20 Haziran 2015 Cumartesi

HAMİDİYE ALAYLARI


Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Doğu Anadolu ile Filistin ve diğer bölgelerin sosyal, siyâsî ve iktisadî hayâtını düzenlemek için kurulan teşkilât.
1878 Berlin andlaşmasıyla, Balkanlardan Türkleri attıklarına veya atmak üzere olduklarına inanan Rusya, İngiltere ve Fransa gibi emperyalist devletler, Şark mes’elesini Osmanlı Devleti’nin Asya topraklarına kaydırmışlardı. Nitekim Berlin andlaşmasına koydurdukları 61. madde ile Anadolu’da ermeniler lehine reformlar yapılmasını Bâb-ı âlî’ye kabul ettirmişlerdi. Artık Avrupalı devletler için Şark mes’elesi, hıristiyan ermenileri kurtarmak ve Doğu Anadolu’da bir ermenistan devleti kurmak anlamına geliyordu.
Bu sırada Osmanlı Devleti’nin başında bulunan İkinci Abdülhamîd Han; Şark mes’elesi adı altında, devletin sınırları içinde tahrik edilen her buhranın ve isyânın arkasından, Avrupalı devletler tarafından istenilen reformların, hıristiyan tebea için, önce muhtariyet sonra istiklâl; Osmanlı Devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına geldiğini, yaşanan târihî tecrübeler vasıtasıyla gayet iyi biliyordu. Bu yüzdendir ki, İkinci Abdülhamîd Han bütün gücüyle ve mahâretiyle Doğu Anadolu’yu kurtarmak, orada bir ermenistan devletinin kuruluşunu engellemek, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmak için çalışmıştır. Bunun için tâkib ettiği politikanın esasları şunlardır:
1- Devletin askerî ve mülkî otoritesini maddeten ve manen Doğu Anadolu’da te’sis etmek.
2- Bütün Anadolu halkının menfâatini koruyan reformlar yapmak; sâdece ermeniler lehine yapılacak olanları reddetmek.
3- Resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde, mahallî kuvvet ve otoritelerden yararlanmak.
4- Doğu Anadolu’ya batı tarafdârı ve hayranı olan me’murları yollamamak.
5- Büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak.
6- Ermenilerin olup bittileri karşısında kalmamak için müslüman halkı, özellikle aşiretleri silâhlandırmak ve onları müteyakkız hâle getirmek.
7- Avrupalı misyonerlerin faaliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak.
8- Ermenilerin çıkaracağı her türlü hâdiseye zamanında müdâhale etmek veya ettirmek.
9- Aşiretlerden askerî birlikler teşkil etmek.
Sultan Abdülhamîd, bilhassa bu son madde ile doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümit etmekte idi. Doğu Anadolu’da asayişin bozulmasına sebeb olan aşiretler bu olaylar sayesinde hem inzibat altına alınmış, hem de ermeniler karşısında teşkilâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşiretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.
Bu sırada Doğu Anadolu aşîretleri ise, 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî otoriteyi de dinlemez bir hâle gelmişlerdi. İngiltere de aşiretlerin bu tutumunu teşvik etmek gayesiyle onları tahrik ve her türlü yardıma başladı. Nitekim 1878’de Hakkâri dolaylarındaki aşiretlerin reîsi Ubeydullah, İran’la Osmanlı Devleti arasındaki bölgede bağımsız hareket ediyor ve İngiltere’den destek alıyordu.
Tehlikeyi sezen İkinci Abdülhamîd Han, diğer aşîret reislerini kendine bağlama yolunu seçti ve Hakkâri’de toplanan aşîret reislerine çeşitli armağanlar, silâh, malzeme ve ayrıca aşîret askerlerinin eğitimi için 26 kadar emekli subay gönderdi. Daha sonra bunların aralarından Ahmed Ağa, İsmâil Bey, Şeyh Sıddık, Seyyid Ali ve Abdurrahmân Bey, sırasıyla Muş, Bitlis, Doğu Bâyezîd, Erzurum ve Hınıs’a giderek oradaki aşîretleri teşkilâtlandırma ve silâhlandırmaya çalıştılar. Aşîret reisleriyle iyi ilişkiler kurma politikasına bundan sonra da hızla devam eden sultan Abdülhamîd, ilâve olarak bunlardan muntazam süvari alayları meydana getirmek istedi. Nitekim 1890 yılında, hiç bir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfâatine kullanmak üzere hamîdiye alaylarının kurulmasını emretti.
Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşa’nın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Buna rağmen Abdülhamîd Han, Zeki Paşa’yı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen müşir Zeki Paşa, 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak mirliva Mahmûd Paşa’yı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşiretlerden hamîdiye alayları teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü. 1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve Doğu’da daha bir çok yerde hamîdiye süvari alayı meydana getirildi. Bu dönemde sâdece Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 adet alay kuruldu.
1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddeden meydana gelen nizâmnâmede hamîdiye süvârî alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri hamîdiye süvârî alaylarıdır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşiretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşiretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşiretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu kumandanlarının emri ile sâdece savaş zamanında birleştirilecekti. Aşiretlere ve kabîlelere dâhil, 17-40 yaş arasındaki bütün erkekler sayılıp, bir deftere yazılıp; dâhiliye nezâretine, hamîdiye umûm kumandanlığına ve merkez-i ordu-yı hümâyûna bildirilecekti. Hamîdiye, süvârî alaylarını teşkil eden erkekler üç kısma ayrılıyordu. 17-20 yaş arası ibtidâiye, 20-32 yaş arası nizamiye, 32-40 yaş arası redif sınıflarına dâhil edilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip mektep alayında eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti. Hamîdiye alayları, elbise, hayvan ve eğer takımlarını kendileri te’min edecekler ise de; tüfek, cephane ve sancak devlet tarafından verilecekti. Hamîdiye alayları mensubu her ferd, devletine ve milletine sadâkatle hizmet edeceğine dâir yemin edecek, efrâddan herhangi biri köyünde veya evinde bulunduğu zaman dahi başka bir ile giderken, bağlı bulunduğu aşîret reîsi ve zabitinden izin alacaktır.
Her ferd, mensubu olduğu aşîretin geleneklerine uygun fakat tek tip elbise giyecek, üzerinde hamîdiye alaylarının alâmetleri, işaret ve numarası bulunacaktır. Her alay mensubu bineceği atını ve takımları te’min etmekle mükelleftir. Atlarda mutlaka alayın damgası olacaktır.
Seraskerlik süvârî dâiresinin denetimi altında, hamîdiye süvari alaylarının bütün subay ve kumandanları alay mensublarından tâyin edilecek, silâh altında iken işlenen suçlarda askerî kânunlar uygulanacakdı. İctimâlarda (toplanma) emredilen yerlerde zamanında bulunmayanlara suç derecelerine göre cezalar verilecekti. Alay mensupları her türlü vergiden muaf olup, vazife anındaki zayiatlarını devlet ödeyecekti. Savaş ve barış durumlarına göre hamîdiye süvârî alaylarının subay ve erlerine verilecek maaş ve tâyin bedelleri, terfî, disiplin ve teftiş usûlleri ayrı ayrı tesbit edilmişti. Hamîdiye alaylarına efrâd yazmada hiç bir şekilde zor ve şiddet kulanılmayacak, her alaydan seçilen bir çocuktan başka isteyen her aşîret mensubu 16-18 yaş arası gençler İstanbul’da harbiye mektebinde üç yıllık süvârî sınıfını bitirerek hamîdiye alaylarına Asteğmen olarak katılabilecekti.
Belirtilen esaslarda kurulan hamîdiye alaylarına katılmak için her aşîret severek müracaat ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civarında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arab kabîleleri de müracaat ediyorlardı. Hatta 17 ve 18. asırlarda devlete karşı isyân eden ve zarar veren, Haleb civarındaki Şummar Arab kabîlesi de hamîdiye alayları teşkil etmişti. Hamîdiye alaylarına katıldıktan sonra zararlı durumdan çıkmış, Birinci Dünyâ savaşında güneydeki cephede büyük faydalar sağlamışlardı. Libya’da kurulan hamîdiye alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler.
Söz konusu nizâmnâmenin hazırlanıp kabul edilmesiyle, müşir Zeki Paşa’nın nezâretinde hamîdiye alayları kuruldu. 1891’de pekçok aşîret reîsi İstanbul’a gelerek sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı ziyaret ettiler ve bağlılıklarını arzettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da onların her birine armağanlar ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kuruldu. Fakat her şeye rağmen hamîdiye alaylarıyla dirlik düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askeri birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen sultan İkinci Abdülhamîd Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muamele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askeri birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sayede disiplin altına alınmış ve neticede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar” dedi.
Askerî yönden stratejik önemi hâiz yerlerde teşkil edilen hamidiye alaylarının her birine, bir tarafında Kur’ân-ı kerîmden bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek müşir Zeki Paşa’ya bağlılıklarını bildiren aşiret reisleri, 1893’de kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek Pâdişâh tarafından kabul edildiler.
Hamîdiye alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe girdi. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşiret çocuklarına açıldı. Aşiretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşiret mektebi açıldı ve pek çok aşiret çocukları yetiştirildi.
Hamîdiye alaylarının kurulmasıyla sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın aşiret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı münâsebetleri neticesinde, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusyasının Türkiye üzerindeki emelleri, İngiliz ve Fransızların, ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvası ve aşiret kavgalarının önüne geçildi. Îmâr faaliyetleri hızlanarak yeni te’sisler kurulup sosyal ve iktisadî gelişmelere sebeb oldu. İstanbul ile Diyarbekir arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer muhârebe vâsıtaları hamîdiye alayları vesilesiyle gelişti.
O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdı mes’elelerinin hâllinde çok büyük rolü olan hamîdiye alayları, siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar gayelerine ulaşabilmek yolunda sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı ve hamîdiye alaylarını en büyük manî görüyorlardı. Sultan İkinci Abdulhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra, iktidara yerleşen İtihâd ve Terakkî, hamîdiye alaylarının teşkîlâtını lağv etti. Aşiret hafif süvârî alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24 adede indirildi. Doğuda meydana gelen ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan savaşında yerinden oynatılmadı.
1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında iki fırka hâlinde merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. Birinci Dünyâ harbinde doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini ric’ate zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pek çok neferi, çarpışmalar esnasında şehîd düştü.

CEHÂLETİ YOK ETMEK, MAÂRİFDEN GEÇER

Onsekizinci ve Ondokuzuncu yüzyıllarda batılı devletler, Osmanlı Devleti dışındaki İslâm cemiyetlerini siyâsî ve ekonomik hâkimiyetleri altına almışlardı. Emperyalist batı tehlikesi Osmanlı Devleti’ni çepeçevre kuşatmıştı. Bu durum karşısında devletten diğer bâzı bölgelerin ayrılması mukadder gibi görülüyordu. Husûsiyle milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek Osmanlı Devleti’nden uzak ve İngiliz menfâatlerinin büyük olduğu Araplarla meskûn bölgeler için tehlike mevcûddu. İşte sultan İkinci Abdülhamîd bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hâkim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürüyle yetiştirerek, devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla Aşiret mektebinin açılmasını faydalı buluyordu. Nitekim bu hususta bir lâyiha hazırlanmasını fahr-i yâveri ferik Osman Nuri Paşa’ya emretti.
Osman Nûri Paşa, 9 Haziran 1308 (1892) târihinde aşağıdaki lâyihayı hazırlayarak sultan Abdülhamîd Han’a sunmuştur. Lâyihada okulun açılması şu gerekçelerle îzâh ediliyordu.
“Osmanlı Devleti içerisindeki Arap aşiretlerini hükümetten yâni saltanat ve hilâfetten soğutmak için çeşitli propagandalar yapılmaktadır. Arap aşiretlerinde hüküm süren cehalet yüzünden kötü propaganda ve zararlı eserler oldukça etkisini göstermektedir. Bu tehlikeyi önlemek için cehaleti yok etmek gerekmektedir. Bunun yolu da maârifden geçmektedir. O hâlde aşiret ahâlisi evlâdının tâlim ve terbiyesine mahsus mektepler açmak lâzımdır. Fakat şimdilik bu mekteplere esas olmak üzere İstanbul’da Aşiret mektebi nâmiyle bir mektep te’sisi düşünülmüştür.”
Nihayet bu rapor üzerine nizâmnâmesi ve programı hazırlanan Aşiret mektebi 21 Eylül 1308 (1892) târihinde açılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Sultan İkinci Abdülhamîd’in Doğu Anadolu Politikası; sh. 36 v.d.
 2) Doğu Anadolu Gerçeği (S. Ahmed Arvâsi, İstanbul-1988); sh. 48
 3) Osmanlı Târihi (Y. Öztuna) cild-2, sh. 110
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-7. sh. 72
 5) Hamîdiye Alayları (N. Gültepe, Hayat Târih Mecmuası, sene-1976, sayı-7); sh. 47
 6) Osmanlı Târihi (E. Ziyâ Karal); cild-8. sh. 363
 7) Sultan İkinci Abdülhamîd-i Sânî Devri ve Saltanatı (O. Ergin); sh. 761