19 Eylül 2019 Perşembe

DAMAT FERİT PAŞA


Son devir Osmanlı sadrâzamlarından. Şûra-yı devlet âzasından Hasan İzzet Efendi’nin oğludur. 1853’de İstanbul’da doğdu. Ailesi aslen Karadağ’ın Poşasi köyündendir. Tahsilini tamamladıktan sonra hâriciye mesleğine girdi. Paris, Berlin, Petersburg ve Londra elçiliklerinde vazife yaptı. Sultan Abdülmecîd Han’ın kızı, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kız kardeşi Medîha Sultan ile evlendi. Saraya dâmâd olduktan sonra, 1886’da Devlet şûrası üyeliğine getirildi. İki yıl sonra vezâret rütbesi verildi. Londra büyükelçiliği vazifesini istediyse de, ikinci Abdülhamîd Han tarafından kabul edilmedi. Bunun üzerine kendi köşesine çekilip hiç bir işe karışmadı.
Bu sırada İttihâd ve Terakkî ileri gelenleriyle anlaşarak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın aleyhinde bulundu. 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilânı üzerine Âyân meclisi üyeliğine getirildi. Yükselmek ve mevki sahibi olmak hususunda hırs sahibi olan Dâmâd Ferîd Paşa, İttihâdçılardan beklediği iltifatı göremedi. Bunun üzerine İttihâd ve Terakkî’nin aleyhine döndü. Hürriyet ve İtilâf fırkasının kurucuları arasında yer aldı. Sultan Vahideddîn Han pâdişâh olunca, devletin en yüksek makamlarına yükselmek hülyasına düştü. Sultan Vahideddin ile anlaşamayan Tevfik Paşa’nın istifası üzerine, 4 Mart 1919’da sadârete getirildi. 2.5 ay sonra İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi ile, 15 Mayıs 1919’da istifa etti. 19 Mayıs 1919’da yeni kabineyi kurmakla vazifelendirilen Dâmâd Ferîd Paşa, yurttan kaçan Enver, Talat ve Cemâl paşaları gıyaben idama mahkûm ettirdi. Paris barış konferansına katıldı. Orada, Hind denizinden Tuna nehrine kadar olan toprakları geri istediğinden başarısızlığa uğradı. İstanbul’a dönünce, 20 Temmuz 1919’da tekrar istifa etti. Ertesi gun tekrar hükümeti kurmakla vazifelendirildi. Anadolu’daki millî hareketi dağıtmak gayesiyle Kuvay-ı inzibâtiye’yi kurdu. Bu üçüncü sadâret de Sivas kongresinin müşir Fuâd Paşa vasıtasıyla pâdişâha başvurması üzerine, 30 Eylül 1919 günü istifa ile neticelendi.
Ali Rızâ Paşa kabinesi 3 Mart 1920’de düşünce yerine Salih Paşa kabinesi kuruldu. Ancak 16 Mart faciası diye meşhur olan İstanbul’un îtilâf kuvvetleri tarafından işgal edilmesi ve işgal kuvvetlerinin baskıları yüzünden vazife yapamaz hâle geldi ve iktidardan çekildi. Tevfik Paşa’ya yeni bir kabine kurması teklif edildiyse de Tevfik Paşa bu vazifeyi kabul etmedi. Bunun üzerine Dâmâd Ferîd Paşa, 5 Nisan 1920’de dördüncü defa hükümeti kurmakla vazifelendirildi. Anadolu’daki kurtuluş hareketine katılanları âsî ve eşkıya ilân etti. Daha rahat çalışabilmek için meclisi feshettirdi. Hükümetini yenilemek üzere 30 Temmuz 1920’de tekrar istifa etti. Ertesi gün beşinci defa hükümeti kurmakla vazifelendirildi. Bu devrede Ankara’deki T.B.M.M. hükümetinin imzalamadığı Sevr andlaşmasını imzaladı. Bu defa itilâf kuvvetleri, Millî hükümetle İstanbul’un anlaşmasına engel olduğu gerekçesiyle Dâmâd Ferîd Paşa’nın istifasını istediler.
17 Ekim 1920’de tekrar istifa eden Dâmâd Ferîd Paşa Anadolu’daki Millî mücâdele hareketinin zafere ulaşması üzerine, 22 Eylül 1922’de Avrupa’ya kaçarak Karisbad’a gitti. Bir müddet sonra İstanbul’a gelip ailesini de götürdü ve Fransa’nın Nice şehrine yerleşti. Kültürlü fakat devlet adamlığı vasıflarından uzak, hırslı, makam ve şöhret düşkünü bir kimse olan Dâmâd Ferîd Paşa, 6 Ekim 1923’de Nice’de öldü.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Son Sadrâzamlar; cild-3, sh. 2029
 2) Târih Sohbetleri: (Cemal Kutay) cild-5, sh. 150
 3) Hayat Târih Mecmuası: sene 1974, cild-2, sayı 9, sh. 87
 4) Görüp İşittiklerim; sh. 108, 153, 158
 5) Osmanlı imparatorluğu Târihi; cild-14, sh. 182
 6) Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-19 sh. I0733

4 Eylül 2019 Çarşamba

VİYANA KUŞATMALARI


Orta Avrupa’nın kapısı olan Viya’nanın, Osmanlı Devleti tarafından kuşatılması. Birincisi 1529’da Kânûnî Sultan Süleymân Han, ikincisi de, 1683’de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından yapıldı.

Birinci Viyana Kuşatması

Mohaç’ta Macaristan ordusunu tamamen imha edip bölgeyi Osmanlı Devleti sınırları içine katan Kânûnî Sultan Süleymân Han, savaştan sonra Budapeşte’ye gelip Macaristan’ın yeni statüsünü tesbit etmişti. Buna göre Macaristan, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir krallık olarak bilinen ve Mohaç muhârebesine katılmayan Transilvanya (Erdel) voyvodası Zapolya’ya verilecekti. Nitekim Kânûnî Sultan Süleymân Han 16 Ekim 1526’da Macaristan tacını Zapolya’ya veren târihî fermanını imzaladı ve Budapeşte’de Macaristan tahtına geçirdi. Kuzeydoğu Macaristan’da Tokay şehrinde toplanan Macar diet (asiller) meclisi Zapolya’yı kral tanıdı. Macar krallığının Bohenya tacına bağlı olan ve Osmanlı ordularının girmediği Bohenya, Moravya, Slovakya ve Silezya gibi ülkeler ise, Mohaç’ta öldürülen Macar kralı Layoş’un karısı ve İspanya-Almanya imparatoru Charles-Ouint’in kardeşi olan Avusturya arşidükü Ferdinand’da kaldı. Kânûnî Sultan Süleymân İstanbul’a döndükten sonra harekete geçen Ferdinand, Bratislava’da Osmanlılara karşı olan asillerden teşekkül ettirilmiş bir diet meclisi toplayarak kendini Macaristan ve Bohenya kralı ilân ettirdi. Ağabeyi İspanya Almanya imparatoru Charles-Quint’in de desteğini alarak iyice güçlenen Ferdinand, Tokay meydan muhârebesinde Zapolya’yı yenerek Budapeşte’yi (Budin) almış ve Macaristan’ın büyük bir kısmını ele geçirmişti. Bunun üzerine Zapolya, Kânûnî Sultan Süteymân Han’dan yardım istedi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Mohaç zaferi ve kılıç hakkıyla zaptettiği geniş Macaristan ülkelerinin Alman asıllı bir hükümdarın eline geçmesine müsâde edemezdi. Bu, Osmanlı Devleti için vahim neticeler doğurabilirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han sefer hazırlıklarıyla meşgulken, Macaristan’dan fethedilen arazinin geri verilmesi karşılığında barış yapmak isteğiyle Ferdinand’ın elçileri geldi. Fakat Almanları, Budin ve Macaristan’dan çıkarıp atmak, Ferdinand’a gözdağı vermek, bulunabilirse, Alman ordusunu yakalayıp yok etmek arzusunda olan Kânûnî Sultan Süleymân Han, o zamanın âdetleri gereği elçileri tevkif ettirdi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra serbest bırakıp savaş için yola çıktığını söyleyip Ferdinad’a gönderdi.
10 Mayıs 1529’da İstanbul’dan hareket eden Süleymân Han, 20 Haziran’da Sofya’ya ve 18 Ağustos’da Mohaç ovasına ulaştı. Zapolya da 6.000 Macar askeri ile orduya katıldı ve burada Pâdişâh’ın elini öpmekle şereflendi. Eylül’de Budin’i kuşatan sultan Süleymân Han, teslim teklifinin reddedilmesi üzerine şiddetli bir muhasara savaşına başladı. 8 Eylül’de kale kapılarından biri ele geçirilip umûmî hücum başlatılınca, ümit kalmadığını anlayan müdâfîler, hayatlarına dokunulmamak şartıyla kaleyi teslim ettiler. Kısa zamanda gösterilen bu muvaffakiyet karşısında, Osmanlı hâkimiyetine daha fazla karşı duramayacağını anlayan Boğdan voyvodası beşinci Petro Raveş de ordugâha gelerek bir tâbiiyyet andlaşması imzaladı. Elbasan sancakbeyi Hasan Bey’i Budin’de muhafız bırakan Kânûnî, 12 Eylül’de Macar taht şehrinden ayrılıp Viyana üzerine yürüdü. Bu arada Ferdinand’ın adamları tarafından kaçırılmak üzereyken İzvornik sancakbeyi Sultanzâde Bâli Bey’in ele geçirdiği meşhur Macar tacı, yeniçeri sekbanbaşısı tarafından Zapolya’ya giydirildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han, 22 Eylül’de Almanya sınırını geçti. Ertesi gün Bâli Bey’in kardeşi Semendire sancakbeyi Sultanzâde Mehmed Bey, Alman öncü kuvvetlerinin büyük bir kısmını Viyana’nın on beş kilometre güneydoğusundaki Bruck kasabası yakınlarında imha etti. Esir edilen Alman kuvvetleri komutanı Christophe Vori Zedlitz ve altı general Sultan’a gönderildi. 27 Eylül’de Viyana önlerine gelen ordu-yı hümâyûn, hıristiyanlığın en büyük devleti olan Alman İmparatorluğu’nun başkentini muhasaraya başladı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, 120.000 kişilik bir orduyla Budin’den ayrılıp Viyana üzerine yürüdüğü haberi duyulunca, sâdece Almanya’da değil, bütün Avrupa’da müthiş bir telaş ve korku başlamış, Türklerin gelişi karşısında, o sırada had safhada olan mezhep mücâdeleleri bile bir tarafa bırakılarak, Viyana’ya yardım kampanyası açılmış ve Avrupa’nın her yerinden muhtelif milletlere mensup yardım kuvveti akın akın gelmeye başlamış, hattâ muhâsaradan biraz evyel bu kuvvetlerin büyük bir kısmı kaleye yerleşmişti. Osmanlı ordusunun haşmetinden büyük bir korkuya kapılan Ferdinand, alelacele şehri terkederek kaçmış, yerine ihtiyar ve tecrübeli bir asker olan Kont Nicolos Von Salm’i kale Komutanı otarak bırakmıştı. Müdâfaa hazırlıklarına başlayan Kont Salm de, Türk ordusu gelmeden Viyana yakınlarındaki mahalleleri tamamen yakıp yıkmış, birinci istihkâm hattından yirmi adım içerde ikinci bir istihkâm inşâ etmiş, Tuna sahillerine kazıklar diktirerek müdâfaa için gerekli tedbirleri almıştı. Osmanlı humbaracılarının yakıcı te’sirlerinden korunmak için evlerin ahşap çatılarını yıktırmış, top güllelerinin te’sirini azaltmak için de, sokakların kaldırımlarını söktürmüştü. Ayrıca iki ay yetecek kadar erzakı te’min edip, şehirdeki sivil halkı dışarı çıkarmıştı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Viyana’ya gelirken hiç bir zaman kaleyi alma gayesini gütmemiş, istediği zaman bunu gerçekleştirebileceğini göstererek göz dağı vermek istemişti. Üstelik yeni fethedilmiş olan Macaristan’da İslâm idaresi tam yerleşmeden Viyana’nın da alınıp askerin çok geniş bir alana yayılması, stratejik bakımdan hatalı olurdu. Kışın yaklaşması kale çevresinin yoğun yağmurlar sebebiyle bataklık hâline gelmiş olduğuna aldırmadan kaleyi kuşatmıştı.
Kaleyi muhasaraya başlayan Kânûnî Sultan Süleymân Han, on yedi gün boyunca döverek, şehrin surlarını iyice tahrip etmişti. Bu sırada bir Osmanlı güllesinin isâbetiyle kale komutanı Kont Salm de öldürülmüştü. Çevreden aldığı istihbaratlar sonunda Viyana’ya yüzelli kilometre uzaktaki Linz’de Alman ordusunun da Osmanlı ordusunun karşısına çıkmayacağı anlaşılınca, Charles-Quint’e verilen cezanın yeterli olduğuna kanâat getiren Kânûnî Sultan Süleymân Han, orduya muhasarayı kaldırma emrini verirken, çeşitli beyler kumandasındaki akıncı kuvvetlerini akına göndererek, Avusturya, Güney Almanya (Bavyera), Muravya, Bohenya, Slovakya, Silezya (şimdiki Çekoslovakya) ve Slovesya gibi Alman İmparatorluğu’na bağlı ülkeleri baştan başa çiğnetti. 16 Ekim’de Viyana önlerinden hareket eden ordu-yı hümâyûn, 25 Ekim’de Budin’e 16 Aralık’ta da İstanbul’a döndü.

İkinci Viyana Kuşatması

Macaristan, Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından fethedildiği zaman; halkının ekserisi Macar olan bir mikdâr arazi, Avusturya arşidükü Ferdinand’ın elinde kalmıştı. Orta Macar arazisi denilen bu bölge; Osmanlı idaresindeki Macar arazisinin batı tarafından başlayıp, kuzeybatıdan Erdel sınırına kadar bir şerit gibi uzanan bu toprak parçasının Tuna’nın dirsek yaptığı hizadan Tisa suyuna kadar dayanan yerlerden İbaretti.
Avusturyalılar bu araziyi kendi menfâatlerine uygun bir idâri teşkilâta bağlamışlar, ayrıca, Erdel sınırı yakınındaki Kaşav şehrini bölge için bir nevî merkez hâline getirmişlerdi. Bölgede iyice yerleştikten sonra ağır vergilerle Macar halkını ezen Avusturyalılar, mezheb ayrılığını bahane ederek katolik olmayanlara zulme başlamışlardı. Bu baskılara karşı halkı teşkilâtlandıran Macar liderleri ise, tek tek öldürülüyordu. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa zamanında Avusturya’ya karşı ayaklanan Macar lideri Tököly İmre, Osmanlı Devleti himayesine girmek istemiş, fakat devlet Lehistan mes’elesiyle meşgul olduğundan, Avusturya ile sürmekte olan barışı bozmayıp Tököly İmre’nin isteğini reddetmişti.
Tököly İmre, Avusturyalılara karşı tek başına mücâdeleye girişti ve kalabalık Avusturya orduları karşısında dört-beş yıl uğraştı. Avusturya İmparatoru’nun 1681’de umûmî af îlân etmesi üzerine, yanındakilerin bir çoğunun kendinden ayrılması neticesinde zor duruma düşen Tököly İmre, kurtuluşu Osmanlı Devleti’ne sığınmakta buldu, İstanbul’a gönderdiği elçileriyle, Osmanlı himayesine girmek için müracaat etti. Bu sırada Avusturya’nın tabiî düşmanı olan Fransa kralı on dördüncü Lui de Tököly’e yardımcı oluyor, mâlî destekte bulunuyor, hattâ Macar milliyetçileri ile Erdel ve Eflak voyvodalan arasındaki gizli ittifaklara yardım ediyordu. Osmanlı hükümeti için de asıl gaye Avusturya’nın zayıf düşmesi idi ve siyâsî durum da buna müsait görünüyordu. Devrin sadrâzamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu vaziyeti değerlendirerek, Tököly’nin müracaatını ve Orta Macaristan’ın himayesini kabul etti. Osmanlı Devleti, Orta Macaristan’daki bâzı kaleleri zaptedip, Tököly İmre’ye verdiği gibi, onu resmen Macar kralı olarak tanıdı.
Fransa, Macarlar ve Osmanlı Devleti tarafından kıskaca alındığını anlayan Avusturya İmparatoru Leopold, İstanbul’a elçi göndererek mevcud barışın süresini uzatmak istediyse de, Osmanlı hükümeti, Yanıkkale’nin iadesi, savaş hazırlıklarının tazmin edilmesi ve Orta Macaristan milliyetçilerinin serbest bırakılması şartlarında ısrar ettiği için, andlaşmaya varılamadı.
Sefer hazırlıklarını bitirdikten sonra, 1683 Nisan ayı başlarında dördüncü Mehmed Han’ın komutasında Edirne’den hareket eden ordu-yı hümâyûn, 3 Nisan’da Belgrad’ın karşısındaki Zemûn sahrasına geldi. Pâdişâh buradan ileri geçmeyip, kumandayı Yanıkkale ve Komran kalelerinin fethi vazifesiyle Kara Mustafa Paşa’ya devretti.
Kumandayı aldıktan bir müddet sonra, 27 Haziran’da İstolni-Belgrad’da bir harb meclisi toplayan Mustafa Paşa, bu toplantıda Viyana üzerine yürünmesi fikrini ortaya attı. Kırım hanı Murâd Giray ve Budin beylerbeyi Uzun İbrâhim Paşa’nın aksi fikir beyân etmelerine rağmen, diğer komutanlar Mustafa Paşa’nın fikrini tasvib ettiler. Çünkü Yanıkkale ve Komran alınınca sâdece bu kaleler fethedilmiş olacak, Viyana düşürülürse, Avusturya’nın payitahtı ele geçirilmiş olacağından, bütün Avusturya itaat altına alınabilecekti.
Toplanan mecliste Viyana üzerine yürünmesi karârı alınınca, Kara Mustafa Paşa, ordunun Viyana’ya doğru gidişini dördüncü Mehmed Han’a bir telhisle bildirdi. Telhisi götüren İsmâil Ağa, Belgrad’a gelerek huzura kabul olunup arızayı takdîm edince, vezîriâzamın kendisine danışmadan Viyana’yı muhasaraya karar verdiğine hayret eden Sultan; “Kasdımız, Yanık ve Komran kaleleri idi. Beç (Viyana) kalesi dilde yoktu. Paşa ne acip saygısızlık edip bu sevdaya düşmüş. Hoş imdi Hak teâlâ âsân getüre. Lâkin mukaddem (önceden) bildirseydi rıza vermezdim” diye teessüflerini bildirip, bu emr-i vâkii istemiyerek kabûl etti.
Kara Mustafa Paşa ise, 14 Temmuz 1683’de Viyana önlerine varıp kaleyi kuşattı. Düşmanın kaleye yardıma gelebileceği yol üzerine Kırım hanı Murâd Giray’ı gönderip, Viyana’ya gelebilecek yardımları önlemekle, Eğri beylerbeyi Abaza Hüseyin Paşa’yı ise, altı bin askere serasker yapıp Tököly İmre ile birleşerek Kuzey Macaristan’da faaliyette bulunmakla görevlendirdi. Hüseyin Paşa, Pojon taraflarında Leh kralı Jean Sabiesky kumandasındaki büyük müttefik ordusuyla karşılaştı. Tököly imre kendisine yardım etmeyince, tek başına düşmanı engellemeye kalkışan Hüseyin Paşa ve kuvvetleri düşmana ağır zâyiât verdirmelerine rağmen, tamamen şehîd oldular. Buradan Viyana üzerine gelen düşman ordusu, Kırım hanının ihanet edip düşmana engel olmaması sebebiyle hiç bir mukavemetle karşılaşmadan Viyana yakınlarına kadar geldi. Kırım hanı, düşmanı arkadan çevirme imkânı varken bunu da yapmayıp bütün kuvvetleriyle kale önlerindeki ordugâha geldi. 12 Eylül Pazar günü, bölgeye yakın Alman Dağı gerisinden yürüyen düşmanla, Osmanlı ordusu kuvvetleri komutanı Kara Mehmed Paşa arasında muhârebe başlayınca, vezîriâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kale kuşatmasının devamı için 30.000 kişilik askeri bırakıp maiyyeti ve kapıkulu askeriyle bölgeye geldi. Orduyu harb düzenine getirerek Budin vâlisi İbrâhim Paşa’yı sağ kola, Kırım hanı Murâd Giray’ı ise sol kol komutanlığına getirdi. Kendisi de merkezde kalacaktı.
Muhârebe başladıktan kısa bir süre sonra düşmanın ağır top ateşi karşısında tutunamayan İbrâhim Paşa, kısa zamanda bozulunca, düşman, ordunun içine yol buldu. Sol kanatta ise Osmanlı askeri bütün şiddetiyle çarpışırken, Kırım hanı tatar kuvvetleriyle kaçmaya başlayınca onlar da sarsıldı. Bu durumda, iki taraftan çenbere alınmaya başlanan Kara Mustafa Paşa’nın merkez kolunda panik başladı. Durumu sezen Leh kralı Sobiesky bütün gücüyle sancak-ı şerif üzerine yürüdüyse de serdâr-ı ekrem Kara Mustafa Paşa yerinden kımıldamayıp beş-altı saat mücâdele etti. Kale etrafındaki askeri de savaşa sokup, maiyyetiyle beraber kıyasıya çarpışmaya başladığı sırada, yanında bulunan silâhdâr ağası Osman Ağa’nın; “Efendim, lutf ve kerem et. İş işten geçti. Senin vücûdun askerin ruhudur. Feda olmakla asker felâkete uğrar, buyrun gidelim” diye yalvarması üzerine sancak-ı şerifi alıp, Yanıkkale taraflarına çekildi. Burada, savaşta ilk bozulup kaçanları yakalatıp gerekli cezâlara çarptırdı. Dağılmış olan ordu efradını topladı. Sonra Budin’e gelip, tehlikede kalan çeşitli kalelere takviye kuvvetler sevketti. Yeni Budin beylerbeyi Kara Mehmed Paşa’yı 30.000 kişi üzerine serdâr tâyin edip düşman üzerine gönderdi.
Sevk ve idare kabiliyeti yüksek, soğukkanlı bir komutan olan Kara Mustafa Paşa, Viyana önlerindeki muvaffakiyetsizlikten dolayı üzgün olmakla beraber, fena durumu düzeltmeye çalıştı. Aldığı tedbirlerle perişanlığı önleyerek kısa zamanda ordudaki disiplini sağladı. Viyana önlerindeki mağlûbiyet, dördüncü Mehmed Han’ın Kara Mustafa Paşa’ya karşı beslediği itimâdı sarsmadı. Hattâ ona kılıç ve kaftan göndererek gönlünü aldı. Fakat bir süre sonra Kara Mustafa Paşa’nın muhalifleri Pâdişâh’ın çevresinde hummalı faaliyetlere giriştiler ve kısa zamanda Pâdişâh’ı, Viyana hezimetinin yegâne müsebbibinin Kara Mustafa Paşa olduğuna inandırdılar. Böylece devrinde, hezimetin kayıplarını telâfi edebilecek tek şahıs olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Belgrad’da îdâm edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 48
2) Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 329
3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-6, sh. 75. cild-10, sh. 49

VEZİR


Osmanlı Devleti’nde askerî ve idâri sahalarda geniş selâhiyetlere sâhib en üst derecedeki me’murlara verilen ünvân. Vezir kelimesi, lügatta yardımcı, yük mânâlarında olup, devlet başkanı olan pâdişâhın hemen hemen bütün işlerini yüklenen ve hükümdarlıkla ilgili mes’elelerde görüş ve tedbiri ile ona yardımcı olan kimsedir. Vezirlerde, doğruluk, sabır, metanet ve yücelik gibi dört haslet bulunurdu.
Vezirliğe ilk ihtiyaç duyan, hazret-i Mûsâ olmuş ve cenâb-ı Hak’tan kendisine kardeşi Hârûn aleyhisselâmı yardımcı istemişti. Sevgili Peygamberimizin de başta hazret-i Ebû Bekr olmak üzere vezirleri yâni yardımcıları vardı. Vezir ünvânı ilk defa Abbasî Devleti’nde, daha sonraları da çeşitli İslâm devletlerinde kullanılmaya başlandı. Büyük Selçuklu, İlhanlı, Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da bu ünvânı kullandılar.
Osmanlılarda vezirlik müessesesi ilk defa, Orhan Gâzi zamanında (1324-1362) kurulan dîvân teşkilâtının başına vezir ünvânıyla bir zâtın getirilmesiyle teşekkül etti. İlk vezir ulemâ sınıfından gelmiş olan Alâaddîn Paşa olup, bunu yine aynı sınıftan Ahmed Paşa bin Mahmûd, Hacı Paşa ve Sinâneddîn Yûsuf Paşa tâkib ettiler. Yûsuf Paşa, Orhan Gâzi’nin son ve Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın ilk veziri idi. Onun vefâtından sonra, sultan Murâd Çandarlı Kara Halil’i vezârete getirmiştir. Bu devirde vezirler genellikle fıkıh âlimleri arasından seçiliyordu.
Orhan Gâzi zamanında tek vezir olup, dîvân; vezir, kâdı ve hükümdar olmak üzere üç kişiden teşekkül ediyordu. Devletin büyümesi ve işlerin artması üzerine, vezirleri de arttırmak îcâb etti. Böylece sayıları artan vezirlerden biri baş vezir (vezîriâzam) tâyin edildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han (1520-1566) zamanından îtibâren vezîriâzam yerine sadrâzam ünvânı kullanılmaya başlandı (Bkz. Sadrâzam).
Vezirlik rütbesine yükselebilmek için mükemmel hizmet etme, iktidar ve ehliyet sahibi olma özellikleri aranırdı. Mîr-i mîrân da denilen bir beylerbeyinin vezir olabilmesi için, sancakbeyliği ile eyâletlerde uzun müddet hizmet ettikten sonra Rumeli beylerbeyi veya Rumeli emîrü’l-ümerâsı olması lâzımdı. Ancak ondan vezirliğe geçebilirdi.
Kanunî Sultan Süleymân zamanının sonuna kadar merkezdeki vezir adedi dörtten yukarı çıkmamıştı. Bundan sonra artarak yediye kadar çıktı. Sonradan vezir adedi daha da artınca, kubbe vezirliğinden hâriç olarak bazı mühim eyâletler (Bağdâd, Budin, Yemen) vezirlere verildi. Daha sonra bu da kâfi gelmediğinden eyâletlere de vezirlerden tâyin edildi ve nihayet vezir adedinin fazla olarak artması üzerine eyâletler parçalandı ve bir kaç sancak birleştirilip bir vezire verildi.
Vezirliğe tâyin edilenler evvelâ pâdişâh huzurunda ve sonra da sadrâzam tarafından kabullerinde hil’at giyerlerdi. Bundan sonra vezir tâyin edilen zâtın vezâret menşur veya beratı reîsülküttâb; nişân-ı hümâyûn takımı da nişancı tarafından alınarak konağına götürülürdü. Bu hizmetlerinden dolayı yeni vezir reis efendiye, nişancı, mîr-i âlem ve çavuşbaşıya kanunen muayyen ve münâsip hediyeler verirdi.
Kubbe vezirleri dîvân toplantıları sırasında vezîriâzamın sağında otururlardı. Dîvân-ı hümâyûnda işler çok olduğu zaman kubbe vezirleri vezîriâzamın izniyle tuğra çekerek nişancıya yardım ederlerdi.
Kubbe vezirleri zaman zaman serasker veya serdâr ünvâniyle sefere me’mur edilirlerdi. Böyle durumda maiyyetine kapıkulu askerinden münâsip miktarda yeniçeri, cebeci, topçu ve süvari askeri verilirdi. Ayrıca mâlî işlerini görmek üzere bir defterdâr veya defterdâr makamında bir hazîne kâtibi bulunur ve kendi tezkirecisi de reîsülküttâb vazifesi görürdü. Serdâr vezir hareketinden itibaren dîvân kurar, dâva dinlerdi. Maiyyetindeki vazîfe sahipleriyle gideceği mıntıkalardaki azl ve tâyin hususunda selâhiyeti vardı. Dönüşünde yaptığı işler hakkında dîvân-ı hümâyûna bilgi verirdi.
Yine vezirler bir vazifeyle taşraya çıktıklarında, eyâletine gidinceye kadar yol üzerinde dâvalara bakmak ve karar almak selâhiyetine sahiptiler. Aynı durum İstanbul’a dönen vezirler için de geçerliydi. Ancak, kendisi bir vezîrin eyâletine uğrarsa orada dâvanın hâllini ona havale ederdi.
Vezirler gelir bakımından büyük imkânlara sâhib olup, bunların başlıca gelir kaynaklarını kendilerine tahsis edilen haslar teşkil ederdi. Fâtih kanunnâmesine göre; bir vezîrin haslarının yıllık geliri bir milyon iki yüz bin akçe idi. Bunlar diğer Türk İslâm devletlerinde olduğu gibi ganimetlerden de pay alırlardı. Vezir kendi hasının her beş bin akçelik geliri için sefere bir cebelü asker götürmeye mecburdu.
Yaşı itibariyle hizmet yapamayacak bir dereceye gelen veyahut uzun tecrübelerle idâri ve askerî aczi anlaşılan bir vezir, tekâüd edilerek kendisine geçinebilecek kadar tekâüd hasları veya bir mahallin mukâtaasından veya başka bir yerden muayyen bir para verilirdi.
Vezirler hakkında şikâyet olur ve hakkındaki şüpheler sabit olursa, kendisinden vezirlik alâmetleri ve rütbeleri alınarak belli bir mahalde ikâmete mecbur tutulurlardı. Eğer halka zulüm ettikleri duyulursa, muhakeme edilerek cezalandınlırlardı.
Kalabalık maiyyetlere sâhib olan vezirlerin emirleri altında en az üç yüz kişi bulunurdu. Kapı halkı denilen bu maiyyetin kalabalığı vezîrin derecesini gösteren bir ölçüydü.
Her vezîrin dokuz kat mehterhanesi vardı. Fakat bu mehterhanede pâdişâhlık alâmeti olan kös bulunmazdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Lütfi Paşa Târihi; sh. 453
2) Medeniyeti İslâmiye Târihi (C. Zeydan); cild-1, sh. 132
3) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 485
4) Osmanlı Devletinin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 186 v.d.
5) Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluş Döneminde Vezîrîâzâmlık (A. Taneri); sh. 40 v.d.

VEHHABİLİK


On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında ortaya çıkan, on dokuzuncu yüzyılda geniş bir bölgeyi etkisi altına alan dînî ve siyâsî bir akım. Kurucusu Şeyh-i Necdî diye de anılan Muhammed bin Abdülvehhâb’dır. Benî Temîm kabîlesine mensûb olan ve 1699 (H. 1111) senesinde Necd gölündeki Hureymile kasabasına bağlı Uyeyne köyünde doğan Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kurduğu bu akıma Vehhâbîlik; ona tâbi olanlara da Vehhâbî adı verilmektedir. Muhammed bin Abdülvehhâb, önceleri seyahat ve ticâret için Basra, Bağdâd, İran, Hind taraflarına gitti. Şam’da tahsîl yaptı. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan görüşler ileri süren İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okudu ve fikirlerinin te’sirinde kaldı. 1730’da Necd’e dönerek köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara mutezile ile diğer bid’at fırkalarından aldığı kendi düşüncelerini de karıştırdı. Fikirlerini önce kendi bölgesinde yaymaya çalıştı. 1744 senesinde Riyâd yakınlarındaki Der’iye kasabasına yerleşti. Der’iye ahâlisi ile şeyhleri olan Muhammed bin Suûd buna tâbi oldular. Der’iye şeyhi Muhammed bin Suûd’la işbirliği yaparak çevreden güçlü bir destek sağladı. Kendi düşünce ve görüşleri doğrultusunda hareket etmeyen müslümanları, tevhîd yolundan ayrılmış birer müşrik kabûi edip, bunların kanlarının ve mallarının helâl olduğunu bildirdi. Kendisine kâdı, Muhammed bin Suûd’a hâkim ismini vererek gelecekte çocuklarının bu makama geçmelerini te’min eden bir kânun hazırlattı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem ve başka peygamberleri ve evliyâyı vesile ederek Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) dedi. Böylece binlerce İslâm âlimine muhalefet etti.
Necd halkı, Vehhâbîlik akımını sür’atle benimsedi. 1745-1765 seneleri arasında geçen yirmi yılda, Necd bölgesinin tamâmına, Asır ve Yemen’in iç bölgelerine hâkim olan Vehhâbîler, fikirlerini kabul etmeyip karşı çıkanlara harb ilân ettiler. Mekke ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini ikna etmek için adamlar gönderdiler. Ehl-i sünnet âlimleri onların fikirlerine karşı çıktılar. Mekke emîri olan Şerîf Mes’ûd bin Sa’îd, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ve adamlarının müslümanları yavaş yavaş Ehl-i sünnet itikadından uzaklaştırdıklarını anlayarak, Mekke âlimlerinin verdiği fetva ile bunların habs edilmelerini emretti. Aralarında Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb’ın da yer aldığı Hicaz’daki Ehl-i sünnet âlimleri, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kitablarını inceleyerek, uygun olmayan fikirlerine cevaplar hazırladılar. Yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Bu kitaplar Vehhâbîleri uyandırmadığı gibi, Ehl-i sünnet olan müslümanlara karşı düşmanlıklarını arttırdı. Niyeti, Hicaz ve Irak bölgelerini ele geçirip ayrı bir devlet kurmak olan Muhammed bin Abdülvehhâb, 1765 yılında ölen Muhammed bin Suûd’un yerine geçen oğlu Abdülazîz bin Muhammed’le işbirliği yaparak, zekât ve öşür toplamak bahanesiyle dolaştığı köy ve kasabalarda, kendilerine karşı gelen sünnî ulemâyı öldürmeye başladı. Etrafında pek çok tarafdârının toplandığını gören Abdülazîz bin Muhammed, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın da uygun görmesiyle hilâfetini îlân etti. Sonra da kabîle reislerini toplayıp kendilerine; “Ben istediğimi elde edecek kadar askere sahibim. Maksûdum, hilâfet merkezimiz olan Der’iye’den çıkıp, uğradığım yerleri de kendime tâbi kılarak, doğru dini tâlim ede ede Bağdâd’a kadar giderek orasını ele geçirmektir. Bir taraftan da Ehl-i sünnet ulemâsı geçinen müşrikleri ortadan kaldıracağım. Çünkü, bulundukları memleketlerde bize tâbi olanların rahat yüzü görmelerine imkân yoktur” dedi. Etrafında toplanan kabîle reisleri, ona tâbi olacaklarına dâir söz verdiler ve elini öpmek suretiyle bîât ettiler. Abdülazîz bin Muhammed bunun üzerine; “Şu hâlde mezhebimizi her tarafta yaymaya ve halkı müslüman adı altındaki müşriklere karşı savaşa sevk etmeye başlayın” emrini verdi.
Hâdise duyulunca, Der’iye bölgesindeki sünnî âlimler Bağdâd’a giderek durumu Bağdâd vâlisi Süleymân Paşa’ya anlattılar. Süleymân Paşa mes’eleyi iyice anlamadan harekete geçmek istemediği için, Abdülazîz’e bir mektûb göndererek maksadının ne olduğunu sordu. Abdülazîz ise, yazdığı mektûbda, Süleymân Paşa’y oyalayıcı ve kaçamak cevaplar yazdı. Diğer taraftan da İslâm dünyâsına hâkim olmak için evvelâ Mekke ve Medine’yi ele geçirmek gerektiğini düşünüp, bir hayli asker toplayarak Mekke şerifine başvurdu ve hac müsâdesi istedi. Mekke şerîfi, maksadını bildiği için isteğini reddetti ve bir mikdâr asker toplayarak Der’iye üzerine yürüdü. Abdülazîz bin Muhammed ona karşı çıkmaya cesaret edemeyerek dağlara çekildi. Bu sırada Muhammed bin Abdülvehhâb öldü.
Abdülazîz bin Muhammed, 1795 senesinde Mekke’ye üç vehhâbî gönderdi. Mekke’de yapılan toplantıda, Ehl-i sünnet âlimleri âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle cevâb verince, üç vehhâbî bir şey söyleyemeyerek hakkı kabûl etmekten başka çıkar yol bulamadılar. Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, kendilerinin yanlış yolda olduklarını yazarak üçü de imzaladılar. Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîleri cevap veremeyecek hâlde bırakınca; Mekke’deki vehhâbî din adamları, Der’iye’ye Abdülazîz’in yanına gelerek cevab veremediklerini, böyle inanmanın İslâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlattılar. Bu durumu öğrenen Abdülazîz bin Muhammed, 1800 senesinde hazırladığı kuvvetlerle Mekke üzerine yürüdü.
Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlib Efendi, vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı. Fakat Mekke etrafındaki Arab kabîleleri vehhâbî oldular. Mekke şerîfi, Tâif kalesini tamir ettirip Mekke dağlarına burçlar yaptırdı.
Abdülazîz bin Muhammed, oğlu Suûd’u büyük bir orduyla Irak’a gönderdi. 1802 senesi Muharrem törenleri sırasında Kerbelâ’ya giren bu ordu, pek çok şiîyi kılıçtan geçirdi. Hazret-i Hüseyin’in türbesindeki altın ve gümüş eşyayı iki yüz deveye yükleyip Der’iye’ye getirdiler.
Bu sırada Abdülazîz bin Muhammed de Tâif’i muhasara için faaliyete geçti. Civardaki kabîlelerle temas kurup onlara kendi inancını kabul ettirdi. Bu sırada Der’iye Câmii’nde bir şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü. Yerine oğlu Suûd geçti. Suüd hemen o sene iki bayram arasında Tâif üzerine asker göndererek şehri muhasara ettirdi. Şerîf Gâlib Efendi tarafından müslümanlara işkence yapmamaları hususunda sözleşme yenilemek üzere, Suûd bin Abdülazîz’e gönderilen Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî de Mekke şerifine isyân edip, Suûd bin Abdülazîz’le birlik oldular. Suûd, Der’iye’den hazırladığı kuvvetleri bunların emrine verdi ve Tâif üzerine gönderdi. Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî Tâif yakınındaki Abîle denilen yere geldikleri sırada, Şerîf Gâlib Efendi’ye mektup yazıp, Suûd ve kendilerinin daha önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Suûd’un Mekke’yi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif Gâlib Efendi cevap yazarak tatlı sözlerle nasihat ettiyse de Osman el-Müdâyıkî bu mektubu yırttı. Emir’in gönderdiği müslümanlara saldırıp, onları bozguna uğrattı. Şerîf Gâlib Efendi, Tâif kalesine çekilip savunma tedbirleri aldı. Osman el-Müdâyıkî Taife yakın Melîs denilen yerde karargâhını kurdu. Bîşe emîri Salim bin Şekbân’ı da yardıma çağırdı. Şerîf Gâlib Efendi Tâiflilerle birlikte Melîs’deki vehhâbîler üzerine saldırdı. Salim bin Şekbân’ın bin beş yüz askerini kılıçtan geçirdi. Salim ve yanındaki kalanlar kaçtı. Fakat tekrar toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar ve ahâlinin mallarını yağma ettiler. Şerîf Gâlib Efendi, yardım almak için Cidde’ye gitti. Tâifliler korkup, çoğu çoluk-çocuğunu alıp gizlice kaçtılar. Kalede kalan Tâifliler ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan kaleye teslim bayrağı çektiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler.
Şubat 1803’de Tâifi ele geçiren vehhâbîler, şehir halkını öldürerek mallarını yağmaladılar. Şehir ve etrafındaki mezarları ve türbeleri yıktılar. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem amcasının oğılu Abdullah bin Abbâs’ın muhteşem türbesini yerle bir ettiler. Bir çok dînî kitapları yaktılar.
Sonra Mekke üzerine yürüdüler. Fakat hac mevsimi olduğu için şehre girmeye cesaret edemediler. 1803 senesi Muharrem ayında Mekke’ye giren vehhâbîler, inançlarını yaydılar. Kabir ziyaret edenleri, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini bildirdiler. Daha sonra da Şerîf Gâlib Efendi’yi yakalamak üzere Cidde’ye gittiler. Şerîf Gâlib Efendi’nin hücumları karşısında bozularak Mekke’ye geri döndüler. Halkın isteği üzerine Şerîf Gâlib Efendi’nin kardeşi Şerîf Abdülmu’în Efendi’yi Mekke’de emir bırakıp Der’iye’ye gittiler. Daha sonra Cidde’den topladığı kuvvetlerle Mekke’ye gelen Şerîf Gâlib Efendi, emirliği tekrar aldı.
1805 senesinde Mekke’yi yeniden ele geçiren vehhâbîler, Medîne’yi de ele geçirerek kuzeye yöneldiler. Hâkimiyet sahalarını Haleb’e kadar genişlettiler.
Osmanlı Devleti’nin iç mes’elelerle uğraştığı bir zamanda zuhur eden vehhâbîlik yayılmaya başladığı zaman, İran şahı Nâdir Şâh’ın şark hudutlarını tehdîdi yanında, Rusya ve Avusturya hücumları da devam ediyordu. Suriye’de Cezzâr Ahmed Paşa, Mısır’da Memlûklülerin isyânları, Fransızların Mısır’a girmeleri, Tepedelenli Ali Paşa, Pazvandoğlu, Belgrad dayısı isyânları, Sırp ayaklanması ve Nizâm-ı cedîd hareketleri de vuku bulmuştu. İşte bu sebeplerle Devlet vehhâbîlerle uğraşmaya imkân bulamadı. Vehhâbîlik hareketinin yayılması ve devletin bütünlüğünü tehdîd eder duruma gelmesi üzerine Osmanlı hükümeti, hareketi bastırmak üzere Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı vazîfelendirdi. Mehmed Ali Paşa, oğlu Ahmed Tosun Paşa kumandasındaki, bir Mısır ordusunu 1 Mart 1811’de gemilerle Yenbu limanına doğru yola çıkardı. Bu ordu, 2 Aralık 1812’de Medine’ye girdi. 23 Ocak 1813’de Mekke, bir kaç gün sonra da Tâif alındı. Mehmed Ali Paşa Kabe’nin anahtarlarını, diğer mukaddes emânetlerle birlikte oğlu Kâmil İsmâil Paşa ile İstanbul’a yolladı. Sultan İkinci Mahmûd Han başarıları sebebiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı ve oğlu Ahmed Tosun Paşa’yı mükâfatlandırdı.
Suûd bin Abdülazîz 27 Nisan 1814’de Der’iye’de ölünce, yerine oğlu Abdullah geçti. Bu sırada Ahmed Tosun Paşa da vefât ettiğinden, Hicaz birlikleri kumandanlığına kardeşi İbrâhim Paşa tâyin edildi. İbrâhim paşa, Der’iye’yi beş ay kuşattıktan sonra, Eylül 1818’de ele geçirdi. Yakalanan Abdullah bin Suûd Medine’ye getirildi. Dört oğlu, hocası, iki kâtibi ve dîvancısı ile birlikte elleri bağlı olarak İskenderiye üzerinden İstanbul’a yollandılar. Muhakeme edildikten sonra, Topkapı Sarayı kapısı önünde îdâm edildiler. Böylece Osmanlı Devleti için vehhâbîlik mes’elesi hâlledilmiş gibi olduysa da, 1824’de o soydan Terkî bin Abdullah ortaya çıkarak vehhâbîlere baş oldu. 1833’de Suûd’un oğlu Meşâri, Terkî’yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin oğlu Faysal da Meşşârî’yi katledip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yeniden gönderdiği askerlere karşı koymak istediyse de mirliva (tuğgeneral) Hurşid Paşa’nın eline geçerek, Mısır’a gönderildi ve habs edildi.
Suûd’un Mısır’da bulunan oğlu Hâlid Bey, Der’iye emîri yapılarak Riyâd’a gönderildi. Mısır’da Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet itikadında, nâzik bir zât olan Hâlid Bey, bir buçuk sene emirlikte kaldı. Abdullah ibni Sezyan adında biri, Osmanlı Devleti’ne sâdık görünerek bir çok köyü ele geçirdikten sonra ansızın Der’iye’ye saldırıp Necd emîri oldu. Hâlid, Mekke’ye kaçtı. Mısır’da hapiste bulunan Faysal, Cebel-i Semr emîri İbnürreşîd’in yardımı ile kaçarak Necd’e gidip İbn-i Sezyan’ı öldürdü. Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacağına yemîn edince 1843’de Der’iye emîri yapıldı. 1865 senesinde ölünceye kadar vadinde durdu ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı. Faysal ölünce büyük oğlu Abdullah Necd emîri yapıldı. Kardeşi Suûd Bahreyn adasından topladığı kimselerle 1871’de isyân etti. Fakat Abdullah Osmanlı Devlet’nin bir emîri olduğu için altıncı ordu kumandanlarından ferik (tümgeneral) Nafiz Paşa, Suûd’un üzerine gönderildi. Suûd ve ona bağlı olan kimseler, 1874’de tamamen te’sirsiz hâle getirildi. Necd ülkesi rahat ve huzura kavuştu. Yemen ve Asîr taraflarındaki vehhâbîler de itaat altına alındı. 1888’den sonra Muhammed İbnürreşîd, Necd’i ele geçirerek Abdullah’ı esir aldı. 1897’de Muhâmmed İbnürreşîd’in vefâtından sonra yerine biraderi oğlu Abdülazîz er-Reşîd geçti. Vehhâbîliğin yeniden zuhûru için çalışan Abdülazîz İbnürreşîd, 1901’de Kuveyt’den Riyâd’a gelen Abdülazîz bin Abdurrahmân bin Faysal tarafdârlarınca öldürüldü. 1915 senesinde Osmanlılar işe karışarak Abdülazîz İbn-üs-Suûd, Riyâd kaymakamı tâyin edildi. Sonra Reşîdlilerle Suudiler arasında Kasîm’de yapılan harpte Abdülazîz bin Abdurrahmân mağlûb oldu ve Riyâd’a çekildi. 17 Haziran 1918’de Abdülazîz bin Abdurrahmân bir beyanname neşr ederek, Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlara karşı cihâd ediyorum diyerek Mekke ve Taife hücum etti ise de başarı sağlayamadı. 1924’de İngilizler Mekke emîri Şerîf Hüseyin Paşa’yı yakalayıp Kıbrıs’a götürünce, Abdülazîz bin Abdurrahmân, 1924’de Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. 1926’da Hicaz ve Necd kralı ünvânını aldı. 1927’de İngiltere ile imzaladığı Cidde anlaşmasıyla bağımsızlığını îlân etti. 1932’de devletin adını Arab Suudî Krallığı olarak değiştirdi.
Dînî ve siyâsî bir görüş olarak vehhâbîliğin temel esasları şöyle özetlenebilir:
Ehli sünnet ile aralarındaki temel farkın tevhid anlayışı konusunda olduğunu savunan vehhâbîler, bu hususu belirtmek için kendilerini muvahhidûn (muvahhidler) olarak adlandırırlar. Onlara göre tevhîd inancı; kalble, dille ve amelle gösterilmelidir. Bunlardan biri eksik olursa, o kişi müslüman değildir. Yâni amel ve ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbilere taksim etmelidir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen sıfatları ile, el, yüz, ayak, kürsî v.b. ifâdeleri vücûdî şekiller içinde anlarlar. Yâni teşbih ve tecsîme, (insana benzetip cisimlendirme) giderler. Çünkü onlara göre âyet-i kerîmeler te’vil edilmeksizin zahir mânâlarıyla alınmalıdır. Allahü teâlâdan başkasından şefaat (yardım) dilemek şirktir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarlarını ziyarette bulunup, bunları vesile ederek duâ eden, İslâmiyet’ten çıkar. Buna tövbe etmeyenin öldürülmesi caizdir. Tarikata girmek, bir mürşidi sevmek, tasavvufa yönelmek bid’attır, yâni sapıklıktır.
Kur’ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyye dışındaki her şeyi bid’at olarak vasıflandıran ve Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şeriflerden sonra delillerin iki kaynağı olan icmâ ve kıyâsı reddeden, fıkhı mezheplerin imâmlarının mutlak otoritesini kabul etmeyen, Eshâb-ı kiramın bile dinde selâhiyetli olmadığını ileri sürerek mezheb veya mezheb imâmına bağlanmayı, dîni anlamamak ve küfre sapmak gibi değerlendiren vehhâbîler, en büyük bid’at olarak mezar ve türbe yapılmasını, buraların ziyaret edilmesini kabul ederler. Mezarlar üzerine türbe yapmak, türbelerde namaz kılmak, orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhuna sadaka adamak uygun değildir derler. Bu yüzden Arabistan’daki mezar ve türbeleri yıkmışlardır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hırka ve sakal-ı şerîfinin ziyaret edilmesini şirk sayarak yasaklamışlardır. Namazın mutlaka toplu ve mescidde kılınması gerektiği inancındadırlar. Zikri ve nafile namazı yasaklamışlar, vakıf kurumunu da bâtıl saymışlardır.
“Emr-i bil-mârûf ve nehy-i anil münker, imâmın veya emîrin vazifesidir” diyen vehhâbîler, amelde Hanbelî mezhebine bağlı olduklarını ileri sürer, îtikâdî konularda selefî olduklarını söylerler. Daha çok İbn-i Teymiyye’nin fikir ve görüşlerinin te’sirinde kalan vehhâbîliğe karşı çeşitli reddiyeler yazılmıştır. Muhammed bin Abdülvehhâb’ın babası, oğlunun arkasından gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb Es-Savâik-ı ilâhiye fî reddi ale’l-Vehhâbiyye, Mekke müftisi Ahmed Zeynî Dahlân da Hulâsât-ül-kelâm adlı eserinde Vehhâbîlerin yanlış yolda olduklarını vesikalarla isbât etmişlerdir. Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pek çok kitaplar yazılmıştır. Vehhâbîlik hakkında bir çok Türkçe kitaplar da neşr edilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Vahhâbıyân (Eyyûb Sabri Paşa, İstanbul-1296)
2) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 308
3) Hulâsât-ül-Kelâm (A. Zeyni Dahlân); sh. 299 v.d.
4) El-fütûhât-il-İslâmiyye: cild-2, sh. 228
5) Es-Savâik-ul-İlâhiyye (Süleymân bin Abdülvehhâb, İstanbul-1988)
6) Kıyamet ve Âhiret; sh. 335
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 419
8) Târih-i Cevdet; cild-7, sh. 201
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 366
10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2869
11) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 441
12) Mekke-i Mükerreme Emirleri; sh. 115
13) Vehhâbiliğin İç Yüzü (Trc. A. Fârûk Meyan, İstanbul-1976)
14) Berâet-ül-Eş’âriyyin (Ebû Hâmid bin Merzûk, Beyrut-1975)

VARNA MEYDAN MUHAREBESİ


10 Kasım 1444’de Varna’da yapılan Osmanlı-Haçlı muhârebesi. Sultan İkinci Murâd Han’ın Rumeli fütûhatları sonunda Macaristan ve Lehistan ile 12 Temmuz 1444 târihinde imzalanan Segedin andlaşması on yıllık bir sulh devresi getiriyordu. Sultan Murâd Han, sulh devresinden istifâdeyle, velîahd Mehmed’in idaresini görmek için, yorulduğunu ileri sürerek saltanattan çekildi. Oğlu sultan İkinci Mehmed Han on üç yaşında Osmanlı tahtına geçti. Osmanlı tahtına tecrübesiz zannettikleri birinin çıktığını öğrenen haçlılar, hazırlığa giriştiler: Fırsatı kaçırmak istemeyen Bizans imparatoru ile Venedik senatosu, Osmanlıları Rumeli’den çıkarmanın zamanının geldiği iddiasıyla, Macar kralı Vladislas’a yeminini bozdurdular. Yeminin bozulmasında papanın adamı kardinal Çesarini’nin; “Müslümanlara verilen yeminlerin hiç bir kıymeti yoktur” şeklindeki sözleri çok etkili oldu. Sonunda bu fikirlere kendisi de inanan Vladislas, en kısa zamanda haçlı seferine çıkacağını îlân etti.
Bizans imparatoru, kardinal Çesarini ve Macar kralı Vladislas haçlı seferi için hazırlıklara başladılar. Yaptıkları plâna göre; haçlı gemileri, Çanakkale ve Karadeniz boğazını tutacaklar, Anadolu’da bulunan sultan İkinci Murâd’ın Rumeli’ne geçmesine mâni olacaklar ve zincirleme savaşlarla yorulmuş ve çocuk yaştaki sultan İkinci Mehmed’in kumandasında olan Osmanlı ordusunu kolayca imha edeceklerdi.
Kısa zamanda hazırlanan haçlı ordusunu; Macarlar, Lehli, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanya, Hırvat, Alman, Fransız ve Venedik kuvvetleri teşkil etmekteydi. Venedik, müttefik ordularına kuvvetli bir donanma ile yardım edecekti. Eflak ve Boğdan voyvodalıkları da mühim kuvvetlerle müttefiklere katılmışlardı. Bütün bu devletler, prenslikler harbin zaferle sona ereceğinden emin oldukları için daha sefere başlamadan, Osmanlıların Rumeli’deki topraklarını aralarında taksim etmişlerdi. Selanik ve Gelibolu yarımadasını Venedik alacak, Trakya ve Yunanistan Bizans’a bırakılacak, Macar komutanı Jan Hünyad, Bulgarya kralı olacaktı. Toplanan ve Osmanlı üzerine saldıracak olan haçlı kuvveti yüz bini bulmuştu. Bu sırada haçlılara katılmış olan, ancak sulhun bozulmasını istemeyen Sırp despotu Jorj Brankoviç, haçlıların sefer hazırlıklarından Osmanlı Devleti’ni haberdâr etti.
Hıristiyan müttefiklerin harp îlânı ve giriştikleri hazırlıklar, Osmanlılar tarafından haber alınınca, Edirne’de endişeli bir hava esmeye başladı. Edirne’de toplanan saltanat şûrasında, alınacak tedbirler düşünüldü ve ordunun başında tecrübeli bir hükümdarın bulunmasına karar verildi. Sadrâzam Çandarlı Halil Paşa, genç pâdişâh sultan Mehmed Han’a durumu îzâh, edip; “Düşmana cevâb-ı mukavemet (karşı durmanın) imkânı yok. Meğer baban sultan yerine gelmekle mümkün ola. Beylerin dahi ittifakı bunun üzerinedir, maslahat bunu görürler. Düşmana karşı onları gönderesiz. Bu vak’a def olduktan sonra, yine saltanat sizindir” dedi.
Sultan Mehmed Han, babası sultan Murâd’a tekrar tahta gelmesi için haber gönderdi. Fakat Murâd Han bu daveti reddetti. Sultan Mehmed Han yazdığı ikinci mektubunda; “Eğer pâdişâh siz iseniz, tehlikede olan vatanı kurtarmak üzere ordumuzun başına geçmek vazîfenizdir. Eğer pâdişâh biz isek, size emrediyoruz, gelip ordunun başına geçiniz” dedi. Sultan Murâd Han, oğlunun bu dâvetine îcâb ederek sür’atle Anadolu askerini topladı. O sırada Papa ve Venedik gemileri Çanakkale boğazı önünde toplanmış, Türklerin şimdiye kadar kuvvetlerini Rumeli’ye naklederken kullandıkları Çanakkale boğazı yolunu kesmişlerdi. Buradan Rumeli’ye geçmek imkânsızdı. Murâd Han Çanakkale tarafına az bir kuvvet gönderip, düşmanı yanıltarak sür’atle İstanbul boğazına (Anadolu Hisarı’na) geldi. Sadrâzam Halîl Paşa, yeniçeri, topçu, cebeci ve Rumeli askeriyle İnceğiz’de bekliyordu. Sultan’ın boğaza ulaştığını haber alınca, bugünkü Rumeli Hisarı’nın bulunduğu yere geldi ve yanında getirdiği topları yerleştirdi. Böylece tarihte ilk defa İstanbul boğazı top ateşi ile kontrol altına alındı. Sultan Murâd Han derhâl maiyyetindeki 40.000 kişilik Anadolu askerini, topçunun himayesinde, asker başına bir duka altını vermek suretiyle Ceneviz gemileriyle karşıya geçirdi. Bizanslılar, İstanbul surları yakınından sancak ve bayraklarını dalgalandıra dalgalandıra ilerleyen Osmanlı ordusunu seyretmekten başka bir şey yapamadılar.
20 Ekim 1444 târihinde Rumeli’ye ayak basan sultan Murâd Han, bu geçişin emniyetle başarılmasında hizmeti dokunan topçu kumandanı Saruca Paşa’ya ihsânlarda bulundu. Geçişi Edirne’ye bildirmek için kapıcıbaşı ile Muhtesibzâde acele yola çıkarıldı. Murâd Han Edirne’ye yaklaşınca, devlet adamları ve halk tarafından karşılandı. Fakat Edirne’ye girmeyerek şehrin dışında konakladı. Sultan Mehmed ve vezîriâzam Halîl Paşa’yı Edirne’nin muhafazasına bırakıp sür’atle Varna üzerine yürüdü.
Macar kralı Vladislas da sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 1 Eylül 1444 târihinde Segedin’den hareket etmişti. Macar ve Leh askerlerinden meydana gelen ordunun ağırlıklarını taşıyan iki bin araba da arkadan geliyordu. Kral Vladislas’in kıymetli eşyasını ise iki yüz elli araba taşımaktaydı. Ordu 16 Eylül’de Orsova’ya vardı. Meşhur Macar komutanı Jan Hünyad dört bin seçme zırhlı süvârî ile buradaki asıl kuvvetlere iltihak etti.
Orsova’da yapılan toplantıda Jan Hünyad, Haçlı ordusunun başkumandanlığına getirildi. Ayrıca ordunun harekât plânı kararlaştırıldı. Kral Vladislas’ın fikri, Osmanlıların merkezi Edirne’ye yürümekti. Fakat Balkan dağlarını aştıktan sonra, Meriç vadisinden ilerleme’yi tehlikeli gördüğünden, önce Varna’nın zaptını düşündü. Varna’da donanma ile de işbirliği yapılacak ve zafere daha emîn adımlarla ilerlenecektı. Bu karârı müteakip Orsova’dan kalkan haçlı ordusu, 18-22 Eylül’de Tuna’yı aştı. Balkan dağlarının kuzey eteklerini tâkib ederek Varna’ya doğru ilerledi. Jan Hünyad, Macar süvarileri ve haçlılara katılan Eflak askerleriyle önde yol alıyordu. Haçlılar Vidin kalesini atlayarak Niğbolu’ya gelip kaleyi kuşattılar. Fakat yaptıkları hücumlar boşa gidince, ordu baş kumandanı Jan Hünyad kale önünde vakit geçirmenin yersiz olduğunu söyleyerek kuşatmayı kaldırdı.
24 Ekim 1444’de Razgrat’tan Yenipazar’a gelen haçlılar, şehirdeki müslümanları kılıçtan geçirdiler. 26 Ekim 1444 günü Şumnu, Tırnova, Prevadi, Retric, Mihaliç’te de aynı katliâmı yaptılar. 9 Kasım 1444 günü Varna önüne gelen haçlı ordusu, şehrin güneyindeki Galatahisar, Makropolis, Kavarna köylerini ele geçirdi ve Varna’nın kuzey bölgesinde ordugâhını kurdu.
Haçlıların elinde Osmanlı ordusuna âid hiç bir bilgi olmadığı hâlde buraları çok iyi bilen sultan Murâd Han, her imkândan faydalanarak düşmanın arkasına düşüp adım adım takib ederek Varna önünde sıkıştırdı.
Büyük bir zafer neşesi ve gururuyla Varna önlerine gelmiş bulunan haçlı ordusu, sultan Murâd gibi bir dahînin kumandası altında müthiş bir Osmanlı kuvvetinin üzerlerine geldiğini işitince şaşırdı. Ordu başkumandanı Jan Hünyad da telâşa düştü, alelacele bir harb meclisi topladı. Bu toplantıda Papa’nın vekîli kardinal Jülyen Çesarini, Eğri ve Varadin piskoposları, ordugâhın önünde hendekler ve arabalardan istihkâmlar kurarak Türklerin hücumunu beklemek fikrini ileri sürdüler. Fakat başkumandan Jan Hünyad ile kral Vladislas düz sahada Türklere hücumu daha uygun buldular ve; “Taarruz edecek güçteki bir orduyu tahkimli bir savunma mevzii içine sokmak çok zararlıdır. Taarruz, morali yüksek olan asker üzerinde daha iyi te’sir yapar” dediler.
Haçlı ordusunun sol kanadı, Varna bataklıklarıyla çevrili idi ve bu cenahta Ulahlarla bir kısım Macarlar bulunuyordu. Sağ cenah tamamen açık bulunduğundan Macarların hemen bütün kuvvetleri bu tarafta idi. Siyah Macar bayrağı, Erlau piskoposunun muhafazasına verilmişti. Alemdâr, Franko idi. Ordu kuvvetleri, meşhur kardinal Çesarini, Franko ve Erlan piskoposunun arasında taksim edilmişti. Varadin piskoposu, ordunun arkasını, eşya ve top mühimmatını muhafaza etmekte idi. Kral Vladislas ortada yer aldı.
Haçlıların bu nizâmına mukabil Osmanlı ordusunun başkumandanı sultan Murâd Han, kademeli olarak tertibat aldı. Kuvvetlerin en mühim kısmını iki sıra üzerine yerleştirdi. Harp Rumeli’de olduğundan, usûl mucibince Rumeli beylerbeyi Turhan Bey Rumeli askeriyle sağda, Anadolu beylerbeyi Karaca Bey de, Anadolu askeriyle sol cenahta yerlerini aldılar. Osmanlı ordusunun başkumandanı Murâd Han da yanında yeniçeriler olduğu hâlde ortada üçüncü sırayı teşkil eden bölümde idi. Muhârebe idare yeri biraz yüksekçe bir tepe üzerinde kurulmuştu.
Sultan Murâd Han, Varna sahrasında saf tutan haçlı ordusu ile muhârebeye başlamadan evvel iki rek’at namaz kıldı ve şöyle duâ etti: “İlâhî! Mü’min kullarını, benim günâhımın çokluğundan ötürü küffâr elinde zebûn etme. İlâhî! Habîbinin hürmeti için ümmetini sen sakla ve sen mansûr ve muzaffer eyle.”
Târihin en mühim meydan muhârebelerinden biri olan Varna Muhârebesi, 10 Kasım 1444 sabahı Osmanlı askerinin Allah Allah nidalarıyla başladı. Murâd Han, azabları ve akıncıları düşmanın en zayıf tarafı olan sağ kanada doğru sürdü, öğleye doğru savaş şiddetlendi. Düşman başkumandanı Jan Hünyad, yanına Eğri piskoposunun alayını da alarak sağ kanat üzerine yüklenen Türklere karşı taarruza geçti. Haçlı süvarileri zırhlı olduğu için az telâfât veriyor, Türkler bu yüzden müşkil vaziyete düşüyordu. Kardinal Jülyen Çesarini’nin alayları ta taarruza kalkınca, Osmanlı akıncı ve azabları gerilemeye başladı. Karaca Bey kumandasındaki Anadolu sipahileri, derhâl Jan Hünyad’ın tarafına doğru taarruza geçtiler. Bu hücum karşısında Hırvatlar gerilemeye başladı. Düşmanın sağ kanadı çökmeye yüz tuttu. Haçlıların bir kısmı Varna’ya doğru şehir kapılarına kadar çekildiler.
Sağ kanat kuvvetlerinin müşkil vaziyete düşerek gittikçe eridiğini gören Jan Hünyad, kral Vladisdas’ın kumandasındaki alayları da alarak Bosna piskoposu ile birlikte ileri atıldı. Bu şiddetli saldırılar karşısında Osmanlı sol cenahı geriledi. Bu sırada sol kanat kumandanı Karaca Paşa şehîd düştü. Anadolu sipahileri de savaş meydanından dışarı itildi. O sırada sol cenahla merkez bölümü arasında meydana gelen boşluktan içerilere ilerleyen düşman kuvvetleri, yeniçerilerin tuttuğu hatta kadar sokuldular ve taarruzlarının en şiddetlisini Osmanlı karargâhına yönelttiler. Mevkiini azim ve metanetle muhafaza eden Murâd Han, muhârebenin aldığı şekle göre askerinin harekâtına mâhirâne müdâhalelerde bulunarak, fazla zaman kaybetmeden cephenin sıkışan kısımlarını düzeltebilme kudretini gösterdi.
Öbür taraftan haçlı ordusunun tekmil kuvvetlerini muhârebenin seyrine ve ihtiyâcına göre kullanmak isteyen Jan Hünyad, kral Vladislas’ın kendisinden haber almadan müdâhalede bulunmamasını istemişti. Fakat savaşın haçlılar lehine gelişmesi üzerine, kazanılacak zaferin şerefini tamâmen Jan Hunyad’a kaptırmak istemeyen Viadislas ise, ondan habersiz ihtiyattaki mevkiini terkederek işe müdâhale etti. Bu sırada Jan Hünyad’ın Osmanlı ordusunun merkezine doğru ilerlediğini gören Murâd Han, yeniçerileri yanlara doğru açarak düşmanı boşluğa çekti. Boş alana taarruz eden, haçlı birlikleri arasında Macar kralı ve emrindeki alaylar da vardı. Haçlılar kısa bir süre sonra kuşatma çemberinin içine girdiklerini anladılar.
Düşman kıskaç arasına alınınca, çok şiddetli bir taarruza geçildi. Yeniçeriler zafere ulaşmak şevk ve heyecanıyla kat’î hücuma geçtiler. Bu arada kral Vladislas bir balta darbesiyle yere düşürüldü. Bir yeniçeri yetişerek kralın başını kesti ve sultan Murâd’a götürdü. Vladislas’ın başı bir mızrağın uçuna geçirilerek, yemînine rağmen bozduğu muahede nüshasının asılı olduğu mızrağın yanına dikildi. Macar kralının ölümü ve teşhir edilen başı, haçlı ordusunun maneviyâtını bozdu. Jan Hünyad”ın çabalamaları bozgunu durduramadı. Sabahtan başlayan muhârebe ikindi vakti sona ermişti.
Jan Hünyad muhârebenin kaybedildiğini anladığı vakit, ordusuna haber vermeden yanındaki Ulahlarla birlikte geri çekildi ve Karadeniz’in kuzey kısmını tâkib ederek kaçmaya muvaffak oldu. Dâvûd Paşa kumandasındaki Osmanlı kuvvetleri, Jan Hünyad’ı iki gün tâkib ettilerse de yakalayamadılar.
Erlau ve Grosvaradin piskoposları ile ahitnamenin bozulmasına sebeb olan papa vekili kardinal Çesarini, maktuller (ölüler) arasında olup, düşmanın kaybı 65.000 civarında idi.
Kralın kıymetli eşyaları ile dolu 250 araba Türklerin eline geçti. Bu muhârebede Osmanlı ordusu 15.000 şehîd verdi. Şehîdler arasında, her biri binlerce haçlı kralına bedel yiğit Osmanlı askerlerinden başka; Çelebi Sultan Mehmed’in dâmâdı ve sultan Murâd’ın eniştesi olan Anadolu beylerbeyi Karaca Paşa ile bir sancak beyi, Tîmûrtaş Paşa’nın torunu ve Umur Bey’in oğlu Osman Bey vardı.
Zaferi müteâkib müslüman hükümdarlara fetihnameler yazıldı. Bütün İslâm âlemi Osmanlının zafer sevincine iştirak etti.
Târihde büyük netîceler doğuran harblerden olan Varna zaferi ile Balkanlarda Osmanlının güç ve kuvvetine karşı koyacak bir kuvvet kalmadı. Lehistan ve Macaristan, kral Vladisias’ın ölümü ile bir daha birleşememek üzere ayrıldı ve Baltık kıyısından Adriyatik denizine kadar uzanan Lehistan-Macaristan devleti ortadan kalktı.
Varna muhârebesi; Bizans’ın, Balkanlardan ve Avrupa’dan ümidini kesmesine ve inkıraz (yıkılacağı) günlerini beklemesine sebeb oldu; İstanbul’un fethine zemîn hazırladı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1 sh. 213
2) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 416
3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 318
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 354
5) Varna (1444), İkinci Kosova (1448) Meydan Muhârebeleri ve İkinci Murâd (Genelkurmay Askerî Târih ve Stratejik Etüd Başkanlığı, İstanbul-1987); sh. 29
6) Âşıkpaşazâde Târihi (İstanbul-1970); sh. 144
7) Varna 1444 (Necati Salim, İstanbul-1931)

VALİDE SULTAN


Osmanlı Devleti’nde pâdişâh anneleri için kullanılan tâbir. Vâlide sultanların resmî ünvânı Mehd-i ulyâ idi. Rivayete göre vâlide sultan tâbiri ilk defa sultan üçüncü Murâd Han tarafından vâlidesine verilmiş ve sonra devamlı olarak kutlanılmıştır.
Harem-i hümâyûnun en yüksek makamı vâlide sultanlıktı. Vâlide sultan, protokolde pâdişâhdan sonra gelirdi. Devlet içindeki büyük nüfuzlarına rağmen, siyâsetle uğraşanları yok denecek kadar azdır. Bunun yanında, hemen hepsi hayır işleri ile meşgul olmuşlardır.
Pâdişâh tahta geçince, annesi hayatta ise, Eski Saray’dan Yeni Saray’a naklolunur ve saray kapısından içeri girince oğlu tarafından karşılanırdı. Bu merasime vâlide alayı denilmiştir. Tahta geçen pâdişâhın annesi vefât etmiş ise, vâlide sultanlık boş kalırdı.
Valide sultanın saraya gelişinin ertesi günü sadrâzama, o yoksa sadâret kaymakamına pâdişâh ve vâlide sultan tarafından birer hüküm gönderilir, vâlide sultanın geldiği bildirilirdi. Aynı zamanda sadrâzama, bir hil’at ile hançer hediye edilirdi. Sadrâzam, gönderilenleri Paşakapısı’nda karşılar, pâdişâhın hükmünü okur ve gönderilenleri törenle giyerdi.
Valide sultânın haremde geniş bir câriye kadrosu vardı. Haremi, haznedar usta vasıtasıyla idare ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler, onu sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı. Hiç kimse emirlerine karşı gelemezdi. Harem halkının gezintilere çıkması onun muvâfakatıyla olurdu.
Valide sultanlara darphâneden belli bir ödenek ve has derecesinde dirlik verilirdi. Vâlide sultanlara tahsis edilen gelirlere başmaklık da denilirdi. Has veya tahsisatlarından başka yiyecek, içecek ve yakacak tâyinleri de bulunan vâlide sultanlar, zaman zaman pâdişâhın ihsânlarına da mazhâr olurlardı.
Valide sultanların mâlî işlerini idare için bir kethüda (kahya) tâyin olunurdu. Bu zât, devlet ricalinden olup, itimâda lâyık görüldüğü için bu hizmete seçilirdi.
Osmanlı pâdişâhlarının zevceleri, kızları gibi anneleri de birçok hayır eserleri yaptırmışlardır. Yaptıkları eserlerle tanınan vâlide sultanların en meşhurları; Kânûnî’nin annesi Hafsa Sultan, üçüncü Murâd Han’ın annesi Safiye Sultan, dördüncü Mehmed Han’ın annesi Turhan Sultan, ikinci Mustafa Han ve üçüncü Ahmed Han’ın anneleri Gülnûş Sultan, üçüncü Selîm’in annesi Mihrişâh Sultan, ikinci Mahmûd Han’ın annesi Nakşidil Sultan, Abdülmecîd Han’ın annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, Abdülazîz Han’ın annesi Pertevniyâl Sultan’dır.
Valide sultanlar, oğullarına; “Nûr-ı dîdem, sürûr-ı sînem, ciğer köşem, şevketlü nurum, nûr-ı dîdem efendim, şevketlü, mehâbetlü, sermâye-i hayâtım, arslanım efendim, mehâbetlü ve yüzü âlemyan ve ciğerimden kıymetli gözüm efendim, şevketlü nûr-ı aynım, oğlum, arslanım, şevketlü hakîkatlü, sermâye-i ömrüm, nûr-ı dîdem efendim hazretleri” şeklinde; Perdevniyâl Vâlide Sultan ise, çoğunlukla sultan Abdülazîz Han’dan “arslanım” diye bahsederdi.
Valide sultanlardan bâzıları müstakil türbelerde medfûndur. Bu türbeleri; ya kendileri, ya oğulları veya pâdişâh olan efendileri yaptırmışlardır. Türbeleri olan vâlide sultanlar şunlardır: Yıldırım Bâyezîd Han’ın annesi Gülçiçek Hâtûn, Bursa’da Şemsibey mahallesindeki türbede; Fâtih’in annesi Hümâ Hâtûn, Bursa’da Hâtuniye türbesinde; İkinci Bâyezîd Han’ın annesi Mükrime Hâtûn, Fâtih Câmii avlusundaki türbesinde; Yavuz Sultan Selîm Han’ın annesi Gülbahar Hâtûn, Trabzon’da Hâtuniye’de; Kânûnî’nin annesi Hafsa Sultan, Selimiye’deki türbede; dördüncü Mehmed Han’ın annesi Turhan Vâlide Sultan, Yeni Câmii türbesinde; İkinci Mustafa ve üçüncü Ahmed Han’ın annesi Gülnûş Sultan, Üsküdar’daki türbesinde; üçüncü Osman Han’ın vâlidesi Şehsûvâr Sultan, Nûruosmâniye’deki türbesinde; üçüncü Selîm Han’ın annesi Mihrişâh Sultan, Eyyûb’deki türbesinde; ikinci Mahmûd Han’ın annesi Nakşidil Sultan, Fâtih’deki türbesinde; Abdülazîz Han’ın annesi Pertevniyâl Sultan, Aksaray’daki türbesinde; sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın analığı Perestû Kadın, Eyyûb’deki türbesinde; Vahideddîn Han’ın analığı Gülûstu Kadın, Fâtih’deki türbesinde medfûndur.
Otuz altı Osmanlı pâdişâhından yirmi birinin annesi oğullarının pâdişâh olmasına yetişerek, vâlide sultan olmuştur. Bunlardan sâdece Mâhpeyker Vâlide Sultan şehîd edilmiş, diğerleri vefât etmişlerdir.
Gelirlerini hayır işlerine sarfeden vâlide sultanlardan bâzıları şunlardır:
Nûr Bânû Vâlide Sultan: İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eserleri vardır. Üsküdar Toptaşı’nda Atik Vâlide Câmii, imâreti, medresesi, dârüşşifâsı ve çifte hamamını yaptırdı.
Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan: Hüsn-ü cemâli, aklı ve zekâsı ve hayrat ve hasenatı ile meşhur sâlihâ ve afife bir vâlide sultan idi. Yeni Câmii’nin temelini attı. Üsküdar Çinili Câmii ve yanına mektep, çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebil ile Anadolu Kavağı’ndaki câmiyi yaptırdı. Çarşamba’daki Vâlide medresesi mescidinin de bânîsidir. Çakmakçılar yokuşunda büyük Vâlide Han’ı ile içindeki mescid de onun esiridir. Rumeli’de milyonlar değerinde vakıflar ve hayratı vardır.
Hadîce Turhan Sultan: Sâlihâ ve hayır sever bir hanımdı. Eminönü’nde Yeni Câmii’nin temelini Mâhpeyker Kösem Sultan atmıştı. Turhan Sultan tamamlatıp 1664 (H. 1074) yılında ibâdete açtı. Mektep, medrese, imârethane, kütüphâneler ve çeşmeler yaptırdı.
Mihrişâh Vâlide Sultan: Halıcıoğlu’nda Abdüsselâm Câmii mezarlığı önünde çeşmesi vardır.
Sâlihâ Sebkatî Vâlide Sultan: Tophane civarında Kâdirî dergâhının avlu kapısı bitişiğinde kesme taştan bir çeşmesi vardır. Galata Azapkapı’sında kıymetli bir sebil ile sağda ve solda birer çeşmesi bulunmaktadır.
Bezmi-i Âlem Vâlide Sultan: Târihe mâlolan ve senelerce hizmet veren pek çok hayır müessesesi yaptırdı. Yaptırdığı câmilerin en büyüğü sahil boyunda, Dolmabahçe Sarayı karşısındaki Vâlide Câmi-i şerifidir.
Bugün Kız Lisesi’nin bulunduğu yerde, sultan Mahmûd Han türbesinin arkasında mektep yaptırmıştır. Ayrıca Rami ve Maltepe yolunun tam ortasında bulunan çeşme de onun eseridir. Hayır eli çok uzaklara kadar ulaşan Vâlide Sultan, büyük velî Abdullah-ı Dehlevî’nin talebelerinden Muhammed Cân Mekkî için Mekke-i mükerremede bir dergâh yaptırmıştır.
Valide Sultan, şahsî servetini vakfederek, Gurebâ Hastahânesi’ni yaptırdı. 1843 yılında câmi ve çeşmesi ile birlikte hizmete açıldı.
Nakş-i Dil Vâlide Sultan: Üsküdar Alemdağı Sarıkadı köyünde ve Ayasofya arasındaki eski tevkifhane binasının deniz tarafı köşesinde çeşmeleri vardır.
Pertevniyâl Vâlide Sultan: İstanbul Aksaray’da bir câmi (Valide Câmii), kütüphâne, çeşme, mektep yaptırdı. Eyyûb Defterdâr iskelesi yakınında Yâ Vedûd Câmii sırasında ve Karagümrük pazarı arkasındaki çeşmelerin bânisidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 154-158
2) Enderûn Târihi; cild-3, sh. 65
3) Selânikî Târihi; sh. 174
4) Harem (Ç. Uluçay); sh. 61 v.d.
5) Hammer Târihi, cild-7, sh. 13, 41, 94