı, öyle istenmiş, bir de rapor yazılmıştı. Rapora pek bakmadan imzaladım. Çok kalabalıktı. Nâzırlardan Hüseyin Avni Paşa’yı, Mehmed Rüşdî Paşa’yı, Dâmâd Mahmûd Paşa’yı hatırlıyorum. Midhat Paşa da orada imiş ama gözüme çarpmamıştı. Ne yapıldı ise Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle yapıldı. Nasıl istedi ise öyle hareket ettik” dedi.
Dr. Kastro Bey ifâdesinde; “Cennetmekân’ın bize sâdece kolları gösterildi. Sol koldaki ceriha (yara) beş santim uzunluğunda ve üç buçuk santim derinliğinde idi” dedi ve Dr. Marko Paşa’nın söylediklerini tekrarladı. Reis Sürûrî Efendi, birinci günün ikinci celsesini de kapattı ve muhakemeye ertesi günü sabah 11.00’de devam edeceğini bildirdi.
Ertesi gün bildirilen saatte Sürûrî Efendi celseyi açtı. Dinleyicilerin daha kalabalık olduğu dikkati çekiyordu. İlk önce Rumeli kazaskeri Tosyalı Mustafa İzzet Efendi’nin, Pâdişâh’ın şuuruna halel geldiği için intihar ettiğine dâir sâdece Fahri Bey’in şehâdetine dayanılarak hazırladığı raporu, Hüsnü Efendi’nin düzenleyip şeyhülislâm Hayrullah Efendi’nin imzaladığı olayın intihar olduğuna dâir ve yine Fahri Bey’in ifâdesine dayanan şerî îlâm okundu. Şâhid olarak dinlenen Hüsnü Efendi, îlâmın, cesed defnedildikten bir gün sonra hazırlandığını, bir gün evvel defnedildiği için görülmesi ve muayenesi mümkün olmadığından, Fahri Bey ne söylediyse onun îlâma geçirildiğini, başka şahidin kendisine dinletilmediğini beyân etti. Mustantık (sorgu hâkimi) Mustafa Efendi şâhid olarak dinlendiği ifâdesinde; zabtiye nâzırı Abdi Paşa’nın emriyle Fahri Bey’in ifâdesini aldığını, kendisine başka şahidin dinletilmediğini söyledi. Reis Efendi, Fahri Bey’e Mustafa Efendi’nin ifâdesinin doğru olup olmadığım sorunca, Fahri Bey doğru olduğunu tasdik etti. Yahûdî Dr. Merkel; raporu imzalayan ve Fer’iyye karakoluna ilk gelen doktorlardan olduğunu, ancak iki saat bekletildiğini, diğer doktorlar geldikten sonra Dâmâd Mahmûd Paşa’nın kendilerini cesedi görmeye davet ettiğini, yalnız kollarını gösterdiklerini ve çok acele bakılmasının istendiğini, sonra Pâdişâh’ın vefât ettiği odaya götürüldüklerini, orada bir subayın doktorları görünce; “Ben öldürmedim” diye bağırdığını, bunun üzerine Mahmûd Paşa’nın onu; “Sana kim Pâdişâh’ı öldürdün diyor” diye azarladığını söyledi. Sultan Murâd’ın başmâbeyncisi İbrâhim Edhem Bey; Topkapı Sarayı’na götürüldüğünde sultan Abdülazîz Han’a yemek verilmediğini, bunun için kendisinin Dolmabahçe’ye gidip Nuri Paşa’ya müracaat ettiğini söyleyerek, devamla; mâbeyn müşiri paşa bu işin kendisine âid olmadığını, saraydaki nâzırlar toplantısından çıkan Hüseyin Avni Paşa’nın da yemek verilmesi işini husûsî komisyonu teşkil eden nâzırlara açacağını söylediğini beyân etti. Mâbeyn-i hümâyûn başhademesi Ahmed Ağa; “Üç pehlivanı Nûrî Paşa’nın odasına soktum, Odada Seyyid Bey’le dârüsseâde ağası Süleymân Ağa da vardı. Kendilerine 130’ar altın aylık verileceğini ve mabeynci sıfatı takılacağını öğrenerek şaştım” dedi.
Sonra Pervin Felek Hanım’ın yazılı ifâdesi okundu. Abdülazîz Han’a âid eşya bir büyük atlas bohçadan çıkarılarak teker teker gösterildi. Pâdişâh’ın üzerinden çıkarılan kanlı çamaşırlar, üzerine örtülen perdeler bu bohçanın içindeydi. Mintanla gömleğin kalbe isabet eden yerinde bir yırtık görülüyordu.
Reis Sürûrî Efendi, iki günden beri dinlenen şâhidlere, sanıkların itirazlarını dinleteceğini bildirdi. Mustafa ve Mehmed pehlivanlar, bir itirazda bulunmadılar. Cezâyirli Mustafa şâhidlerin yalan söylediklerini iddia etti. Fahri Bey kendisinin katiller arasında bulunduğuna dâir bütün şâhidleri reddetti. Necîb Bey, Reyhan Ağa’nın kendisine o zamandan garazı olduğunu söyleyerek hakkında yaptığı şehâdetin yalan olduğunu beyân etti. Seyyid Bey bir itirazı olmadığını bildirdi. Ali Bey, Edhem Bey’in kendisine izafe ettiği şeyleri söylemediğini iddia etti. Nuri ve Mahmûd paşalar aleyhlerindeki şehâdetleri kabûl etmediler.
Reis, sanık avukatlarının savunmalarına başlayabileceklerini bildirdi. İlk sözü Yeni Osmanlılardan olan Manyâsîzâde Refik Bey aldı. Midhat Paşa ile ilgili savunmasını okudu. Avukat Mehmed Ali Efendi söz alıp, Fahri Bey’le Cezâyirli Mustafa’yı savundu. Bir bahçıvana 100 altın lira maaş verilmesinin tabii olduğunu, Hakan’ın tırnağı zor kesen bir makasla iki kolunu birbiri ardınca üç santim derinliğinde kestiğini anlatmaya çalıştı. Başmüdde-i umûmî (savcı) söz istiyerek şiddetli bir cevap verdi. Sonra Dâmâd Mahmûd Paşa söz aldı. Müdâfaasını şahsen yapacağını söyledi. Sultan Abdülazîz Han’ın hal’i işinde rolü olmadığını, tahttan indirildikten sonra öğrendiğini, Sultan’ın hal’ keyfiyetinin dört kişinin işi olmadığını, millî arzunun, umûmî efkârın baskısı neticesi olduğunu söyledi. Sıkıntı ve asabiyet içinde oturdu ve terini sildi. Binbaşı Necîb Bey ayağa kalkarak kendini savundu. Sonra Midhat Paşa salona alındı. Midhat Paşa özel bir husûmeti olduğu için Sürûrî Efendi’yi hâkimlikten reddetti. Sürûrî Efendi de adaletin yerini bulması ve sanığın savunmasını tam yapması için kürsüyü terk ederek reisliği Hristo Forides’e bıraktı. Hristo Forides başkanlık kürsüsüne geçtikten sonra, Fahri Bey, Ali Bey, İzzet Bey savunmalarını yaptılar. Bunları dikkatle dinleyen Midhat Paşa söz aldı. Sultan Abdülazîz Han ve hânedân aleyhine söylediği iddia edilen sözleri ve gazetelerde hakkında çıkan yazıları reddetti. Midhat Paşa, mahkeme hey’etini hafife alıcı davranışlardan sonra reis Hıristo Forides ile açık münâkaşaya girişti. Reis ihtar ederek müdâfaasını yapmasını söyledi. Dört defa söylemesine rağmen reddetti. Bunun üzerine Reis mahkemeye son verildiğini söyledi ve hey’et müzâkere odasına çekildi. Bir saat sonra Hristo Forides’in başkanlığında ikinci celse açıldı. Kararları başkâtib Emrullah Efendi okudu. Hey’et, davacıları ve müdafileri dinledikten ve bütün evrak ve vesikaları tedkîk edip görüştükten sonra, kararnamede zikredilecek sebeplere dayanarak; Yozgatlı Mustafa, Cezâyirli Mustafa ve Mehmed pehlivanlarla Fahri Bey’in cinayet işlediklerine, Midhat, Mahmûd, Nûrî paşalar ile Ali ve Necîb beylerin bu cinayette cürüm ortağı olduklarına, Seyyid ve İzzet beylerin cinayete yardımcı olduklarına ekseriyetle hükmetmişti. Bunu müteakip Reis, ertesi gün saat on birde, cezanın mikdârını tâyin ve tesbit ile mahkemenin hüküm neticesini bildireceğini söyleyerek, saat yirmide celseyi tatil etti.
29 Haziran 1881 Çarşamba günü saat 11.00de reis Sürûrî Efendi; “Dün bir rahatsızlık sebebiyle müşâvereden sonra reisliği mahkemenin karârını tebliğ etmiş bulunan Hristo Forides’e terketmiştim. Bugün mahkeme, müdde-i umûmî (savcı) beyle müdafileri dinledikten ve yeniden müşâverede bulunduktan sonra hak edilen cezaların mikdârını açıklayan hükmünü beyân edecektir. Söz savcınındır” dedikten sonra duruşmayı açtı. Savcı bir gün önce verilen karârı hatırlattıktan sonra, sanıklar hakkında ceza kânununun ilgili maddelerinin tatbikini taleb etti. Sonra söz alan sanık avukatları müvekkillerini savundular. Sıra Dâmâd Mahmûd Paşa’nın avukatı Kostakisardinski’ye gelince, Mahmûd Paşa avukatın sözünü keserek kendi durumunun ceza kânununun, bir âmirin emrindeki kimseleri suça zorlamakla ilgili 184. maddesine uyduğunu söyledi. Bundan sonra hâkimler yarım saat için çekildiler. Bu müddet sonunda reis Sürûrî Efendi ikinci celseyi açtı ve verilen cezaları bizzat okumaya başladı.
Karâra göre; Mustafa Pehlivan, Mehmed Pehlivan, Cezâyirli Mustafa Pehlivan, Fahri Bey, Ali Bey, Necib Bey, Dâmâd Mahmûd Paşa ve Nuri Paşa idama; Seyyid Bey ve İzzet Bey on’ar sene hapse mahkûm edildiler. Mahmûd Paşa ve Nûri Paşa hakkındaki karar ekseriyetle alındı. Temyiz yolu açık olmak şartıyla sekiz günlük müddet tanındı. Celse tatil edildi. Mahkûmların hepsi çıkarıldı ve Sürûrî Efendi çekildi. İkinci celseyi başkan olarak Hristo Forides açtı. Cinayete ortak olduğu anlaşılan, fakat cezası tesbit edilmemiş olan Midhat Paşa içeri alındı. Kendisini savunmak için söz verildi. Midhat Paşa ve avukatı sözlerini bitirdikten sonra, hâkimler karar için çekildiler. Hristo Forides tekrar celseyi açtığında, Midhat Paşa’nın ekseriyetin kararıyla îdâma mahkûm edildiğini, temyiz yolunun açık olduğunu itiraz için sekiz gün mühlet verildiğini açıkladı. Sultan Abdülazîz Han’ın katlinde dahli bulunanlardan Hüseyin Avni ve Kayserili Ahmed Paşa mahkemeden önce öldükleri için haklarında işlem yapılmadı.
Midhat Paşa, 6 Temmuz 1881 tarihli dilekçesi ile temyize başvurdu. Kendisinin sultan Abdülazîz Han’ın öldürüldüğü odaya asla girmediğini, esasen hakkında böyle bir iddia da bulunmadığını, bu sebeple 45. maddenin kendisine uygulanamıyacağını, ayrıca o târihte nâzır (bakan) olduğu için istinaf cinayet mahkemesinde yargılanamıyacağını, kendisi ve Rüşdî Paşa hakkında dîvân-ı âlî kurularak muhakeme edilmelerinin anayasa hükmü olduğunu bildirdi.
Bu îtirâz üzerine 8 Temmuz’da; reis Lebib Efendi’nin başkanlığında ikinci reis Mustafa Hâşim Efendi (maarif nâzırı) ve âzâlar; Mahmûd Mazhar, Hüseyin Rızâ, Ahmed Rauf, Osman Reşâd, Rüşdî, İkyadis ve Nikolaki Yorgiadis efendilerden meydana gelen temyiz mahkemesi ceza dâiresi toplanarak, Midhat Paşa’nın îtirâzını değerlendirdi. Taleplerinin reddine karar verdi. Mahmûd ve Nûrî paşaların cezalarının hafifletilmesinin karârı ile temyiz ceza dâiresinin tasdikine âid iki îlâm adliye nezâretine gönderildi. Adliye nâzırı Ahmed Cevdet Paşa ve başvekil ünvânıyla sadrâzam olan Küçük Saîd Paşa de ilâmları göndererek vükelâ hey’etinde (bakanlar kurulu) görüşülmesini istedi. 14 kişiden meydana gelen vükelâ hey’eti toplandı. Görüşmelerden sonra, kaleme alınan mazbatada; sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesinin devlet için büyük felâketlere yol açtığı ve bütün felâketlerin kaynağının Abdülazîz Han’ın hal’i olduğu belirtildi. Ayrıca mahkeme kararlarını değiştirmeye kendinde selâhiyet ve lüzum da görmeyen vükelâ hey’eti, cezaların affı veya hafifletilmesinin Kânûn-i esâsiye göre Pâdişâh’ın yetkisi dâhilinde olduğunu belirtti.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, mahkeme kararlarının şerîât hükümleri bakımından incelenip, bir rapor hâlinde kendisine sunulmasını irâde etti. 19 Temmuz 1881’de şeyhülislâm başkanlığında toplanan ulemâ meclisi; şer’î bir sebeb olmaksızın halîfeyi hal’ ve katl ile, hazîne malını aralarında paylaşarak yağma eden, İslâm ülkelerinin tahribine sebeb olan kimselerin, halîfe tarafından katle kadar cezalandırılmalarının meşru olduğuna dâir bir rapor düzenleyerek Pâdişâh’a sundu.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han nâzırlar dışında bir çok devlet adamının katılmasıyla Yıldız Sarayı’nda bir fevkalâde hey’etin toplanmasını istedi. Hey’ette başvekil Saîd Paşa da bulunacaktı. Bu hey’et mahkeme kararlarının aynen tatbiki veya değiştirilmesi hakkında tek tek tekliflerini Pâdişâh’a arz edecekti. 9 Temmuz günü Yıldız Sarayı’nda müzâkere başladı. Hey’ete eski sadrâzamlardan Safvet Paşa başkan seçildi. Müzâkereler sonunda 25 kişilik hey’etten 15 kişi kararların aynen uygulanmasını, 10 kişi ise, cezaların hafifletilmesini yâni idamların müebbed hapse çevrilmesini istedi. 14’ü mülkiye, 10’u asker, 1’i ilmiyeden olan bu 25 kişi ayrı ayrı birer kâğıda kısaca, şahsî mütâlâalarını da el yazıları ile yazıp imzalayarak Pâdişâh’a verdiler.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, fevkalâde hey’et üyelerinin mütâlâalarını tek tek inceledikten sonra, kendi yetkisine dayanarak îdâm cezalarının hepsini müebbed hapse çevirdi. Böylece 9 îdâm hükümlüsü ve Yıldız mahkemesinde hüküm yememekle beraber aynı statüde olan Manisa’daki Rüşdî Paşa ile Medine’deki Hayrullah Efendi’nin cezaları müebbed hapis oldu. Mahkûm olanların hepsi askerî ve sivil rütbelerini, nişanlarını ve madalyalarını kaybediyorlardı. Mahkûmların on birinin de cezalarını Hicaz eyaletindeki yazlık şehir olan Tâif’in kalesinde çekmeleri kararlaştırıldı. Medine’deki eski şeyhülislâm Hayrullah Efendi de Taife gönderildi. Ömrünün son aylarını yaşayan Rüşdî Paşa’nın malikânesinden çıkmamak şartıyle Manisa’daki çiftliğinde yaşamasına müsâade edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mir’ât-ı Hayret (Midhat Paşa, İstanbul-1925)
2) Hal’ler-İclâslar (Mehmed Memdûh Paşa, İstanbul-1329)
3) Bir Hakîkatin Tezâhürü (Sir Henri Elliot, İstanbul 1946)
4) Üss-i İnkılâb (Ahmed Midhat Efendi)
5) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Uzunçarşılı, Ankara-1967)
6) Bir Darbenin Anatomisi (Y. Öztuna)
7) Midhat ve Rüşdî Paşaların Tevkiflerine Dâir Vesikalar (Uzunçarşılı-1988)
8) Eshâb-ı Kiram; sh. 284
9) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 267

YILDIRIM BEYAZIT HAN


Babası.................... : Murâd-ı Hüdâvendigâr
Annesi.................... : Gülçiçek Hâtûn
Doğumu.................. : 1360
Vefâtı..................... : 1403
Tahta Geçişi............ : 1389
Saltanat Müddeti..... : 13 sene
Osmanlı sultanlarının dördüncüsü. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın oğlu olup, 1360’da Orhan Gâzi vefât ettiği sırada, Gülçiçek Hâtun’dan doğdu. Şehzâde Bâyezîd, küçük yaştan itibaren zamanın en mümtaz âlimlerinden olan Bursa kâdısı Koca Mahmûd, kazasker Çandarlı Halil ve Karamanlı Molla Rüstem’den ilim öğrendi. Meşhur kıraat âlîmi Muhammed Cezerî’den kıraat ilimlerini tahsil etti. Babasının seçme silahşörlerinden askerlik eğitimi gördü ve değerli kumandanlarından sevk ve idare dersleri aldı. 1381 yılında devlet idaresini öğrenmesi için Kütahya’ya vâli tâyin edildi. Şehzâde Bâyezîd haçlı ordusu ile 1389’da yapılan Birinci Kosova savaşına katılarak, kardeşi şehzâde Yâkûb ile beraber büyük kahramanlık gösterdi. Babası bir Sırplı tarafından savaş alanında şehîd edilince, devlet ileri gelenlerinin müşterek karârı ile Osmanlı tahtına çıktı.
Anadolu beylikleri, sultan Murâd Han’ın şehâdetinden sonra, Karamanoğlu Alâeddîn Ali Bey liderliğinde yeni Osmanlı sultânı Bâyezîd’e karşı cephe almaya başladılar. Yıldırım Bâyezîd, Anadolu’ya geçmeden önce Rumeli’de bâzı tedbirler aldı. Sırp hududunda Üsküp ve havâlisinde Paşa Yiğit’i, Niğbolu’da Fîrûz Bey’i bıraktıktan sonra Evrenos Bey’i Serez Karargâhına göndererek Vodine ile Çıtroz’un feth edilmesini emretti. Üsküp ile Niş arasına Türk ve Tatar muhacirlerini yerleştirdi. Bâyezîd Han ayrıca kendisini tebrike gelen Venedik ve İtalyan elçileriyle, daha önceki ticâret andlaşmalarım yeniledi ve Bizans tarafını da emniyete aldıktan sonra, Anadolu’ya geçti.
Anadolu’ya geçtikten sonra Candaroğlu Süleymân Paşa’nın yardımını te’min eden Bâyezîd, önce Germiyan beyliği üzerine gitti. Germiyanoğlu Yakûb Bey’i yakalayarak vezîri Hisar Bey’le beraber Rumeli’de İpsala kalesine hapsetti. Denizli’yi de aldıktan sonra, sırasıyla Aydın, Menteşe, Saruhan beylikleri topraklarını da kısa sürede zaptetti (1390). Böylece sefer sonunda Latinlerin elindeki İzmir hâriç, bütün Batı Anadolu Osmanlı hâkimiyetine girdi. Sultan Bâyezîd Han, oğullarından Süleymân Çelebi’ye Saruhan, Ertuğrul Çelebi’ye ise Aydın ilinin idaresini verdi. Kütahya merkez olmak üzere Anadolu beylerbeyliği kuruldu ve bu vazîfeye Kara Tîmûrtaş Paşa tâyin edildi. Sultan Bâyezîd daha sonra Rumeli’ye döndü.
Batı Anadolu’yu ele geçiren Yıldırım Bâyezîd, Ege ve Akdeniz sahillerinde uzun bir kıyı şeridine sâhib oldu. Bu durum da, Osmanlı Devleti’nin denizciliğe önem vermesine ve Osmanlı denizciliğinin temellerinin atılmasına sebeb oldu. Sarıca Paşa kumandasında 60 parçalık Osmanlı donanması, Sakız ve Eğriboz adaları ile Ege denizindeki Venedik kıyılarına seferler düzenledi.
Sultan Bâyezîd, ertesi sene ikinci Anadolu seferine çıkarak Karamanoğlu’nun üzerine yürüdü. Çünkü Karamanoğlu Alâüddîn Bey, sultan Murâd’ın ölümü üzerine Osmanlı topraklarına saldırarak bir çok zâyiât verdirdiği gibi bâzı şehirleri de ele geçirmişti. Sultan önce Hamîdoğulları üzerine yürüdü ve bir çok yeri alarak oğlu Îsâ Bey’e verdi. Antalya’yı ele geçirerek Osmanlı Devleti’ne bağlı bir sancak hâline getirdi (1391). Karaman topraklarına giren Pâdişâh’ın karşısına çıkmak istemeyen Alâüddîn Bey, Taşeli’ne kaçtı. Osmanlı ordusu, Konya önlerine gelerek şehri kuşattı. Muhasara sırasında sultan, babasının yaptığı gibi halkın hiç bir şeyine dokunulmamasını emretti. Karamanoğlu Alâüddîn Bey, Osmanlı ordusuna karşı Sivas hükümdarı Kâdı Burhâneddîn’den ve Candaroğlu Süleymân Paşa’dan yardım istedi. Fakat yardım gelmeyince sultan Bâyezîd’den sulh istemek mecburiyetinde kaldı. Bu sırada Rumeli’de bâzı olayların çıkması üzerine Yıldırım Bâyezîd Karamanoğlu ile anlaşmayı kabul etti. Karamanoğlu, Osmanlı Devleti’nden aldığı Akşehir ve Beyşehir’i geri verecek, Çarşamba suyu iki devlet arasında sınır kesilecekti. Andlaşmanın sağlanmasından sonra, bu tarafların idaresine Sarı Tîmûrtaş Paşa’yı tâyin eden Bâyezîd, Bursa’ya döndü. Yıldırım Bâyezîd, Karaman seferinde iken, Bizans İmparatoru beşinci Yuannis İstanbul surlarını tamir ettirmiş ve gerektiğinde sığınmak için muhkem bir kale yaptırmıştı. Sefer dönüşü durumu öğrenen Yıldırım Bâyezîd, bunların derhâl yıkılmasını, aksi takdirde yanında bulunan saltanat ortağı Manuel’in gözlerine mil çekileceğini bildirince, Bizans imparatoru yaptırdığı yerleri yıktırmak mecburiyetinde kaldı,
Yine Yıldırım Bâyezîd’in Anadolu seferinde bulunduğu sırada Eflâk prensi Mirça, Osmanlı sınırını geçerek Karinabad’a kadar olan bölgede yağmalama hareketinde bulunmuştu. Sefer dönüşünde hemen Rumeli’ye geçen Pâdişâh, Edirne’de kuvvetlerini toparladı ve Niğbolu ile Silistre’den Eflâk içlerine akıncıları gönderdi. Mirça, akıncılarla Arkuş ovasında yaptığı muhârebede mağlûb olarak teslim oldu ve tecâvüzü sırasında aldığı esirler ile malları geri verdi. Bir müddet Bursa’da bırakıldıktan sonra, her sene Osmanlı hazînesine üç bin duka altın vermek ve Macarlar üzerine yapılacak seferlerde Osmanlı ordusuna yardım etmek kaydıyla serbest bırakıldı ise de, memleketine döndükten sonra sözünde durmayarak, Macarlarla anlaştı.
Diğer taraftan Karaman seferinde Osmanlı pâdişâhının yanında yer alan Manuel, babası imparator beşinci Yuannis’in ölümü üzerine Bâyezîd Han’ın iznini almaksızın İstanbul’a giderek Bizans tahtına oturdu. Yıldırım Bâyezîd Edirne’ye girdiği sırada, yeni Bizans imparatorunun mektubunu Macar kralı Sigismund’a götüren bir adam yakalanmıştı. İmparator, nâmesinde Türklerin Macaristan’a sefer yapacağını bildiriyordu. Bunun üzerine Rumeli beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa’nın teşvikiyle Macaristan’a yapılacak seferden vazgeçilerek, İstanbul muhasarasına karar verildi. Bâyezîd bu karârını gizliyerek imparatordan Macaristan seferi için kuvvet göndermesini istedi. Vâdedilen kuvvetlerin gelmemesi üzerine Gelibolu’da bulunan Osmanlı donanmasına İstanbul üzerine hareket emri verildi, İstanbul’un karadan muhasarasına Ali Paşa serdâr tâyin edildi. İmparator Manuel, İstanbul’un Osmanlı ordusu tarafından kuşatılması üzerine, Papa’ya, Fransa ve Macar krallarına birer mektup göndererek yardım istedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd ise, Silivri kasabasını feth etti. Ayrıca Turhan Bey’i Karadeniz sahilindeki Bizans köyleri üzerine gönderdi. İmparator Manuel, İstanbul’da bir Türk mahallesi kurulmasını ve Haliç’in kuzeyinde bir Türk garnizonunun bulunmasını kabul edince kuşatma kaldırıldı. Ayrıca, Bizans’ın her sene verdiği vergi arttırıldı.
1392’de Anadolu’da Osmanlı Devleti aleyhine bâzı hareketler baş gösterdi. Kastamonu’da hüküm süren Candaroğlu Süleymân Paşa, Osmanlı Devleti ile olan ittifakını bozarak Kâdı Burhâneddîn tarafına geçmişti. Ayrıca Osmanlılar tarafından bağımsızlığına son verilen bir çok Türkmen beyini de barındırıyordu. Bu yüzden sultan Bâyezîd Kastamonu üzerine yürüdü. Durumu öğrenen Süleymân Paşa, Karamanoğlu ile Kâdı Burhâneddîn’den yardım istedi. Kâdı Burhâneddîn, yardım hazırlığında iken Yıldırım Bâyezîd Kastamonu’yu aldı ve yapılan harpte Süleymân Paşa öldü. Böylece Candaroğufları beyliğinin Kastamonu şubesi Osmanlı Devleti’nin eline geçti. Bu sırada Macar kralı Sigismund, Sultan’ın Anadolu seferinde olmasından faydalanarak, Bulgaristan topraklarına girdi ve Niğbolu’yu ele geçirdi. Durumdan haberdâr olan Yıldırım Bâyezîd Han bölgeye asker sevk etti. Sigismund da kendisini sıkıştırmakta olan kuvvetlerin tuzağına düşmemek için, Niğbolu’yu da boşaltarak adetâ bozgun hâlinde geri çekildi.
Kastamonu’nun Osmanlı topraklarına katılmasından sonra, bölgede ve Yeşiırmak tarafında bulunan Kâdı Burhâneddîn’in nüfuzu altındaki beyler Kâdı’yı tutmadıklarından Osmanlı hâkimiyetini tanıyınca, iki hükümdarın arası açıldı. Nitekim 1392 Temmuz’unda Çorum sahrasında bulunan ve Osmanlıların elinde olan Kırkdilim kalesi önünde Kâdı Burhâneddîn kuvvetleri ile Yıldırım Bâyezîd’in oğullarından Aydın sancakbeyi olan şehzâde Ertuğrul’un kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri karşılaştı. Üç gün süren muhârebe neticesinde Osmanlı kuvvetleri mağlûb oldu ve şehzâde Ertuğrul vefât etti. Bu galibiyetten sonra Kâdı Burhâneddîn, Osmanlı Devleti himayesindeki Amasya’yı ele geçirmek için harekete geçti. Fakat Osmanlı kuvvetlerinin Merzifon’a gelmesi üzerine, harbe girmeye cesaret edemeyerek Sivas’a döndü. Amasya emîri Ahmed Bey, Kâdı Burhâneddîn’in kendisi ile mücâdelesinden bıktığı için Yıldırım Bâyezîd’e müracaat ederek, Amasya’yı Osmanlı Devleti’ne bırakmak istediğini, buna karşılık başka bir bölgede kendisine sancak verilmesini rica etti. Bunun üzerine Osmanlı ordusu Amasya’ya girdi (1393) ve şehzâde Çelebi Mehmed, Amasya vâlisi tâyin edildi.
Yıldırım Bâyezîd Han, Anadolu birliğini sağlamaya çalışırken, Osmanlı akıncıları Rumeli’de faaliyetlerine devam ediyordu. Şehzâde Süleymân Çelebi kumandasında Bulgaristan üzerine gönderilen kuvvet, 1393’de üç aylık bir muhasaradan sonra Temmuz ayında başkent Tirnova’yı feth ederek Bulgar Devleti’ne son verdi. Bu durum Osmanlı Devleti ile Macarları komşu yaptı. 1394 senesinde Selanik ve Yenişehir fethedildi. Diğer taraftan Bizans imparatorunun anlaşma şartlarına uymaması ve Avrupa devletlerinden yardım istemesi üzerine, 1395’de İstanbul ikinci defa kuşatıldı. Kuşatma devam ederken Osmanlı Devleti’nin Avrupadâki fetihleri, başta Papa olmak üzere, bütün hıristiyan devletlerini telâşa düşürdü. Macar kralı Sigismund ile Bizans kayseri ikinci Manuel’in Avrupa devletlerinden yardım isteyerek, Papa’yı bir haçlı seferine davet etmeleri, tahtlarını tehlikede gören krallar ile şato ve malikâne sahibi derebeyleri, hıristiyan keşiş, papaz ve İslâm hilâlinin haçlı salîbini ezeceği kuşkusuna kapılanları harekete geçirdi.
İttifakın kurulması için Papa yoğun bir faaliyete girdi. Teşebbüsleri müsbet netîce verdi ve bütün Avrupa milletleri silâha sarıldı. Fransa, İngiltere, İskoçya, Almanya, Polonya, Bohemya, Avusturya, Macaristan, İtalya, İsviçre, Belçika ve diğer Avrupa memleketleri yanında Venediklilerle, Rodos kuvvetleri Macar kralı Sigismund kumandasında toplandı. Mevcudu yüz binden fazla olan haçlı ordusu ikiye ayrılarak Osmanlı topraklarına girdi. Asıl büyük kol Macar kralı Sigismund kumandasında idi. Önce Sırbistan istikâmetinde yürüyerek Tuna vadisine vardı ve nehrin sol kıyısını takip ederek Osmanlı topraklarına girdi. Daha sonra Tuna’yı geçerek, Vidin, Orsova ve Rahova şehirlerini ele geçirdi. Sultanın müslüman kavimlerden asker toplamaya gittiğini zanneden kral Sigismund yaptığı bir konuşmada, gelecek yazı Suriye’de geçirmekten ve Kudüs’ü kurtarmaktan bahsediyordu. Haçlı ordusunun Osmanlı topraklarına geçtiğini haber alan Yıldırım Bâyezîd Han ise, İstanbul kuşatmasını hafifleterek, kuvvetlerini Edirne’de topladı. Kara Tîmûrtaş Paşa ve şehzâdelerin kumandasındaki Anadolu birlikleri de, sür’atle hareket ederek Edirne’de Sultan’a yetişti. Yıldırım Bâyezîd, hızla Niğbolu’ya ilerlerken, Tırnova da, haçlı ordusunun gıda ihtiyâcını karşılayan öncü birliklerle karşılaştı. Bunların çoğu yakalandı. Kaçanlar Osmanlı ordusunun hızla geldiğini haber verdiler. Bu beklenmeyen bir durum olduğundan, mareşal Bubiko, Bâyezîd Han’ın bu kadar kısa zamanda Tırnova’ya gelebileceğine inanmadı. Türklerin harp kabiliyetini bilen kral Sigismund, öncü kuvvetleri göndererek derhâl durumu araştırdı. Gâzi Evranos kumandasındaki Osmanlı öncüleri, bunları te’sirsiz hâle getirdi.
Osmanlı ordusu öncü kuvvetleri Niğbolu ovasına yavaş yavaş yayılmaya başlayınca, şaşkına dönen haçlı ordusu, silâh başı yaptı. Kral Sigismund bir harb dîvânı toplayıp harb nizâmı tesbit etti. Osmanlı harb nizâmını iyi bilen Sigismund, yeniçeri kuvvetlerinden meydana gelen merkeze karşı asıl kuvvetlerin kullanılmasını ve Fransız kuvvetlerinin geride bırakılmasını teklif etti. Ancak Osmanlı ordusunun sâdece Fransız kuvvetleri ile yenileceğini savunan Korkusuz Jean, harb nizâmını kendisinin tesbit ettiğini söyleyince, Sigismund bunu kabul etmek zorunda kaldı.
25 Eylül 1396 sabahı iki ordu karşı karşıya geldi. Osmanlı ordusunun sol kanadında Süleymân Çelebi kumandasındaki Rumeli askerleri, sağ kanadında şehzâde Mustafa Çelebi ve Anadolu beylerbeyi Kara Tîmûrtaş Paşa kumandasındaki Anadolu askeri, merkezde ise, yeniçeriler yer alıyordu. Tımarlı sipâhîler sağ ve sol yanlara yerleştirilmişti. Muhârebe; Fransız süvarilerinin taarruzuyla başladı. Üç saat kadar süren muhârebede Fransız süvârîleri tamamen imha edildi. Yeniçeriler hafif piyade olduğundan, ağır zırhlı şövalyelere büyük bir üstünlük sağladılar. Taarruza geçen Osmanlı ordusu, haçlıları büyük bir bozguna uğrattı. Binlerce haçlı askeri ya muhârebe meydanında, veya kaçarken Tuna nehrinde boğulup öldü. Kral Sigismund canını güçlükle kurtardı.
Yıldırım Bâyezîd Han, Niğbolu zaferinden sonra, Edirne’ye döndü. Akıncılar Macaristan içlerine büyük akınlar düzenlediler ve pek çok ganimetle döndüler. Sultan, Bizans imparatoru Manuel’in haçlı ittifakının teşvikçisi olduğundan, Bizans’ın Karadeniz ile olan bağlantısını kesmek istedi ve Boğazın Anadolu yakasına Anadolu Hisarı’nı inşâ ettirdi. Sonra İstanbul muhasarasını şiddetlendirdi (1397). Muhasara devam ederken. Sultan, Yunanistan’a bir sefer düzenledi. Bu sefer Despot Teodoros’un Osmanlı Devleti’ne terketmeyi kabul ettiği yerleri vermemesi üzerine açıldı. Yıldırım Bâyezîd; Taselya, Yenişehir ve Farsala’yı aldıktan sonra hiç mukavemetle karşılaşmadan orta Yunanistan’a indi ve bölgedeki bâzı dukalıkları feth ederek geri döndü. Teodoros’a Osmanlı hâkimiyetini kabul etmeye mecbur bırakmak için Turhan Bey’i Mora içlerine akın yapmakla vazifelendirdi. Yapılan akınlar, bu bölgede sömürgeleri olan Venediklileri de korkutmuştu. Bunun neticesinde Teodoros eskisi gibi Osmanlı hâkimiyetini tanımaya ve vergi vermeye mecbur kaldı. Daha sonra Niğbolu muhârebesi esnasında, Ankara’yı basıp Sarı Tîmûrtaş Paşa’yı esir alan Karamanoğlu Alâeddîn Bey üzerine yürüdü. Ali Bey, Sultan’a anlaşma teklif etti ise de kabul edilmedi. Yapılan hazırlıklar neticesinde iki ordu Akçay ovasında karşılaştı. Osmanlı ordusunun gâlib olduğu bir savaşta Ali Bey kaçtı ise de yakalanarak îdâm edildi. Yıldırım Bâyezîd Konya’yı ele geçirdikten, sonra, Karamanoğullarının merkezi olan Lârende’yi de aldı. Böylece Karamanoğullarına âid şehirlerden Konya, Lârende, Niğde, Develi, Karahisar, Osmanlılara geçti. Karamanoğulları ailesinin diğer kolundan gelen beylere ise, Mut, Ermenek, Taşeli, İçel şehir ve kaleleri kaldı. Sultan Bâyezîd’in Karamanoğullanın ortadan kaldırması, Kâdı Burhâneddîn’i telâşlandırdı.
Karaman mes’elesini hâlleden sultan Bâyezîd Han, 1398 ilkbaharında Canik beyi Kubadoğlu üzerine asker sevk ederek, bu beyliğin merkezi olan müslüman Samsun’un Osmanlı topraklarına katılmasını sağladı. Samsun ve havalisi sancak hâline getirilerek, Bulgar kralı Şişman’ın müslüman oğlu buraya vâli tâyin edildi. Canikoğu Hanının topraklarının Osmanlı hâkimiyetine girmesi üzerine Çarşamba, Terme ve taraflarına hâkim olan Tâcüddînoğlu Mahmûd ve Alparslan beyler, ordu emiri Hacı Emirzâde Süleymân Bey ve Bafra hâkimi Taşanoğulları Osmanlı tâbiiyyetine girdiler. Böylece Osmanlı sınırı Trabzon Rum İmparatorluğu sınırına ulaştı. Bu sırada Sivas hâkimi Kâdı Burhâneddîn Akkoyunlu sultânı Kara Yölük Osman’la yaptığı muhârebede şehîd olmuş ve yerine oğlu Alâeddîn Ali Bey geçirilmişti. Kara Osman Bey, Sivas’ı almak için, muhasara edince, Sivas ileri gelenleri Yıldırım Bâyezîd Han’dan yardım istediler. Sultan, oğlu Süleymân Çelebi kumandasında bir orduyu yardıma gönderdi. Süleymân Çelebi, Kara Osman Bey’i mağlûb ederek Sivas’ı kurtardı. Arkadan gelen Yıldırım Bâyezîd, şehre girerek, Sivas’ı Osmanlı topraklarına kattı (1399). Böylece Sivas’tan başka Tokat, Kayseri ve Aksaray da Osmanlı topraklarına katılmış oldu. Sivas’ın idaresi şehzâde Süleymân Çelebi’ye verildi. Bu seferden sonra Yıldırım Bâyezîd Bursa’ya döndü.
Sultan Yıldırım Bâyezîd Han’ın başarıları Memlûklü sultânı Berkuk’u tedbirler almaya mecbur bıraktı. Bir süre sonra sultan Berkuk’un ölümü üzerine yerine geçen küçük yaştaki oğlu Fereç ile devlet adamları arasında anlaşmazlıklar çıktığını öğrenince, Yıldırım Bâyezîd, önceleri Kâdı Burhâneddîn’e âid olan ve çoğunluğunu Türklerin meydana getirdiği Malatya’nın teslimini istedi. Bu isteği yerine getirilmeyince Sivas üzerinden Malatya önlerine geldi. Şehir surlarının etrafını kuşatarak, hendekleri su ile doldurdu. Bir süre sonra kale müdâfîleri teslim oldu (Eylül 1399). Bu arada Memlûklülere bağlı Kahta, Divriği, Behisni, Darende kaleleri Osmanlı hâkimiyetine girdi. Böylece Osmanlı hudutları Fırat kıyılarına dayandı. Bu sırada Mâverâünnehr ile Semerkand ve İran’a hâkim olan Tîmûr Han, Bağdâd’ı zabtedince, Tebriz hükümdarı sultan Ahmed ile tâbiiyyeti altındaki Karakoyunlu beyi Kara Yûsuf Yıldırım Bâyezîd Han’a sığındılar. Erzincan beyi Mutahharten de akrabalarını Yıldırım Bâyezid’e göndererek yardım istedi. Diğer taraftan Tîmûr Han’a sığınan Anadolu beyleri, Osmanlı sultânı hakkında; Tîmûr Han’ın önünden kaçan beyler de Yıldırım Bâyezîd’e Timur’la ilgili olmadık şeyler söyleyip kötüleyerek, her iki müslüman Türk hükümdarının arasını açtılar. Her iki taraf da karşılıklı olarak kendilerine sığınanları müdâfaa ettiler. Tîmûr Han, Yıldırım Bâyezîd’e gönderdiği mektupta sığınanların iadesini istedi. Her iki sultânın birbirlerine hakaret dolu sözlere yer verdikleri mektupların sahteliği, bugün ispatlanmış bulunmaktadır. Yıldırım Bâyezîd, Tîmûr Han’ın isteğini kabul etmeyince savaş kaçınılmaz oldu.
Tîmûr Han, büyük bir ordu ile Anadolu topraklarına girdiği zaman, Yıldırım Bâyezîd Han, İstanbul’u dördüncü defa kuşatmıştı. Bu kuşatma diğer kuşatmalardan daha şiddetli idi. Ancak Tîmûr’un gelmesi üzerine Yıldırım Bâyezîd, kuşatmayı kaldırarak, kuvvetlerini Bursa’da topladı. Bursa’dan hareket eden Osmanlı Ordusu iki koldan yürüyerek Ankara önlerine geldi. Bu sırada Tîmûr Han Sivas’ı ele geçirmişti. Yıldırım Bâyezîd Tîmûr’un Sivas’ta olduğunu haber alınca, ağırlığını Ankara’da bırakarak Akdağ mâdeni ve Kâdı şehri dağlık mıntıkasından geçerek Tokat’a doğru yürüdü. Yıldırım Bâyezîd ile Tîmûr’un öncü kuvvetleri Sivas ve Tokat mıntıkalarında karşılaştılar. Ancak Osmanlı hükümdarı Sivas ile Tokat arasındaki geçitleri tutmuş olduğundan, burada muhârebe yapılmasını kendisi için tehlikeli gören Tîmûr, Kayseri üzerinden Ankara önlerine gelerek kaleyi kuşattı. Bu arada Osmanlı ordusunun kendisinin geldiği yoldan geleceğini tahmin ile o cepheyi iyice tahkim etti. Fakat Yıldırım Bâyezîd Han, ordusunu Tîmûr Han’ın hiç beklemediği taraftan Ankara ovasına indirdi. Osmanlı ordusunun sağ kanadında vezir Tîmûrtaş Paşa komutasındaki Anadolu birlikleri, sol kanadında ise şehzâde Süleymân kumandasındaki Rumeli birlikleri yer alıyordu. Merkezde bulunan Sultân’ın yanında sadrâzam Çandarlızâde Ali Paşa, şehzâde Îsâ, Mustafa ve Mûsâ çelebiler yer alıyordu. İhtiyat kuvvetlerinin başında şehzâde Mehmed Çelebi vardı. Sol kanat ihtiyat kuvvetlerini Stefan Lazreviç kumandasındaki Sırp askerleri, sağ kanat ihtiyat kuvvetlerini Türkleşmiş Moğollar olan Kara Tatarlar meydana getiriyordu. Ayrıca Süleymân Şâh kumandasında akıncı kuvvetleri de vardı.
Tîmûr Han’ın ordusunda ise, sağ kanada üçüncü oğlu Miranşâh, sol kanada ise dördüncü oğlu Şahruh Mirza kumanda ediyordu. Merkezde ise, Tîmûr Han vardı. Ayrıca Tîmûr Han’ın ordusunda zırhlı otuziki fil vardı. Merkez kuvvetleri de ikiye ayrılmıştı. Mutahharten Bey, Karamanoğlu, Aydınoğlu, Menteşeoğlu, Germiyanoğlu, Saruhanoğlu ve Candaroğlu beyleri Tîmûr Han’ın yanında yer almışlardı.
İki ordu Çubuk ovasında 28 Temmuz 1402 târihinde karşılaştı. O devrin en büyük kumandanları arasında târihin en büyük savaşlarından biri oldu. Muhârebe sırasında Osmanlı ordusundaki Karaman, Candar, Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhanlı sipâhîler, karşı tarafta bayrak açmış olan beylerini görünce Tîmûr Han’ın yanına geçtiler. Yıldırım Bâyezîd Han’ın etrafında az bir kuvvet kaldı ve gün batarken üç bin kişi ile Çataltepe’de muhârebeye devam etti. Üç saatlik vuruşmadan sonra mağlûb olduğunu anlayan Yıldırım Bâyezîd yarma harekâtı ile kurtulmak istedi ise de, atı yaralanınca, Çağatay hanı sultan Mahmûd Han tarafından esir edildi.
Tîmûr Han, Yıldırım Bâyezîd’i çok iyi şekilde karşıladı ve tesellide bulundu. Bir Osmanlı sultânına yaraşır şekilde, İzzet ve ikrâmda bulundu. Yıldırım Bâyezîd’e Tîmûr Han tarafından iyi davranılmadığı iddiaları uydurmadır. Fakat esaret zilletini çekemeyen Yıldırım Bâyezîd Han, kederinden ve nefes darlığından kırk dört yaşında vefât etti. Tîmûr Han ölüm haberini alınca; “Yazık oldu, büyük bir mücâhidi kaybettik” demekten kendini alamadı. Yıldırım Bâyezîd Han’ın vefâtı üzerine, cenazesi Bursa’ya gönderildi. Yakınları serbest bırakıldı. Oğullarının her biri bir yerde beyliklerini ilân ettiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, fetret devrine girdi. Çelebi Sultan Mehmed Han 1413’de Osmanlı birliğini yeniden te’sis ederek, bu devre son verdi.
Sultan Yıldırım Bâyezîd Han; çevik, atılgan bir tabiata sahipti. Adaleti çok meşhurdu. Her gün belirli bir zamanda, herkesin kendisini görebileceği bir yere gelir ve her taraftan gelen tebeasının şikâyet ve arzularını dinler, haksızlığa uğrayanların haklarını derhâl iade ederdi. Kâdıların hükümlerine kesinlikle karışmaz ve kimseyi karıştırmazdı. Çok iyi bir kumandandı. Ani olaylar karşısında itidalini ve soğuk kanlılığını muhafaza ederek karârını verir ve ordusunu sür’atle istediği yere sevk ederdi. Bu yüzden düşmanları çok ihtiyatlı davranırlardı.
Yıldırım Bâyezîd Han, âlimlerin sohbetlerinde bulunurdu. Onların, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildiren sözlerini canla, başla kabul ederdi. Evliyâya çok hürmette bulunurdu. Kendi çocuklarına ve halkına ilim öğretmeleri için her taraftan âlimler getirtti. Onları teşvik edici tedbirler aldı. Osmanlı topraklarının her tarafında ilim yuvaları kurdu.
Haçlılarla yaptığı muhârebeler neticesinde elde ettiği ganimetleri, halkın refahı için harcadı. Bir çok câmi ve imaret yaptırdı. Bunlardan biri de Bursa’da yaptırdığı Ulu Câmi idi. Ayrıca bu câminin karşısında dârüşşifâ, medrese, imâret ve misafirhane ile hamam yaptırdı. Buradaki dârüşşifâya Kâhire’den tabib getirtmiştir. Kütahya, Balıkesir ve Edirne’de de câmiler inşâ ettirmiştir. Bütün bu imâretler için geniş vakıflar kurmuştur.

KORKUSUZ (!) JEAN

Yıldırım Bâyezîd, ordusu ile kalabalık haçlı ordusunu Niğbolu’da mağlûb ederek, bir çok asilzade ve şövalyeyi esir almıştı. Esirlerin arasındaki Fransızların meşhur şövalyesi Korkusuz Jean da vardı. Asilzade ve şövalyelerin hepsi fidye vererek kurtuldular. Memleketlerine dönecekleri gün Sultan bunlara bir ziyafet verdi. Bu ziyafette Korkusuz Jean ve arkadaşları; “Bu andan îtibâren Yıldırım Bâyezîd Han’a karşı gelmeyeceğimize ve ona karşı silâh kullanmıyacağımıza namus ve şerefimiz üzerine yemin ederiz” demeleri üzerine. Yıldırım Bâyezîd Han ayağa kalkarak; “Avrupa’da korkusuz lakabını almış olan Jean’a ve arkadaşlarına, bana karşı silâh kullanmıyacağınıza dair ettiğiniz yeminleri size iade ediyorum. Gidiniz, yeniden ordular toplayınız ve bizim üzerimize geliniz. Bana bir kere daha zafer kazanmak imkânı sağlamış olursunuz. Zîrâ ben, Allahü leâlânın dinini yaymak ve O’nun rızâsına kavuşmak için dünyâya gelmişim” dedi.

CEMÂATE GİTMEYEN...

Yıldırım Bâyezîd Han’ın bir mahkemede şâhidlik etmesi gerekiyordu. Pâdişâh mahkemeye geldi ve herkes gibi o da ellerini önünde bağlayarak ayakta bekledi. Devrin Bursa kâdısı Molla Şemsüddîn Fenârî, dik dik Pâdişâh’ı süzdükten sonra şu hükmü verdi: “Senin şâhidliğin geçersizdir. Zîrâ, sen namazlarını cemâatle kılmıyorsun. Elinde imkân bulunduğu hâlde namazlarını cemâatle kılmayan biri, yalancı şâhidlik edebilir demektir.” Bu yüzden itham karşısında herkes Yıldırım Bâyezîd’in hiddetlenmesini bekliyordu. Fakat o boynunu büküp mahkemeyi terk etti. Bu olaydan sonra sarayın yanıbaşına bir câmi yaptırdı. Namazlarını cemâatle kılmaya başladı.

Yıldırım Bâyezîd Han Devri Kronolojisi

1389........ : Sırbistan’ın Osmanlı Devleti’ne bağlanması. Bulgaristan ve Bosna’nın fethi.
1390........ : Aydın, Germiyan, Menteşe, Saruhan, Hamîd ve Teke beyliklerinin Osmanlı hâkimiyetine girmesi. Alaşehir’in fethi,
1391........ : Karaman seferi, İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk defa kuşatılması. Selânik’in fethi.
1392........ : Kastamonu ve Candaroğlu beyliklerinin Osmanlı hâkimiyetine girmesi.
1393........ : İşkodra ve Amasya’nın Osmanlı topraklarına katılması. Bulgaristan’ın tamamen fethi.
1394........ : Selanik, Yenişehir ve Arnavutluk’un fethedilmesi.
1395........ : İstanbul’un ikinci defa kuşatılması.
1396........ : Niğbolu zaferinin kazanılması, Eflâk ve Macaristan’a akınlar düzenlenmesi
1397........ : İstanbul boğazında Anadolu Hisarı’nın inşâ edilmesi, Yunanistan seferi.
1398........ : Karaman topraklarının ve Karadeniz beyliklerinin Osmanlı hâkimiyetine girmesi.
1399........ : Dulkadiroğlu beyliğinin Osmanlı hâkimiyetine girmesi.
1400........ : İstanbul’da bir câmi, bir İslâm mahkemesi ve bir Türk mahallesinin kurulması. Bursa Ulu Câmi inşâatının tamamlanması.
1402........ : Ankara muhârebesinde Osmanlı ordusunun yenilmesi, Yıldırım Bâyezîd’in esir düşmesi.
1403........ : Yıldırım Bâyezîd Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mir’ât-ı Kâinat; cild-2, sh. 22
2) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 278
3) Düstûrnâme-i Enverî; sh. 87
4) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 94
5) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşı-h); cild-4, sh. 260
6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-3, sh. 6 v.d.
7) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 306
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 281
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 989
10) Amasya Târihi; cild-3, sh. 142
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 150

YENİÇERİLER


Osmanlı Devleti’nin daimî ücretli ordusu olan kapıkulu ocaklarının, pâdişâhın hizmetine âid olan piyade sınıfına verilen ad.
Osmanlı devlet merkezinde, pâdişâhların şahıslarına bağlı kapıkuludenilen yaya veya atlı maaşlı askerler vardı. Bunlar, eyaletlerdeki topraklı veya tımarlı sipâhî ile diğer eyâlet kuvvetlerinden tamamen ayrı idiler.
Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında sefer zamanında toplanıp, harbin bitmesiyle beraber, işlerine ve memleketine dönen askerler vardı. Devamlı olmayan bu askerlerle, büyük işlerin başarılmasına imkân yoktu. Sultan Orhan Bey, devamlı ve maaşlı bir ordu kurulması hususunda, kardeşi Alâaddîn Bey ile Çandarlı Kara Halil’in de bulunduğu bir meşveret meclisi topladı. Meclis, maaşlı bir askerî teşkîlâtın kurulmasını kararlaştırdı. İşte bu askerlerin atsız olanlarına yaya, atlı olanlarına müsellem adı verildi. Savaşabilecek güçlü kuvvetli müslüman-Türk gençlerinden atlı ve yaya olarak biner kişilik birlikler kuruldu. Bunlara savaş zamanında önce birer, daha sonra ikişer akçe gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda da zirâat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi ve vergiden muaf tutuldu. Yaya askerler onar ve yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. Müsellem denilen atlı askerlerden ise, her otuz nefer bir ocak îtibâr olundu.
Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca, daimî bir orduya daha fazla ihtiyâç duyuldu. Savaşta esir alınan askerî şartlara uygun hıristiyan çocukları, İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirildi. Bu uygulamayı ilk olarak Orhan Gâzi’nin oğlu şehzâde Süleymân Paşa’nın başlattığı rivayet edilmektedir. Yine rivayete göre, kuruluşu sırasında Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin duâsını alan bu ordu, yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devleti’nin tek ve muntazam ordusu olarak kaldı.
Orhan Bey’in vefâtından sonra yerine geçen sultan birinci Murâd Han, Çandarlı Kara Halil’i yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi. Molla Rüstem Karamânî ile birlikte bu işi başarıyla yürüten Çandarlı Kara Halîl, devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkîlâtını da kurup çeşitli düzenlemeler yaptı. Yeniçeri ocağına asker yetiştirecek ilk acemi ocağı Gelibolu’da kuruldu. İslâm hukukunda, harbde elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmâle âid olması hükmüne dayanılarak Pençik yâni beşte bir kânunu çıkarıldı. Bu kânunla, savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyâcına göre acemi oğlanı olarak alındı. Daha sonra devşirme kânunu çıkarılarak, pençik oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı tebeası olan hıristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması kararlaştırıldı. Sonraki yıllarda bu kânun Anadolu’daki hıristiyan tebeaya da uygulandı (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Tesbit edilen esaslara göre acemi oğlanları yetiştirildi. Acemi ocağında yetiştirilen neferler, yeniçeri ocağına alındı.
Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağası idi. Yeniçeri ağaları, on altıncı yüzyıl başlarına kadar ocaktan yetişirlerdi. Fakat bir süre sonra bunların yolsuzlukları ve itaatsizlikleri görülünce, saraydan yetişmiş, pâdişâhın tam güvenini kazanmış kimseler yeniçeri ağası tâyin edilmeye başlandı. On sekizinci asırdan itibaren yine ocaktan tâyin edildiler. Yeniçeri ağaları Süleymâniye’de devlet malı bir konakta otururlardı. Yeniçeri ağası, ağa kapısında toplanan ve âzası ocağın büyük zabitleri olan ağa dîvânının reîsi idi. Dîvân-ı hümâyûn âzası olmamakla beraber, vezîr rütbesine hâiz olursa, dîvân toplantılarına katılırdı. Pâdişâhın Cuma ve bayram namazları alaylarında da hükümdarı attan indirmek ve bindirmekle vazifeli olup, aynı zamanda İstanbul’un en büyük zabıta âmiriydi. Ağalık alâmeti iki tuğ olup bayrağı beyazdı. Yeniçeri ağaları terfî ettirilecekleri, zaman, beylerbeyi ve kapdan paşa olurlardı.
Yeniçeri ağasının muavinine kul kethüdası, kethüda bey veya kahya bey adları verilirdi. Nefer sayısı 400-500 olan, pâdişâhın av köpeklerine bakmakla vazifeli bulunan yeniçeri cemâat ortalarından 64. ortanın kumandanına zağarcı başı denirdi. Sekson denilen ve bâzan ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakan 71. ortanın kumandanına seksoncuveya samsuncubaşı adı verilirdi. Tazılara bakan, turna kuşları besleyen 68. ortanın kumandanına turnacıbaşı, 14, 49, 66 ve 67. ortaların kumandanlarına haseki ağaları denirdi. Pâdişâhın Cuma namazı alaylarında kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda pâdişâhın atının yanısıra yürürlerdi. En kıdemlisine başhaseki denirdi. Beşinci bölük ortasının kumandanı ve bütün yeniçeri ocağının çavuşuna başçavuş;bölük ortalarında muayyen olmayan bir ortanın kumandanına muhzir ağadenirdi. Dîvânda yeniçeri ağasına hitaben yazılan fermanlar muhzir ağaya verilirdi. Muhzir ağadan bir rütbe aşağı olup, muayyen olmayan bir ortanın kumandanına, kethüda ağa denirdi. Kethüda bey sefere gittiğinde ona vekâlet ederdi. Yeniçeri ocağına bağlı san’atkârlarla imalâthanelerin de en büyük âmiri idi. 101 cemâat ortasının bütün kumandanlarının en kıdemlisine, yayabaşı ağa denîrdi. Diğerlerine de yayabaşı denirdi. Vazifeleri, ocak beytülmâlciliği, seferde hazîne bekçiliği, zahire tedâriki, kâdılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı nakletmek, kale muhafızlığı yapmaktı. Bunlara subaşı denirdi. Bölük ortaları kumandanlarının en kıdemlisine bölükbaşı ağa, 60, 61, 62 ve 63. cemâat ortaları kumandanlarına da solakbaşı ağaları denirdi. Cemâat ortalarından muayyen olmayan bir ortanın imâmlık yapmaya ehliyetli olan kumandanına ocak imâmı, bu ortaya da imâm ortası denirdi. Beş vakit namazda ağa kapısındaki câmide yeniçeri ağasına imâmlık ederdi. Yeniçeri ocağının künye defterini tutan vazifeliye ocak kâtibi veya yeniçeri efendisi denirdi. Bu ağaların hepsine birden katar ağaları denilirdi, içlerinden biri azledilince veya ölünce, alt derecede bulunanlar derece terfî ederek boşluğu doldururdu.
Yeniçeri ocağı tabur denilebilecek, nefer mevcudu muhtelif zamanlarda değişen yüz doksan altı ortadan meydana gelmişti. İlk zamanlar 60-70 kişiden meydana gelen bir ortanın mevcudu disiplinin bozulduğu devirlerde 2.000 kişiye kadar çıkmıştı. Pâdişâhlar, birinci ortanın defterlerinde birinci nefer olarak kayıtlıydılar. Yeniçeri ocağının yekûn mevcudu Fâtih Sultan Mehmed Han ve Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanlarında 10.000-12.000, sultan üçüncü Mehmed Han zamanında 45.000, bir ara tekrar azaltıldıktan sonra, sultan üçüncü Selim Han zamanında 110.000, sultan İkinci Mahmûd Han zamanında da 140.000 olmuştu.
Yeniçeriler; cemâatliler, bölüklüler ve sekbanlar diye üç sınıfa ayrılmışlardı. 196 ortanın 101i cemâatli, 61’i bölüklü, 34’ü de sekban ortasıydı. Cemâat ortalarından 60, 61, 62 ve 63. ortalar İstanbul’da otururlar, pâdişâhın merasim günlerinde maiyyet askerini teşkil ederlerdi. Bunlara solaklar denirdi. Diğerleri hudut kalelerine taksim edilmiş olup, bu kalelerin muhâfazasıyla vazifeliydiler. Bölük ortalarından 31’i İstanbul’da Sancak-ı şerifin muhâfazasıyla, diğer otuzu da, otuz iç vilâyet merkezinde iç kalelerin muhafazasıyla vazifeliydiler. Sekban ortaları ise, pâdişâhın av maiyyeti idi. Osmanlı pâdişâhlarının eğitimi geliştirmek için tertipledikleri muhteşem ve büyük sürek avları sekbanlar tarafından hazırlanırlardı. İstanbul civarındaki mîrî çiftliklerin muhafazası onlara bırakılmıştı. İstanbul’da bulunan cemâat ve bölük ortaları aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve âsâyişiyle vazifeliydiler. Her semt bir ortanın e’mrine verilmişti. Her semtte kolluk denilen bir yeniçeri karakolhânesi vardı.
Hor yeniçeri ortasının nişan denen bir bayrağı ve alâmeti vardı. Nişanlar, bayrak üzerine işlenirlerdi. Yeniçeri ocağının bayrağına, ocağın sünnî mezhebe, mensub olduğunun işareti olarak İmâm-ı a’zam bayrağıdenilirdi. Bu; beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına; “İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ”, diğer tarafına da; “Ve yensurekellahü nasran azîzâ” âyet-i kerîmesi işlendiği bir sancaktı. Ordugâhda yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi. Merasimlerde yeniçeri ağasının atının önü sıra götürülürdü. Bu bayrağı taşıyan yeniçeriye başbayrakdâr denilirdi. Ocağın bir de alay bayrağı vardı ki, bu da yarısı sarı, yarısı kırmızı ipek bir bayraktı. Her yeniçeri ortasının, üzerlerinde orta nişanlarının işlenmiş olduğu uçları çatal bayrağı vardı.
Her ortanın çorbacı denilen bir kumandanı, odabaşı denilen bir kumandan muavini, vekilharç ünvânlı bir idare me’muru ve bayraktârıvardı. Ortanın en kıdemlisine başeski, aşçıbaşısına usta, aşçı muavinine baş karakullukçu denilirdi.
Yeniçeriler başlarına börk denilen beysız keçeden bir külah giyerlerdi. Bir buçuk ayak (45 cm) kadar yükseklikte olan bu külahın üstünden omuzlara kadar yatırma denilen bir çuha parçası düşerdi. Yatırma yeniçeri neferinin ensesini tamamen örterdi. Börkün ön kısmında ve tam alnın ortasında gümüşden veya pirinçden yapılmış olan tüylük yâhud kaşıklık denilen bir kısım vardı. Börkün başa geçen ağız kısmı da daltac adı verilen çepeçevre nakışlı bir şeridle çevrilmişti. Daltacı, dört-beş parmak eninde olup da arkasına yatırması olmayan yeniçeri külahına da üsküf denirdi. Yeniçerilerin ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopoalı bir çeşit çizmeydi. Zabitler (subaylar) sarı, neferler kırmızı sahtiyandan ayakkabı giyerlerdi. Ocak zabitleri her türlü tören ve ordu alaylarında özel üniforma giyerlerdi.
Her yeniçeri ortasının, içinde yemeklerini pişirdikleri kışlalardaki mutfaklarda duran büyük kazanları vardı. Yeniçeriler, kazanlarına ocaklarının mukaddes bir değeri olarak bakarlardı. Harbde kazanın düşman eline geçmesi, o orta için büyük felâket sayılırdı. Ortaları ile ilgili bir işi görüşecekleri zaman kazanın etrafında otururlardı. İsyan ânında kışlalardan kaldırılan kazanlar büyük törenle ihtilâlin idare edileceği meydana götürülürdü. Kazan kaldırmak; hükûmete karşı ayaklanmak, isyân etmek demekti.
İstanbul’da eski odalar ve yeni odalar adı ile iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski odalar Şehzâde Câmii’nin karşısında, yeni odalar da Aksaray’da Etmeydanı’nda idi. Her iki kışlada geniş bir avlunun etrafını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti. Avlunun ortasında orta câmi denilen bir mescid vardı. Yeniçeri ayaklanmaları arefesinde ilk toplantılar hep bu orta câmilerde yapılırdı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bu kışlalar halk tarafından tahrib edildi.
Yeniçeri ocağı neferlerine ulufe denilen maaş verilirdi. Acemi bir yeniçeri neferine ilk devirlerde ocağa kaydı ile beraber, iki akçe yevmiye bağlanırdı. Sonraları bu beş-altı akçeye çıkarılmıştı. Gösterilen yararlılıklar ve hizmetler karşılığı da ulufeleri arttırılırdı. Yapılan bu artışlara terakkîdenirdi. Bu suretle yevmiyeleri on-on beş akçe olan yeniçeriler bulunurdu. Harblerde serdengeçti yâni fedâî yazılanlar, sağ döndükleri zaman yevmiye beş-on akçe terakkî alırlardı. Ulufeler üç aydan üç aya, yılda dört taksitte ve dîvân-ı hümâyûnda düzenlenen törenle dağıtılırdı. Taksitleremevâcib denirdi. Neferlerin ulufesinden başka her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum verilirdi. Her nefere de senede, bir kat elbise veya bedeli verilirdi.
Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler, geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka yerde yatmazlardı. Askerlik tâliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar da evlenemezlerdi. Emekliye ayrılan yeniçeriye oturak denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Emekli olduktan sonra evlenenler öldüğü zaman, geride bıraktığı dul ve yetimlere fodla denilen maaş bağlanırdı.
Suç işleyen yeniçeri ancak kendi ortası neferleri huzurunda ve kendi koğuşunda cezalandırılırdı. Ocaktan kovulmaya keçe külah etmekdenilirdi. Bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi. Ocak disiplininin bozulduğu devirlerde bir ortadan öbürüne geçmeye semer devirmek denilirdi. Suçlu yeniçeri merasimle ihtar edilir, habs edilir, kale hizmeti ile sürgün edilir veya keçe külah edilip, ocaktan tard edilirdi. Îdâma mahkûm edilen bir yeniçeri evvelâ ocaktan tard edilir, sonra boynu vurulmak suretiyle îdâm edilirdi. Bir yeniçeriye îdâm hükmü, ancak ağa dîvânında verilirdi. Bir odabaşı da emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar dayak cezası verebilirdi.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş devirlerinde hizmetleri görülüp, on beş ve on altıncı yüzyıldaki büyük fetihlere katılan yeniçeriler, on altıncı yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın vefâtından sonra, kânunlarına riâyet edilmediğini ve bahşişlerinin verilmediğini ileri sürerek, serkeşçe tavır takınan yeniçeriler, Zigetvar seferi dönüşünde eski odalar önünde (şimdiki Şehzâde Câmii karşısı) durup ileri gitmemeye veya saray kapısını kapatıp, sultan İkinci Selîm Han’ı içeri sokmamaya karar verdiler. Eski odalar önünde bir müddet bekleyerek, taşkınlık gösterdiler. Yeniçeri ağası Ali Ağa, bu hâlin neticesinin kendi hayâtına mâl olacağını düşünerek, onları yatıştırmak istedi. Fakat dinlemeyip, Topkapı Sarayı’nın avlusuna giderek Bâb-ı hümâyûnu kapatıp kimseyi içeri bırakmadılar. Sultan İkinci Selîm Han bu taşkınlıklar karşısında; “Cümle bahşiş ve terakkîleri verilsün. Makbûlümdür” deyince, ortalık yatıştı ve Pâdişâh saraya girebildi.
Bu gibi bâzı hâdiseler istisna edilecek olursa, yeniçeri ocağındaki asıl bozulma, sultan üçüncü Murâd Han zamanında başladı. Sonraları muhtelif vesilelerle bu bozukluk genişlemek suretiyle ve fasılalarla bir asır boyunca devam etti. Gün geçtikçe kuloğulları adıyla yeniçeri yetimlerinin, kul-kardeşleri adıyla serhat ve taşra kalelerinde hizmet etmiş olanların, 1583’den sonra da yeniçeri ağasına tanınan hakla, ağa çırakları adıyla bir nevî kontenjandan kimselerin yeniçeri ocağına alınması, düzeni bozdu. Sultan İkinci Selîm Han zamanında on iki bin üç yüz mevcudu olan yeniçeri ocağı, on yedinci asrın başlarında otuz yedi bin altı yüze ulaştı. Sultan dördüncü Murâd Han zamanında da kırk altı bini geçti. Daha sonra dört devletle dört cephede on altı sene süren muhârebeler sırasında, ocak mevcudu yetmiş bini aştığı gibi, bunların maaşlarının verilmesi de müşkül bir hâl aldı.
Yeniçeri ocağının manevî güç kaynağı olarak kabul edilen Hacı Bektâş-ı Velî tarafından kurulan bektâşîlik tarîkatı, Eshâb-ı kiram düşmanı hurûfîler tarafından ele geçirildi. İslâmiyet’in emirlerine ters fikirler ileri süren bu sahte bektâşîler de yeniçeri ocağına sızdılar. Zamanla yeniçeriler üzerinde etkili oldular. Bu sapık hurûfîlerin te’siriyle sık sık kazan kaldıran yeniçeriler, halkın huzurunu bozmaya başladılar.
Sultan birinci Ahmed ve sultan birinci Mustafa Han’dan sonra genç yaşta pâdişâh olan sultan ikinci (Genç) Osman Han, bizzat ordunun başında katıldığı Lehistan seferinde yeniçerilerin gayretsizliklerini gördü. Yeniçeri ocağının mevcudunu anlamak için yaptırdığı yoklamada, ocak mevcudunun maaş defterinde yazılı olan mikdârdan az olduğunu tesbit ederek parayı kesti. Sultan İkinci Osman Han, bu disiplinsizlik ve keşmekeşliğe son vermek için kapıkulu ocaklarını kaldırarak Anadolu, Suriye ve Mısır Türklerinden meydana gelen, sâdece askerlikle uğraşan, pâdişâhın emirlerine mutlak itaat eden bir ordu kurmak istedi. Hem bu orduyu teşkil etmek, hem de hac ibâdetini yerine getirmek üzere Hicaz’a gitmeye karar verdi. Pâdişâhın niyetini saraydaki adamları vasıtasıyla öğrenen ve mevcûd olmayan askerleri mevcûd gibi göstererek yevmiyelerini alan ocak ağaları, yeniçerileri Pâdişâh aleyhine kışkırtarak isyân çıkardılar. Sultan İkinci Osman Han’ın hac ibâdeti için Hicaz’a gitmesine karşı çıkan yeniçeriler, kendilerine katılanlarla birlikte Atmeydanı’na (Sultanahmet meydanı) geldiler. Sultan İkinci Osman’ı alarak Orta Câmii’ne götürdüler. Yolda bir hükümdara, bir Osmanoğlu’na târih boyunca asla reva görülmemiş hakaretler yaptılar. Bu sırada hasta hâlde bulunan sultan Mustafa’yı tahta oturttular. Yeni sadrâzam olan Dâvûd Paşa en güvendiği adamlarına Sultan’ı Yedikule’ye götürerek boğmalarını emr etti. On cellâdın hücumlarına karşı koyan Genç Osman’ın boynuna cebecibaşı tarafından kemend atıldı. Bu sırada ona hücum edenlerden biri, Genç Osman’ın husyelerini sıkarak 20 Mayıs 1622’de şehîd etti (Bkz. Genç Osman).
Sultan birinci Mustafa’nın hastalığı sebebiyle hal’edilmesinden sonra, tahta geçen dördüncü Murâd Han’ın ilk zamanlarında, yeniçerilerin hükümete ve halka karşı hareketleri tahammül edilemez hâle geldi. Küçük yaşta tahta geçen dördüncü Murâd Han, idareyi bizzat eline aldıktan sonra, yeniçeriler hakkında sıkı tedbirlere baş vurdu. Ontarı adım adım tâkib etti. Kânun gereği yeniçerilerden kıdemli ve hizmetleri görülenleri, başka suretle taltif ederek ocaktan uzak tutmaya çalıştı. Yeniçeri ocağının lüzumundan fazla artmış olan mevcudunu ideal seviyeye indirmek için tedbirler aldı. Kendisinin malûmatı olmadan ocağa asker alınmasını yasakladı. Emrini yerine getirmeyerek rüşvetle ocağa adam kaydeden yeniçeri kâtibi Osman Efendi’yi îdâm ettirdi. 1632’de sadrâzam Hüsrev Paşa’nın azledilmesine karşı çıkan süvarilerle birlikte hareket eden yeniçeriler, üç gün saraya hücum ederek, Hüsrev Paşa’nın azline sebeb olanlardan on yedi kişinin başını istediler. Sarayın Orta kapısına kadar gelip ulemâyı oraya davet ettiler. Yeniçerilerin taşkınlıkları üzerine vezîriâzam Hâfız Ahmed Paşa, sadâret mührünü sultan dördüncü Murâd Han’a teslim ederek saraydan gizlice ayrıldı. Orta kapıdan içeri giren yeniçeriler, Dîvân-ı hümâyûn önüne gelerek Pâdişâh’ı ayak dîvânına çağırdılar. Sultan dördüncü Murâd, Bâbüsseâde önüne çıkıp ayak dîvânı yaptı ve yeniçerilerin isteklerini sordu. Onlar listesi verilmiş olan on yedi kişinin öldürülmek üzere kendilerine teslimini istediler. Yapılan nasîhati ve verilen cevâbı dinlemediler.
İstedikleri yapılmadığı takdirde başka bir şehzâdeyi hükümdar yapacaklarını îmâ ederek, Pâdişâh’ın oturduğu tahtın yanına kadar sokuldular. Nasihatlerinin dinlenmediğini gören Pâdişâh, tahttan kalkarak Bâbüsseâdeden içeri girdi. Bunun üzerine âsiler büsbütün galeyana gelip; “Madem ki bu on yedi kişiyi vermedin, biz işimizi biliriz” diye tehdidde bulundular. Çaresiz kalan dördüncü Murâd, saraydan gizlice ayrılarak Üsküdar’a kaçan sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa’yı geri getirtti. Pâdişâh’ın müşkül durumunu gören Hâfız Ahmed Paşa, besmele çekerek âsî güruhunun içine daldı ve isyâncılar tarafından şehîd edildi. Hâfız Ahmed Paşa’nın fecî şekilde şehîd edildiğini gören Pâdişâh, üzüntüsünü belirterek ve ağlayarak içeri girdi. Listede bulunan diğer görevlilerin azledilmesiyle isyâncılar yatıştılar. Bu hâdiseden kısa bir süre sonra Murâd Han, isyâncıları tahrik eden Hüsrev Paşa’yı îdâm ettirdi.
Hüsrev Paşa’yı îdâm edenlerden intikamını almak isteyen yeniçeriler, aynı sene içinde tekrar isyân ettiler. Saraya gelerek, sultan Murâd’ı ayak dîvânına çağırdılar. Bâzı kimselerin öldürülmek üzere kendilerine teslimini istediler ve; “Gayri sana itimâdımız kalmadı” dediler. Sultan Murâd, katlini istedikleri adamları vermek istemeyince de; “Bu dediklerimizi bize vermezsen sen bize pâdişâhlık edemezsin” dediler. Halk arasında, hükümdar, şehzâdeleri boğdurmuş diye şâyiâ çıkararak, şehzâdeleri görmek istediklerini bildirdiler. Pâdişâh, kardeşleri; Bâyezîd, Süleymân, Kâsım ve İbrâhim’i içerden getirterek gösterdi. Onlara bir şey yapmayacağına dâir kefil istediler. Recep Paşa ile şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi’nin kefil olmaları üzerine yatıştılar. Fakat başlarını istedikleri kimseleri saklandıkları yerlerden buldurarak öldürdüler. Veziriazam olan Recep Paşa’nın tahrikiyle bir ara sultan dördüncü Murâd Han’ı hal’ için plânlar hazırladılarsa da cesaret edemediklerinden vaz geçtiler. Dördüncü Murâd Han ise, yeniçerileri kışkırttığını tesbit ettiği Recep Paşa’yı îdâm ettirdi. Bundan sonra idareye hâkim olan ve hâdiselerden tecrübe edinen sultan dördüncü Murâd Han, kapıkulu ve yeniçeri ocaklarından kanunnâmesine uymayanlara karşı temizlik hareketi başlattı. Ocağın ıslâh edilmesiyle ilgili tedbirler aldı. Aldığı bu tedbirler ve kurduğu düzen, 1644 senesine kadar devam etti.
Sultan dördüncü Murâd Han’ın vefâtından sonra yerine geçen kardeşi sultan İbrâhim’in saltanatı yıllarında yeniçeri ocağının düzeni tekrar bozuldu. Yeniçerilerin isyân etmeleri üzerine sultan İbrâhim de hal’ edildi. Yerine geçen sultan dördüncü Mehmed Han’ın saltanatının ilk yıllarında yeniçeri ocağında hiç disiplin kalmadı. 1656 senesinde isyân eden yeniçeriler, öldürülmesini istedikleri otuz kişinin listesini Pâdişâh’a gönderip ayak dîvânı istediler. Yeniçerilerin nasihatle yatışmamaları üzerine Pâdişâh ayak dîvânına çıktı. Listede ismi zikredilenlerin mallarının müsadere edilip sürgün edileceklerini bildirdiyse de yeniçeriler; “Hayır! Katlolunmadıkca feragat etmeyiz” diye diretince, isteklerini kabul etti. İsyancılar, listede yazılı kişileri yakalayıp boğarak öldürdükten sonra, çınara astılar. Bu hâdise târihe vak’a-i vakvâkiyye veya çınar vak’ası olarak geçti. 1656’da vezîriâzam olan Köprülü Mehmed Paşa, yeniçeri ocağında sultan Murâd’ın yaptığı ıslâhata benzer düzenlemeler yaptı. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Mustafa Paşa, Amcazade Hüseyin paşa gibi vezîriâzamlar da Köprülü Mehmed Paşa’yı tâkib ettiler. Ancak istenen netice alınamadı. On sekizinci asır başlarında ocaktaki disiplinsizlik çok artmış, devlet idaresine müdâhaleleri de son haddine varmıştı.
Sultan üçüncü Ahmed Han devrinin güçlü ve yenilik tarafdârı vezîriâzamı Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa sonuçtan ümitsiz olduğu için yeniçeri ocağını ıslâh yoluna gitmedi. Ocağı aynı şekliyle muhafaza etti. Bunun yanında teknik sınıflardan başlamak üzere modern bir ordu kurmak için teşebbüse geçti. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’nın yeni bir ordu kurma niyetini anlayan yeniçeriler, 1730’da Patrona Halil’in etrafında toplanarak isyân çıkardılar ve vezîriâzamı şehîd ettiler. Sultan üçüncü Ahmed, isyâncıların isteklerinin sonunun gelmeyeceğini, kendisinin de tahttan ayrılmasını isteyeceklerini bildiği için, kendi eliyle yeğeni şehzâde Mahmûd’u tahta geçirdi ve köşesine çekildi.
Tahta geçen sultan birinci Mahmûd Han, Avrupa tarzında modern bir ordu kurmaya teşebbüs etti. Teknik sınıflardan başlayarak yeni birlikler meydana getirmeye çalıştı. Fakat asıl ıslâhı gereken yeniçeri ocağına dokunmadı. Sultan üçüncü Mustafa Han da, Osmanlı askerî teşkilâtının ıslâh edilmesi gerektiğine inanmakla beraber, babası sultan üçüncü Ahmed Han ile amcası ikinci Mustafa Han’ı tahttan indiren yeniçerilere karşı ihtiyatlı davrandı. Yeni teknik sınıfları geliştirmeye büyük önem verdi. Fakat bu sırada çıkan 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sebebiyle başladığı işleri bitiremedi. 1787’de başlayan ve sonra Avusturya’nın da katılmasıyla devam eden Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşlarında peş peşe uğranılan mağlûbiyetler, ocağın ıslâhının imkânsızlığını ortaya çıkardı.
Sultan birinci Abdülhamîd Han da teknik sınıflar yetiştirmeye devam etti. Yeniçeriler bu yeni askerlere diş bilediler. Fakat ileri gelenleri, pâdişâhın veya sadrâzamın adamları olduğu için kazan kaldıramadılar. Sultan birinci Abdülhamîd Han’dan sonra tahta geçen ve ıslahatçı bir pâdişâh olan sultan üçüncü Selîm Han, askerî ve idâri sahalarda köklü yenilikler yaptı. Hazırlanan 72 maddelik ıslâhat tasarısıyla, yeniçeri ocağına haftada bir kaç gün tâlim ve terbiye mecburiyeti konuldu. Ayrıca Avrupa usûlünde Nizâm-ı cedîd denilen yeni bir ordu kuruldu. Yeniçeri ordusu kaldırılacak, yerine Nizâm-ı cedîd geçecek dedikodusunu yayan yeniçeriler, yeni kurulan orduya karşı çıktılar. Pâdişâh’a ve Nizâm-ı cedîd’e karşı olan diğer çevrelerle müşterek bir cephe teşkil ettiler ve Kabakçı Mustafa’nın etrafında toplanarak baş kaldırdılar. Kardeş kanı akıtılmasını istemeyen ve iyi niyetli olan sultan üçüncü Selîm Han, yeni kurmuş olduğu orduyu isyâncılara karşı kullanmadı. Bir süre sonra Nizâm-ı cedîd’i ilga ettiğine dâir ferman yayınladı. Fakat isyâna devam eden yeniçeriler, Selîm Han’ı tahttan indirip, dördüncü Mustafa Han’ı tahta geçirdiler. Sultan dördüncü Mustafa Han zamanında tam bir başıbozuk sürüsü hâline gelen yeniçeriler, Silistre’de ordugâhı yağma ettiler. İkinci Mahmûd Han’ın tahta geçmesinden sonra, sadrâzam Alemdâr Mustafa Paşa, Nizâm-ı cedîd’in yerine Sekbân-ı cedîd ordusunu kurdu. Yeniçeriler bu defa Alemdâr Mustafa Paşa ve Sekbân-ı cedîd aleyhinde çalışmaya başladılar. İstanbul’da hâkimiyeti eline geçiren yeniçeriler, sadrâzamı öldürdükten sonra, sultan İkinci Mahmûd Han’ı tahtan indirmek istediler. Mahmûd Han, üzerlerine kuvvet gönderip üç binden fazlasını öldürttü. Sonra da donanmaya emir verip yeniçeri ağasının konağını bombalattı. Pâdişâh’la başa çıkamayacağını anlayan yeniçeriler ulemâya sığındılar.
1818’de tekrar ayaklanan yeniçeriler, İstanbul’da yer yer yangınlar çıkararak büyük tahribata sebeb oldular. Ulemânın ocağa dokunulmıyacağı hakkında Pâdişâh’dan aldığı te’minât üzerine de isyândan vazgeçtiler. İstanbul halkı, yeniçeri şerrinden sokağa çıkamaz oldu. Belli başlı bütün tüccar haraca bağlandı. Islahatçı, ileri görüşlü, fakat ihtiyatlı bir pâdişâh olan ikinci Mahmûd Han, plânlı bir şekilde ocak için tedbirler almaya devam etti. Kendisine sadıkane hizmet edecek olan Rusçuklu Hüseyin Ağa’yı yeniçeri ağası yaptı. Bu sırada çıkan Mora isyânının bu askerle bastırılamayacağını bildiğinden, Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi.
Sultan İkinci Mahmûd Han; Mayıs 1826’da yeniçeri ocağının hayatiyetini yitirdiğine inanan devlet erkânı, ulemâ ve yeniçeri ağasını şeyhülislâmın konağında topladı. Yeniçeri ağasının, yeniçerilerin tâlime razı olduklarını bildirmesi üzerine ocaktan 7.650 neferin eşkinci nâmıyle talimli asker yazılmasına karar verildi. Hazırlanan eşkinci lâyihası ve huccet-i şer’iyye okunup tasdîk edildiği gibi, şeyhülislâm efendi de fetvasını okudu. Bu suretle eşkinci askerinin tâlim yapacağı kesinleşti. Ancak bâzı yeniçeri ileri gelenleri tâlim aleyhinde sinsice faaliyete giriştiler. Yapılan tahrikler pâdişâh ile ocağı tekrar karşı karşıya getirdi. Pâdişâh’ın arzusu üzerine sancak-ı şerîf çıkarıldı. Devlet erkânı ve ulemâya halk da katıldı. Topçu, lağımcı ve kalyoncu askeri âsilere karşı büyük bir muvaffakiyetle mücâdele etti. 15 Haziran 1826 târihinde Osmanlı târihinde vak’a-yı hayriye denilen bu hâdise neticesinde ocak söndürülmüş ve yeniçerilik tamamen kaldırılmış oldu. Tanzim edilen emr-i âlî ile durum îlân edildi. Böylece İstanbul’da ve taşrada meydana gelen taşkınca hareketler son buldu.
Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla, devlet hazînesinde meydana getirdiği tahribat ortadan kalktı. Emniyet ve asayişten mahrum kalan halk huzura kavuştu. Üç yüz seneye yakın zamandır devletin başına gaileler açan, pâdişâhların, sadrâzamların ve nice devlet adamlarının şehîd edilmelerine sebeb olan fitne ve fesâd ocağı söndürülmüş oldu. Yeniçeri ocağının kapatılmasıyla birlikte, ocağa nüfuz etmiş olan ve halk arasında da tâbileri bulunan, kendilerine bektâşî diyen, fakat hakîki bektâşîlikten çok uzak olan hurûfîlerin tekkeleri de kapatıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Üss-i Zafer (Mehmed Esad, İstanbul-1876)
2) Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları-I (Uzunçarşılı)
3) Koçi Bey Risalesi (İstanbul-1972); sh. 16
4) Kitâb-ı Mesâlik-il-müslimin ve Menâf-ül-mü’minîn (Ankara-1980); sh. 34
5) Kitâb-ı Müstetâb (Ankara-1974); sh. 3
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 162
7) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); sh. 144
8) Kitâb-ı Mesâlih-il-müslimîn ve Menâfi-il-mü’minîn ve Tenkidi (Me’zûniyet Tezi, Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü, Konya-1981); sh. 81