11 Aralık 2014 Perşembe

PARİS ANTLAŞMASI






Kırım harbinden sonra, 30 Mart 1856 târihinde Osmanlı Devleti ile Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya ve İtalya arasında Fransa’nın başşehri Paris’te imzalanan sulh andlaşması. Bu andlaşmayla Kırım harbi sona erdi.
On dokuzuncu yüzyılın ilk yarısında dünyâda iki büyük İslâm devleti vardı. Birisi Osmanlı Devleti, ikincisi Hindistan’daki Gürgâniye Devleti idi. Her iki devletin sultanları İslâm dîninin bekçisi idiler. İslâm’ın en büyük düşmanı olan İngilizler, bu iki bekçiyi yok etmek için pek sinsi plânlar hazırladılar. Önce Gürgâniye Devleti’ni parçalamaya karar verdiler. Böylece Hindistan’daki müslümanları başsız bırakmayı ve Hindistan’ın hazînelerine, ticâretine hâkim olmayı düşündüler. Böyle bir harekete mâni olacağından korktukları Osmanlı Devleti’ni devre dışı bırakmaya çalıştılar. Osmanlılarla Rusları savaştırmaya gayret ettiler. Avusturya ve Prusya, Osmanlı-Rus savaşının önlenmesini istedilerse de İngilizler elde ettikleri Mustafa Reşîd Paşa’yı harbe teşvik ettiler. Yardım edeceklerine, zafer kazanacağına, böylece Osmanlıların bir numaralı adamı olacağına inandırdılar. Mustafa Reşîd Paşa, Bâb-ı âlî’de 163 kişiyi toplayarak Rusya’ya karşı harb açılmasına karar verdirdi. Bu karârı bir hileyle sultan Abdülmecîd Han’a da tasdîk ettirdi. Böylece 1853 yılında Rusya’ya karşı harb ilân edildi. İngilizler, Rus çarı birinci Nikola’nın Kudüs’de katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı harbe soktular. İngiltere ve Sardunya’nın (İtalya) da katıldığı Rusya’ya karşı yapılan Kırım harbi, Rusya’nın mağlubiyetiyle sona erdi. Savaş sona ermesine rağmen Rusya sulha yanaşmak istemedi. Avusturya’nın ültimatomu üzerine bu devletle de savaşa girişmemek isteyen Rusya, barış görüşmesini kabul etti. 1 Şubat 1856’da Viyana protokolü ve sulhun ana hatları kabul edildi. Savaş resmen sona erdi. Protokole göre sulh konferansı Paris’te toplanacaktı. 25 Şubat 1856’da Paris’te sulh konferansı açıldı. 1 ay 4 gün süren ve 30 Mart’ta imzalanan sulh görüşmelerine; İngiltere, Fransa, Osmanlı Devleti, Rusya, Avusturya, Prusya ve Sardunya (İtalya) devletleri katıldı. Osmanlı Devleti’ni sadrâzam Alî Paşa ile Mustafa Reşîd Paşa’nın oğlu Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Bey’in temsil ettiği sulh müzâkereleri sırasında, İngiltere’yi hâriciye nâzırı Lord Clorendon, Fransa’yı hâriciye nâzırı Kont Walevvski, Rusya’yı Kont Orlof, Avusturya’yı hâriciye nâzırı Kont Buot-Schauenstein, Prusya’yı hâriciye nâzırı Baron Manteuffel, Sardunya’yı (İtalya) başbakan Kont Cavour başkanlığındaki hey’etler temsil etti.
Osmanlı Devleti’nin toprak kaybına sebeb olmadığı hâlde, siyâsî yönden aleyhine olan Kırım harbi sonunda Paris’te toplanan barış konferansında, müttefik devletler arasında anlaşmazlık çıktı. Osmanlı Devleti ve İngiltere, Rusya’ya karşı ağır şartlar ileri sürülmesinden yanaydılar. Fransa ise, Osmanlı Devleti’nin kendilerinden çok İngiltere’ye yanaştığını düşünerek ve Avusturya ile Prusya’nın birlikte hareket etmelerinden gocunarak, Rusya’ya yanaşmak istedi. Hattâ Fransız delegesi Walevvski, Rus delegelerine karşı; “Savaş sahasında kaybettiğinizi siyâset masasında kazanırsınız” deme cesaretini gösterdi. Bu sözü işiten Rus delegeleri müttefikler arasında görüş ayrılıklarının olduğunu sezerek, barış görüşmelerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek istediler. Osmanlı ve İngiliz delegelerinin karşı çıkması üzerine pek başarı elde edemediler. Fransız delegesi Walevvski’nin başkanlık ettiği Paris konferansı bir aydan fazla sürdü. Uzun müzâkerelerden sonra 34 madde olarak Paris andlaşması imzalandı. Andlaşma şu hususları ihtiva ediyordu:
1- Andlaşmanın tasdîkinden itibaren müttefik devletler ile Rusya arasındaki sulh devamlı kalacak.
2- Taraflar aldıkları yerleri geriiade edecekler, 2, 3, 4, 30 ve 31. maddelere göre; Osmanlılar ve diğer müttefik devletler Rusya’ya; Sivastopol, Balaklava, Kamış, Gözleve, Kerç, Yenikale, Kılburnu’nu, Rusya ise; Anadolu cephesinde işgal ettiği Kars’ı ve çevresindeki diğer yerleri Osmanlı Devleti’ne iade edecekler. Anadolu’daki hudud ihtilâfını sekiz ay içinde hâlletmek için iki Osmanlı, iki Rus, bir İngiliz ve bir Fransız komiserinden meydana gelen komisyon kurulacaktır.
3- Beşinci maddeye göre; andlaşmayı imzalayan devletler harb suçlularına umûmî af îlân edecekler. Altıncı maddeye göre esirler karşılıklı değiştirilecektir.
4- Yedinci maddeyle; Osmanlı Devleti Avrupa hukukundan faydalanacak, Osmanlı Devleti’nin istiklâli ve toprak bütünlüğü korunacaktır.
5- Sekizinci maddeye göre; Osmanlı Devleti ile Paris andlaşmasını imzalayan diğer devletlerden biri veya bir kaçı arasında sulhu bozacak önemli bir ihtilâf vuku bulduğu takdirde, mes’ele taraflara bildirilip halledilecektir.
6- Dokuzuncu maddeye göre; Bâb-ı âlî’nin 18 Şubat 1856 târihinde îlân ettiği Islâhât fermanı devletlerce tescil edilecek ve bu devletler pâdişâh ile tebeası arasına girmeyecekler, Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmayacaklardır (Bkz. Islâhat Fermanı).
7-10, 11, 12, 13, 14. maddelere göre; Boğazların kapalılığına dâir 1841 Londra andlaşması aynen yürütülecek, Karadeniz tarafsız duruma getirilecek, bütün devletlerin ticâret gemilerine açık fakat savaş gemilerine sürekli kapalı olacak, Osmanlı Devleti ve Rusya Karadeniz’de donanma bulunduramayacağı gibi tersaneleri yıkıp yenilerini yapamıyacaklar, sahil muhafazası için en büyüğü 300 tonluk altışar, 200 tonluk dörder gemi bulundurabileceklerdir.
8-15, 16, 17, 18 ve 19. maddelere göre; Tuna nehrinde ulaşım serbest olacak, bunu andlaşmada imzası bulunan devletlerin temsilcilerinden kurulacak bir komisyon yürütecek, Rusya tarafından terk edilecek olan Tuna nehri deltasının bir bölümü Boğdan’a verilecek, Tuna’daki gemi işletmeciliği ve muhafazası Avrupa devletlerinin kefaletinde olacaktı.
9- 20 ve 21. maddelere göre; Kırım Rusya’da kalmak şartıyla, Besarabya’nın Câhu, İsmâil ve Belgrad kazalarından meydana gelen kısmı, Osmanlı hakimiyetindeki Boğdan beyliğine verilecek, Rusya Tuna nehri ağzından uzaklaştırılacaktı.
10- 22, 23, 24, 25, 26, 27. maddelere göre; Memleketeyn denilen Eflâk ve Boğdan beylikleri Osmanlı himayesinde olacak, ancak bunların sâhib oldukları imtiyaz ve haklar genişletilecek, kânunlarını kendileri yapacaklar, millî bir ordu bulundurabilecekler. Bâb-ı âlî, Memleketeyn’de çıkan bir hâdiseyi devletlerle müşavere ettikten sonra düzeltmeye çalışacak. Bu verilen imtiyaz ve haklar andlaşmada imzâsı bulunan devletlerin ortak garantisi altında olacak, hiç bir devlet bu beyliklerin iç işlerine karışmıyacaktır.
11- 28 ve 29. maddelere göre; sırbistan prensliği Osmanlı hâkimiyetinde kalmak şartıyla, tarafların kefaletinde imtiyazlı olacaktı. Devletlerin onayı alınmadan, Osmanlı Devleti Sırbistan’a hiç bir şekilde asker sokamayacak, ancak eskiden olduğu gibi bir kaç Sırbistan kalesinde Osmanlı askeri bulunabilecekti.
12- 32, 33, 34. maddeler ise Osmanlı Devleti’yle ilgili değildi. Bu maddeler bâzı sınır tashihleri yanında, Baltık denizindeki Aland adalarıyla ilgiliydi. Fin adaları için Fransa, İngiltere ve Rusya aralarında özel andlaşmalar imzaladılar.
Bu andlaşmaya bağlı olarak, andlaşmaya katılan devletler arasında 1841’de imzalanan Londra andlaşmasını yenileyen Paris Boğazlar Sözleşmesi, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında Karadeniz’le ilgili Paris andlaşması imzalandı. Daha sonra da yine Paris andlaşmasına bağlı olarak Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 5 Aralık 1857’de Rusya ile sınır andlaşması imzalandı.
Osmanlı Devleti’nin toprak kaybına sebeb olmayan, fakat siyâsî ve ekonomik zararına yol açan, dış borçlanma sebebiyle Avrupa’ya bağımlılığın kapısını aralayan, Kırım harbi sonunda imzalanan Paris andlaşması, Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmalarına sebeb oldu. Gayr-i müslimlerle ilgili maddeler konulması, hattâ Osmanlı Devleti’nde yapılacak ıslâhatların müşterek kefalet altına alınması bunun delili idi (Bkz. Islâhat Fermanı).
Paris barış andlaşmasıyla Kırım harbine son verilmek suretiyle Osmanlı Devleti’nin daha fazla yıpranması önlendiyse de, hâkimiyeti altındaki Memleketeyn ve Sırbistan’a muhtariyet verilmekle, Osmanlı Devleti’nin hükümranlık hakları zedelendi ve devletin bölgedeki nüfuzu azaldı.
Karadeniz’in tarafsızlığının sağlanmasıyla ve Eflak-Boğdan ve Sırbistan topraklarındaki idarelerin, konferansa katılan devletlerin ortak garantisi altına alınmasıyla, bu bölgedeki Rus nüfuzu da ortadan kaldırıldı. Rusya’nın güneyinde bir tampon bölge meydana getirildi. Bu suretle Rusya’nın güneye inme ve Akdeniz’e açılma politikası önlendi. Bu ise, Rusya’nın Asya’da genişleme politikasına önem vermesine sebeb oldu. Osmanlı Devleti kongreye galip devletler arasında katıldığı hâlde, Karadeniz’le ilgili hususlarda mağlûb devlet olan Rusya ile aynı statüye tâbi tutuldu.
Osmanlı Devleti’nin devletler hukukundan faydalanması ve bununla Avrupa devletler ailesinden sayılması kabul edildi. Ancak bu husus görünüşten ileri geçemedi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin Avrupa devleti sayılması ve devletler hukukundan faydalanabilmesinin pratikte bir önemi yoktu. Avrupa devletleri kendi aralarında bile bu prensiplere pek saygı göstermiyorlardı. Bu sebeple bundan sağlanacak garantilerin kâğıt üzerinde kalması kesindi.
Gayr-i müslimler lehine yeni hak ve imtiyazlar sağlayan ve Alî Paşa tarafından ilân edilen Islâhat fermanının Paris barış andlaşmasında yer alması Osmanlı Devleti aleyhine yeni bir faktörü ortaya çıkarttı. Avrupa devletleri her ne kadar bu madde ile Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmamayı garanti ettilerse de aslında bu fermanın uygulanmasından doğacak mes’eleler ile Osmanlı Oevleti’nin iç işlerine aynı zamanda ve ortaklaşa müdâhale edebilecekleri yeni bir kapıyı açmış oldular. Gayr-i müslimlere ve Avrupa devletlerine verilen ticarî imtiyazlar hüviyetindeki kapitülasyonların kaldırılmayıp, sürdürülmesi de bu müdâhaleyi kolaylaştırdı.
Bu sebeplerle Paris andlaşması uygulama imkânlarından mahrum şartları ile Osmanlı Devleti’nin geleceği için bir garanti olmaktan uzaktı. Bu ise, barışın uzun ömürlü olmamasına sebeb olacaktı.
Paris andlaşması Kırım savaşına katılan diğer devletlere doğrudan çıkar sağlayan bir durum meydana getirmedi. Ancak dolaylı olarak her devlet kendisine göre bâzı çıkarlar elde etti.
İngiltere, Rusya’nın Karadeniz’deki donanma ve tersanelerinin yok edilmesi ve bu denizde donanma bulundurmasını önlemekle, sömürgeleri ve yakın doğu ticâreti için büyük bir tehlikeyi bir müddet için de olsa kaldırmış oldu.
Fransa, Rusya’nın özellikle mukaddes yerler mes’elesini bahane ederek, Boğazlar ve Akdeniz’e inerek kendi nüfuz sahasına göz diktiğini gördüğünden savaşa girmişti. Paris andlaşmasıyla bu tehlike önlendi. Ayrıca Kırım savaşı ve bu müddet içinde yapılan ittifaklar ile önceden kendisine karşı kurulmuş ittifak grubunu parçaladı. Andlaşmanın Paris’te imzalanması ise, Fransa’nın Avrupa siyasetindeki nüfuzunun yükselmesini sağladı.
Sardunya (İtalya) da, Paris konferansına katılmakla, İtalyan birliğini kurma düşüncesini devletler arası bir kuruluşta tanıtma ve savunma imkânına kavuştu. Böylece İtalyan birliği mes’elesini Avrupa politikasının konuları arasına sokturma fırsatını elde etti.
Netice olarak, Kırım savaşı sonunda imzalanan Paris andlaşmasıyla, Avrupa’da yeni bir siyâsî denge kurulmuş oldu. Bütün bunlara rağmen Paris andlaşmasının getirdiği barış çeşitli sebeplerle uzun ömürlü olmadı. Nitekim andlaşmanın hemen arkasından Osmanlı Devleti ve diğer Avrupa devletleri yeni iç ve dış mes’elelerle karşılaşmaya başladılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 54
2) Osmanlı Târih Lügati; sh. 276
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 86
4) Siyâsî Târih (Rıfat Uçarol); sh. 156
5) Eshâb-ı Kiram; sh. 141

PADİŞAH




Osmanlı Devleti’nde hükümdara verilen en meşhur ünvân. On dördüncü ve on beşinci asırlarda Osmanlı hükümdarları İslâmî bir niteliği olan sultan ünvânı ile beraber, örfî hükümdarlık (töre) sıfatlarını ifâde eden resmî ünvân olarak “bey” ve “han”ı kullandılar. Osman Gâzî ve Orhan Gâzi’nin adı kaynaklarda Osman Bey ve Orhan Bey olarak geçmektedir. Osmanlı hükümdarları, hâkimiyet ve nüfuzlarının temeli olarak gâzi, sultân-ül-guzât ve mücâhidin (mücâhid ve Gâzilerin sultânı) ünvânını da benimsediler. Bütün ünvânlarına bu gâzi sıfatını eklemeye itinâ gösterdiler ve gâzi hükümdar otarak anıldılar. Devletin kuruluş dönemlerinde Osmanlı hükümdarları büyük hükümdar mânâsında hüdâvendigâr ve hünkâr ünvânmı da kullandılar. Sultan birinci Murâd Han bu ünvânı ile meşhur oldu. Hüdâvendigâr ünvânı, Osmanlıların Anadolu’daki diğer beylikler üzerinde hâkimiyet kurmaya başlamalarının bir işareti olarak da kabul edilmiştir.
Osmanlı pâdişâhlarının adının başına dâima “sultan” ve sonuna da “han” kelimesi gelmektedir. Halk arasında ise, en fazla hünkâr ve pâdişâh isimleri söylenmiştir. Sultan tâbiri sonraları Osmanlı pâdişâhlarının erkek evlâtlarına, kızlarına ve hattâ pâdişâh vâlideleri ile ailelerine kadar şâmil olmuştur. Sultan ünvânı pâdişâhın erkek çocuklarında ismin evveline, kızlarda ise ismin sonuna geliyordu. Sultan Selîm, sultan Mehmed, Ayşe Sultan, Esma Sultan gibi. Pâdişâh vâlidelerine Vâlide Sultan ve zevcelerine de Haseki Sultan, Hürrem Sultan denilmekteydi. Sadrâzamın pâdişâha takdim ettiği telhis ve takrirlerinde sultan tâbiri kullanılmayıp, onun yerine pâdişâhım denilmekte idi. Osmanlılarda hükümdardan başka, hiç bir kimseye verilmeyen tek ünvân hünkâr tâbiridir.
Osmanlılarda pâdişâhın yetkileri uç beyliğinden başlayarak devletin gelişmesi oranında arttı. Fâtih Sultan Mehmed Han’a kadar uç beyleri olarak hıristiyanlığa karşı gazâ öncüleri gözüyle bakılan Osmanlı hükümdarları, İstanbul’un fethinden sonra İslâm dünyâsının en büyük güç kaynağı sayıldılar, İstanbul’u fetheden Fâtih, Anadolu ve Rumeli’nin ve İslâmiyet’in en büyük cihâd temsilcisi oldu. 1509 yılında Portekizliler Hind Okyanusu’ndan Memlûklülerin donanmalarını yakarak Kızıldeniz’e gireceklerini, Peygamber efendimizin Kabr-i şerifine zarar vereceklerini bildirince, bütün İslâm dünyâsının gözleri Osmanlı Pâdişâhına çevrildi. Pâdişâh-ı İklim-i Rûm bu durum üzerinde Memlûklülere yardım için Mısır’a mütehassıs Osmanlı gemicileri gönderdi. Bu suretle Memlûklüler de Osmanlıların gazâ yoluyla İslâm âleminde üstünlüğünü tanımış oldular. Bu hâkimiyet, Yavuz Sultan Selîm ve Kânûnî zamanlarında kuvvetlendi.
24 Ağustos 1516 tarihindeki Mercidâbık meydan muhârebesinden sonra Hâdim-ül-haremeyn veş-şerîfeyn ünvânını kullanan Yavuz Sultan Selîm Han, İstanbul’a döndüğünde pâdişâh ünvânının yanında, son Abbasî halîfesinden aldığı halîfe ünvânını da ekledi. Hilâfet alâmet ve emânetlerinden, Peygamber efendimizin hırka-i seâdeti, sancak-ı şerîfi ve diğer mübarek emânetleri İstanbul’da husûsî bir hazîneye koydu. Pâdişâh Yavuz Sultan Selîm Han, halîfe-i Rûy-i zemin (dünyâdaki bütün müslümanların halîfesi), Zıllullahi fil erd (Allahü teâlânın yeryüzündeki vekîli) ünvanlarıyla anılmaya başlandı. Bunun neticesi olarak ondan sonraki Osmanlı pâdişâhları bütün İslâm dünyâsının tek hükümdarı ve halîfesi sayıldılar. 29 Ağustos 1516 târihinden 4 Mart 1924 târihine kadar Osmanoğullarından 29 halîfe gelip-geçti.
Osmanlı pâdişâhlarının örfî selâhiyetleri, İslâm hukukuna muhalif olmamak şartıyla, eski Türk-İslâm devlet geleneklerine dayanıyordu. Fâtih devri tarihçilerinden Dursun Bey, Târih-i Ebü’l-Feth adlı eserinin mukaddimesinde, pâdişâhların sâhib olması gereken salâhiyetleri geniş açıklamaktadır. Dursun Bey’e göre; “Pâdişâhın varlığı mecburîdir. Pâdişâh olmazsa nizâm olmaz. İnsanlar birbirlerini yok ederler. Bu sebeple nizâmı sağlayan pâdişâha kesinlikle bağlılık gerekir. Pâdişâh, İslâm hukukunu tatbik etmek ve korumakla yükümlüdür. Pâdişâhın selâhiyetlerini İslâmiyet sınırlar.”
Osmanlı Devleti’nde; İslâm hukukunun tatbîki ve yayılması da pâdişâhın vazifeleri cümlesindendir. Ancak yapılacak bütün önemli işler, şeyhülislâmın fetvasına dayanılarak icra edilirdi. Osmanlı Devleti’nde kânun ve nizâm şuurunun hâkim olması o derece önemli idi ki, Kânûnî Sultan Süleymân Han, vefât ettiğinde, devrindeki çeşitli konularda aldığı şeyhülislâm Ebüs-sü’ûd Efendi’nin fetvalarını beraberinde defnedilmesini vasiyet etmişti.
Osmanlı sultanları da Selçuklu ve daha önceki İslâm devletlerinde olduğu gibi, devlet mes’elelerini dâima müzâkere eden bir dîvân teşkilâtına sahiptiler. Fâtih zamanından beri Osmanlı kanunnâmeleri, Dîvân-ı hümâyûnun haftada dört gün vezîriâzamın başkanlığında (önceleri pâdişâhın) nasıl toplanıp devlet ve memleket mes’elelerini kânunlara göre hâlletiğini tafsilatıyla yazarlar.
Osman Gâzi’den îtibâren 1451 yılına kadar gelen Osmanlı hükümdarları, daimî suretle halkla temas hâlinde idiler. Dîvânda bizzat dâva dinledikleri gibi, devlet işlerini görürler ve muhârebe meydanlarında ise askerlere silâh arkadaşı olurlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, dîvân müzâkerelerinde başkanlığı vezîriâzama bırakınca, pâdişâhla halk arasındaki görüşme Cuma namazlarına münhasır kaldı. Cuma namazından çıkışlar, devlet erkânıyla birlikte bayram namazları gibi muhteşem olurdu (Bkz. Cuma Selâmlığı).
Bunun yanında pâdişâhlar tebdîli kıyafetle (kıyafet değiştirerek) gezmeyi âdet etmişlerdi. Böylece bulundukları mahallin ahvâlini tahkik ve teftiş ederler, şehirdeki işlerin nasıl gittiğini ve verilen emirlerin yerli yerince tatbik edilip, edilmediğini öğrenirlerdi.
Osmanlı devlet nizâmı içinde pâdişâhların da askerler gibi mîrî toprak üzerindeki hasların gelirine dayalı maişetleri vardı. Bu durum onları dahi temsil ettikleri devlet veya cemiyetin yüksek bir me’muru hâline getirmişti. Her birisi muhteşem câmi, kervansaray, hastahâne ve medreseler inşâ eden Osmanlı sultanlarının kendileri için çok mütevazı saraylar yapmaları onların hâlis niyetlerini ve gerçek emellerini ortaya koymaktadır. Ayrıca oturdukları saraylar ve eşyaları devlet malı idi. Pâdişâhlar sâdece tasarruf hakkına hâizdiler. Bilhassa savaşlarda ve fevkalâde zamanlarda sıkışıklık olunca, pâdişâh kendi hazînesinden devlet hazînesine ihtiyâç nisbetinde para verir ve bu para çoğu defa geri gelmezdi.
Osmanlı pâdişâhları, şehzâdeliklerinde on altıncı yüzyıl sonlarına kadar muhtelif vilâyetlerde sancak beyliği ve savaşlarda ordu kollarında kumandanlık yaparak, memleket idaresinde ve muhârebe usûllerinde tecrübe kazanırlardı. Böylece önceleri pâdişâhlar teşkilâtçı özelliğe sahip birer idareci idiler. Bundan dolayı da kıymetli devlet adamlarını çevrelerinde toplamışlardı.
Osmanlı pâdişâhları, orduların bizzat başkumandanı idiler. Büyük ve mühim seferlere kendileri giderler, küçük seferlere ise, selâhiyetli bir kumandan tâyin ederlerdi. Pâdişâhların seferlere gidemedikleri zamanlarda, başkumandanlık, serdâr-ı ekrem ünvânıyla ve kendi yetkilerini hâiz vezîriâzam tarafından yürütülürdü.
Osmanlı pâdişâhlarının mutlak şekilde en çok ehemmiyet verdikleri şey gazâ ve cihâd idi. Nitekim bu husus Osman Gâzi’nin vasiyetnamesinde; “Bizim mesleğimiz Allah yoludur ve maksadımız Allah’ın dînini yaymaktır” ifadesiyle tezahür etmektedir. Osmanlı pâdişâhları, muzaffer kumandanlara en büyük kadirbilirliği gösterir, çok cömertçe mükâfatlandınrlardı. Bu karakter son pâdişâha kadar hiç değişmemiştir. Pâdişâh bir devlet adamının herhangi bir muvaffakiyetinden son derece memnun olmuşsa, sırtındaki kürkü veya kaftanı o zâta hediye eder, hattâ sırtından çıkarıp bizzat giydirirdi. Bu en büyük mükâfattı. Sultan üçüncü Süleymân Han, kaftanını Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa’ya bizzat giydirmişti. Ağabeyi sultan dördüncü Mehmed Han ise, Mustafa Paşa’nın ağabeyi Fazıl Ahmed Paşa’ya Kandiye’yi fethedip Girid fütûhatını tamamlayınca, kaftanını kendisine göndermiştir. Osmanlı târihinde eşine ender rastlanan mükâfatlardan biri de sultan üçüncü Murâd Han’ın belindeki murassa kılıcını, murassa hançerini, kavuğundaki emsâlsiz pırlantalarla süslü sorgucu çıkanp Özdemiroğlu Osman Paşa’ya vermesidir. Zîrâ Özdemiroğlu Osman Paşa, 1584’de 300.000 Kilometre kare büyüklüğündeki Kafkasya’yı devlete katmıştı.
Pâdişâh için en büyük üzüntü, ordunun mağlûbiyet haberi idi. Mağlûbiyetten büyük hiç bir üzüntü tasavvuru mümkün değildi. Pâdişâh, ordusunun mağlûb olmaması için her türlü fedâkârlıkta bulunurdu. Sultan üçüncü Selîm Han yeni tahta çıkınca, devlet erkânını toplamış ve özetle şöyle hitâbda bulunmuştur: “Abâ vü ecdadım mücâhid ve cihângir pâdişâhlar olup, kırk-elli şahlık yerleri İbtidâ Allahü teâlânın tevfîk u inayeti ve saniyen Hacı Bektaş müridleri ve din yolunda sinelerini düşmanların top ve tüfeğine siper eden yeniçeri ocağı gâzîleri ve sâir ocaklar ve müretteb olan askerler sa’y ü sebatı ile feth ettiler.
Ve ol gâziler ve dilaverler, pâdişâhlarını manevî baba gibi bilip âyet-i kerîme mucibince emrini mutî ve rızâsını tahsil ve düşman karşısında demirden duvar gibi durup ve şiddetlere ve mihnetlere sabır ve tahammül ile Allahü teâlâ ve din uğrunda arslanlar gibi düşmana hücum etmeleriyle, Rabbül âlemin muvaffak edip kıyamete kadar adları hayır ile yâd olunmaktadır. Cenâb-ı Hak hepsinin mekânını Cennet eylesin. Amin. Elhamdülillah bizim zamânımızdaki askerlerimiz dahî onlar gibidir. Bu ne hâl ü ne keyfiyettir ki, Allah ve Peygamberimizin düşmanı bir alay kâfirden yüz döndürüp a’dâyı din (din düşmanları) memleketlerimizi almaya başladı. Bunun sebebi, niyetlerini ve derûnlarını (kalplerini) tasfiye etmemekten ve gerçekten gönüllerinde din hizmetine hulûs (ihlâs) olmamaktan iktizâ eder. Cenâb-ı Hak bizlere nusret ü zafer ihsân eyleye. Âmîn.”
Osmanlı sultanlarında vatan sevgisi o derece ileri idi ki Ukrayna’da (Karadeniz’in kuzey ucundaki) Özi kalesinin Rusların eline geçtiğini ve kaledeki müslümanların kılıçtan geçirildiğini bildiren sadâret tezkiresi okunurken, sultan birinci Abdülhamîd üzüntüden felç olup ertesi sabah vefât etmiştir.
Osmanlı pâdişâhlarının, cülûslarında ve şehzâdelerin doğumlarında toplar atılarak bunun halka îlân olunması âdet idi. Pâdişâhların gerek saraydaki ağalardan ve gerek vezir ve beylerbeylerinden müsâhib denilen malûmatlı, sözünden sohbetinden istifâde edilen veyahut zarîf nüktedân ve hazırcevap zâtlardan maiyyetleri olurdu. Pâdişâh kendisine takdim edilen san’at ve ilim eserlerini mutlaka mükâfatlandırırdı. Hattâ eser sahipleri çok yüksek te’lif ücretleri ile mükâfâtlandırılırdı. Dehâsı ile tanınmış, büyük ilim ve san’at adamlarının ithaf ettikleri kitapları okurlardı.
Hutbe, sikke, tabl, sancak, tuğ; pâdişâhın saltanat alâmetlerinden olup, Osmanlı Devleti’nde Cuma namazı kılınan câmilerde hatîb efendi, hutbesinde pâdişâhın ismini hürmetle anardı. Te’siri muazzamdı. Kendi adına sikke kesmek (mâdeni para bastırmak), İslâm hukukunda hutbeden sonra en bâriz hükümdarlık alâmeti idi. Sultan Osman Bey, tahta geçtikten sonra Osmanlıda ilk sikke kestiren yâni madenî para bastıran hükümdar olmuştur. Tabl, davul demek olup târih terimi olarak askerî mızıka mânâsındadır. Osmanlıda saltanat alâmeti olan tabl, belirli zamanlarda belirli yerlerde (kalelerde, pâdişâh veya vâli sarayları önünde, meydanlarda) nevbet vurmakla millî hisleri canlı tutardı. Nevbet ancak hükümdar, pâdişâh adına olurdu. Osmanlıda devletin askerî mızıkasına mehterhane-i hümâyûn denmiş, 1826’dan sonra adı mızıkayı hümâyûn olmuştur (Bkz. Mehter ve Mehterhane).
Sancak, açık hükümdarlık alâmeti idi. Bayrak ve sancak kutsal idi. Bayrağa hakaret pâdişâha hakaret suçu ile aynı değerde kabul edilirdi. Bayrak, pâdişâhı ve dolayısiyle devleti temsil ederdi. Zîrâ pâdişâh, devleti temsil ettiği için kıymetli ve üstün tutulurdu.
Tuğ, sancağa çok yakın bir saltanat alâmeti idi. Tuğ, rütbe gibi pâdişâh tarafından verilir ve pâdişâhı temsil eder, mehter ve sancak gibi tuğ da pâdişâhındı.
Cülûs bahşişi ve kılıç alayı da pâdişâhın saltanat alâmetlerinden idi. Hele kılıç alayı olmadan pâdişâh tahta oturmuş sayılmazdı. Kılıç alayı ihtişamlı gösterilerinden biri olurdu (Bkz. Kılıç Alayı, Cülûs Bahşişi).
Pâdişâh muâyede yâni bayramlaşma merasimlerinde âlimleri ayakta karşılar onlara çok hürmet ederdi. Şeyhülislâm hâriç diğer erkân pâdişâhın elini öperlerdi.
Pâdişâhlar sefer-i hümâyûnlar dışında, seyahate de çıkarlardı. Yalnız devlet dışına gitmezlerdi. Tek istisnası sultan Abdülazîz Han’ın Avrupa seyahatidir.
Pâdişâh vefât ettiğinde cenâzesi İslâm dîninin emirlerine göre kaldırılırdı. Pâdişâh cenazesi ile sâde bir müslüman cenazesi arasında, şeklen fark yoktu, ikisinin de namazı er kişi niyetine diyerek kıldırılırdı. Pâdişâhlar türbelere gömülürdü. Kendi müstakil türbesinde yalnız yatanlar azdır. Daha ziyâde bir kaçı bir türbeye defnedilirdi.
Altı yüz seneden fazla Türklerin ve müslümanların lideri durumunda olan pâdişâhlık müessesesi, Türkiye Cumhûriyeti’nin kurulmasıyla kaldırılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 46
2) Osmanlı Tarih Deyimleri; cild-2, sh. 748
3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 9
4 Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 34

ÖMER SEYFETTİN


Yirminci yüzyıl Türk realist hikayecilerinin en meşhuru. Millî edebiyat döneminin en güzel hikâye örneklerini veren Ömer Seyfeddîn, 1884’de Gönen’de doğdu. Kuvvetli bir ihtimâlle Kafkas Türklerinden olan babası, binbaşı Ömer Şevki Bey’dir. Annesi, kaymakam Mehmed Bey’in kızı Fatma Hanım’dır.
Ömer Seyfeddîn, ilk tahsil hayâtına Gönen’de başlayıp, Ayancık’ta devam etti. Daha sonra annesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Aksaray’da Mekteb-i Osmânî’de okudu. 1893 yılında Eyyûb’deki Baytar Rüşdiyesi’ne verildi. Bu okulun, asker çocuklarına mahsus kısmında okuduğu için, burayı bitirince Kuleli Askerî İdâdîsi’ne devam etmesi gerekirken, Edirne Askerî İdâdîsi’ni tercih ederek tahsîlini orada tamamladı. Bu sırada batı te’sirindeki Türk edebiyatının meşhur kabul edilen simalarını tanımak imkânını buldu ve edebiyata karşı merâkı gittikçe arttı. İşe şiirle başlayan Ömer Seyfeddîn, ilk şiirlerini Edirne’de yazdı ve ilk manzumesini 1901 yılında Mekteb-i Harbiye’de iken İstanbul’da Mecmûa-i Edebiyye’de neşretti.
1903’de Harbiye’den me’zun olan Ömer Seyfeddîn muhtelif yerlerde görev yaptı. 1908’den sonra Selanik’teki Üçüncü ordunun nizamiye taburuna tâyin edildi. Bir süre sonra, Bulgar hududundaki Yokarit kasabasında bulunan hudut bölüğüne gönderildi. Burada, Bulgar eşkıyasını takip maksadıyla, bir çok yerleşim merkezlerini gezdi. Türk ve İslâm düşmanı komitacıların, müslümanlara karşı yaptıkları pek vahşî ve son derece barbarlık örneği hâdiseleri yerinde gördü.
1909 yılında Hareket ordusu ile İstanbul’a geldi, Buradan yazdığı mektuplarla, Selanik’teki Ali Cânib’e, dilde yapmayı düşündüğü yenilikleri açıkladı. Bu mektuplar, Hüsn ve Şiir adıyla çıkan derginin yeniden düzenlenerek Genç Kalemler şeklinde çıkmasına sebeb oldu. Yeni Lisanadlı makalesi, Genç Kalemler’in 18 Nisan 1911 târihli ilk sayısında yayınlandı. Ziya Gökalp’in katıldığı yeni bir edebiyatçı topluluğu doğdu.Genç Kalemler Dergisi, İttihâd ve Terakkî’nin yayın organı idi. Ömer Seyfeddîn de bu cemiyete üye oldu. Fakat sâhib olduğu millî mefkureler, onu zamanla bu cemiyetten uzaklaştırdı. 1910’da ordudan istifa edip, Selânik’e dönen Ömer Seyfeddîn, Genç Kalemler’de, Ali Cânib ve Ziya Gökalp ile birlikte bir müddet çalıştıktan sonra, Balkan savaşının çıkması üzerine tekrar askere alındı (10 Ekim 1912). Savaşta; Kamanova’da Sırplara, Yanya’da Yunanlılara karşı çarpıştı ve esir düştü. Bir yıl kadar Yunanistan’da esaret hayatı yaşadı. Kalem mahsûllerini Ali Cânib marifetiyle; Türkiye’de Halka Doğru, Türk Yurdu, Zekâ isimli mecmualarda neşretti.
Balkan savaşından sonra ordudan ayrıldı, İstanbul’da Türk Sözümecmuasında baş muharrir olarak neşriyat hayâtına girdi. Oldukça fazla neşriyatta bulunduğu bu devrede ayrıca, Kabataş Sultanîsi ile İstanbul Erkek Muallim Mektebi’nde edebiyat hocalığı yaptı. 1913’den sonra bir taraftan neşriyata büyük bir şevkle devam ederken, bir yandan da dil vadisinde başlattığı faaliyetlerine devam etti. Türk dilini, her devirden daha çok sun’îleştiren, Türk edebiyatına frenk modasını hayranlık derecesinde tatbik ederek, eserler vermeye gayret eden Servet-i fünûncularla ciddî münâkaşalara girişti. Onlar hakkında düşüncelerini; “İşte biz Türk dilini bu edebiyat zâlimlerinin elinden kurtarmaya çalışacağız. Halka kendi faydasına yarayacak şeyler yazacak ve memleketimizde okuma muhabbeti uyandırmaya çalışacağız” şeklinde ifâde etti.
Makale ve hikâyelerini Türk Sözü mecmuasından başka Büyük Mecmua,Diken Dergisi, Vakit ve Zaman gibi gazete ve mecmualarda neşreden Ömer Seyfeddîn, kalem mahsûllerinin en verimli olduğu bir sırada, yakalandığı amansız bir hastalık sonucu 6 Mart 1920’de vefât etti.
Hikâyelerinin yanında değişik mahlaslarla şiirler de yazan Ömer Seyfeddîn’in esas edebî faaliyeti, Genç Kalemler mecmuasının ilk sayısında neşrettiği Yeni Lisan adlı makalesinde görülür. Bu makalede; edebiyatımızın Garb’a yönelmeden önce Şark edebiyatını, Garb’a yöneldikten sonra da Fransız edebiyatını taklide yöneldiğini anlattıktan sonra, kendi anlayışına göre, edebiyatımızın tâkib etmesi îcâb eden esaslar hakkında bilgi verir. Bu anlayış, edebiyatımız hakkında, bilhassa sadeleşme mevzuunda söyledikleri, günümüze kadar söylenmişlerin en doğruları olarak kabul edilmektedir. Milliyetçilik hakkındaki görüşlerini de bu yazısında bulmak mümkündür. Diğer yazılarından da anlaşılacağı gibi, milliyetçilik anlayışını ırktan çok, dil, din, terbiye ve örf esaslarına bağlayan yazar; inançları, terbiyeleri, kültürleri, gelenekleri bir olan insanların meydana getirdikleri birliğin daha kalıcı, sağlam ve uzun ömürlü olacağını kabul eder.
Yirminci yüzyıl Türk realist hikayecilerinin önemli simalarından olan ve çok güzel hikâyeler kaleme alan Ömer Seyfeddîn’in hikâyelerini, kaynaklarına göre, altı sınıfta mütâlâa etmek mümkündür:
1- Çocukluk hâtıralarından alınmış hikâyeler: Bunlar, çocuk edebiyatımızın en güzel örnekleridir. Baba ocağının şefkat ve muhabbet dolu hâtıralarının, ilkokul günlerinin dile getirildiği eserlerdir. Bâzıları hafif bir mîzah karıştırılarak anlatılmıştır. And, Falaka ve Kaşağı bu devrenin mahsûlü hikâyelerdir.
2- Yokorit sınır bölüğünün ilham ettiği hikâyeler:Balkan kavimlerinin, özellikle Bulgareşkıyasının müslüman-Türk halkına ve Osmanlı tebeası olan kendi soylarından insanlara karşı işledikleri çirkin ve pek âdı cinayetler, tecâvüz ve tasallutlar dile getirilmiştir. Bu gün insanlığın gözleri önünde cereyan eden, Türklere karşı işlenen insanlık suçu, o devirde de aynen devam ediyordu. Ömer Seyfeddîn, Balkan kavimlerindeki bu insanlık dışı Türk-İslâm düşmanlığını, Beyaz Lâle ve Tuhaf Bir Zulüm gibi hikâyelerinde ele aldı.
3- Türk savaş târihinden çıkarılan hikâyeler: Ömer Seyfeddîn, Türk’ün kahramanlığına, vatan sevgisine, îmânına hayrandı. Son zamanlarda Türk münevverinin Garb’a karşı hayranlığı, Türk aydınında korkunç bir aşağılık duygusunun doğmasına sebeb olmuştu. Ömer Seyfeddîn, mazideki muhteşem devirleri, Türk’ün yenilmez, aşılmaz îmân gücünün sembolü, yiğitlikleri dile getirmek suretiyle yeni kahramanların yetişmesine yardımcı olmak istiyordu. Bu maksatla yarısı târih, yarısı destan havası taşıyan hikâyelerini yazıp neşretti. Çok sevilen bu hikâyeler, Birinci Dünyâ harbinin muhtelif cephelerinde çarpışan insanlarımıza moral kaynağı oldu.
4- Folklörden ve Anadolu efsânelerinden çıkarılan hikâyeler:Bunlar, Anadolu ve Rumeli Türkleri arasında dolaşan hikmetli kıssalardır. Yazar, bu efsâneleri modern hikâye tekniği ile ifâde etmiştir. Yâni tahris-tehzib kaidesine göre değerlendirmek suretiyle meydana getirilmiştir. Yüz Akı, Üç Nasihat, Kurumuş Ağaçlar gibi. Yine bitirilememiş Yalnız Efe adlı bir roman tasarısı da, mevzuunu bir Anadolu efsânesinden almıştır.
5- Bir fikri yermek veya övmek için yazılmış hikâyeler: Hikâye tekniği itibariyle zayıftırlar. Bu hikâyelerde Türklüğü inkâr eden kozmopolit kişiler ve zümrelere ateş püskürür, onlara karşı isyâneder. Efrûz Bey, Fon Sadriştayn’ın Oğlu, Kızıl Elma Neresi, Primo Türk Çocuğu gibi.
6- Günlük hayattan alınmış hikâyeler: Onun en realist olduğu hikâyelerdir. Çoğunda açık bir mîzâh göze çarpar, Bâzıları ise fikir ağırlıklıdır. Mahçupluk, İmtihan, Perili Köşk, Gizli Mâbed, Bahar ve Kelebekler bunlardandır.
Hikâyelerinde görülen millîlik vasfı; Balkan savaşı öncesinde ve sonrasında bizzat gördüğü vahşet ve dehşete karşı kendisinde uyanan reaksiyondan doğmuştur.
Eserlerinin birçoklarının konularını; yüzyıllardır halk arasında anlatıla anlatıla, yoğrula yoğrula gelen halk hikâyelerinden seçmesi, yalnız İstanbul’da değil yurdun değişik bölgelerinde geçen hâdiselere yer vermesi, kahramanların; yiğitlik, dürüstlük, cömertlik gibi ahlâki meziyetlerle yüceltilmiş, kötü ahlâklıların yerilmiş ve cezalandırılmış olması; bir destandan, bir atasözünden, bir vecizeden modern bir hikâyenin çıkarılması; Ömer Seyfeddîn’in en çok sevilen hikayecilerimizden biri olmasına sebeb olmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 21
2) Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfeddîn (Ankara-1985); sh. 1, 34, 51, 84, 113
3) Ömer Seyfeddîn’in Şiirleri (F. Abdullah Tansel, Ankara-1972)
4) Ömer Seyfeddîn Ülkücü Bir Yazarın Romanı (Tâhir Alangu, İstanbul-1968)
5) Ömer Seyfeddin (Ali Cânib, İstanbul-1947)

YENİÇERİLER




Osmanlı Devleti’nin daimî ücretli ordusu olan kapıkulu ocaklarının, pâdişâhın hizmetine âid olan piyade sınıfına verilen ad.
Osmanlı devlet merkezinde, pâdişâhların şahıslarına bağlı kapıkulu denilen yaya veya atlı maaşlı askerler vardı. Bunlar, eyaletlerdeki topraklı veya tımarlı sipâhî ile diğer eyâlet kuvvetlerinden tamamen ayrı idiler.
Osmanlı Devleti’nin ilk kuruluş yıllarında sefer zamanında toplanıp, harbin bitmesiyle beraber, işlerine ve memleketine dönen askerler vardı. Devamlı olmayan bu askerlerle, büyük işlerin başarılmasına imkân yoktu. Sultan Orhan Bey, devamlı ve maaşlı bir ordu kurulması hususunda, kardeşi Alâaddîn Bey ile Çandarlı Kara Halil’in de bulunduğu bir meşveret meclisi topladı. Meclis, maaşlı bir askerî teşkîlâtın kurulmasını kararlaştırdı. İşte bu askerlerin atsız olanlarına yaya, atlı olanlarına müsellem adı verildi. Savaşabilecek güçlü kuvvetli müslüman-Türk gençlerinden atlı ve yaya olarak biner kişilik birlikler kuruldu. Bunlara savaş zamanında önce birer, daha sonra ikişer akçe gündelik verilmesi kararlaştırıldı. Savaş olmadığı zamanlarda da zirâat yapmak üzere kendilerine toprak tahsis edildi ve vergiden muaf tutuldu. Yaya askerler onar ve yüzer kişilik manga ve bölüklere ayrıldı. Müsellem denilen atlı askerlerden ise, her otuz nefer bir ocak îtibâr olundu.
Osmanlı Devleti Rumeli tarafında genişlemeye başlayınca, daimî bir orduya daha fazla ihtiyâç duyuldu. Savaşta esir alınan askerî şartlara uygun hıristiyan çocukları, İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek yeni bir askerî sınıf meydana getirildi. Bu uygulamayı ilk olarak Orhan Gâzi’nin oğlu şehzâde Süleymân Paşa’nın başlattığı rivayet edilmektedir. Yine rivayete göre, kuruluşu sırasında Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin duâsını alan bu ordu, yeniçeri ocağının kurulmasına kadar Osmanlı Devleti’nin tek ve muntazam ordusu olarak kaldı.
Orhan Bey’in vefâtından sonra yerine geçen sultan birinci Murâd Han, Çandarlı Kara Halil’i yeniçeri ve acemi ocaklarını kurmakla vazifelendirdi. Molla Rüstem Karamânî ile birlikte bu işi başarıyla yürüten Çandarlı Kara Halîl, devlet hazînesi ve devletin mâlî teşkîlâtını da kurup çeşitli düzenlemeler yaptı. Yeniçeri ocağına asker yetiştirecek ilk acemi ocağı Gelibolu’da kuruldu. İslâm hukukunda, harbde elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmâle âid olması hükmüne dayanılarak Pençik yâni beşte bir kânunu çıkarıldı. Bu kânunla, savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyâcına göre acemi oğlanı olarak alındı. Daha sonra devşirme kânunu çıkarılarak, pençik oğlanından başka, devşirme ismiyle, Rumeli tarafındaki Osmanlı tebeası olan hıristiyanların çocuklarından da acemi oğlanı alınması kararlaştırıldı. Sonraki yıllarda bu kânun Anadolu’daki hıristiyan tebeaya da uygulandı (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Tesbit edilen esaslara göre acemi oğlanları yetiştirildi. Acemi ocağında yetiştirilen neferler, yeniçeri ocağına alındı.
Yeniçeri ocağının en büyük kumandanı yeniçeri ağası idi. Yeniçeri ağaları, on altıncı yüzyıl başlarına kadar ocaktan yetişirlerdi. Fakat bir süre sonra bunların yolsuzlukları ve itaatsizlikleri görülünce, saraydan yetişmiş, pâdişâhın tam güvenini kazanmış kimseler yeniçeri ağası tâyin edilmeye başlandı. On sekizinci asırdan itibaren yine ocaktan tâyin edildiler. Yeniçeri ağaları Süleymâniye’de devlet malı bir konakta otururlardı. Yeniçeri ağası, ağa kapısında toplanan ve âzası ocağın büyük zabitleri olan ağa dîvânının reîsi idi. Dîvân-ı hümâyûn âzası olmamakla beraber, vezîr rütbesine hâiz olursa, dîvân toplantılarına katılırdı. Pâdişâhın Cuma ve bayram namazları alaylarında da hükümdarı attan indirmek ve bindirmekle vazifeli olup, aynı zamanda İstanbul’un en büyük zabıta âmiriydi. Ağalık alâmeti iki tuğ olup bayrağı beyazdı. Yeniçeri ağaları terfî ettirilecekleri, zaman, beylerbeyi ve kapdan paşa olurlardı.
Yeniçeri ağasının muavinine kul kethüdası, kethüda bey veya kahya bey adları verilirdi. Nefer sayısı 400-500 olan, pâdişâhın av köpeklerine bakmakla vazifeli bulunan yeniçeri cemâat ortalarından 64. ortanın kumandanına zağarcı başı denirdi. Sekson denilen ve bâzan ayı avında da kullanılan cenk köpeklerine bakan 71. ortanın kumandanına seksoncuveya samsuncubaşı adı verilirdi. Tazılara bakan, turna kuşları besleyen 68. ortanın kumandanına turnacıbaşı, 14, 49, 66 ve 67. ortaların kumandanlarına haseki ağaları denirdi. Pâdişâhın Cuma namazı alaylarında kıdemlerine göre, ikisi sağında, ikisi solunda pâdişâhın atının yanısıra yürürlerdi. En kıdemlisine başhaseki denirdi. Beşinci bölük ortasının kumandanı ve bütün yeniçeri ocağının çavuşuna başçavuş;bölük ortalarında muayyen olmayan bir ortanın kumandanına muhzir ağadenirdi. Dîvânda yeniçeri ağasına hitaben yazılan fermanlar muhzir ağaya verilirdi. Muhzir ağadan bir rütbe aşağı olup, muayyen olmayan bir ortanın kumandanına, kethüda ağa denirdi. Kethüda bey sefere gittiğinde ona vekâlet ederdi. Yeniçeri ocağına bağlı san’atkârlarla imalâthanelerin de en büyük âmiri idi. 101 cemâat ortasının bütün kumandanlarının en kıdemlisine, yayabaşı ağa denîrdi. Diğerlerine de yayabaşı denirdi. Vazifeleri, ocak beytülmâlciliği, seferde hazîne bekçiliği, zahire tedâriki, kâdılara ve sancak beylerine sefer emirleri götürmek, yaralı nakletmek, kale muhafızlığı yapmaktı. Bunlara subaşı denirdi. Bölük ortaları kumandanlarının en kıdemlisine bölükbaşı ağa, 60, 61, 62 ve 63. cemâat ortaları kumandanlarına da solakbaşı ağaları denirdi. Cemâat ortalarından muayyen olmayan bir ortanın imâmlık yapmaya ehliyetli olan kumandanına ocak imâmı, bu ortaya da imâm ortası denirdi. Beş vakit namazda ağa kapısındaki câmide yeniçeri ağasına imâmlık ederdi. Yeniçeri ocağının künye defterini tutan vazifeliye ocak kâtibi veya yeniçeri efendisi denirdi. Bu ağaların hepsine birden katar ağaları denilirdi, içlerinden biri azledilince veya ölünce, alt derecede bulunanlar derece terfî ederek boşluğu doldururdu.
Yeniçeri ocağı tabur denilebilecek, nefer mevcudu muhtelif zamanlarda değişen yüz doksan altı ortadan meydana gelmişti. İlk zamanlar 60-70 kişiden meydana gelen bir ortanın mevcudu disiplinin bozulduğu devirlerde 2.000 kişiye kadar çıkmıştı. Pâdişâhlar, birinci ortanın defterlerinde birinci nefer olarak kayıtlıydılar. Yeniçeri ocağının yekûn mevcudu Fâtih Sultan Mehmed Han ve Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanlarında 10.000-12.000, sultan üçüncü Mehmed Han zamanında 45.000, bir ara tekrar azaltıldıktan sonra, sultan üçüncü Selim Han zamanında 110.000, sultan İkinci Mahmûd Han zamanında da 140.000 olmuştu.
Yeniçeriler; cemâatliler, bölüklüler ve sekbanlar diye üç sınıfa ayrılmışlardı. 196 ortanın 101i cemâatli, 61’i bölüklü, 34’ü de sekban ortasıydı. Cemâat ortalarından 60, 61, 62 ve 63. ortalar İstanbul’da otururlar, pâdişâhın merasim günlerinde maiyyet askerini teşkil ederlerdi. Bunlara solaklar denirdi. Diğerleri hudut kalelerine taksim edilmiş olup, bu kalelerin muhâfazasıyla vazifeliydiler. Bölük ortalarından 31’i İstanbul’da Sancak-ı şerifin muhâfazasıyla, diğer otuzu da, otuz iç vilâyet merkezinde iç kalelerin muhafazasıyla vazifeliydiler. Sekban ortaları ise, pâdişâhın av maiyyeti idi. Osmanlı pâdişâhlarının eğitimi geliştirmek için tertipledikleri muhteşem ve büyük sürek avları sekbanlar tarafından hazırlanırlardı. İstanbul civarındaki mîrî çiftliklerin muhafazası onlara bırakılmıştı. İstanbul’da bulunan cemâat ve bölük ortaları aynı zamanda büyük şehrin inzibat ve âsâyişiyle vazifeliydiler. Her semt bir ortanın e’mrine verilmişti. Her semtte kolluk denilen bir yeniçeri karakolhânesi vardı.
Hor yeniçeri ortasının nişan denen bir bayrağı ve alâmeti vardı. Nişanlar, bayrak üzerine işlenirlerdi. Yeniçeri ocağının bayrağına, ocağın sünnî mezhebe, mensub olduğunun işareti olarak İmâm-ı a’zam bayrağıdenilirdi. Bu; beyaz ipekten, üstüne altın sırma ile bir tarafına; “İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ”, diğer tarafına da; “Ve yensurekellahü nasran azîzâ” âyet-i kerîmesi işlendiği bir sancaktı. Ordugâhda yeniçeri ağasının çadırı önüne dikilirdi. Merasimlerde yeniçeri ağasının atının önü sıra götürülürdü. Bu bayrağı taşıyan yeniçeriye başbayrakdâr denilirdi. Ocağın bir de alay bayrağı vardı ki, bu da yarısı sarı, yarısı kırmızı ipek bir bayraktı. Her yeniçeri ortasının, üzerlerinde orta nişanlarının işlenmiş olduğu uçları çatal bayrağı vardı.
Her ortanın çorbacı denilen bir kumandanı, odabaşı denilen bir kumandan muavini, vekilharç ünvânlı bir idare me’muru ve bayraktârıvardı. Ortanın en kıdemlisine başeski, aşçıbaşısına usta, aşçı muavinine baş karakullukçu denilirdi.
Yeniçeriler başlarına börk denilen beysız keçeden bir külah giyerlerdi. Bir buçuk ayak (45 cm) kadar yükseklikte olan bu külahın üstünden omuzlara kadar yatırma denilen bir çuha parçası düşerdi. Yatırma yeniçeri neferinin ensesini tamamen örterdi. Börkün ön kısmında ve tam alnın ortasında gümüşden veya pirinçden yapılmış olan tüylük yâhud kaşıklık denilen bir kısım vardı. Börkün başa geçen ağız kısmı da daltac adı verilen çepeçevre nakışlı bir şeridle çevrilmişti. Daltacı, dört-beş parmak eninde olup da arkasına yatırması olmayan yeniçeri külahına da üsküf denirdi. Yeniçerilerin ayakkabıları şehirde ökçesiz yemeni, seferde yandan kopoalı bir çeşit çizmeydi. Zabitler (subaylar) sarı, neferler kırmızı sahtiyandan ayakkabı giyerlerdi. Ocak zabitleri her türlü tören ve ordu alaylarında özel üniforma giyerlerdi.
Her yeniçeri ortasının, içinde yemeklerini pişirdikleri kışlalardaki mutfaklarda duran büyük kazanları vardı. Yeniçeriler, kazanlarına ocaklarının mukaddes bir değeri olarak bakarlardı. Harbde kazanın düşman eline geçmesi, o orta için büyük felâket sayılırdı. Ortaları ile ilgili bir işi görüşecekleri zaman kazanın etrafında otururlardı. İsyan ânında kışlalardan kaldırılan kazanlar büyük törenle ihtilâlin idare edileceği meydana götürülürdü. Kazan kaldırmak; hükûmete karşı ayaklanmak, isyân etmek demekti.
İstanbul’da eski odalar ve yeni odalar adı ile iki büyük yeniçeri kışlası vardı. Eski odalar Şehzâde Câmii’nin karşısında, yeni odalar da Aksaray’da Etmeydanı’nda idi. Her iki kışlada geniş bir avlunun etrafını çeviren, önü revaklı odalardan meydana gelmişti. Avlunun ortasında orta câmi denilen bir mescid vardı. Yeniçeri ayaklanmaları arefesinde ilk toplantılar hep bu orta câmilerde yapılırdı. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra bu kışlalar halk tarafından tahrib edildi.
Yeniçeri ocağı neferlerine ulufe denilen maaş verilirdi. Acemi bir yeniçeri neferine ilk devirlerde ocağa kaydı ile beraber, iki akçe yevmiye bağlanırdı. Sonraları bu beş-altı akçeye çıkarılmıştı. Gösterilen yararlılıklar ve hizmetler karşılığı da ulufeleri arttırılırdı. Yapılan bu artışlara terakkîdenirdi. Bu suretle yevmiyeleri on-on beş akçe olan yeniçeriler bulunurdu. Harblerde serdengeçti yâni fedâî yazılanlar, sağ döndükleri zaman yevmiye beş-on akçe terakkî alırlardı. Ulufeler üç aydan üç aya, yılda dört taksitte ve dîvân-ı hümâyûnda düzenlenen törenle dağıtılırdı. Taksitleremevâcib denirdi. Neferlerin ulufesinden başka her yeniçeri ortasına ekmek, et, yağ, bulgur ve mum verilirdi. Her nefere de senede, bir kat elbise veya bedeli verilirdi.
Ocak disiplini sağlam olduğu devirlerde yeniçeriler, geceleri kışlalarındaki koğuşlarından başka yerde yatmazlardı. Askerlik tâliminden başka bir şeyle uğraşamaz ve emekliye ayrılıncaya kadar da evlenemezlerdi. Emekliye ayrılan yeniçeriye oturak denilir ve kendisine ölünceye kadar emekli gündeliği verilirdi. Emekli olduktan sonra evlenenler öldüğü zaman, geride bıraktığı dul ve yetimlere fodla denilen maaş bağlanırdı.
Suç işleyen yeniçeri ancak kendi ortası neferleri huzurunda ve kendi koğuşunda cezalandırılırdı. Ocaktan kovulmaya keçe külah etmekdenilirdi. Bir yeniçeri, ortasını değiştiremezdi. Ocak disiplininin bozulduğu devirlerde bir ortadan öbürüne geçmeye semer devirmek denilirdi. Suçlu yeniçeri merasimle ihtar edilir, habs edilir, kale hizmeti ile sürgün edilir veya keçe külah edilip, ocaktan tard edilirdi. Îdâma mahkûm edilen bir yeniçeri evvelâ ocaktan tard edilir, sonra boynu vurulmak suretiyle îdâm edilirdi. Bir yeniçeriye îdâm hükmü, ancak ağa dîvânında verilirdi. Bir odabaşı da emrindeki yeniçerilere ancak otuz dokuz sopaya kadar dayak cezası verebilirdi.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş devirlerinde hizmetleri görülüp, on beş ve on altıncı yüzyıldaki büyük fetihlere katılan yeniçeriler, on altıncı yüzyılın sonlarına doğru bozulmaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın vefâtından sonra, kânunlarına riâyet edilmediğini ve bahşişlerinin verilmediğini ileri sürerek, serkeşçe tavır takınan yeniçeriler, Zigetvar seferi dönüşünde eski odalar önünde (şimdiki Şehzâde Câmii karşısı) durup ileri gitmemeye veya saray kapısını kapatıp, sultan İkinci Selîm Han’ı içeri sokmamaya karar verdiler. Eski odalar önünde bir müddet bekleyerek, taşkınlık gösterdiler. Yeniçeri ağası Ali Ağa, bu hâlin neticesinin kendi hayâtına mâl olacağını düşünerek, onları yatıştırmak istedi. Fakat dinlemeyip, Topkapı Sarayı’nın avlusuna giderek Bâb-ı hümâyûnu kapatıp kimseyi içeri bırakmadılar. Sultan İkinci Selîm Han bu taşkınlıklar karşısında; “Cümle bahşiş ve terakkîleri verilsün. Makbûlümdür” deyince, ortalık yatıştı ve Pâdişâh saraya girebildi.
Bu gibi bâzı hâdiseler istisna edilecek olursa, yeniçeri ocağındaki asıl bozulma, sultan üçüncü Murâd Han zamanında başladı. Sonraları muhtelif vesilelerle bu bozukluk genişlemek suretiyle ve fasılalarla bir asır boyunca devam etti. Gün geçtikçe kuloğulları adıyla yeniçeri yetimlerinin, kul-kardeşleri adıyla serhat ve taşra kalelerinde hizmet etmiş olanların, 1583’den sonra da yeniçeri ağasına tanınan hakla, ağa çırakları adıyla bir nevî kontenjandan kimselerin yeniçeri ocağına alınması, düzeni bozdu. Sultan İkinci Selîm Han zamanında on iki bin üç yüz mevcudu olan yeniçeri ocağı, on yedinci asrın başlarında otuz yedi bin altı yüze ulaştı. Sultan dördüncü Murâd Han zamanında da kırk altı bini geçti. Daha sonra dört devletle dört cephede on altı sene süren muhârebeler sırasında, ocak mevcudu yetmiş bini aştığı gibi, bunların maaşlarının verilmesi de müşkül bir hâl aldı.
Yeniçeri ocağının manevî güç kaynağı olarak kabul edilen Hacı Bektâş-ı Velî tarafından kurulan bektâşîlik tarîkatı, Eshâb-ı kiram düşmanı hurûfîler tarafından ele geçirildi. İslâmiyet’in emirlerine ters fikirler ileri süren bu sahte bektâşîler de yeniçeri ocağına sızdılar. Zamanla yeniçeriler üzerinde etkili oldular. Bu sapık hurûfîlerin te’siriyle sık sık kazan kaldıran yeniçeriler, halkın huzurunu bozmaya başladılar.
Sultan birinci Ahmed ve sultan birinci Mustafa Han’dan sonra genç yaşta pâdişâh olan sultan ikinci (Genç) Osman Han, bizzat ordunun başında katıldığı Lehistan seferinde yeniçerilerin gayretsizliklerini gördü. Yeniçeri ocağının mevcudunu anlamak için yaptırdığı yoklamada, ocak mevcudunun maaş defterinde yazılı olan mikdârdan az olduğunu tesbit ederek parayı kesti. Sultan İkinci Osman Han, bu disiplinsizlik ve keşmekeşliğe son vermek için kapıkulu ocaklarını kaldırarak Anadolu, Suriye ve Mısır Türklerinden meydana gelen, sâdece askerlikle uğraşan, pâdişâhın emirlerine mutlak itaat eden bir ordu kurmak istedi. Hem bu orduyu teşkil etmek, hem de hac ibâdetini yerine getirmek üzere Hicaz’a gitmeye karar verdi. Pâdişâhın niyetini saraydaki adamları vasıtasıyla öğrenen ve mevcûd olmayan askerleri mevcûd gibi göstererek yevmiyelerini alan ocak ağaları, yeniçerileri Pâdişâh aleyhine kışkırtarak isyân çıkardılar. Sultan İkinci Osman Han’ın hac ibâdeti için Hicaz’a gitmesine karşı çıkan yeniçeriler, kendilerine katılanlarla birlikte Atmeydanı’na (Sultanahmet meydanı) geldiler. Sultan İkinci Osman’ı alarak Orta Câmii’ne götürdüler. Yolda bir hükümdara, bir Osmanoğlu’na târih boyunca asla reva görülmemiş hakaretler yaptılar. Bu sırada hasta hâlde bulunan sultan Mustafa’yı tahta oturttular. Yeni sadrâzam olan Dâvûd Paşa en güvendiği adamlarına Sultan’ı Yedikule’ye götürerek boğmalarını emr etti. On cellâdın hücumlarına karşı koyan Genç Osman’ın boynuna cebecibaşı tarafından kemend atıldı. Bu sırada ona hücum edenlerden biri, Genç Osman’ın husyelerini sıkarak 20 Mayıs 1622’de şehîd etti (Bkz. Genç Osman).
Sultan birinci Mustafa’nın hastalığı sebebiyle hal’edilmesinden sonra, tahta geçen dördüncü Murâd Han’ın ilk zamanlarında, yeniçerilerin hükümete ve halka karşı hareketleri tahammül edilemez hâle geldi. Küçük yaşta tahta geçen dördüncü Murâd Han, idareyi bizzat eline aldıktan sonra, yeniçeriler hakkında sıkı tedbirlere baş vurdu. Ontarı adım adım tâkib etti. Kânun gereği yeniçerilerden kıdemli ve hizmetleri görülenleri, başka suretle taltif ederek ocaktan uzak tutmaya çalıştı. Yeniçeri ocağının lüzumundan fazla artmış olan mevcudunu ideal seviyeye indirmek için tedbirler aldı. Kendisinin malûmatı olmadan ocağa asker alınmasını yasakladı. Emrini yerine getirmeyerek rüşvetle ocağa adam kaydeden yeniçeri kâtibi Osman Efendi’yi îdâm ettirdi. 1632’de sadrâzam Hüsrev Paşa’nın azledilmesine karşı çıkan süvarilerle birlikte hareket eden yeniçeriler, üç gün saraya hücum ederek, Hüsrev Paşa’nın azline sebeb olanlardan on yedi kişinin başını istediler. Sarayın Orta kapısına kadar gelip ulemâyı oraya davet ettiler. Yeniçerilerin taşkınlıkları üzerine vezîriâzam Hâfız Ahmed Paşa, sadâret mührünü sultan dördüncü Murâd Han’a teslim ederek saraydan gizlice ayrıldı. Orta kapıdan içeri giren yeniçeriler, Dîvân-ı hümâyûn önüne gelerek Pâdişâh’ı ayak dîvânına çağırdılar. Sultan dördüncü Murâd, Bâbüsseâde önüne çıkıp ayak dîvânı yaptı ve yeniçerilerin isteklerini sordu. Onlar listesi verilmiş olan on yedi kişinin öldürülmek üzere kendilerine teslimini istediler. Yapılan nasîhati ve verilen cevâbı dinlemediler.
İstedikleri yapılmadığı takdirde başka bir şehzâdeyi hükümdar yapacaklarını îmâ ederek, Pâdişâh’ın oturduğu tahtın yanına kadar sokuldular. Nasihatlerinin dinlenmediğini gören Pâdişâh, tahttan kalkarak Bâbüsseâdeden içeri girdi. Bunun üzerine âsiler büsbütün galeyana gelip; “Madem ki bu on yedi kişiyi vermedin, biz işimizi biliriz” diye tehdidde bulundular. Çaresiz kalan dördüncü Murâd, saraydan gizlice ayrılarak Üsküdar’a kaçan sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa’yı geri getirtti. Pâdişâh’ın müşkül durumunu gören Hâfız Ahmed Paşa, besmele çekerek âsî güruhunun içine daldı ve isyâncılar tarafından şehîd edildi. Hâfız Ahmed Paşa’nın fecî şekilde şehîd edildiğini gören Pâdişâh, üzüntüsünü belirterek ve ağlayarak içeri girdi. Listede bulunan diğer görevlilerin azledilmesiyle isyâncılar yatıştılar. Bu hâdiseden kısa bir süre sonra Murâd Han, isyâncıları tahrik eden Hüsrev Paşa’yı îdâm ettirdi.
Hüsrev Paşa’yı îdâm edenlerden intikamını almak isteyen yeniçeriler, aynı sene içinde tekrar isyân ettiler. Saraya gelerek, sultan Murâd’ı ayak dîvânına çağırdılar. Bâzı kimselerin öldürülmek üzere kendilerine teslimini istediler ve; “Gayri sana itimâdımız kalmadı” dediler. Sultan Murâd, katlini istedikleri adamları vermek istemeyince de; “Bu dediklerimizi bize vermezsen sen bize pâdişâhlık edemezsin” dediler. Halk arasında, hükümdar, şehzâdeleri boğdurmuş diye şâyiâ çıkararak, şehzâdeleri görmek istediklerini bildirdiler. Pâdişâh, kardeşleri; Bâyezîd, Süleymân, Kâsım ve İbrâhim’i içerden getirterek gösterdi. Onlara bir şey yapmayacağına dâir kefil istediler. Recep Paşa ile şeyhülislâm Ahîzâde Hüseyin Efendi’nin kefil olmaları üzerine yatıştılar. Fakat başlarını istedikleri kimseleri saklandıkları yerlerden buldurarak öldürdüler. Veziriazam olan Recep Paşa’nın tahrikiyle bir ara sultan dördüncü Murâd Han’ı hal’ için plânlar hazırladılarsa da cesaret edemediklerinden vaz geçtiler. Dördüncü Murâd Han ise, yeniçerileri kışkırttığını tesbit ettiği Recep Paşa’yı îdâm ettirdi. Bundan sonra idareye hâkim olan ve hâdiselerden tecrübe edinen sultan dördüncü Murâd Han, kapıkulu ve yeniçeri ocaklarından kanunnâmesine uymayanlara karşı temizlik hareketi başlattı. Ocağın ıslâh edilmesiyle ilgili tedbirler aldı. Aldığı bu tedbirler ve kurduğu düzen, 1644 senesine kadar devam etti.
Sultan dördüncü Murâd Han’ın vefâtından sonra yerine geçen kardeşi sultan İbrâhim’in saltanatı yıllarında yeniçeri ocağının düzeni tekrar bozuldu. Yeniçerilerin isyân etmeleri üzerine sultan İbrâhim de hal’ edildi. Yerine geçen sultan dördüncü Mehmed Han’ın saltanatının ilk yıllarında yeniçeri ocağında hiç disiplin kalmadı. 1656 senesinde isyân eden yeniçeriler, öldürülmesini istedikleri otuz kişinin listesini Pâdişâh’a gönderip ayak dîvânı istediler. Yeniçerilerin nasihatle yatışmamaları üzerine Pâdişâh ayak dîvânına çıktı. Listede ismi zikredilenlerin mallarının müsadere edilip sürgün edileceklerini bildirdiyse de yeniçeriler; “Hayır! Katlolunmadıkca feragat etmeyiz” diye diretince, isteklerini kabul etti. İsyancılar, listede yazılı kişileri yakalayıp boğarak öldürdükten sonra, çınara astılar. Bu hâdise târihe vak’a-i vakvâkiyye veya çınar vak’ası olarak geçti. 1656’da vezîriâzam olan Köprülü Mehmed Paşa, yeniçeri ocağında sultan Murâd’ın yaptığı ıslâhata benzer düzenlemeler yaptı. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Fâzıl Mustafa Paşa, Amcazade Hüseyin paşa gibi vezîriâzamlar da Köprülü Mehmed Paşa’yı tâkib ettiler. Ancak istenen netice alınamadı. On sekizinci asır başlarında ocaktaki disiplinsizlik çok artmış, devlet idaresine müdâhaleleri de son haddine varmıştı.
Sultan üçüncü Ahmed Han devrinin güçlü ve yenilik tarafdârı vezîriâzamı Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa sonuçtan ümitsiz olduğu için yeniçeri ocağını ıslâh yoluna gitmedi. Ocağı aynı şekliyle muhafaza etti. Bunun yanında teknik sınıflardan başlamak üzere modern bir ordu kurmak için teşebbüse geçti. Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’nın yeni bir ordu kurma niyetini anlayan yeniçeriler, 1730’da Patrona Halil’in etrafında toplanarak isyân çıkardılar ve vezîriâzamı şehîd ettiler. Sultan üçüncü Ahmed, isyâncıların isteklerinin sonunun gelmeyeceğini, kendisinin de tahttan ayrılmasını isteyeceklerini bildiği için, kendi eliyle yeğeni şehzâde Mahmûd’u tahta geçirdi ve köşesine çekildi.
Tahta geçen sultan birinci Mahmûd Han, Avrupa tarzında modern bir ordu kurmaya teşebbüs etti. Teknik sınıflardan başlayarak yeni birlikler meydana getirmeye çalıştı. Fakat asıl ıslâhı gereken yeniçeri ocağına dokunmadı. Sultan üçüncü Mustafa Han da, Osmanlı askerî teşkilâtının ıslâh edilmesi gerektiğine inanmakla beraber, babası sultan üçüncü Ahmed Han ile amcası ikinci Mustafa Han’ı tahttan indiren yeniçerilere karşı ihtiyatlı davrandı. Yeni teknik sınıfları geliştirmeye büyük önem verdi. Fakat bu sırada çıkan 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşı sebebiyle başladığı işleri bitiremedi. 1787’de başlayan ve sonra Avusturya’nın da katılmasıyla devam eden Osmanlı-Rus ve Avusturya savaşlarında peş peşe uğranılan mağlûbiyetler, ocağın ıslâhının imkânsızlığını ortaya çıkardı.
Sultan birinci Abdülhamîd Han da teknik sınıflar yetiştirmeye devam etti. Yeniçeriler bu yeni askerlere diş bilediler. Fakat ileri gelenleri, pâdişâhın veya sadrâzamın adamları olduğu için kazan kaldıramadılar. Sultan birinci Abdülhamîd Han’dan sonra tahta geçen ve ıslahatçı bir pâdişâh olan sultan üçüncü Selîm Han, askerî ve idâri sahalarda köklü yenilikler yaptı. Hazırlanan 72 maddelik ıslâhat tasarısıyla, yeniçeri ocağına haftada bir kaç gün tâlim ve terbiye mecburiyeti konuldu. Ayrıca Avrupa usûlünde Nizâm-ı cedîd denilen yeni bir ordu kuruldu. Yeniçeri ordusu kaldırılacak, yerine Nizâm-ı cedîd geçecek dedikodusunu yayan yeniçeriler, yeni kurulan orduya karşı çıktılar. Pâdişâh’a ve Nizâm-ı cedîd’e karşı olan diğer çevrelerle müşterek bir cephe teşkil ettiler ve Kabakçı Mustafa’nın etrafında toplanarak baş kaldırdılar. Kardeş kanı akıtılmasını istemeyen ve iyi niyetli olan sultan üçüncü Selîm Han, yeni kurmuş olduğu orduyu isyâncılara karşı kullanmadı. Bir süre sonra Nizâm-ı cedîd’i ilga ettiğine dâir ferman yayınladı. Fakat isyâna devam eden yeniçeriler, Selîm Han’ı tahttan indirip, dördüncü Mustafa Han’ı tahta geçirdiler. Sultan dördüncü Mustafa Han zamanında tam bir başıbozuk sürüsü hâline gelen yeniçeriler, Silistre’de ordugâhı yağma ettiler. İkinci Mahmûd Han’ın tahta geçmesinden sonra, sadrâzam Alemdâr Mustafa Paşa, Nizâm-ı cedîd’in yerine Sekbân-ı cedîd ordusunu kurdu. Yeniçeriler bu defa Alemdâr Mustafa Paşa ve Sekbân-ı cedîd aleyhinde çalışmaya başladılar. İstanbul’da hâkimiyeti eline geçiren yeniçeriler, sadrâzamı öldürdükten sonra, sultan İkinci Mahmûd Han’ı tahtan indirmek istediler. Mahmûd Han, üzerlerine kuvvet gönderip üç binden fazlasını öldürttü. Sonra da donanmaya emir verip yeniçeri ağasının konağını bombalattı. Pâdişâh’la başa çıkamayacağını anlayan yeniçeriler ulemâya sığındılar.
1818’de tekrar ayaklanan yeniçeriler, İstanbul’da yer yer yangınlar çıkararak büyük tahribata sebeb oldular. Ulemânın ocağa dokunulmıyacağı hakkında Pâdişâh’dan aldığı te’minât üzerine de isyândan vazgeçtiler. İstanbul halkı, yeniçeri şerrinden sokağa çıkamaz oldu. Belli başlı bütün tüccar haraca bağlandı. Islahatçı, ileri görüşlü, fakat ihtiyatlı bir pâdişâh olan ikinci Mahmûd Han, plânlı bir şekilde ocak için tedbirler almaya devam etti. Kendisine sadıkane hizmet edecek olan Rusçuklu Hüseyin Ağa’yı yeniçeri ağası yaptı. Bu sırada çıkan Mora isyânının bu askerle bastırılamayacağını bildiğinden, Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan yardım istedi.
Sultan İkinci Mahmûd Han; Mayıs 1826’da yeniçeri ocağının hayatiyetini yitirdiğine inanan devlet erkânı, ulemâ ve yeniçeri ağasını şeyhülislâmın konağında topladı. Yeniçeri ağasının, yeniçerilerin tâlime razı olduklarını bildirmesi üzerine ocaktan 7.650 neferin eşkinci nâmıyle talimli asker yazılmasına karar verildi. Hazırlanan eşkinci lâyihası ve huccet-i şer’iyye okunup tasdîk edildiği gibi, şeyhülislâm efendi de fetvasını okudu. Bu suretle eşkinci askerinin tâlim yapacağı kesinleşti. Ancak bâzı yeniçeri ileri gelenleri tâlim aleyhinde sinsice faaliyete giriştiler. Yapılan tahrikler pâdişâh ile ocağı tekrar karşı karşıya getirdi. Pâdişâh’ın arzusu üzerine sancak-ı şerîf çıkarıldı. Devlet erkânı ve ulemâya halk da katıldı. Topçu, lağımcı ve kalyoncu askeri âsilere karşı büyük bir muvaffakiyetle mücâdele etti. 15 Haziran 1826 târihinde Osmanlı târihinde vak’a-yı hayriye denilen bu hâdise neticesinde ocak söndürülmüş ve yeniçerilik tamamen kaldırılmış oldu. Tanzim edilen emr-i âlî ile durum îlân edildi. Böylece İstanbul’da ve taşrada meydana gelen taşkınca hareketler son buldu.
Yeniçeriliğin kaldırılmasıyla, devlet hazînesinde meydana getirdiği tahribat ortadan kalktı. Emniyet ve asayişten mahrum kalan halk huzura kavuştu. Üç yüz seneye yakın zamandır devletin başına gaileler açan, pâdişâhların, sadrâzamların ve nice devlet adamlarının şehîd edilmelerine sebeb olan fitne ve fesâd ocağı söndürülmüş oldu. Yeniçeri ocağının kapatılmasıyla birlikte, ocağa nüfuz etmiş olan ve halk arasında da tâbileri bulunan, kendilerine bektâşî diyen, fakat hakîki bektâşîlikten çok uzak olan hurûfîlerin tekkeleri de kapatıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Üss-i Zafer (Mehmed Esad, İstanbul-1876)
2) Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları-I (Uzunçarşılı)
3) Koçi Bey Risalesi (İstanbul-1972); sh. 16
4) Kitâb-ı Mesâlik-il-müslimin ve Menâf-ül-mü’minîn (Ankara-1980); sh. 34
5) Kitâb-ı Müstetâb (Ankara-1974); sh. 3
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 162
7) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); sh. 144
8) Kitâb-ı Mesâlih-il-müslimîn ve Menâfi-il-mü’minîn ve Tenkidi (Me’zûniyet Tezi, Selçuk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Târih Bölümü, Konya-1981); sh. 81