21 Kasım 2014 Cuma

ENVER PAŞA


Osmanlı Devleti’nin son yıllarında devlet idaresine hâkim olan İttihâd ve Terakkî partisi ileri gelenlerinden. Asker ve devlet adamı. Babası nâfia teknisyeni Ahmed Bey, annesi Dilara Hanım’dır. 1881’de İstanbul’da doğdu. 1922’de Türkistan’da öldürüldü.
İstanbul’da başladığı ilk tahsilini, babasının Manastır’a tâyini üzerine orada tamamladı. 1894’de Manastır Askerî Rüşdiyesi’ni, 1894’de Soğukçeşme Askerî İdâdîsi’ni ve 1899’da da Harb Okulu’nu bitirdi. 1902’de Harb Akademisi’nden kurmay yüzbaşı rütbesiyle me’zun oldu ve merkezi Selânik’de bulunan üçüncü orduya tâyin edildi. Makedonya’nın çeşitli yerlerinde ortaya çıkan bölücü çete ve eşkıyayı tâkib etmekle vazifelendirildi. 1905’de kolağası, bir sene sonra da binbaşı rütbelerine terfî ettirildi. Bu sırada, gizli bir ihtilâl derneği olan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ne girdi. Asker olmasına rağmen İttihâd ve Terakkî cemiyetine de girerek siyâsetle uğraşmaya başladı. Bu sırada Talat Bey ile tanışarak cemiyette faal rol aldı. Selanik merkez komutanı ve aynı zamanda eniştesi olan miralay Nâzım Bey’in yaralanması hâdisesine karışmasından sonra Selanik’ten kaçarak Tikveş’e gitti. Atıf Kamçıl’ın, ittihatçıları tâkib için İstanbul’dan gelen müşir Şemsi Paşa’yı vurmasını plânladı. Kısa zamanda ittihâdçı hareketin başına geçirildi. Talat Bey’in sürgüne gönderilmesine karşı çıktı. Müfettiş-i umûmî Hüseyin Hilmi Paşa’yı bu emri uygulamaktan vaz geçirdi. Çete kurarak dağlara çıktı. Sultan (İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi ve meşrûtiyetin tekrar ilân edilmesi için İttihâd ve Terakkî cemiyetinin çıkardığı karışıklık ve mücâdelelere kolağası Niyâzî Bey ve bâzı diğer subaylarla birlikte katıldı.
10 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet îlân edilip, 1876 Kânûn-i esâsîsi yürürlüğe konulunca, Enver bey, İstanbul’a döndü ve hürriyet kahramanı olarak karşılandı. Bir müddet Makedonya umûmî müfettişliği yaptıktan sonra, 1909’da Berlin askerî ateşeliğine tâyin edilerek merkezden uzaklaştırıldı. Alman imparatoru Wilhelm-II’den yakın ilgi ve iltifat gördü. Enver Paşa’nın bu yıllarda başlayan Alman hayranlığı, sonraki yıllarda taassup hâlini aldı. 31 Mart vak’ası üzerine İstanbul’a dönen Enver Bey, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek üzere Selanik’ten İstanbul’a gelen Hareket ordusuna katıldı. Abdülhamîd Han’ın hal’ edilişinde aktif rol oynadı. İtalyanların Trablusgarb’a saldırmaları üzerine oraya giderek cephe kumandanlığı yaptı. Buradayken kaymakamlığa terfî etti. 1912’de Balkan harbi çıkınca Trablusgarb’da vazife yapan subaylarla birlikte İstanbul’a döndü. Balkan cephesindeki savaşlara iştirak etmeyerek İstanbul’da kaldı ve siyâsî hâdiselerle uğraşmayı tercih etti. Mensûb olduğu İttihâd ve Terakkî fırkası, iktidardaki hükümetin aleyhinde faaliyetlerde bulunuyor; iktidarın Edirne’yi Bulgarlara vermek istediği şayiasını yayarak halkı hükümete karşı ayaklandırmaya çalışıyordu. Daha sonra asker arasına karışıp; “Siz Anadolu’yu müdâfaa edin, Rumeli’de ne işiniz var?” diyerek asker arasında ikilik çıkarıyorlardı. Bütün bu faaliyetlere iştirak eden Enver Bey, çoğu sokak kabadayısı sınıfından etrafına topladığı kimselerle birlikte 23 Ocak 1913’de Bâb-ı âlî baskınını düzenledi. Bu baskın esnasında zamanın harbiye nâzırı Nâzım Paşa öldürüldü. Sadrâzam Kâmil Paşa istifa ettirilerek, yerine Mahmûd Şevket Paşa başkanlığındaki İttihâdçı bir kabine kuruldu. Trablusgarb ve Balkan savaşlarına bizzat iştirak edip muhârebe etmediği hâlde, bu savaşlarda başarılı olduğu söylenerek, üst seviyelerde yer tutmuş, İttihâd ve Terakkî mensuplarınca üç sene birden kıdem verilip, rütbesi miralaylığı yükseltildi. Balkan devletlerinin kendi aralarındaki anlaşmazlıkları üzerine, Balkan müttefikleri arasında çıkan harp ve Bulgaristan’ın doğu cephesinden asker çekmesi sebebiyle Edirne’nin geri alınmasında bâzı gayretleri olduğu için, Edirne kahramanı olarak îlân edildi. Şehzâde Süleymân Efendi’nin kızı Naciye Sultan ile evlenerek saray dâmâdları arasına girdi. Miralaylıktan üst rütbeye yükseltmek hakkı sâdece pâdişâha âid olduğu hâlde, Enver Paşa, sultan Reşâd’dan habersiz paşa yapıldı.
Aynı gün harbiye nâzırlığı da verilerek el çabukluğu ile ordunun başına getirildi. Arkasından Cemâl Paşa bahriye nâzırı oldu. Orduyu gençleştirmek bahanesiyle, tecrübeli, yüksek rütbeli, dînini ve vatanını seven 1200 erkân-ı harb (kurmay) ve zâbitânı (subayı) emekliye ayırdılar. Böylece ordu içindeki İttihâd ve Terakkî’ye karşı olan vatan perver subaylar tasfiye edildi. Enver Paşa orduyu Alman sistemine göre teşkilâtlandırdı. Önemli askerî dâirelerinin başına Alman subaylarını getirerek seferberlik plânları hazırlattı.
Pek çok devletin iştirakiyle yeryüzüne felâket getiren Birinci Dünyâ harbine Osmanlı Devleti’nin girmesine hiç lüzum yok iken, Enver Paşa, yanlış, aceleci ve tekbaşına yaptığı değerlendirmelerle devleti Almanların yanında harbe soktu. Böylece büyük maddî ve manevî zararlar ile çılgınca harb maceralarına sebeb oldu. Osmanlı Devleti’nde bütün muhârebeler sarayda toplanan fevkalâde meclislerin kararıyla îlân edilmesine rağmen, Birinci Dünyâ harbine girişin temelini teşkil eden Türk-Alman ittifakı, sarayın ve kabinedeki bâzı bakanların haberi olmadan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenleri tarafından imzalandı. Harbe giriş de yine İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin, bilhassa Enver Paşa’nın aceleci ve heyecanlı tutumu sebebiyle oldu.
Askerî idâresinin zayıf olduğu harb tarihçileri tarafından belirtilen Enver Paşa, Birinci Dünyâ harbi sırasında üstlendiği harbiye nâzırlığı ve başkumandan vekilliği (Başkumandan pâdişâhdır) sırasında devleti bir çok felâkete sürükledi. Sırf müttefik devlet olan Almanya’nın karşısındaki düşman kuvvetlerinin azalması için Kafkasya, Irak, Suriye ve Filistin ile Çanakkale cephelerinde savaşa girildi. Devleti bu harbe sokmak suretiyle pek çok müslüman-Türk evlâdının aç, susuz ve elbisesiz bir şekilde kırılmasına sebeb olanların başında Enver Paşa vardı. Kafkas cephesindeki harekâtı ile koca bir ordunun boşu boşuna kırdırılması Enver Paşa yüzünden idi. Kafkas harekâtına girişin sebebini Enver Paşa, Ali Fuat Paşa’nın (Cebesoy) 1921 senesinde Moskova büyükelçiliği sırasında sorduğu bir soruya karşılık; “Almanlar netice verecek kat’î meydan muhârebelerine doğru yürürken, bizleri atâletle ithama başlamışlardı. Bu sebeble Sarıkamış taarruzu tamamen askeri bir lüzum üzerine yaptırılmıştır” diyerek açıklamaya çalışmıştır.
Almanların batıdaki yükünü hafifletmek için açılmış olan Kafkasya cephesindeki üçüncü ordunun başında bulunan Hasan İzzet Paşa’nın, mevsimin şiddetli kış ve askerin aç ve sefil olması sebebiyle herhangi bir harekâtın mahzurlu olacağını söylemesine rağmen, 14 Aralık 1914’de cepheye gelen Enver Paşa; “Askerler! Hepinizi gördüm. Ayağınızda çarığınız, sırtınızda paltonuz olmadığını biliyorum. Lâkin karşınızdaki düşman sizden korkuyor. Yakın zamanda taarruz ederek Kafkasya’ya gireceğiz. Siz orada her türlü nân-ü nîmete kavuşacaksınız” diyerek orduya hücum emrini verdi. Hasan İzzet Paşa bu kış şartlarında taarruzun uygun olmayacağını bildirerek, îtirâz edince, Enver Paşa tarafından vazifeden alındı. Kumandayı bizzat kendi üzerine alan Enver Paşa, 20 Aralık 1914 günü meşhur Sarıkamış harekâtını başlattı.
Yüz bin kişilik ordumuzun Ardahan-Sarıkamış hattına taarruzu, On birinci kolordunun geri püskürtülmesine, Dokuzuncu kolordunun geri çekilmeyerek esir olmasına sebeb oldu. Onuncu kolorduyu cebrî yürüyüşle Sarıkamış’a sevk eden Enver Paşa, 25-26 Aralık gecesi Sarıkamış’ı kısmen işgal edebildiyse de, savaş sonunda Onuncu kolordu da eridi. Enver Paşa’nın bu çılgınlığı altmış binin üzerinde, bir rivayette de doksan bine yakın Türk evlâdının telef olmasına ve Doğu Anadolu kapılarının Rus ordularına açılmasına sebeb oldu. Rus ordularının ilerlemesi üzerine ordu kumandanlığını terkedip, önce Erzurum’a, sonra da İstanbul’a kaçtı (Bkz. Sarıkamış Harekâtı).
Harbiye nâzırı ve başkumandan vekili olarak hayâlleri uğruna açtığı diğer cephelerdeki başarısızlıklardan ve Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ harbinden mağlûb çıkmasından sonra diğer İttihâdçılar gibi yurt dışına kaçan Enver Paşa, önce Odesa’ya oradan da Berlin’e gitti. Giriştiği bir takım karanlık temaslardan sonra Moskova’ya giderek komünist ihtilâlcilerden yakın alâka gördü. Anadolu’daki Millî mücâdele hareketini oradan tâkib etti. Hattâ Batum’a gelerek, Trabzon’a yürüyüp bir hükümet darbesiyle memleket idaresine tekrar hâkim olmak istediyse de muvaffak olamadı.
Moskova’da bulunduğu sırada bolşevik liderleriyle anlaşan Enver Paşa, Türkistan’ı bolşevikleştirmek vazifesiyle Buhârâ’ya gitti. Hacı Sami adındaki bir ajanın teşvikiyle fikrini değiştirdi. Genç yaşında ümîd etmediği makamlara ulaşan Enver Paşa, taşıdığı hânedâna dâmâdlık ünvânından da istifâde ederek, Türkistan Türklerinin başına geçmek istedi. Avrupa devletlerinin bilhassa İngilizlerin teşvik ve desteğini görerek Rusya’ya karşı verdiği sözden döndü. Rusların Türkistan’daki müslüman Türklere karşı olan mezâlimini de fırsat bildi. İngilizlerin teşvikiyle, Kafkasya’yı Turan merkezinden gelerek zaptetmeyi düşündü. Bu yolla Anadolu’nun büyük tazim ve hürmetlerle karşılayacağı bir cihân imparatoru olacağı hülyasında idi. Hazırlık yapmadan, kendisini destekleyen Türk beylerinin kuvvetlerini topladı. O muhiti iyi bilen, olayların içinde bulunan ve girişilecek hareketin o gün için fayda yerine zarar getireceğini söyleyenlerin ikâzlarına kulak tıkayıp, kendisi gibi maceracı kişilerin tahrik ve teşvikine uyarak, yabancısı olduğu bir muhitte Türkistan macerasına girişti. Kızıl orduya karşı yaptığı savaşta mağlûb oldu. Pek çok müslüman-Türk’ün şehîd olmasına sebeb oldu. Şehir ve köyler harâb oldu. Bu zamansız teşebbüsüyle Türklere fayda yerine zarar getirdi. Böylece daha sonra yapılabilecek sistemli hareketlere mâni olarak, müslüman-Türklerin sıkı bir Rus esareti altına girmesine sebeb oldu. Muhteris bir kişiliğe sâhib olan Enver Paşa, kızılordunun bir koluyla yaptığı savaşta 1922 yılı Kurban bayramının ikinci gününde öldürüldü. Bu çarpışmaların devam ettiği Tacikistan’ın Belçivan köyü yakınındaki Çeğen köyünde defnedildi.
Koskoca Osmanlı Devleti’nin başını yiyip bitiren, yurt dışına kaçtıktan sonra yeni maceralar peşinde koşan, en sonunda; “Bu belâyı benim başıma o sardı. Beni Hacı Sami aldattı, buralara getirdi. “Sekiz senelik teşkilâtım var” dedi. Ona inandım geldim, bir şey yapamıyacağımızı anlıyorum. Ölmekten başka çârem yok...” diyerek şikâyet ettiği, kendisi gibi bir maceracı olan Hacı Sami’nin sözlerine aldanarak Türkistan hülyasına kapıldığını söyleyen Enver Paşa’nın, Naciye Sultan’dan doğan Mahpeyker ve Türkan adlarında iki kız çocuğu ve Ali adında bir oğlu vardı. Enver Paşa’nın ölümünde 26 yaşında dul kalan Naciye Sultan, Enver Paşa’nın kardeşi Kâmil Bey’le evlendi. 1952’ye kadar yurt dışında kalan Naciye Sultan’ın Kâmil Bey’den de Râna adında bir kızı oldu. Hânedâna mensûb kadınların yurda dönmelerine müsâde edilmesi üzerine 1952’de İstanbul’a geldi. 5 Aralık 1957’de Nişantaşı’nda altmış bir yaşında vefât etti. Enver Paşa’nın hatıratı, kızları tarafından Türk Târih kurumuna teslim edilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Üç Paşalar Kavgası (Cemal Kutay)
 2) Görüp işittiklerim (A. Fuad Türkgeldi); sh. 77
 3) Enver Paşa (Şevket Süreyya Aydemir, İstanbul-1989)
 4) Türk İnkılâbı Târihi (Y.H. Bayur); cild-2, kısım 4, sh. 271
 5) Modern Türkiye’nin Kuruluşu: sh. 224
 6) İttihâd ve Terakkî İçinde Dönenler; sh. 15 v.d.
 7) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd ve Terakkî
 8) Moskova Hâtıraları (Alî Fuad Cebesoy)
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 157
10) Enver Paşa’nın Son Günleri (F. Kandemir, İstanbul-1955)

8 Kasım 2014 Cumartesi

AHMET MİTHAT EFENDİ


Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen gazeteci, muharrir. 1844 senesinde İstanbul’un Tophane semtinde doğdu. Beş-altı yaşlarında babasını kaybetti. Çocukluğu ve gençliği sıkıntılar içinde geçti. Ağabeyinin me’mûriyeti dolayısıyla, Vidin’e giden ve sıbyan mektebine başlayan Ahmed Midhat, bir süre sonra İstanbul’a döndü ve okulu burada bitirdi. Bir ara Mısır Çarşısı’nda aktar çıraklığı yaptı. İstanbul’da başladığı rüşdiye mektebini Niş’de tamamladı
Ağabeyi ile Tuna vilâyetine giden Ahmed Midhat, Rusçuk’ta vilâyet tercüme dâiresinde me’mûrluk hayâtına başladı ve kendi gayreti ile Fransızca öğrendi. Midhat Paşa tarafından vilâyette çıkarılan Tuna gazetesinin önce muharrirliğine, sonra da başyazarlığına getirildi. Bu gazetede kendini yetiştirdi. Midhat Paşa ona kendi ismini verdi. Burada evlendi. Fakat sefâhet hayâtına düşkünlüğü yüzünden kardeşi ile arası açıldı. Bir ara tapu defterlerini temize çekmekle meşgul oldu. Bağdâd vâliliğine tâyin edilen Midhat Paşa ile beraber gitti. Burada Zevrâ gazetesinin müdürü oldu ve bu gazetede İki sene çalıştı. Çeşitli ilim adamları ile sohbetlerde bulunan Ahmed Midhat, ilk kitapları olan Hâce-i evvel ve Kıssadan hisse’yi burada yazdı.
Basra mutasarrıfı olan ağabeyinin ölümü üzerine me’mûrluktan ayrılarak İstanbul’a döndü. Cerîde-i Askeriyye gazetesinin başyazarlığını yaparken, evinde kurduğu matbaasında eserlerini yayınlamaya başladı. Aynı zamanda Dağarcık dergisini çıkardı. Bu dergide çıkan Duvardan bir sadâ başlıklı makalesinden ve dinde reform yapılmasını isteyen yazılarından dolayı Nâmık Kemâl ve Ebüzziyâ Tevfik ile birlikte Rodos’a sürgün edildi. Üç sene kaldığı Rodos’da çocuklar için kurduğu Medrese-i Süleymâniye’de ders verdi. Ayrıca ders kitaplarını ve ilk romanlarını neşretti. Beşinci Murâd’ın tahta çıkmasıyla affedilerek 1876 yılında İstanbul’a döndü ve tekrar gazeteciliğe başladı.
Üssü İnkılâb adlı eseri ile sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın takdirlerini kazandı. Matbaa-i Âmire’nin ve Takvîm-i Vekâyî gazetesinin müdürlüklerine getirildi. 1878 senesinde basın târihimizin en uzun ömürlü gazetelerinden olan Tercümân-ı Hakikâti çıkarmaya başladı. 1685’de Karantina başkâtibi olan Ahmed Midhat, aynı sene Stockholm’de toplanan şarkiyatçılar kongresinde Türkiye’yi temsil etti. Bu görev dolayısıyla gittiği Avrupa’da üç ay kalarak Avrupa’yı dolaştı. Görüp inceledikleriniAvrupa’da Bir Cevelân adlı kitabında anlattı.
1908 senesinde İstanbul darülfünûnu târih muallimliğine tâyin edildi ve bir süre pedegoji dersleri verdi. Tekrar yazı yazmak istedi ise de, zamanın değişmesine ayak uyduramadığından yazmadı. 28 Aralık 1912’de fahrî hizmette bulunduğu Dârüşşefaka’da nöbetçi olduğu sırada kalb sektesinden öldü.
Ahmed Midhat Efendi, affedilip Rodos’tan döndükten sonra siyâsetle uğraşmayı tamamen bıraktı. O, bazı arkadaşları gibi hiç bir esâsa dayanmayan ve belli bir gayesi olmayan, üstelik devlet ve millete zararından başka bir şeyi dokunmayan siyâset dâvaları peşinde koşmak yerine, halkın İrfan seviyesini yükseltmek için çalışmayı gaye edindi. Ona göre her şeyden önce millet okumalı, dünyâyı öğrenmeli, hayâta faydalı bilgiler edinmeli idi. Ahmed Midhat, bu yoldan ömrünün sonuna kadar ayrılmamıştır. Halkın henüz okuma alışkanlığı olmadığını görmüş ve onları okumaya alıştırmak için, politikadan başka her şeyden bahseden öğretici dergiler, broşürler, gazeteler çıkarıp, roman, hikâye ve tiyatro eserleri yazdı. Bunları yazarken sırasını getirip, konuyu bir yana bırakarak okuyucuya bilmediği şeyleri öğretmek, şevkle nasihat vermek yolunu tuttu. Gazetesinde çıkan tefrikaları en heyecanlı yerinde keserek okuyucuyu merakta bırakıp ertesi günü yine gazeteye hücum ettiklerini görmek onu pek memnun ederdi.
Ahmed Midhat’ın yazıları diğer yazarlarınkinden farklı idi. Bir öğretmen olan Ahmed Midhat, halka bir şeyler anlatmak, onlara bâzı şeyleri öğretmek istediği için yazılarını kendi devri edebiyatçılarının tersine halkın konuştuğu dille kaleme aldı. Bu bakımdan eserlerinde kullandığı dil sâde ve düzgündür. Yer yer, bir ev, aile, meslek ve mahalle lisanı, bu dillere âit tabiî incelikler ve halk deyimleri zaman zaman üslûbunu renklendirirdi. Ayrıca halka bir şeyler ve bir haber vermek için laubali bir sohbet lisânı vardır.
Alfabe kitaplarından başlayarak; târih, coğrafya, kimya, biyoloji, iktisâd, hukuk, dil ve edebiyat gibi bir çok sahalarda yazılar yazan, tam manâsıyla popüler ve ansiklopedist bir yazar olan Ahmed Midhat Efendi, bu yönü ile geniş kitlelerin ihtiyâçlarına cevap vermeye çalışmıştır. Türk edebiyatında, onun kadar çok yazan, o ölçüde çalışkan ve idealist bir halk yazarı yetişmemiştir. Bu sebeble o, kendisine yetişenlerle değil, fakat aynı yolu tâkib tedenlerle birlikte; “Halk için edebiyât çığrının” tanzîmât devrindeki en büyük simasıdır.
Ahmed Midhat’ın edebiyat hakkındaki düşünceleri diğer tanzîmât devri yazarlarına benzemektedir. Ona göre; edebiyatımız için dâima batı edebiyatı örnek alınmalı, roman ve tiyatroya önce batı taklid edilerek başlanmalı, daha sonra mahallî ve millî bir karakter kazandırılmalıdır. Yalnız ahlâk yönünden kendi millî ve içtimaî gerçeklerimiz yansıtılmalıdır. Altmışdan fazla olan uzun hikâye ve romanlarının hemen hepsinde tanzîmât devrinin karakteristik tiplerini verir. Bunlar, doğu medeniyetinin ahlâk ve gelenekleri içinde yetişip, batı kültürünü benimsemiş yerli tiplerle, millî örf ve âdetleri reddeden, buna karşılık batının ilim ve kültürünü değil, serbest ve rahat yaşayışını tercih eden tiplerdir.
O, Felâtun Bey ile Rakım Efendi adlı romanında bu düşünceye geniş yer verir. Batının ahlâkî ve düşük taraflarını almaya karşıdır. Bunun yanında hesabını bilen, her şeyi ölçülü yapan bir nesil ister. Bununla birlikte İslâmî açıdan bakılınca bâzı değerlere aldırmaz. Romanında ideâl tip olan Rakım Efendi, İslâm’ın emir ve yasaklarına uymada kayıtsız davranır. Bu îtibârla kendi değerlerimizde bâzı gedikler açar.
Ahmed Midhat Efendi’nin yazdığı eserlerin sayısı iki yüzü geçmektedir. Bunlar arasında ders kitapları, târih ve coğrafya külliyâtı ve tercümeleri dışındaki eserleri şu üç grupta incelenebilir:
Hikâye ve romanları: Kıssadan Hisse (1870), Hasan Mellâh (1874),Dünyâya İkinci Geliş (1874), Felâtun Bey ile Rakım Efendi (1875),Çengî (1877), Kafkas (1877), Dürdâne Hanım (1882), Cellâd (1884),Hayret (1885), Demir Bey (1888). Gürcü Kızı (1889), Letâif-i rivayet(1893) Gönüllü, Jön Türk (1910).
Oyunları: Açıkbaş (1874), Ahz-i Sâr (1874), Hükm-i Dil (1874). Fürs-i Kadimde Bir Facia (1884), Çengi (1884), Çerkez Özdenler (1884).
Gözlem ve inceleme yazıları: Menfâ (1876), Üssü İnkılâb ve Zübdet-ül-hakâyık (1878), Müdâfaa (1385), İstibşâr (1892), Volter (1887),Beşir Fuâd (1887). Nizâ-i ilm ü din (1900).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Resimli Türk Edebiyatı; cild-2, sh. 964
 2) Hayat Târih Mecmuası; 1980, sayı-12, sh. 31, 1968, sayı, 12, sh. 12
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 127
 4) XIX. Asır Türk Edebiyatı (A. H. Tanpınar); sh. 433
 5) Ahmed Midhat Efendi (Şevket Rado, Ankara-1986)
 6) Ahmed Midhat Efendi, Hayâtı ve Hâtıraları (Kâmil Yazgıç-1940)

6 Kasım 2014 Perşembe

ANADOLU BEYLİKLERİ


Malazgird muhârebesinden sonra, Anadolu’da kurulan Türk beyliklerinin umûmî adı. Bu beylikler, kaynaklarda Tevâif-i mülûk ismiyle geçmektedir. Malazgird zaferinden sonra bir çok akıncı beyi, Anadolu’yu Bizanslılardan temizlemek için seferler düzenledi. Bunlardan bir kısmı, Anadolu’da ilk Türk beyliklerini kurdular. İstanbul boğazına kadar Anadolu topraklarının büyük kısmı bu beyliklerin eline geçti. Beyler, Selçuklu sultânını hükümdar tanımakla beraber, başlarına buyruk yaşarlardı. Anadolu Selçuklu sultânları, beyleri bir düzene sokmak için uğraştılarsa da başarılı olamadılar. Böyle olmakla birlikte ekseri beylikler sonralan Anadolu Selçuklularının hâkimiyetine girdiler.
Alâüddîn Keykubâd’ın saltanatının sonlarına doğru merkez ile uçlar arasında münâsebetler gevşemeye başladı. 1220 senesinden sonra Moğol istilâsının Ortadoğu üzerinde yoğunlaşması, uçlarda (Bizans sınırında) büyük değişikliklere yol açtı. Moğol saldırılarına karşı koyamayan Türkmen aşiretleri, Anadolu’ya yönelince, Selçuklular tarafından Bizans sınırına yerleştirildiler, ikinci Gıyâseddîn Keyhüsrev’in 1243 senesinde, Kösedağ muhârebesini kaybetmesinden sonra, merkezî idare iyice zayıfladı. Son Selçuklu vezirlerinden Muînüddîn Pervâne’nin ölümü üzerine düzenli devlet idaresi de ortadan kalktı. Selçukluların Moğollara tâbi olmasından sonra, onların zulümleri ve koydukları ağır vergiler, halkı huzursuz etti. Dîni yaymak için Selçuklu Devleti’nin akın tertipleyememesi, halkı kuvvetli beyler etrafında toplanmaya teşvik etti.
Gâziler ve onlara katılan çeşitli aşîretlerle bâzı Türkmen beyleri, karışıklık devresi içinde hâkimiyet kurarak birer hânedân hâline geldiler. Aydın, Karesi, Menteşe, Saruhan, Germiyan, Çoban ve Osmanoğulları, bu şekilde kurulan beyliklerden bâzılarıdır. Eşref, Sâhib Ata, İnanç, Hamid ve Candaroğulları gibi diğer beylikler ise; Selçuklu veya İlhanlılar tarafından bâzı komutanlara mükâfat olarak mâlikhâne tarzında verilen arazilerde, istiklâllerini ilân ederek ortaya çıktılar.
Beylikler, İlhanlıların Anadolu vâlileri vâsıtası ile baskıyı artırmaları yüzünden, kuruluşlarından hemen sonra buhranlı bir devreye girdiler. Emir Çobanoğlu Timurtaş; Ebû Saîd Bahadır Han tarafından affedilip, ikinci defa vâli olunca, bağlılıklarını gevşeten Anadolu beyliklerine karşı baskıyı arttırdı. Bunun üzerine bâzı beylikler, bağlılıklarını belirtmek için İlhanlılar adına akçe bastırdılar. İlhanlı vâlisi Emir Timurtaş, 1324 senesinde öldürülmekten korktuğu için Memlûklüler’e sığındı. Vali olarak Büyük Şeyh Hasan tâyin edildi ise de kendisi gelmeyip, yerine Alâüddîn Eretna’yı vekil bıraktı. İlhanlı hükümdarı Ebû Saîd Bahadır Han’ın ölümü ile çıkan kargaşalıktan faydalanan Eretna, 1343 senesinde Timurtaş’ın oğlu Şeyh Hasan’ı yenince, hükümdarlığını ilân etti ve bir beylik hâline geldi. Bu hâdiseler neticesinde, Anadolu’da İlhanlı hâkimiyeti tamamen çöktü.
İlhanlı baskısının üzerlerinden kalkması üzerine beyler rahat bir nefes aldılar. Anadolu şehirlerinde imâr hareketlerini hızlandırdılar. Diğer taraftan, sınır boylarında olan Osmanoğulları, Aydınoğulları, Saruhanoğulları, Menteşeoğulları ve Karesioğulları Bizans topraklarına yaptıkları seferleri sıklaştırdılar. Osmanoğullarının akınlarda büyük başarılar elde etmesi, Anadolu’daki diğer beylikleri korkuttu ve onları bu beyliğin büyümesine engel olmaya sevk etti.
Yıldırım Bâyezîd Han, başarılı muhârebeler neticesinde; Germiyan, Hamid, Menteşe, Aydın, Saruhan ve Candaroğulları beyliklerini Osmanlı topraklarına kattı. Bu sırada Timur Han’ın Ortadoğu’ya doğru hareketi, toprakları kaybolan beylerin ona sığınmasına yol açtı. Yıldırım Bâyezîd’in Ankara muhârebesinde mağlûb olmasıyla da bâzı beylikler yeniden kuruldu. İkinci Murâd Han zamanında Anadolu beyliklerinin çoğu tekrar Osmanlı topraklarına katıldı.
Osmanlı Devleti’nin kısa zamanda eski kuvvetine kavuşması ile Fâtih Sultan Mehmed Han, tekrar Anadolu birliğini te’sis etti. 1461 senesinde Trabzon seferi ile Candaroğulları Beyliği’ni ortadan kaldırdığı gibi, Karaman Beyliği topraklarının ekseriyetini de Osmanlı hâkimiyeti altına aldı. Bu fetihlerden sonra, Karaman beyinin oğulları ile Kastamonu sancakbeyi olarak bırakılan Candaroğlu Kızıl Ahmed Bey, Uzun Hasan’dan yardım istediler. Ancak beyliklerinin başına geçmeye muvaffak olamadılar. İshak, Pir Ahmed ve Kasım beylerin mağlûb edilmeleriyle, 1471 senesinde Karaman Beyliği tamamen Osmanlı hâkimiyetine geçti.
Dulkadiroğulları ve Ramazanoğulları, Osmanlı-Memlûk rekabetinden faydalanarak, mevcudiyetlerini bir süre daha korudular. Ancak, Yavuz Sultan Selim Han’ın Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetini kabul ettiler. Böylece Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin mutlak hâkimiyeti kurulmuş ve Tevâif-i mülük adıyla anılan beylikler devri sona ermiş oldu. Beylikler devrinin en mühim hususiyeti, kültür faaliyetlerinde ortaya çıkmış ve her beylik kendi merkezini bu açıdan zenginleştirmeye çalışmıştır. Eski Anadolu Türkçesi dil yadigârları bu faaliyetlerin neticesinde ortaya konmuş ve pek çok eser yazılmıştır. Bâzı beyler, kültür faaliyetlerini teşvik ederken, bir kısım beylerde bizzat eserler vermişlerdir. Türkçe eserlerin bu devirde çoğalması, ulemâ ve üdebânın zamanla Osmanlı merkezinde toplanması, Sultan İkinci Murâd devrinde gerçekleşmiş, Sultan Fâtih ile de sarayda ilk dîvân ortaya konulmuştur. Hiç bir milletin kültür târihinde eşine rastlanmayan bu durum, Osmanlılarda Sultan Reşâd Han’a kadar devam etmiştir.

ANADOLU BEYLİKLERİ

Beyliğin adı
Merkezi
 Kuruluş ve Yıkılış Tarihi
Aydınoğulları
 Birgi
 1299-1403 (H. 699-806)
Candaroğulları…..
 Kastamonu - Sinop
 1291-1461 (H. 691-866)
Çobanoğulları
Kastamonu
1203-1320 (H. 600-720)
Dulkadiroğulları
 Elbistan-Maraş
1399-1521 (H. 740-929)
Eratna Beyliği
Kayseri
 1335-1381 (H. 736-783)
Eşrefoğulları
Beyşehir
1288-1326 (H. 687-727)
Germiyanoğulları
 Kütahya
1300-1429 (H. 700-833)
Hamidoğulları
Bolu - Eğridir - Antalya
 1300-1392 (H. 700-795)
İnançoğulları
 Ladik - Denizli
1277-1368 (H. 676-770)
Karamanoğutları
Karaman
 1256-1483 (H. 654-888)
Karesioğulları
Balıkesir
1300-1336 (H. 700-737)
Menteşeoğulları
 Balat-Beçin
1300-1425 (H 700-829)
Osmanoğultarı
 Bilecik-Bursa
1299-1922 (H. 699-1341)
Ramazanoğulları
Adana
 1378-1608 (H. 780-1017)
Sâhib Ataoğulları
Afyonkarahisar
 1285-1349 (H. 684-750)
Saruhanoğulları
 Manisa
1302-1410 (H. 701-813)
Tâceddînoğullan
 Niksar
 1348-1428 (H. 749-831)
Alâiye Beyliği
 Alâiye
 1293-1471 (H. 692-876)
Kadı Burhâneddin Devleti
Sivas
1381-1398 (H. 783-800)
Pervâneoğulları
 Sinop
1277-1322 (H. 676-722)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-2, sh. 193
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 264
 3) Anadolu Beylikleri ve Akkoyunlu ve Karakoyunlu Devleti, (İ. H. Uzunçarşılı; Ankara-1982)

ABDÜLAZİZ HAN


Babası.................... : Mahmûd-II
Annesi.................... : Pertevniyâl Sultan
Doğumu.................. : 8 Şubat 1830
Vefâtı..................... : 4 Haziran 1876
Tahta Geçişi............ : 25 Haziran 1861
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası......... : 97
Osmanlı pâdişâhlarının otuz ikincisi ve İslâm halîfelerinin doksan yedincisi. Sultan İkinci Mahmûd’un ikinci oğlu. Annesi Pertevniyâl Vâlide Sultan’dır. Sultan Abdülmecîd Han’ın kardeşi olarak 1830 senesi Şubat ayının yedinci gecesi doğdu. Ağabeyine nazaran daha gürbüz ve gösterişli bir bünyeye sâhib olan Abdülazîz’e küçük yaşından itibaren din ve fen ilimleri öğretmesi için, zamânın âlimlerinden Hasan Fehmi Efendi vazifelendirildi. Zekî ve akıllı olan şehzâde Abdülaziz, kısa zamanda Arabça, Farsça ve dînî bilgileri çok iyi bir şekilde öğrendi. Boş zamanlarında dedeleri gibi ata binmeyi, kılıç kullanmayı, güreş tutmayı, cirit atmayı, zamanın bütün silahlarını en iyi şekilde kullanmayı öğrendi.
Ağabeyi Abdülmecîd Han’ın saltanatı zamanında velîahd ilân edilen Abdülazîz, mazbut bir hayât yaşadı. Bu haliyle halkın sevgisini kazandı. Kendisine örnek aldığı büyük dedesi Yavuz Sultan Selîm Han gibi olmaya çalışıyordu. Bazı devlet adamlarının taklitçiliğe varan aşırı yenilik düşkünlüğünden rahatsız olanlar, ileride Yavuz gibi bir pâdişâh olacağı düşüncesiyle onun bu hâline seviniyorlar ve kendisinden çok şey bekliyorlardı. Zîrâ Osmanlı, eski heybet ve haşmetini hayli kaybetmişti. Tanzîmât fermanı ile başlayan batılılaşma hareketi, taklitçilikten öteye gitmediği gibi, milletimizin manevî değerlerini kaybettirmeye başlamıştı.
Sultan Abdülmecîd Han’ın 25 Haziran 1861’de ölümü üzerine Abdülazîz Han tahta çıktı. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin durumu son derece karışıktı. Mâlî sıkıntı son haddinde olup, Karadağ’da çıkan isyân Sırplarla savaşa yol açacak durumda idi. Hersek eyâletinde de büyük bir karışıklık hüküm sürüyordu. Bu durumlardan faydalanan Avrupa devletleri müdâhalelerini arttırarak, aracılık teklifinde bulundular. Yeni sultânın Tanzîmât’tan vazgeçmesinden endişe duyan bâzı devletler, daha ileri gitmek niyetinde idiler. Bu durumu fark eden ileri görüşlü Sultan, hemen bir hatt-ı hümâyûn çıkardı. Sadrâzama hitaben yazılan ve Bâb-ı âlî’de okunan fermanda şöyle deniliyordu: “Halkımın, huzur ve mutluluğu en büyük emelimdir. Onların canları, malları ve nâmusları kânunlarımızla te’minât altındadır, korunacaktır. Allahüı teâlânın emirlerinin yapılmasına, yasaklarından kaçınılmasına çalışılacaktır. Hepimizin saadeti, selâmet ve kurtuluşu bundadır. Bu sebeble İslâmiyet’in emirlerinin yapılması, kat’î olarak dileğimizdir. Mevcûd kânunlara herkes uyacaktır. Uyanlar mükâfatlandırılacak, uymayanlar cezalandırılacaktır.
Devletimizin maddî gücünün arttırılması ve halkın hayat seviyesinin yükseltilmesinden başka maksadımız yoktur. Devlet malının telef edilmemesi ve israftan korunması şarttır. Kara ve deniz kuvvetlerimizin nizam ve intizamları sağlanacaktır. Dost ve müttefik devletlerle, münâsebetlerimizin devamına ehemmiyet verilecek ve önceki andlaşmaların hükümlerine uyulacaktır. Şunu tekrar edeyim ki, müslim ve gayr-i müslim ayırd etmeksizin, memleketimde, yaşayan herkes dînimizin emirleri çerçevesinde adaletle yönetilecek ve herkes adalet önünde eşit muamele görecektir. Allahü teâlânın mülkümüze ihsân buyurduğu huzur ve refahın her tarafa yayılması, herkesin saadetini gerektirecek gerçek ilerlemedir. Devlet-i âliyyemizin, İstiklâlinin devam etmesi, halkımın da refah içinde yaşaması en büyük gâyemdir. Cenâb-ı Hak, Habîb-i ekremi sallallahü aleyhi ve sellem hürmetine cümlemizi muvaffak eylesin...” Bu ferman ve hükûmetin yerinde bırakılması, batılı devletlerin Tanzîmât konusundaki endişelerini nisbeten ortadan kaldırdı.
Mâlî konularda büyük sıkıntılarla karşılaşıldığı için, Sultan, hükûmetten ilk önce bu konunun ele alınmasını istedi. Devletin geliri tahminen on beş milyon altın idi. Sultan, kendisine âit aylık tahsîsâttan indirim yapılmasına, saraydaki şahsına âit bâzı altın ve gümüş eşyanın, kapların, darphânede eritilerek paraya çevrilmesine müsâde etti. Saray’daki gereksiz me’mûrları başka yerlere tâyin etti. Hassa hazînesinin gelirinden üçte birini devlet hazînesine bıraktı. Rüşvet ve irtikâb işine karışanları cezalandırdı. Alınan tedbirlerle devletin mâlî durumu düzelmeye başladı.
Bu durumdan rahatsız olan Ruslar, bâzı Avrupa devletleri ve İngilizler, Osmanlı topraklarında yaşayan azınlıkları “kışkırtmâyâ”, onları el altından desteklemeye başladılar. Kırım’da mağlûb olan Ruslar, Balkanlardaki hıristiyanları isyâna teşvik etti. Bunun üzerine Sultan, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunu Karadağ bölgesine gönderdi ve isyân bastırıldı. Fakat bu zafer, bir çok Avrupa devletinin müdâhalesine sebeb oldu. Netîcede 15 Ağustos 1862’de verdikleri nota ile, harbin durdurulmasını istediler. 31 Ağustos’da Karadağ prensi ile serdâr-ı ekrem Ömer Paşa tarafından imzalanan Işkodra andlaşması gereğince savaşa son verildi.
Mısır’ın Osmanlı Devleti’ne bağlılığının hayli gevşediğinin farkında olan Sultan, sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’nın da teşvikiyle vâliyi ve halkın durumunu yerinde incelemek üzere Mısır’a bir seyahat düzenledi. Sadrâzam Yûsuf Kâmil Paşa’yı İstanbul’da bırakarak, 4 Nisan 1863’de Feyz-i Cihâd vapuruyla yola çıktı. Mehmed Ali Paşa’nın torunu, çalışkan ve kurnaz bir zât olan Mısır vâlisi İsmâil Paşa, sultan Abdülazîz Han’ı ve maiyyetini muhteşem merasimle karşıladı. Sultân’ın bu ziyareti, Avrupa devletlerinin İsmâil Paşa’yı Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemiş oldu. Mısır’ın payitahta olan bağlılığını güçlendirdi. Bir süre sonra İsmâil Paşa, Sultan’dan hidiv ünvânını aldı ve hidivliğin babadan oğula geçmesi esâsını da kabul ettirdi. Daha da ileri giderek kendi başına hareket etmek istedi; fakat buna mâni olundu.
Diğer taraftan Yunanistan’a 1830’da verilen bağımsızlıktan sonra rahat durmayan rumlar, Ege adalarında isyân çıkardılar. 2 Eylül 1866’da Girid’de çıkan isyânda Yunanistan’dan yardım alan rumlar, adanın Yunanistan’a ilhakını istiyor ve müslümanları insafsızca öldürüyorlardı. Bu kıyımı durdurmak için Girid’de otuz sene vâlilik yapan Mustafa Nailî Paşa gönderildi. Donanma ile Girid’i muhasara altına alan Nailî Paşa, isyâncılarla uzun süre çarpışmasına rağmen netîce alamadı; âsilerle yapılan görüşmeler de fayda vermedi. Altı buçuk ay kadar süren bu kuşatmadan netîce alınamayınca, serdâr-ı ekrem Ömer Paşa vazîfelendirildi ve isyâncılar mağlûb edildi. İsyanı plânlayan Avrupa devletleri, Sultân’a bir nota göndererek, Girid’deki askerî harekâtın durdurulmasını ve idare şeklini tesbit edecek beynelmilel bir komisyonun gönderilmesini istediler. Sultan bu teklifi şiddetle reddetti. Fevkalâde yetkiler verdiği sadrâzam Alî Paşa’yı mes’eleyi devlet menfaatlerine uygun şekilde halletmek üzere Girid’e gönderdi. 4 Ekim 1867’de Girid’e ulaşan Alî Paşa, batı devletlerinin isteği doğrultusunda iki ferman yayınlayarak bâzı imtiyazlar verince, âsiler isyândan vazgeçerek daha müsait bir zamanı beklemeye başladılar (Bkz. Alî Paşa).
Hâdiselerin bastırılmasından bir süre sonra, Fransa kralı üçüncü Napolyon, Paris’te açılan milletler arası sanayi sergisine bir çok devletin idarecilerini davet ettiği gibi, sultan Abdülazîz’e de davet için bir elçi gönderdi. Aynı zamanda kraliçe Victoria da, Sultân’ı İngiltere’ye davet etti. Bu davetler, toplanan dîvânda görüşüldü ve devletin îtibârı bakımından Sultân’ın kabul etmesi kararlaştırıldı.
Sultan Abdülazîz Han, Paris büyükelçisi Mehmed Cemil Paşa’dan gelen Fransa’ya davet telgrafını sükûnetle dinlemişti. Aslında çok arzu ettiği böyle bir yolculuğa, ağır mes’ûliyetleri olan bir pâdişâh olarak değil de, hâli vakti yerinde bir kimse gibi çıkmayı arzu ettiğini başmâbeynci Mehmed Bey’e şöyle söylemişti: “Bak Mehmed! Zaman zaman ne isterdim bilir misin?.. Ya kapalıçarşı’da, ya Asmaaltı’nda küçük bir dükkanı olan esnaf veya bir zanaatkar olayım. Sabah evimden çıkayım, işime geleyim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alayım, atıma değil eşeğime bineyim. Yorgun argın, amma kafamın içi binbir derdle dolmamış olarak evime geleyim. Karım güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılasın. Yunayım, sofranın başına geçeyim, çorbamızı zevkle içelim. Kimsenin derdi bize illet olmasın. Yüreklerimiz rahat, büyük mes’elelerden uzak, kendi hâlimde yaşayıp gideyim. Şu Ali ile Fuâd ille de Frengistan’a gitmeli, derlerken de ne isterdim bilir misin? Cebinde harçlığı olan, hâli vakti yerinde, ünvânsız, makamsız kişi olarak Avrupa’ya gitmek!.. Ben de istemez miyim oraları görmeyi?.. Amma, gelgelelim bu koskoca ülkenin pâdişâhısın, cümle âlemin gözleri senin üzerinde... Adım atışın, bakışın, dudaklarının kıpırdayışı bile merak uyandırır. Gelen elçilerin hâlini görürsün. Ya onların memleketlerinde cümle halk ortasında insan rahat nefes alabilir mi? Neylersin ki, bu tahtın da esâreti var...”
Sultan Abdülazîz Han, 21 Haziran 1867 Çarşamba günü Dolmabahçe Sarayı önünde Sultâniye yatına binerek yola çıktı. Böylece Osmanlı târihinde yabancı ülkelere seyahate çıkan tek pâdişâh ve ilk halîfe Abdülazîz Han oldu.
Şehzâde Yûsuf İzzeddîn, şehzâde Murâd, şehzâde Abdülhamîd, hâriciye vekili Fuâd Paşa, pâdişâhın maiyyeti, özel hizmetçileri ve koruma görevlileri yanında; Fransız sefirinin de birlikte seyahatine izin verilmişti. Sultaniye yatını üç zırhlı tâkib ediyordu. Yafa, Fransa’ya kadar refakat edecek Fransız donanması, Çanakkale boğazının dışında Sultân’ı karşıladı ve 29 Haziran’da filo Fransa’nın Toulun limanına girdi. Burada askerî törenle karşılanan Sultan, trenle Paris’e geçti. Sultan Abdülazîz Paris’te, Fransa kralı üçüncü Napolyon tarafından askerî törenle karşılandı.
Misafirler için verilen yemekte Abdülazîz Han’ın yanına oturan ev sahibi üçüncü Napolyon’un, yemekte; “Ekselans hazretleri! Girid için en güzel çözüm yolu, adanın Yunanistan’a terkedilmesidir şeklinde düşünüyoruz...” sözü üzerine. Sultan celallendi ve; “Ekselâns! Girid için Osmanlı Devleti tam yirmi yedi sene, kan dökerek savaştı. Girid’in her karış toprağı şehîdlerin kanlarıyla sulandı. Ordularımda tek bir asker, donanmamda bir tek sandal kalıncaya kadar ata mîrâsını korumak ve kollamak karârındayım!..” cevâbını verdi. Beklemediği bu hiddet karşısında şaşıran Napolyon, özür dilemek mecburiyetinde kaldı.
Sultan Abdülazîz Han, 10 Temmuz’da Paris’ten ayrılarak İngiltere’ye geçti. Sultân’ı, kral yedinci Edward karşıladı. Londra’da on bir gün kalan Sultan, 23 Temmuz 1867’de kraliçe Victoria’nın da hazır bulunduğu törenle uğurlandı. Ertesi gün Belçika’nın başkenti Brüksel’e geçti. Prusya ve Avusturya üzerinden 7 Ağustos 1867 günü İstanbul’a gelen Sultan, 47 günlük geziden sonra, 47 pârelik top atışı ile karşılandı. Sultan Azîz’in gemiden inerken alçak sesle; “Atalarımız at sırtında ve fütûhat gayesiyle giderlerdi... Bizler ise şimdi; trenle, vapurla ancak siyâset için gidebiliyoruz!..” sözleri dudaklarından dökülüyordu.
Sultan Abdülazîz Han’ın bu gezisi, genel barışın sağlanmasında önemli rol oynadı. Avrupa devletleri ile olan münâsebetler iyileşti. Bir süre sonra Avrupa siyâsî ve askeri bir bunalıma girdi. Kırım savaşından sonra güçlenen Fransa’ya karşı, Rusya, Avusturya ve Prusya’dan teşekkül eden ve üç imparator ismiyle anılan bir ittifak kuruldu. Fransa’nın 1871’de, Prusyalılara yenilmesi, bu devletin Avrupa’daki mevkiini sarstı. Paris andlaşmasının en büyük garantörlerinden olan Fransa’nın mağlûbiyetini fırsat bilen Rusya, andlaşmanın Karadeniz’in tarafsızlığı ile ilgili maddesini iptal etti. Diğer taraftan Avusturya’nın Prusya ve İtalya’ya karşı sürdürdüğü harpte yenilmesi, Rusya’yı Balkanlarda daha kuvvetti bir duruma getirmişti. Bu durum yakın bir gelecekte patlak verecek Osmanlı-Rus harbinin ilk işaretiydi.
Avrupa’da durum böyle iken, içte yeni siyâsî hareketler başgöstermeye başladı. Alî Paşa’nın çıkardığı Âlî kararnamesi ile yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Süâvî gibi yazarlar, Âlî Paşa’nın ölümü ile yurda dönmüşler ve halkı Pâdişâh’a karşı düşmanlığa teşvik etmeye başlamışlardı. Yapılan yenilikleri beğenmeyen ve târihte Jön Türkler diye bilinen bu fikrin ileri gelenleri, Osmanlı halkının hâzır olup olmadığını düşünmeden, Avrupa’da, gördükleri meşrûtiyet rejiminin memlekete getirilmesini istiyorlardı. İlmî olarak, Avrupa ve Osmanlı cemiyetlerinin, içtimaî, fikrî, siyâsî yapıları ile parlamentolarının mâhiyetini hiç bilmiyorlardı.
Mahmûd Nedim Paşa, 1875’de sadrâzam olur olmaz, mâlî duruma el attı. Yapılan 1875 bütçesi beş milyon altın lira açık verdi. Tarafdârı olduğu Rus sefîri İgnatiyef’in tavsiyelerine uyan Nedim Paşa, Avrupa’nın hışmını Devlet-i âliyye üzerine çeken bir tedbire başvurdu. 6 Ekim 1875’de aldığı bir kararla, devletin senelik ödediği borcunun yarısını beş sene müddetle keseceğini açıkladı. Karar içte ve dışta büyük akisler yaptı. Avrupa’da ellerinde Osmanlı tahvîli bulunan halk, elçilikler önünde gösteriler yaptı. Avrupa gazeteleri, Türkler aleyhinde çok ağır yazılar yazdılar. Bu durum devletin îtibârını düşürdüğü gibi, İngiliz ve Fransız halkını da Osmanlı Devleti’ne düşman yaptı. Zâten Rus elçisinin gayesi bu idi.
Rusların devamlı panislavizm propagandası yaptığı Balkanlarda, büyük bir huzursuzluk mevcûd olup, yer yer isyânlar görülmekte idi. 1875 yazında Bosna-Hersek’de isyânların çıkması yeni bir buhrana sebeb oldu. Sırbistan, Rusya’nın teşvîki ile 1876’da Osmanlı Devleti’ne savaş îlân etti. Osmanlı Devleti, sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Sırbistan’ı kısa sürede mağlûb etti. Hemen arkasından Bulgaristan’da karışıklıklar çıktı ise de, mahallî kuvvetlerle bastırıldı.
Balkanlar kaynarken, görevden uzaklaştırılan ve erkân-ı erbaa diye adlandırılan Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî paşalar ile Hasan Hayrullah Efendi, İhtilâl hazırlığı yapıyorlardı. Tarihçi Yılmaz Öztuna; Bir Darbenin Anatomisi adlı eserinde, özetle bu dört şahsı şöyle anlatmaktadır:
“Mütercim Rüşdî Paşa, sultan Abdülmecîd zamanında parladıktan sonra, Abdülazîz Han devrinde İki defa sadârete ve üç defa seraskerliğe getirilmesine rağmen, kısa zamanda azledildiği için pâdişâha diş bilemiş bir hileciydi. Deve kiniyle meşhur olan serasker Hüseyin Avni Paşa, pâdişâha olan kininde erkân-ı erbaanın diğerlerini geride bırakmıştı. Kalbinde kinden başka hiç bir hisse ver vermeyen bu adamın hayâtı ve şahsiyeti de karanlıktı. 25 Eylül 1871’de görevinden azledilip, rütbeleri sökülerek Isparta’ya gönderilmesi, daha sonra getirildiği sadâretten kısa sürede alınması üzerine, pâdişâhtan intikam almaya karar verdi. Tedavi bahanesi ile gittiği İngiltere’de, Sultân’ın hal’i için İngiliz devlet adamlarının muvafakatini istemekten çekinmemiştir. Daha sonra sadrâzam Mahmûd Nedim Paşa tarafından seraskerlikten azl edilerek Bursa vâliliğine tâyin edilince, kini daha da artmıştı. Yapmak istediklerini; “Kinim dînimdir!” diyerek ifâde eden Hüseyin Avni, hal’in yanında, Sultân’ı öldürmeyi de düşünüyordu.
Erkân-ı erbaanın üçüncüsü ise Midhat Paşa idi. Vâliliği sırasında yaptığı bâzı işlerden dolayı İngilizler tarafından şişirilen bu zât, Alî Paşa’nın ölümünden sonra, kendini devletin en kabiliyetli, hattâ tek adamı olarak görmekteydi. Fakat gerçekte aşırı derecede hislerine kapılan, acele ve yanlış kararlar veren, bu yüzden hükûmette iyi iş görmeye müsâid olmayan bir kişiliğe sahipti. Batı ve din kültüründen tamamen yoksundu. Getirildiği ilk sadâretten iki ay on dokuz gün sonra azl edilmesi, Sultân’a karşı düşmanlık ve kin beslemesine yol açtı. Hayalperest olan Midhat Paşa, içki masalarında, Osmanlı hânedânın ortadan kaldırıp sultan olacağını iddia etmeğe; “Bunda ne var ki?!.. Al-i Osman olacağına Al-i Midhat olur” demeğe başlamıştı. Erkân-ı erbaanın dördüncüsü olan Hasan Hayrullah Efendi ise, Rüşdî Paşa’nın korumasıyla getirildiği şeyhülislâmlıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra azledildiğinden Sultân’a kin bağlamıştı.”
Hüseyin Avni ve Midhat Paşa, konaklarında gizli toplantılar yaparak, sağa sola para dağıtıyorlar ve Pâdişâh aleyhine adam topluyorlardı. Yüksek okullarda okuyan talebeler arasında para dağıtıp, yalan söyleyerek isyâna teşvik ettiler. 10 Mayıs 1876’da Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebe ayaklandı ve derslere girmeyerek, saraya doğru yürüdü. Nümayişçiler sadrâzamın ve şeyhülislâmın azledilmesini istiyorlardı. Sultan Abdülazîz Han, kan dökülmesini önlemek için isteklerini kabul etti. Nedim Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak, yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı, seraskerliğe “Hüseyin Avni Paşa’yı, Meclis-i vükelâ üyeliğine Midhat Paşa’yı ve şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterisi sona erdi. İhtilâlciler de hedeflerine ulaşacak makamları ele geçirmişlerdi. Sâdece Sultân’ın hal’i kalmıştı.
Hüseyin Avni, Midhat, Mütercim Rüşdî ve yandaşları Süleymân Paşa; Pâdişâh’ın tahttan indirilmesi için geniş bir propagandaya girdiler. Halkın gözünde Sultân’ı küçültmek için çeşitli iftiralar yaydılar. Pâdişâh’ın, veraset usûlünü değiştirip büyük oğlu Yûsuf İzzeddîn Efendi’nin velîahdlığını te’min için İstanbul’a kırk bin kişilik bir Rus ordusu getireceği ve devlet hazînesinde beş para olmadığı hâlde saray hazînesinde elli milyon lira mevcûd olduğu şeklindeki şayialar bu menfî propagandanın bâzılarıdır.
Hüseyin Avni Paşa, bahriye nâzırı Kayserili Ahmed, Şûrâ-yı askerî reîsi Müşir Redif, Harbiye mektebi nâzırı mirliva Süleymân ve Midhat paşalar gizli gizli toplantılar yapıp hâdiseyi plânladılar. Bunlardan Süleymân Paşa, hal’ işinin bir vatanperverlik olduğuna inanan tek kişi idi. En büyük iş de kendine düşüyordu. Bu iş başarısızlıkla netîcelenirse, birinci durumda suçlu o olacaktı. Fetva emîni Kara Halîl Efendi’yi Midhat Paşa’nın konağına çağırarak, Pâdişâh’ı tahttan indireceklerini ve buna fetva verip-vermeyeceğini sordular. O da; “Bu hayırlı işe çarşaf kadar fetva veririm” diye cevap verdi. Onun, Sultân’ın hal’i için yazdığı; “Emîr-ül-mü’minîn olan Zeyd muhtell-üş-şuûr ve umûr-ı siyâsîden bî-behre olup, emvâl-i mîrîyyeyi mülk-i milletin tâkat ve tahammül edemeyeceği mertebe mesârif-i nefsâniyyesine sarf ve umûr-ı dîniyye ve dünyeviyyeyi ihlâl ü teşviş ve mülk-i milleti tahrip edip, bakaası, mülk-i millet hakkında muzır olsa, hâl’i lâzım olur mu? Beyân buyrula.” şeklindeki fetvayı şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; “Allahü alem olur” diye imzaladı. Burada, aklî dengesi bozuk, siyâsetten habersiz, din ve dünyâ işlerini bozup karıştıran, milletin mülkünü tahrib eden bir kimse olarak tarif edilen Pâdişâh’ın, bu vasıflardan uzak olduğunun herkes tarafından bilinmesi sebebiyle, fetva, neşrinden îtibâren çok tenkidlere uğramıştır.
Bunun üzerine Hüseyin Avni Paşa yalısında toplanan ihtilâlciler, 30 Mayıs 1876 gününde harekete geçmeye karar verince, sabahın erken saatlerinde Süleymân Paşa, hazırlanan plânı kusursuz uyguladı. Harbiye öğrencilerine sultan Abdülazîz’e sûikasd yapılacağını, bunu önlemek için Dolmabahçe Sarayı’nın çepe çevre sarılacağını, bu şerefli görevin kendilerine düştüğünü söyledi. Harb okulu komutanı Süleymân Paşa, bu korkunç yalanla kandırdığı silâhlı üç yüz talebeyi er donanımıyla okuldan çıkardı. Suriye’den bir kaç gün önce getirilen ve Selîmiye’de yer açılmadığı için Maçka sırtlarında çadır kurulan iki tabur askere de aynı şeyler söylenerek, Harbiye talebeleriyle beraber Dolmabahçe Sarayı karadan muhâsara edildi. Donanma kumandanı Arif Paşa, aynı şeyleri kaptanlara söyleyerek, Sultân’ın eseri olan ve üzerine titrediği zırhlıları, Dolmabahçe önüne demirledi. Süleymân Paşa, velîahd Murâd Efendi’yi alıp, dışarda arabada bekleyen Hüseyin Avni Paşa’nın yanına getirdi. Seraskerlik dâiresine gidilince, orada bulunan ihtilâlciler yeni Sultân’a bîat ettiler. Sabahın erken saatlerinde münâdîler yeni Pâdişâh’ın cülûsunu yâni tahta geçtiğini haber veriyor ve cülûs topları atılıyordu.
Cülûs topları henüz atılmadan önce, Süleymân Paşa, harem dâiresi önüne gelerek dârüsseâde ağası ile görüşmek istediğini söyledi. Dârüsseâde ağası Cevher Ağa giyinerek yanına geldiğinde, durumu anlamıştı. Süleymân Paşa: “Ağa efendimiz! Millet, sultan Abdülazîz Han’ın fiil ve hareketlerinden memnun değildir. Millet kendilerini hâl’ etti. Şahs-ı hümâyûnlarına karşı bir garaz ve sûikasdimiz yoktur. Milletin selâmeti için, kendilerini Topkapı Sarayı’na götürmeye me’murum. Lütfen kendilerine derhâl bildiriniz ve hazırlayınız. Ben burada bekliyorum” dedi.
Süleymân Paşa’nın millet adına yapıldığını söylediği bu ihtilâlin, sonradan yapılan araştırmalarda altmış üç kişinin şahsî arzu ve ihtiraslarına göre yapıldığı anlaşılıyordu. Cevher Ağa, Pâdişâh’ı uyandırmaya cesaret edemeyerek, Pertevniyâl Vâlide Sultân’ı uyandırdı. Sultan da oğlu Abdülazîz Han’ı uyandırdığında cülûs topları atılmaya başlanmıştı. Halîfe; “Anne bunu bana kim yaptı? Beni (üçüncü) sultan Selîm’e mi döndürecekler? Ben kime ne ettim?” dedi. Vâlide Sultan; “Avni Paşa etti” dedi. Halîfe; “Yalnız Avni etmedi. Rüşdî Paşa ile Ahmed (Kayserili) ve Midhat paşalar da bu işe dâhil. Ben bu felâketi otuz kırk defa rüyamda gördüm. Cenâb-ı Hakk’ın takdîri böyle İmiş” dedi.
Sultan Abdülazîz, aile efradıyla birlikte, kayıklarla, sağnak hâlindeki yağmur altında Topkapı Sarayı’na getirildi. Şahsî serveti, hanımlarının kulaklarındaki küpelere kadar, ihtilâlciler tarafından yağmalandı. Burada Sultân’a üçüncü Selîm Han’ın odası ayrılmıştı. Bu duruma çok üzülen sultan Abdülazîz; “Beni de amcam sultan Selîm gibi burada bitirmek istiyorlar” dedi. Sultan Abdülazîz, üç gün kuru tahta üstünde aç, susuz bırakıldı. Islak elbiselerini değiştirmesine izin verilmedi. Daha sonra kendisi için hazırlanan odaya geçince, sultan Murâd’a bir mektup yazarak Fer’iye Sarayı’na nakledilmesini istedi. Bu isteği yerine getirilerek, 1 Haziran 1876 günü Fer’iye Sarayı’na nakledildi.
Fer’iye Sarayı’na nakl edildikten sonra, yanında devamlı taşıdığı, amcası üçüncü Selîm’in palasını, Fer’iye karakolu komutanı, güvenlik gerekçesiyle Sultan’dan istedi. Abdülazîz Han vermek istemedi ise de, annesi, oğluna bir şey olmasından korktuğu için gizlice alıp komutana verdi. Daha önce planlandığı şekilde Sultân’ın öldürülme hazırlıklarına hız verildi. Bu iş için güçlü-kuvvetli adamlara ihtiyâç vardı. Hüseyin Avni Paşa, pehlivanlardan Cezâyirli Mustafa ile Yozgatlı Mustafa ve Boyabatlı Hacı Mehmed’i Fer’iye Sarayı’nda bahçıvanlıkla görevlendirdi. Pehlivanlar, saray muhafız tabur komutanı yanlarında olduğu hâide; 4 Haziran 1876 sabahı, Sultân’ın odasına girdiler. Pehlivan yapılı sultan Abdülazîz, ne niyetle geldiklerini anladığından onlara karşı koydu. Ancak uzun bir mücâdeleden sonra, Sultân’ın bileklerini kesen zorbalar, gizlice işlerinin başına döndüler. Bir müddet sonra oraya gelen Vâlide Sultan, oğlunun kanlar içinde yattığını görüp, ağlamaya başlayınca, saray halkı Sultân’ın odasına toplandı.
Devlet ricalinden, olay yerine ilk önce, Kuzguncuk’daki yalısında bulunan Hüseyin Avni Paşa geldi. Daha ölmemiş olan Sultan, Hüseyin Avni’nin emri ile saray karakolunun kahve ocağına götürülüp ot bir sedire yatırıldı. Can çekişen eski Sultân’ı tedavi için hiç bir hareket yapılmadı. Bir süre sonra; Hüseyin Avni, Midhat ve Rüşdî Paşa’nın gözleri önünde vefât eden Sultân’ın üzerine eski bir perde örtüldü ve doktor çağrıldı. Doktorlar, Sultân’ın vücûdunu muayene etmek istediklerinde, Hüseyin Avni; “Bu cenaze herhangi bir kimse değildir. Bir pâdişâhtır! Her tarafını açtırıp gösteremem” diyerek mâni oldu. Karakolda hâzır bulunan ihtilâlci paşalar, Pâdişâh’ın bıyık makası ile İki bileğini keserek intihar ettiğini bildiren bir rapor hazırlatarak imza etmelerini istediler. Doktorlar imza etmek istemeyince, üzerlerine yürüdüler. Birisi Trablusgarb’a sürüldü. Öteki doktor Ömer Paşa’nın da apoletlerini (rütbelerini) söküp askerlikten tardettiler.
Ertesi gün yayınlanan hükûmet tebliğinde; “Sultan Abdülazîz, sakalını düzeltmek için istediği küçük makas ile bilek damarlarını keserek İntihar etmiş ve serasker Avni Paşa, cesedi karakola naklettirmiştir”‘diye bir açıklamada bulundular.
Sultân’ın naaşı Topkapı Sarayı’na nakl edilerek burada yıkandı. Naaşı yıkayan sekiz imâm, daha sonra kurulan Yıldız mahkemesinde; “Sultân’ın iki dişi kırılmış, sakalının sol tarafı yolunmuştu. Sol memesi altında büyük bir çürük vardı” demişlerdir. Pehlivanlar da yaptıklarını sonradan îtirâf etmişlerdir. İsmâil Hami Danişmend, beş cildlik Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi kitabının beşinci cild, 270.sahifesinde, intihar olmayıp, cinayet olduğunu otuz bir delille isbat etmektedir. Bir bileğini kesen şahsın ikinci bileğini de küçük bir makasla kendisinin kesmesi adlî tıbba göre mümkün değildir. Sultân’ın cenazesi 5 Haziran 1876 Pazartesi günü Topkapı Sarayı’nda büyük bir merasimle kaldırıldı ve pederi sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, tahta geçtikten sonra, amcası Abdülazîz Han’ın katli ile ilgili 27 Haziran 1881’de bir mahkeme açtı ve suçluların cezalandırılmasını sağladı (Bkz. Yıldız Mahkemesi).
İleri görüşlü ve tedbirli bir pâdişâh olan sultan Abdülazîz Han, devletin kuvvetli olması için kara ve deniz askerini yeni silâhlarla teçhiz etti. Avrupa’dan yeni model silâhlar aldı. 1866 senesinde Prusya’dan ihtisas sahibi subaylar getirerek Mekteb-i harbiyeyi yeniden düzenledi. Askerî rüşdiyeler açtı. Bugün İstanbul Üniversitesi olarak kullanılan binayı harbiye nezâreti olarak inşâ ettirdi. Donanmaya çok önem verdi. Tersaneleri yeniden düzenledi. Kurdurduğu askerî ve sivil pek çok fabrika ile sanayi inkılâbı yolunda ciddî adımlar atıldı. Yerli tersanelerde yapılamayan zırhlı gemiler dışarıdan alındı. Deniz subayları yetiştirmek için Mekteb-i bahriyeye İngiliz Hubart Paşa tâyin edildi. Büyük masraflarla meydana getirilen Osmanlı donanması, dünyânın üçüncü derecede kuvvetli deniz gücü hâline geldi. Sultan Abdülazîz Han tahttan indirildiği sırada, Osmanlı deniz gücü yirmi zırhlı, dört kalyon, beş firkateyn, yedi korvet ve kırk üç nakliye gemisinden meydana geliyordu.
Gülhâne hatt-ı hümâyûnu ile, Osmanlı tebeasından olan herkes askere alınacaktı. Abdülazîz Han, hıristiyan ve Yahûdîlerin askere alınmasını mahzurlu gördüğü için, onlardan nakdî bedel aldı. Subaylara ilk defa tabanca verdi. Tophâne’de modern tüfek ve top îmâli için te’sîsler kurdurdu. Orduyu; Nizâmiyye, Redif ve Müstahfız olmak üzere üç kısma ayırdı. Bunların mevcûdları 700.000 civarında idi. Yedi ordu teşekkül ettirdi. Bunların her biri çeşitli eyâletlerde bulunuyordu.
Sultan Abdülazîz Han, devletin geleceği için eğitim ve öğretime de önem verdi. 1862 senesinde, Devlet dâirelerine me’mur yetiştirmek için Mekteb-i mahrec-i aklâm açıldı. Bu okul, 1874 senesine kadar faaliyetini devam ettirdi. Ayrıca yabancı dil öğrenmek üzere lisan mektebi, eczacı mektebi, kaptan ve çarhçı mektebi açıldı. Mekteb-i tıbbiyye-i şâhâne adı ile sivil ve modern bir tıp fakültesi kuruldu. 1868’de Fransız eğitim sistemine göre eğitim yapan Mekteb-i sultanî (Galatasaray lisesi) açıldı. 1869’da Maârif-i umûmiyye nizâmnâmesi yayınlanarak maârif teşkilâtı yeniden düzenlendi. 1870’de Dârülfünûn-ı Osmânî adı ile Çemberlitaş’ta yapılan yeni binada modern bir üniversite açıldı. İlk öğretim mecburî oldu. Dînî eğitim yapan müesseselerin dışında çeşitli okullar açmak için, maârif nâzırının başkanlığında Meclis-i kebîr-i maârif kuruldu. 1869’da Kız sanâyi mektebi ve ertesi yıl sivil bir kaptan mektebi açıldı. 1870’de Dâr-ül-muallimât adıyla ilk kız öğretmen okulu eğitime başladı. Teknik ve meslekî alanlarda da yeni yeni okullar açıldı. Sanayi sergisi tertiplenerek, bir sanayi ıslah komisyonu kuruldu. Yerli malların Avrupa malları ile rekabet edebilmesi için, yeterli bilgiye sâhib eleman yetiştirmek gayesi ile İstanbul Sultan Ahmed’de bir sanayi mektebi açılarak çeşitli meslekler öğretildi. 1865 senesinde Yûsuf Ziya Paşa, Tevfik Paşa ve Ahmed Muhtar Paşa tarafından kurulan ve Kapalı çarşı esnafı çıraklarına ders veren Cemiyyet-i tedrisiyye-i İslâmiyye’nin fazla rağbet görmesi üzerine, sâdece yetim müslüman çocuklarının okutulması için Dârüşşafaka kuruldu. 1874’de Darülfünûn, Mekteb-i sultanî binasında yeniden eğitime başladı.
Sultan Abdülazîz Han, ulaşımın sür’atli ve sıhhatli olması için önemli çalışmalar yaptırdı. O zamana kadar 452 km. olan demiryolunun uzunluğu üç misline çıkarıldı. İstanbul-Paris demiryolu imtiyazı Avusturya firmasına verildi. Bu demiryolunun Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçmesi bâzı îtirâzlara yol açtı. Fakat Pâdişâh, halkın rahatı için; “Demiryolu yapılsın da, isterse sırtımdan geçsin” diyordu. Bu yolun Sofya’ya kadar olan kısmı 1873’de işletmeye açıldı. 1862’de mevcut karayolları tamir edildi ve yenileri yapılmaya başlandı. Niş, Bosna, Vidin, Samsun, Amasya, Kastamonu’ya yeni yollar yapıldı. İstanbul’da tramvay yapılarak Galata-Beyoğlu arasında tünel işletmesi kuruldu. Karaköy ve Eminönü arasında demir köprü (Galata/Mecidiye köprüsü) yapılarak hizmete açıldı. Mevcut telgraf hatlarına bir mislinden fazla ilâve yapıldı. Süveyş kanalı açılarak Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirildi. Tuna ve Dicle nehirleri üzerinde gemi işletilmesi teşebbüsleri ilk defa başlatıldı. İstanbul, Köstence, Varna limanları ile İzmir rıhtım inşâsı yabancı şirketlere ihale edildi, idâre-i Azîziyye adı ile bir Seyr-i sefâin idaresi kuruldu ve Boğaz’da gemi çalıştırmak için Şirket-i Hayriyye’ye imtiyazlar verildi.
Sultan Abdülazîz Han devrinde, idârî ve hukûkî alanlarda da önemli adımlar atıldı. O zamana kadar uygulanan eyâlet teşkilâtı terk edilerek, vilâyet sistemine geçildi. Mülkî taksimatı sağlayacak Nizamiye mahkemeleri kuruldu. 1868’de Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye; Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere İkiye ayrıldı. Böylece bu meclis bünyesindeki idarî ve adlî işler birbirinden ayrıldı. Osmanlı medenî kânununa hazırlık olmak üzere Fransız elçisinin tavsiyesiyle kurulan bir komisyon tarafından Fransız medenî kânunu tercüme edilmeye başlandı. Buna karşı çıkan Ahmed Cevdet Paşa’nın teklifi üzerine, bir komisyon kuruldu. Bu komisyon uzun seneler çalışarak, Hanefî mezhebine uygun şekilde Mecelle-i ahkâm-ı adliyyeyi hazırladı.
Bu devirde bankacılık alanında da önemli gelişmeler oldu. 1867’de memleket sandıkları, 1868’de Emniyet sandığı kuruldu. 1863 senesinde Fransız ve İngiliz ortaklığında Bank-i Osmânî-i şâhâne (Osmarllı bankası) adıyla bir bankanın kurulmasına izin verildi. Daha sonra banknot çıkarma yetkisi verilen bu banka, 1930 senesine kadar Merkez bankası görevini de yürüttü.
Sultan Abdülazîz Han, gayet dindar ve intizamlı yaşayan bir pâdişâhtı. Su yerine zemzem içecek kadar takva sahibi idi. Muntazam namaz kılar ve çok Kur’ân-ı kerîm okurdu. Şehîd edildiği zaman, odasındaki küçük masanın üzerinde sûre-i Yûsuf açık olduğu hâlde bir Kur’ân-ı kerîm bulunmuştu.
Gayet ileri görüşlü olan sultan Abdülazîz, Rusya ile harbedip onu yenmedikçe, Osmanlı Devleti’nin büyük devlet olma vasfını devam ettiremiyeceğini dâima tekrarlardı. Bunun için saltanatı boyunca kendi gelirlerini ve devlet imkânlarını organize ederek bütün imkânları bu gayeye tahsis etti. Böylece Türkistan’a el atarak irtibat sağlamıştı. Abdülazîz Han’ın desteğiyle devlet kuran Doğu Türkistan Türklerinden Yâkûb Han’ın halîfeye bağlılığını bildirmesi, bu irtibatın en bariz misâlidir. Abdülazîz Han, Kırım’ı geri almaya hazırlandı. Donanmayı Hind okyanusuna gönderdi. Buraların yegâne hâkimi İngilizlere varlığını ve kuvvetini kabul ettirdi.
Sultan Azîz; ava, ciride, ata binmeye meraklı, heybetli, rûh ve beden bakımından gayet sıhhatli, dirayetli ve merhametli bir pâdişâh idi. Îtinâlı bir tahsil görmüştü. Kuvvetli bir edebî kültürü vardı. Şâir ruhlu ve ressamdı. Fevkalâde zekî ve hüsnüniyet sahibi olduğu, amansız düşmanları tarafından îtirâf edilmiştir.
Çok müsrif olmakla itham edilen bu Sultan zamanında, Osmanlı dış borçlarının arttığı söylenmiştir. Fakat giriştiği askerî ve İktisadî teşebbüsler dikkate alınırsa, bu artışın anormal olmadığı görülmektedir. Zamanında borç para ile saraylar yapıldığı yolundaki tenkidler de gerçek değildir. O sâdece Beylerbeyi Sarayı’nı yaptırmış, bir de Abdülmecîd zamanında başlanan Çırağan Sarayı’nı tamamlatmıştır.
Sultan Abdülazîz Han’ın koç ve horoz döğüştürüp, kazananların boyunlarına nişan taktırdığı yolundaki yazıların târihî hiç bir değeri ve mesnedi yoktur. Gazetelerde, hayâl mahsûlü tefrikalarda iddia edilmiştir. Ancak güreş ve bu gibi sporları teşvik ederdi. Bu yüzden de gayet popüler bir şahsiyeti vardı. Türk güreşinin dünyâda söz sahibi olmasındaki payını, hiç kimse İnkâr edememektedir.
Sultan Abdülazîz devrini inceleyen Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, 1920 senesinde müşterek yayınladıktan Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali adlı eserde şöyle yazmaktadırlar: “Sultan Abdülazîz Han; devlet işlerini görmek için çok çalıştı. Devlet adamı yetiştirmeye uğraştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek mes’eleleri ile uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Mekteb-i harbiye ile Bahriye’de bizzat incelemeler yaptı. Eline verilen yazıları kendisi okurdu. Dilekçeleri ve Bâb-ı âlînin resmî yazılarını dikkatle incelerdi. Devletin selâmetini düşünüp, yükselme sebeblerini hazırlamak ve tebeasının sevgisini kazanmak için çalıştı. Yakınlarını iyi seçerdi. Devlet işlerine dâir fikir ve mütâlâaları dikkatle dinlerdi.”
Sultan Abdülazîz, çeşitli zamanlarda; Dürrünev, Gevherî, Edâdîl, Hayrândil, Nesrin, Mîr-i Şâh, Yıldız sultanlarla evlenmiştir. Bu hanımlarından dörtten fazlası aynı anda nikâhı altında bulunmamıştır. Bunlardan yedisi kız, altısı erkek on üç çocuğu dünyâya gelmiştir. Erkek çocukları; Yûsuf İzzeddîn, Mahmûd Celâleddîn, Mehmed Seyfeddîn, Abdülmecîd (son halîfe), Mehmed Selim ve Mehmed Şevket efendiler; kız çocukları ise; Sâliha, Esma, Emine, Nazime, Emine ve Fatma sultanlardır.

Sultan Abdülazîz Han Devri Kronolojisi

 6 Ağustos 1861     Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’nın sadrâzamlıktan uzaklaştırılması.
...............             Âlî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.
22 Kasım 1861       Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın sadrâzamlığı.
15 Haziran 1862     Belgrad Vak’ası ve kalenin şehri topa tutması.
23 Ağustos 1862     Serdâr-ı ekrem Ömer Paşa’nın Rieka zaferi.
31 Ağustos 1862     İşkodra sulh muâhedesinin imzalanması.
 8 Eylül 1862          İstanbul protokolünün imzalanması.
 5 Ocak 1863         Yûsuf Kâmil Paşa’nın sadrâzamlığı.
 3 Nisan 1863         Sultan Abdülazîz’in Mısır seyahati.
 1 Haziran 1863      Keçecizâde Fuad Paşa’nın ikinci defa sadrâzamlığı.
28 Haziran 1864     Memleketeyn birliğini tamamlayan İstanbul protokolünün imzası.
28 Mayıs 1866        Mısır veraset usûlünün değişmesi.
 2 Haziran 1866      Mısır vâlilerine “Hidiv” ünvanının verilmesi.
 5 Haziran 1866      Mütercim Rüşdî Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
 2 Eylül 1866          Girit isyânı ve âsilerin Yunanistan’a ilhak karârı
11 Şubat 1867        Mehmed Emin Ali Paşa’nın beşinci ve son sadrâzamlığı
24 Mart 1867         Yeni Osmanlılar (Jön Türkler) cemiyetinin Paris’te Osmanlı Devleti ve Pâdişâh aleyhinde propagandaya başlaması.
10 Nisan 1867        Belgrad ve diğer kalelerin Sırbistan’a terki
21 Haziran 1867     Sultan Abdülazîz’in Avrupa seyahatine hareketi.
 7 Ağustos 1867     Pâdişâh’ın Avrupa’dan İstanbul’a dönmesi.
 1 Nisan 1868      Kuvvetler birliği esâsının kaldırılıp, kuvvetler ayrılığı prensibinin kabulü ve Şûrâ-yı devletin kuruluşu.
 2 Ekim 1868         Sadrâzam Âlî Paşa’nın Girid’e gönderilmesi.
12 Şubat 1869       Keçecizâde Mehmed Fuad Paşa’nın ölümü.
19 Kasım 1869      Süveyş Kanalı’nın açılış merasimi.
11 Mart 1870         Bulgar kilisesinin bağımsızlığı.
13 Mart 1871         Karadeniz’in tarafsızlığına son veren Londra Andlaşması’nın imzalanması.
 7 Eylül 1871         Âli Paşa’nın ölümü.
 8 Eylül 1871         Mahmûd Nedim Paşa’nın sadrâzamlığı.
25 Eylül 1871        Tanzîmât devrinin son bulması.
31 Temmuz 1872   Midhat Paşa’nın sadrâzamlığı.
19 Ekim 1872        Mütercim Rüşdî Paşa’nın sadrâzamlığı.
15 Şubat 1873       Sakızlı Ahmed Esad Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.
15 Nisan 1873       Şirvânîzâde Mehmed Rüşdî Paşa’nın sadrâzam olması.
15 Şubat 1874       Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın sadrâzamlığı.
13 Nisan 1875       Hersek’te isyân çıkması.
26 Nisan 1875       Sakızlı Esad Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
26 Ağustos 1875    Mahmûd Nedim Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
 6 Ekim 1875         Dış kredilerle ilgili karar.
31 Ocak 1876        Avusturya dış işleri bakanı Andrasi’nin lâyihasının Bâb-ı âlîye tebliği.
2 Mayıs 1876         Bulgaristan’da isyân çıkması.
 4 Mayıs 1876        Selanik Vak’ası.
10 Mayıs 1876       Midhat Paşa’nın yüksek tahsil gençliğini Pâdişâh’ı protesto yürüyüşüne sevketmesi.
12 Mayıs 1876       Mütercim Rüşdî Paşa’nın dördüncü sadrâzamlığı.
13 Mayıs 1876       Berlin memorandumu.
30 Mayıs 1876       Abdülazîz Han’ın tahtan indirilmesi.
 4 Haziran 1876     Abdülazîz Han’ın şehâdeti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Onüçüncü Asr-ı Hicrî’de Osmanlı Ricali (Ali Rızâ ve Mehmed Gâlib beyler, İstanbul-1920); cild-2, sh. 35
 2) Tezâkir (Cevdet Paşa, Ankara-1986); cild-2-4
 3) Ma’ruzât (Cevdet Paşa, İstanbul-1980); sh. 22, 56, 196, 222
 4) Devri Sultan Abdülazîz (Ahmed Midhat, İstanbul-1319)
 5) Mir’ât-ı Hakikat (Mahmûd Celâleddîn Paşa, haz. İsmet Miroğlu, İstanbul-1983); sh. 37
 6) Üss-i İnkılâb (Ahmed Midhat, İstanbul, 1294-1295); kısım-1, sh. 66, 294, 398; Kısım-2, sh. 254
 7) Sultan Abdülazîz’in Hal’i ve İntiharı (Tevfik Nûreddîn, İstanbul-1324)
 8) Târihin Unutulmuş Sahîfeleri, Sultan Azîz’in şehâdetine asıl sebeb ne idi (Reşîd İbrâhim, Berlin-1333)
 9) Son Sadrâzamlar (İbn-ül-Emin, İstanbul-1940/1953); cild-1-3
10) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 197
11) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı, katl mi?” (Necib ÂsımT.T E.M-1926); Sayı: 6(83), sh. 321
12) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi (Uzunçarşılı, Ankara-1967)
13) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 21
14) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1021
15) Eshâb-ı Kiram; sh. 280
16) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 69
17) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danişman); cild-12, sh. 141
18) Türkiye ve Tanzîmat (Engel-hardt, İstanbul-1328); sh. 169
19) Sergüzeştnâme (Pertevniyâl Vâlide Sultan, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 3310)
20) Hakâyık-ül-beyân fî hakk-ı Abdülazîz Hân (Mehmed, İstanbul-1324)
21) Vesâik-i Târihiyye ve Siyâsiyye Tetebbuâtı (Hayreddîn, İstanbul-1326)
22) Mir’ât-ı şuûnât (Mehmed Memdûh Paşa, İzmir-1328)
23) Hâtıra-i Âtıf (Neşr; İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl, T.T.E.M. sene-1926, sayı-7)
24) Sultan Abdülazîz’in vefâtı intihar mı katl mi? (Abdurrahmân Şeref, T.T.E.M. sayı-6 (83)-1926)