30 Mayıs 2016 Pazartesi

HAZİNE


Gelirlerin toplanıp muhafaza edildiği ve gerekli ödemelerin yapıldığı kuruluş.
Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamanında temelleri atılan mâlî müesseseler, Hulefâ-i râşidîn döneminde daha geniş bir teşkilâta kavuşturulmak suretiyle sistemleştirildi. Bu sisteme göre devletin nakdî ve aynî bütün gelirleri beytülmâl denilen hazînede toplanır ve gerekli bütün harcamalar buradan yapılırdı. Beytülmâle gelir kaydedilirken veya ödeme yapılırken belli usûller ve işlemler yapılarak, yazılı belgelere istinâd ettirilirdi. Devlet gelirleri ile kamu masraflarının her yıl hesaplanması ve defterlere kaydı usûldendi. Bugünkü manâsıyla tam karşılığı olmamakla beraber, yıllık kesin hesap cetvelleri şeklinde bir bütçe, İslâm devletlerinde her zaman görüle geldi.
Hulefâ-i râşidîn devrinden sonra; Emevîler, Abbasîler, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklular ve Türkiye Selçukluları gibi İslâm devletlerinde görülen bu sistem daha da geliştirilmek suretiyle Osmanlı Devleti’nde de uygulandı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan sonra hızla büyümesi sonucunda, ihtiyâç duyulan çeşitli hizmetler sebebiyle gelir ve giderlerin çeşit ve mikdârı arttı. Bunun üzerine Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın emriyle, Çandarlı Kara Halil Efendi ve Kara Rüstem, Osmanlı Devleti’nin ilk mâliye teşkilâtını vücûda getirdiler.
Bu dönemde kurulan sistemle, İstanbul’un fethine kadar hazîne işlerine vezîriâzam, vezirler ve kazaskerler baktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethinden sonra, bugünkü mâliye bakanlığı mâhiyetinde bir defterdârlık makamı ihdas etti. İstanbul’da bulunan baş defterdârlık; baş muhasebe kalemi, büyük ve küçük rûznâmçe kalemleri, Anadolu hesâbât kalemi vb. gibi dâirelerden teşekkül ettirilmişti. Baş muhasebe kaleminde devletin gelir ve gider hesabı tutulur, diğer on dört civarındaki kalemde ise çeşitli işler ve hesaplarla uğraşılırdı.
Osmanlı Devleti mâliyesinde iki büyük hazîne vardı. Birincisi bütün devlet gelirlerini toplayıp muayyen kânunlarla mahallerine veren ve sarf edenDîvân-ı hümâyûn hazînesi yâni dış hazîne idi. Diğeri ise, muayyen kânunlarla toplanarak lüzum ve ihtiyâç hâlinde Dîvânı hümâyûn hazînesine yardım eden iç ihtiyat hazînesi olup, buna hazîne-i hassa veya hazîne-i enderûn adları da verilmektedir. İç hazînenin idaresi sarayda bulunduğu için, hazinedar başının emrinde, Dîvân-ı hümâyûn hazînesinin idare ve mes’ûliyeti ise vezîriâzamın elinde bulunuyordu. Neticede ise, her İki hazîne de pâdişâha bağlı idi.

İç Hazîne (Enderûn Hazînesi)

Pâdişâhın özel gelirlerinin toplandığı ve Enderûn mektebi odalarından Hazîne koğuşu efrâdınca muhafaza edilen bu hazîne, Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) zamanında kuruldu.
Hazîne koğuşunun en büyük âmiri, Ak hadım ağalarından iç hazinedar başı olup, buna ser hâzin-i enderûn veya baş hazinedar da denilirdi. Bir de hazînenin muamelâtı ile meşgul olup, kayıtlarını tutan ve pâdişâha arzedenhazîne kethüdası vardı.
Bu hazine odası kubbeli, dört geniş salondan mürekkep olup, muhtelif cins nakit ile süslü altın ve gümüş kaplar, cevahir, elmas ve sâir eşya ile kürkler, envai şallar, halılar, en kıymetli elbiselik kumaşlar, cevâhirli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı, altın düğmeli serasere kaplı kapaniçeler ve sâir eşyayı hâvi idi. Buradaki eşyayı tesbit eden iki büyük defter vardı. Silâhdâr ile hazîne kethüdasının muhafazası altındaki bu defterlerde defterdârın imzası da bulunurdu.
Hazîne kethüdası saraydan terfî ederek çıkacak olursa, bütün hazîneyi en küçük teferruatına kadar yerine gelecek olana devretmek mecburiyetinde idi. Hazîne kethüdasının elinde enderûn hazînesinin dış kapısına basacağı bir mühür vardı. Bu mühür Yavuz Sultan Selîm’in Mısır seferinden dönüşte kullanmış olduğu mühürdü. Kırmızı akikten olan bu mühürle Yavuz, hazîne kapısının mühürlenmesini vasiyyet etmiş olduğundan, bu mühür dâimi surette hazîne kethüdâsı olanlarda dururdu. Yavuz Sultan Selîm Han:
“Benim altunla doldurduğum hazîneyi (iç hazîne) bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazîne ânın mührüyle mühürlensin ve illâ benim mührümle mühürlenmekte devam olunsun” demiş olduğundan, son zamana kadar onun vasiyyetine riâyet olunmuştur. Bu mührün ortasına; “Sultan Selîm Şâh” ibaresi ve etrafında da sultan İkinci Bâyezîd’in mühründe görüldüğü gibi “Tevekkülî alâ Halik” sözü yazdırılmıştır.
Enderûn’da bu iç hazîneden sonra raht-ı hümâyûn hazînesi, bodrum hazînesi, ifraz hazînesi ve ceb-i hümâyûn hazinesi gibi iç hazînenin teferruatından olan hazîneler de vardı.
a) Raht-ı hümâyûn hazînesi: Has ahur hazînesi de denilir. Bu hazînede en kıymetli mücevherlerle müzeyyen murassa rahtlar (eğer takımları) bulunmaktadır. Raht hazînesindeki mücevherat ve her nevî eşyanın defterini bir raht kâtibi tutardı. On yedinci yüzyıl Avrupalı seyyahlar raht hazînesinden bilhassa ve hayretle söz etmektedirler. Baudier, gördüğü bir koşumun yalnız dizgin ve kolonundaki mücevherlerin değerini 900.000 altın olarak tahmin etmektedir.
b) Harem-i hümâyûn hazînesi: Ceb-i hümâyûn hazînesi dedenilmekte olup, pâdişâhın şahsî paraları bulunmaktadır. Osmanlı pâdişâhlarının haslar hâricinde ikinci bir gelir kaynağı cep harçılığı olarak Mısır eyâletinden gelen varidattır. Bu meblağ 1587 yılına kadar beş yüz bin, on yedinci asır başlarında ise, altı yüz bin altın idi. Bu parayı Mısır’dan getirenlere terakkî verilmesi kânundu. Bundan başka ceb-i hümâyûn hazînesinin kaynaklarını harp ganimetlerinden alınan hisseler, müsaderelerden hâsıl olan para, darphâne hakkı ücreti ve kârı teşkil etmekteydi. Harem-i hümâyûn hazînesinin nâzırı sır kâtibi idi. İç hazînenin en önemli kısmı olan ceb-i hümâyûn hazînesinin giderleri; harem aylıkları, çeşitli ihsânlar, bahşişler, sadakalar, fitre, surre, hediye vs. idi. Kânûnî Sultan Süleymân zamanında dolu olan bu hazîneye ek olarak Yedikule’de yeni bir hazîne ihdas edilmişti.
c) İfraz hazînesi (Bâb-ı Hümâyûn hazînesi): Muhalefâtın yâni ölen kimselerin herhangi bir vesîle ile devlete intikâl eden mal ve paralarının saklandığı yer.
d) Bodrum hazînesi: işe yaramayan eski ve hurda eşyanın saklandığı kısım. Bilhassa seferler sırasında para sıkıntısı çekildiği zaman ifraz ve bodrum hazînelerinde bulunan ve kullanılmaz durumda bulunan gümüş mallardan para kesilirdi.
Dış yâni mâliye hazînesinde darlık olunca bu iç hazîneden ödünç para verilir ve dış hazînede gelirler toplanınca bu para yine iade olunurdu. Yine savaş zamanı sefere gidecek tımarlı sipâhîler, mevsim îcâbı henüz mahsûl ve gelirlerini toplayamadılarsa, kendilerine iç hazîneden borç verilirdi. Bu bakımdan iç hazîne, dış hazînenin en sonra başvurulan bir finansman ve kredi kaynağı durumundaydı, ödünç verme işlemi, vezîriâzam, o yoksa vekîli ve baş defterdâr kefaleti ile olur, durum düzelince borcun ödenmesine çalışılırdı.
On yedinci yüzyıldan sonra başlayan bunalımlı dönemlerde, özellikle sefer yıllarında iç hazîneden dış hazîneye verilen borç meblağında yükselmeler görüldü. Çünkü gelişen olaylar dış hazînenin takatini aşıyor, tebeası üzerine titreyen pâdişâh ise bu durumda bütün giderleri kendi hazînesinden karşılama yoluna gidiyordu. Pâdişâhın verdiği paralarla askerin maaşı ödeniyor, ordu ve donanma mühimmatı alınıyor, tâyinât, kale tamirleri vs. yapılıyordu.
Sultanların özel hazînesi durumunda olan iç hazîne, bütün bu olumsuz şartlara rağmen, ihtişamını on dokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar sürdürdü. 1876’da, sultan Abdülazîz Han’ı tahttan indiren Hüseyin Avni Paşa ve avânesi tarafından Çırağan’da yağmalanarak ilk darbeyi yiyen bu hazîne, 1909’da İkinci Abdülhamîd Han’ı hâl’eden, bir kısmını âsî Bulgar, Sırp, Arnavud çetelerinin meydana getirdiği Hareket ordusu tarafından Yıldız Sarayı’nda korkunç şekilde talan edildi. Bu gün bu hazîneden kalan çok az bir parça Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenmektedir.

Dış Hazîne

Bîrûn hazînesi denilen mîrî veya dış hazîne devletin şer’î ve örfî olarak tahsil ettiği gelirlerden tedârik suretiyle elde edilirdi. (Bkz. Tekâlif-i Şer’iyye, Tekâlif-i Örfiyye). Önceleri Dîvân-ı hümâyûnun toplandığı kubbe altında bulunan bu hazîne, sonraları Yeni Saray’ın içinde ve birinci yer olan Bâb-ı hümâyûndan girilince sağ tarafa taşınmıştı.
Osmanlı Devleti’nde gelirlerin teşekkül edip dış hazîneye teslîmi ve bunların harcamaya dönüşmesinin muhtelif safhaları, gelirlerin veya giderlerin özelliğine göre değişen mâliye dâireleri veya kalemleri tarafından idare edilirdi. Bu dâireler devletin merkezi mâliye teşkilâtını meydana getirmektedir (Bkz. Mâliye Teşkilâtı).
Bu hazînenin gelir ve giderleri, günün ikindi vaktine kadar cümle (giriş) kapısının yanındaki odada bekletilirdi. Tahsilat yapıldığında parayı, veznedarlar rûznâ’mçeci efendiler, çadır mehterbaşıları, sergi nâzırı ve sergi kâtibinin bulunduğu bir topluluk önünde veznedârbaşı teslim alırdı.
Bu hazîneden belirli bir usûlde para çıkardı. Çıkacak para nereye verilecekse, defterdârın imzasıyla sadrâzama arzolunur ve onun tarafından mutlaka pençe denilen sadrâzamın özel işaretini taşıyan buyruldu ile sarfa izin verilirdi. Bunun üzerine defterdâr da buyrulduya kendi işaretini koyar, sonra veznedârbaşı tarafından para ödenirdi. Veznedârbaşı tahsîlât veya ödeme yaparken, sergi kâtibi, gelir ve giderleri sergi pusulasına yazardı. İkindi vaktinden sonra tahsîlât ve ödemeler o gün için durdurulur ve elde kalan meblağlar bu pusulalarla karşılaştırılarak kontrol edilirdi. Sonra câri hesaplar için az bir meblağ veznedârbaşında bırakılarak, geri kalanı mühürlenip hazîneye aktarılırdı.
Taşradan payitahta gelen gelirler, Bâb-ı hümâyûnda hesaplandıktan sonra rûznâmçe kalemince geliri getiren âmil, mültezim veya tahsîldâra bir pusula verilirdi. Eğer sefer zamânıysa bu meblağlar ordu-yu hümâyûna gönderilip gelirin kaynağı belirtilir, aded ve para cinsiyle tutulan kayıtları rûznâmçe kaleminde korunurdu (Bkz. Defterdâr).
Dış hazînenin en büyük gider kalemini üç ayda bir verilen ödenek ve tazminatlar olan mevâcib (ulufe) teşkil ediyordu. Bunlar Kapıkulu ocakları (merkezî ordu) ile devlet görevlilerine yapılan nakdî ödeneklerdi. İkinci büyük gider kalemi, teslîmât denilen, sarayın ve ordunun çeşitli ihtiyâçlarına ayrılan giderlerdi. Nizâm-ı cedîd askerinin kurulmasından sonra bunların giderleri için de hazînede ayrı bir bölüm teşkil edilmişti. Hazîneden yapılan küçük harcamalar ise ihracât adını alırdı.

HAN’I YAĞMA

Bir kısmı devlete âsi olan, Bulgar, Sırp ve Arnavud çetelerinden meydana gelen Hareket ordusunun, sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirdikten sonra Yıldız Sarayı’ndaki Pâdişâh’a âid iç hazîneyi talan etmesi büyük tepkiyle karşılanmıştı. Abdülhamîd Han’a karşı olup, bu Sultan’a suikast düzenleyen ermeni sûikastçilere alkış tutan Tevfik Fikret bile bu kadarına dayanamamış ve duygularını şöyle dile getirmişti:
Bir sofracık, efendiler, -ki iltikama muntazır
Huzûrunuzda titriyor şu milletin hayâtıdır;
Şu milletin ki muztarib, şu milletin ki muntazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır.
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler pek açsınız, bu çehrenizden bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
Bu hâdî-i niâm, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazânızın, evet, o hak da elde bir.
Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı zî-safâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bütün bu nazlı beylerin ne varsa ortalıkta say;
Haseb, neseb, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray.
Bütün sizin efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay
Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı iştihâ sizin!
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner, bütün çatırdayan ocak!
Bugün ki mideler kavî, bugün ki çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış çanak çanak...
Yiyin efendiler yiyin, bu hân-ı pür-nevâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Saray Teşkilâtı; sh. 77, 79, 228, 508
 2) Târih Deyimleri, 1/784
 3) Merkez Teşkilâtı
 4) İslâmda Devlet Bütçesi; sh. 142
 5) Netâyic-ül-vukûât; cild-1, sh. 306
 6) Osmanlı Târih Lügati; sh. 146
 7) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 308
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 215
 9) Türk Hukuk Târihi; sh. 235, 277
10) Türk İktisâd Târihi; sh. 246, 257
11) Osmanlı Devleti Mâliyesinin Kuruluşu ve Osmanlı İç Hazînesi, Belleten; cild-42, sh. 165 Ocak-1978
12) Osmanlı Mâliyesi; sh. 35, 75

12 Mayıs 2016 Perşembe

PREVEZE ZAFERİ


Kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa’nın, Andrea Doria komutasındaki haçlı donanması ile yaptığı deniz savaşı. Savaş, 27 Eylül 1538’de Adriyatik denizinin Arta körfezi kıyısında Preveze kalesi önündeki açık sularda yapılmış, Osmanlı donanmasının zaferi ile sonuçlanmıştır.
Üç kıt’aya hâkim olan Osmanlı Devleti’nin güçlü hükümdarı Kanunî Sultan Süleymân Han komutasındaki kahraman ordusu, doğu ve batıdaki düşmanlarına karşı zaferler kazanıyordu. Bu sırada Midilli’de doğup denizlerde büyüyen Barbaros Hayreddîn Paşa da, Cezâyir sultanlığını elde etmiş olmakla beraber, cihân pâdişâhı Kânûnî’nin elini öpüp, duâsını almak şerefine kavuşmak saadetine ermişti. Yüce Pâdişâh da kendisine düşeni yapmış, haçlı korsanlarına Akdeniz’i dar eden mazlumların sığınağı Barbaros Hayreddîn Paşa’ya, kapdân-ı deryalık vermişti. Sahip olduğu sür’atli gemiler, usta reisler ve kahraman leventlerine, pâdişâh duâsını da ekleyen Barbaros Hayreddîn Paşa, Cihân devletinin kapdân-ı deryası olarak Akdeniz’de haçlıların bir tahta parçasını bile yüzdürmelerine müsâade etmedi. Bir zamanlar Akdeniz’de vahşet, kan ve zulmün bayrakdârlığını yapan hıristiyan devletlerin korsan gemileri, iç koylardan dışarı çıkamaz oldular. Artık haçlı mezâlimi yerine Akdeniz’in engin sularında Osmanlı adaleti hüküm sürmeye başladı.
Müslümanlığın en geniş yayılma devri olan bu yıllarda, bir taraftan Hint denizinde, bir taraftan Akdeniz’de, bir yandan da Avrupa’nın Avusturya ve Boğdan cephelerinde, Türk ordu ve donanmaları zaferden zafere koşuyorlardı. Hilal-haç kavgasının son safhası, Almanya imparatoru ve İspanya kralı beşinci Charles Ouint’in, Tunus seferiyle başlamış ve ondan sonra birbirini tâkib eden; İtalya, Venedik, Avusturya, Hindistan ve Boğdan seferleri aynı zincirin halkaları olarak devam etmişti.
Almanya imparatorluğu ve İspanya krallığı. Papalık ve Venedik hükümetleri, müslüman-Türkleri Akdeniz’den atmak için, Osmanlı Devleti’ne karşı ittifak kurdular. Bunun üzerine Kânûnî, 1537-38 kışında yeni bir donanma hazırlanmasını emretti. Dört elle işe başlayan kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, daha hazırlıklarını bitirmeden Mısır’dan yola çıkan hazînenin muhafazası için kırk gemi ile denize açılmak mecburiyetinde kaldı. Mısır’dan gelecek gemileri vurmak için Girid sularında kırk gemiyle pusuya yattığı haber alınan Andrea Doria, Barbaros’un geldiğini duyunca kaçtı. Fakat Osmanlı donanması, geri dönmeyip, Şira, Patnos, Naksos vesâir adaları aldı. Bu esnada tamamlanan doksan gemi de donanmaya katıldı. Mısır’dan gelen Salih Reis komutasındaki yirmi parça gemi de Barbaros’un gemileri arasına katıldı. Gemi sayısı yüz elliye ulaştı. Girid adası kalelerini zorlayıp bir hayli ganimet alan Barbaros Hayreddîn Paşa, kürekçi ve asker ikmâli yaptı. Barbaros komutasındaki Osmanlı donanması, İstanköy adasında ikmâl ve istirâhatle meşgul olurken hıristiyan ittifakı da gittikçe güçlendi. Barbaros korkusundan, Akdeniz kıyılarındaki koylara hapsedilmiş bir vaziyete giren haçlı devletleri, Osmanlılara karşı sıkı birlik kurdular. İrili ufaklı filolardan muazzam bir haçlı donanması meydâna getirdiler.
Bu haçlı donanmasının başına getirilen meşhur Cenevizli amiral Andrea Doria, Osmanlı’ya tâbi Mora yarımadası kıyısındaki Preveze’ye taarruz ederek kaleyi muhasara etti. Haberi alan Barbaros, Turgut Reis komutasında yirmi gemilik bir gönüllü filosu gönderdi. Zanta sularında kırk gemilik düşman karakol filosuna rastlayan Turgut Reis, hemen dönüp Barbaros’u haberdâr etti. Zanta’daki düşman filosu da Andrea Doria’ya Osmanlı donanmasının yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Barbaros’un yaklaştığını öğrenen Andrea Doria, Preveze muhasarasını kaldırıp, donanmasını toplamak üzere kuzeye çekildi. Venedik’e âid Kafelonya adasını bombardıman eden Hayreddîn Paşa, Preveze’ye varıp kaleyi tamir ve tahkîm ettirdi. Denizlerdeki müslüman hâkimiyetini ortadan kaldırmak için bir araya gelmiş olan müttefik haçlı donanması, Korfu civarında toplanarak, Osmanlı donanmasını nasıl yeneceklerini tartıştılar. Kara harekâtı teklifine karşı olan Andrea Doria’nın isteği kabûl edildi. Haçlı donanmasının mevcudu 162 kadırga ve 140 bârca olup tamâmı 302 idi. Bu gemilerde iki bin beş yüz top ve altmış bin asker vardı. Türk donanması ise, kürekli yâni çekdiri sınıfından olarak yüz yirmi iki parçadan ibaretti. Gemilerin baştarafında üçer adet uzun menzilli 166 adet top bulunuyordu. Ayrıca donanmada, gemi mürettebatı yanında yeniçeri ve tımarlı sipahilerden olmak üzere toplam 20 bin asker bulunuyordu. Görüldüğü gibi Türk donanması adet îtibâriyle düşmana nazaran üçte bir ve top îtibâriyle on altıda birdi. Bundan başka Türk donanmasında sekiz bin cenkçi askere karşı, müttefiklerin gemilerinde altmış bin silâhlı asker bulunuyordu.
Müttefik donanması henüz Preveze önüne gelmeden evvel Barbaros, kumandanları toplayarak görüştü. Kumandanlardan Sinân Reis ile sancakbeyleri düşman donanmasının Akceom burnuna asker çıkarma tehlikesine karşı orasının tahkim edilmesini söyledilerse de Barbaros buna lüzum olmadığını beyân etti. Fakat kumandanların ısrarı üzerine, teklife muvafakat ederek oraya bir miktar asker çıkardı. Kendisi gemi kaptanlarına lâzım gelen talimatı verdi.
Gerçekten de Akceom’a asker çıkarılması çok isabetli oldu. Preveze önüne gelen müttefik donanması Akceom sahiline keşif müfrezeleri gönderdiyse de Türklerin tüfek atışıyla karşılaştıklarından geri döndüler. Körfez içindeki Barbaros’a bir şey yapamayan haçlılar, çekip gitmeye de cesaret edemiyorlardı. Barbaros ise, onları gafil bir ânında yakalamak istiyordu. Düşman devamlı yoruluyor, deposundaki su ve yiyeceklerini tüketiyordu. Osmanlı donanması ise, Preveze’de istirâhatle meşguldü.
Ertesi gün (27 Eylül) sabahı Barbaros, ana kuvvetle birlikte keşif için Pakso adasına doğru hareket etti. Müttefik haçlı donanması da bilmeden Osmanlı donanmasına yaklaşmakta idi. Denizcilik târihinin bu en meşhur savaşında, iki donanmadan Osmanlı tarafında merkezde Kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, sağ kanatta Salih Reis, sol kanatta büyük coğrafya ve matematik âlimi meşhur denizci Seydi Ali Reis, ihtiyatta da, Turgut Reis, Murâd, Sâdık, Güzelce reislerle gönüllüler vardı. Müttefik haçlı donanmasının başında Avrupa’nın en meşhur amirali Andrea Doria ve Venedikli Marco Grimari ile Papalık donanma komutanı Vicent Capallo bulunuyordu. Haçlılar çeşitli devlet ve milletlerden meydana geliyordu. Aralarında Türk düşmanlığı hissinden ve haçlı dayanışmasından başka birliği teşkil eden unsur yoktu. Osmanlılar ise kumandanlarına son derece hürmetkar olup, maneviyâtları pek yüksekti. Muhârebe başlamadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa bütün reisleri, Kaptdân-ı derya baştardasına toplayıp, gemi, silâh ve sayıca fazla olan düşman donanmasının tabiye üstünlüğünün safdışı edileceğini anlattı. Gâlib gelindiği takdirde Akdeniz’de mutlak bir Osmanlı hâkimiyetinin te’sis edileceğini ifâde edip, maneviyâtlarını yükseltti. Gemilere üçer top yerleştirip, hilâl şeklinde muhârebe nizâmına soktu. Haçlı komutanı Andrea Doria’nın yaptığı harb nizâmında Venedik ve Papa filoları önden gidiyor, İspanya ve Ceneviz filoları onları tâkib ediyordu. Rüzgâr haçlı donanmasının arkasından esiyor, Osmanlı donanmasına adım atma fırsatı vermiyordu. Preveze önündeki limanın girişini kapatarak Osmanlı donanmasının çıkışını engellemek isteyen haçlı donanması, kuvvetli rüzgârı arkasına alıp Preveze’ye doğru hareket etti. Hava çok sisli idi. Rüzgârın Osmanlı donanması lehine yön değiştirmesi ve sisin dağılması ile, haçlı donanması kendisini Türklerin önünde buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, kırk gemilik bir filoyla haçlı müttefik donanmasına saldırıp, onları ikiye ayırdı. Andrea Doria geri çekilerek, Korfu adasına döndü. Müttefik donanma amirallerinin ısrarı ile gemileri üç saf hâlinde tertib edip, tekrar taarruza geçti. Haçlı donanmasının en önünde büyük savaş gemileri olan kalyonlarla karakalar, ikincisinde kadırgalar, üçüncüsünde de küçük gemiler arka arkaya dizilmişti. Andrea Doria, birinci safı kendisine siper alıp, ikinci safta savaşı idare ediyordu. Her türlü manevra imkânı olan Osmanlı gemileri önünde can derdine düşen Venedik kaptanı, geriden gelen Andrea Doria’dan yardım istedi. Fakat haçlı gemilerini yakalamakta usta olan Barbaros bu fırsatı kaçırmayıp, bâzısını batırıp, kimisini de esir aldı. Geri kalanlar kaçtı. Andrea Doria, durumun kötüye gittiğini görünce, müttefiklerinin imdat istemelerine bakmayarak selâmeti kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, batırdıklarından başka yirmi dokuz gemi ve üç bine yakın haçlı askerini esir aldı. Osmanlılar ise, dört yüz şehîd ve sekiz yüz yaralı verdi. Bir Osmanlı gemisi de hasar görmüştü.
Aldığı gemileri tamir edip, yaraları sardıktan sonra, kaçan düşmanı aramak için yola çıkan Barbaros, Korfu adasına, sonra Avlonya’ya gitti. Fakat haçlıları yakalayamadı. Kışın yaklaşması üzerine Preveze’ye, Turgut Reis’i bırakarak İstanbul’a döndü.
Preveze zaferi, Boğdan seferinden dönüşte Barbaros’un oğlu başkanlığında gönderilen bir hey’et vasıtasıyla Yanbolu’da iken sultan Süleymân Han’a arzedildi. Bu zafer haberine çok sevinen sultan Süleymân Han, Barbaros ve arkadaşlarına duâdan sonra, kaptan paşa haslarına yüz bin akçe zam yaptı ve bütün ülkelere fetihnameler gönderdi.
Preveze zaferinden sonra Akdeniz Türk gölü hâline geldi. Herbiri birer deniz kurdu olan Osmanlı levendlerine denizler dar gelip, okyanuslara açıldılar. Avrupa krallarının desteğindeki deniz korsanlığının önüne geçilip, deniz seyahati, ticâreti ve sahildeki halkın emniyet ve huzuru sağlandı. Kuzey Afrika’daki İslâm devletleri Avrupa devletlerinin tecâvüzlerinden korundu. Deniz yoluyla hac farizası emniyet altına alınarak, hacılar korsan taarruzundan emin olarak hac yaptılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kitâb-ı Bahriye (Pîri Reis, hazırlayan Yavuz Senemoğlu); cild-1, sh. 289
2) Osmanlı Deniz Harp Târihi (Afif Büyüktuğrul, İstanbul-1970); cild-1, sh. 237
3) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 477
4) Gazevât-ı Hayreddîn Paşa (Ertuğrul Düzdağ); cild-2, sh. 188
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 216
6) “Cidde ve Preveze” Deniz Kuvvetleri Dergisi (J.F. Guilmartin); sayı-494, sh. 20
7) “Batı kaynaklarına göre Preveze Deniz Muhârebesi” Deniz Kuvvetleri dergisi; sayı-504, sh. 11

9 Mayıs 2016 Pazartesi

SIRPSINDIĞI ZAFERİ


Edirne’nin batısında Meriç nehri önünde 1364 senesinde haçlı kuvvetlerine karşı Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelenen savaş. Osmanlı kuvvetlerinin Trakya ve Balkanlarda hızla ilerliyerek bir çok yerleri fethetmesi, buralarda Türk göçmenlerini iskân etmesi, Avrupa devletlerini endişeye düşürdü. Filibe şehrinin fethini müteakip Rum kumandanı kaçıp Sırbistan’a giderek kral beşinci Uroş’a sığındı ve onu Osmanlılar aleyhine hareket etmeye sevketti. Rum kumandanı, Sırp kralı Uroş’a; “Osmanlıların asker ve ahâlî olarak sayılarının azlığından bahisle sür’atle hareket edilirse, onları Rumeli’den atmanın mümkün olacağını, fakat vakit geçirilirse çok daha vahim durumların ortaya çıkacağını bildirdi.
Sırp kralı Uroş bu malûmat üzerine harekete geçmeye karar verdi. Papa beşinci Urban’ın teşvikiyle de Macarlar başta olmak üzere Bulgarlar, Ulahlar ve Bosnalılar kendisine yardıma geldiler. Macar kralı Layoş bizzat kuvvetlerinin başında bulunuyordu. Tahminen yetmiş bin kişilik haçlı ordusu hızla ilerleyip Meriç vadisinde Çirmen kasabası civarında karargâh kurdular. Edirne’ye bir kaç kilometrelik bir mesafe kalmıştı.
Bu sırada sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr Bursa’da bulunuyor ve Anadolu’da sulhu sağlamaya çalışıyordu. Edirne’de bulunan beylerbeyi yâni ordu kumandanı Lala Şahin Paşa, bu tehlikeli hâli Pâdişâh’a bildirmekle beraber, diğer taraftan bir keşif kuvvetini düşmana karşı göndererek müttefiklerin vaziyetini öğrenmek istedi, öncü kuvvetleri komutanı Hacı İlbeyi haçlılara ancak Meriç nehrini geçtikleri sırada yetişebildi. Haçlı kuvvetlerinin kendilerine mukabele edilmediği için ihtiyatsız hareket ettiklerini ve eğlenceye dalıp, sarhoş olduklarını gören Hacı İlbeyi, yanındaki on bin kişiyi üç kola ayırdı ve gece yarısı yaptığı âni bir baskınla bunları şaşırtarak müthiş bir paniğe uğrattı. Perişan bir hâlde dağılan düşmanın büyük kısmı kılıçtan geçirilirken, bir kısmı da Meriç nehrinde boğuldu.
Öte yandan sultan Murâd Han, müttefiklerin Edirne üzerine geldiklerini haber alınca hemen kuvvetlerini toplayıp harekete geçti. Ancak dönüşte Katalanların elinde bulunup, kendilerini tehdîd edebilecek olan Biga’yı karadan ve denizden kuşattığı sırada zafer haberini aldı. Buna rağmen Biga muhasarasını kaldırmayan sultan Murâd Han, burasını fethettikten sonra Bursa’ya, döndü.
Macar kralı Layoş (Lüdvig) bin müşkilâtla ölümden zor kurtuldu ve şükran eseri olarak memleketine dönünce, bir kilise yaptırdı.
Çirmen kasabası yakınında olduğu için Çirmen muhârebesi de denilen bu savaşa, müttefiklerin büyük bir bölümünü meydana getiren Sırpların kırılması dolayısıyla, Osmanlı târihlerinde Sırpsındığı adı verilmiştir.
Büyük Osmanlı kumandanı Hacı İlbeyi’nin dâhiyane taktiği neticesinde elde edilen muvaffakiyet, Türklerin Rumeli’de sür’atle ilerlemelerine vesile oldu.
Sultan Murâd Han, Sırpsındığı muzafferiyetinin şükrânesi olarak Bilecik’te bir câmi, Yenişehir’de bir imâret ve Gâzi erenlerden Postin Puş Baba’ya bir tekke, Bursa hisarında bir câmi, Çekirge’de bir imâret, medrese ile kaplıca ve han yaptırmıştır.
Balkanların kuzeyinde faaliyette bulunan Osmanlı kuvvetleri ile Sırp ordusu arasında 1372 yılında Çirmen mevkiinde ikinci bir harp vuku buldu. Bu ikinci Çirmen harbine bâzı târihlerde Sırpsındığı denilmekte ve bu iki savaş birbirine karıştırılmaktadır. Sırp kralı Vukaşin ile kardeşlerinin maktul düştüğü bu muhârebe sonunda, Makedonya ticâret yolları Osmanlılara açılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tevârîh-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 52
2) Kitâb-ı Cihânnümâ; sh. 193
3) Tâc-üt’tevârih; cild-1, sh. 69
4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 167
5) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 286

İKİNCİ SELİM HAN


Babası.................... : Kânûni Sultan Süleymân Han
Annesi.................... : Hürrem Haseki Sultan
Doğumu.................. : 28 Mayıs 1524
Vefâtı..................... : 15 Aralık 1574
Tahta Geçişi............ : 30 Eylül 1566
Saltanat Müddeti..... : 8 sene 2 ay 15 gün
Halîfelik Sırası......... : 76
Osmanlı sultanlarının on birincisi ve İslâm halîfelerinin yetmiş altıncısı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın oğlu olup, 28 Mayıs 1524 senesinde Hürrem Haseki Sultan’dan doğdu. Şehzâdeliğinde mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Devlet idaresi ve teşkilâtını iyice öğrenmek için Anadolu’nun çeşitli yerlerinde sancakbeyliği yaptı. Vâlilik yıllarında tahsiline devamla bilgi ve kültürünü ziyadesiyle arttırdı. Tasavvuf ehli olup ilim ve sohbet meclislerinde çok bulunurdu.
Sultan Süleymân Han, Macaristan seferine çıkıp Zigetvar kalesinin fethi öncesinde vefât edince, Pâdışâh’ın ölümünü gizli tutan vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa, veliaht Selîm’e haber göndererek saltanata davet etti. Selîm Han bu haberi aldığında, Kütahya sancakbeyliğinde bulunuyordu. Sür’atle harekete geçen Selîm Han, yanında hocası Birgili Atâullah Efendi, lalası Tütünsüz Hüseyin Paşa ve müsabihi (sohbet arkadaşı) Celâl Bey olduğu hâlde İstanbul’a gelip 30 Eylül 1566’da tahta cülûs etti. Seferde bulunanlar dışında İstanbul’daki devlet erkânı ile şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi, ikinci Selîm Han’a bî’at ettiler. Ertesi gün Eyyûb Sultan, Fâtih Sultan Mehmed Han, İkinci Bâyezîd Han ve Yavuz Sultan Selîm Han türbelerini ziyaret eden Selîm Han, fakîrlere her türbede 30.000 akçe sadaka dağıttı.
Selîm Han İstanbul’da fazla beklemedi. Ordu seferde olduğundan, 3 Ekim 1566’da Belgrad’a gitmek için yola çıktı. İstanbul surlarını çıktığı sırada Fransa ve Venedik elçilerinin kendisini tebrik ile tazimlerini arzetmek üzere beklediklerini görüp, alelacele bunlarla görüştükten sonra yoluna devamla 17 Ekim’de Belgrad’a ulaştı. Eşrâfdan Bayram Bey’in evinde misafir oldu. Sokullu Mehmed Paşa’ya haber gönderip, seferden dönen orduyu beklemeye başladı.
Ordu Belgrad’a geldikten sonra, 26 Ekim’de Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın cenaze namazı kılındı. Selîm Han askere cülûs bahşişi verdikten sonra, 5 Aralık’da İstanbul’a döndü. Bâzı tâyinlerde bulunup vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa’yı görevde bıraktı. Bir müddet İstanbul’da kalan Selîm Han, 22 Haziran 1567’de Edirne’ye geçti. Burada çeşitli devletlerin elçilerini kabûl etti. Bu elçilerden özellikle zamanın kudretli devletleri sayılan ve çok değerli hediyelerle gelen Avusturya ve Almanya elçileri dikkat çekiyordu. Çünkü Osmanlı Devleti, Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde, devamlı bu iki devletle mücâdele hâlinde bulunmuş ve her iki devlet de Osmanlı Devleti’nin askerî kuvvet ve kudreti karşısında kaybolup ezilmişdi. Şimdi ise yeni bir hükümdar tahta geçiyordu. İki devletin en büyük endişesi ve merakı, yeni hükümdarın güdeceği siyâsetti. Dedesi Yavuz Selîm Han gibi, bir doğu siyâseti tâkib ederek İran üzerine mi, yoksa babası gibi Avrupa yakasına mı yüklenecekti? Her iki devlet de en azından yeni Sultan’ın siyâseti belli oluncaya kadar Türk ordularını kendi ülkelerinden uzaklaştırmak için, Osmanlı Devleti’yle derhâl bir sulh akdine büyük ehemmiyet vermekte idiler. Selîm Han, uzun görüşmelerden sonra, Avusturya ile sekiz yıllığına andlaşma imzaladı (17 Şubat 1567). Buna göre Kânûnî’nin Zigetvar seferinde fethettiği yerler Osmanlı Devleti’nde kalacak, Avusturya imparatoru her sene Osmanlı Devleti’ne 30.000 Macar altını vergi verecekti. Ayrıca iki devlet de birbirlerinin haklarına riâyet edecekler ve sınır boylarına saldırılarda bulunmayacaklardı. Bu arada iki devlet arasında çıkması muhtemel hudud anlaşmazlıkları, Osmanlı Devleti’nin Budin, Avusturya’nın da Macaristan vâlisi arasında görüşülüp halledilecekti. Avusturya ile muahede imzalayan Selîm Han, bir kaç gün sonra da İran elçisi Şahkulu Han’ın, Kânûni Sultan Süleymân Han devrinde imzalanan Amasya sulhunun yenilenmesi ricalarını kabul etti (Bkz. Amasya Andlaşması).
Bu günlerde zeydî imâmı Topal Mutahhar’ın ayaklanmasıyla Yemen mes’elesi ortaya çıktı. Dîvân bu mes’eleyi hâlletmek için İstanbul’da bulunan eski Yemen vâlisi Mahmûd Paşa’nın fikrini sordu. O da geniş ve dağlık bir araziye sâhib olan Yemen’in tek merkezden idare edilmesinin zor, olduğunu söyleyince, dîvân, ülkeyi daha iyi idare edilebilmesi için Yemen ve San’a diye iki eyâlete ayırdı. Merkezi Zebîd olan Yemen eyâleti Tihâme denen Kızıldeniz sahillerini; San’a eyâleti ise Cebel denen dağlık iç bölgeyi ihtiva ediyordu. Aden ve Hadramûd da San’a’ya bağlıydı. Bu durum; bölgede bulunan Osmanlı kuvvetini böldüğünden, kısa zamanda ülkenin hemen tamâmı isyâncıların eline geçti. Topal Mutahhar sahile kadar inip Muhâ’yı aldı. Osmanlı kuvvetleri Zebîd’de zorlukla tutundular. İmâm Mutahhar, Zebîd’i de sıkıştırmaya başlayınca, kuvvetlerinin azlığını gözönüne alan Hasan Paşa İstanbul’dan acele yardım istemek zorunda kaldı.
Yemen mes’elesini tekrar görüşen Dîvân-ı hümâyûn, 16 Aralık 1567’de ülkeyi çok iyi bilen Özdemiroğlu Osman Paşa’yı San’a beylerbeyliğine gönderdiği gibi, Mısır beylerbeyi Koca Sinân Paşa’yı da, bölgeye serdâr tâyin etti. Özdemiroğlu Osman Paşa, dört bin civarındaki askeriyle beraber emrine verilen Hind kaptanı Kurdoğlu Hayreddîn Hızır Reis’in on yedi parçalık filosuyla Süveyş’den Cidde’ye gelerek süvârîsini indirdi ve karadan Yemen’e sevk etti. Kendisi de filo ve piyade askeriyle Hudeyde limanından Yemen’e çıktı. 10 ay önce zeydîlerin eline geçen Taaz’ı kurtardıktan sonra, müstahkem bir mevki olan Kâhire’yi kuşattı. Fakat Topal Mutahhar çok kalabalık bir kuvvetle gelip Osman Paşa’yı kuşattı. Osman Paşa, çok tehlikeli bir durumdayken, daha önce Mısır’dan yola çıkmış olan serdâr Koca Sinân Paşa yetişti ve düşman büyük bir mağlûbiyete uğratıldı (Bkz. Özdemiroğlu Osman Paşa). Bundan sonra harekâta Sinân Paşa devam edip Yemen’in büyük bir kısmını âsîlerden temizledi. Kurdoğlu Hızır Reis de 15 Mayıs 1569’da Aden’i aldı. 26 Temmuz’da da San’a’nın kurtarılmasıyla Yemen harekâtını sona erdirdi. Bölgeyi çok iyi tanıyan Behrâm Paşa’yı Yemen beylerbeyliğine getiren Sinân Paşa, İstanbul’a döndü.
Yemen mes’elesi çıktığı yıllarda; Büyük okyanus ile Hind okyanusu arasında bulunan Sumatra, Malaka yarımadası ve bir takım küçük adalara hâkim olan müslüman Açe sultanlığından bir elçi gelmişti. Uzun yıllardan beri Hind denizinde faaliyette bulunan Portekizliler çok zengin tabiî kaynaklara sâhib olan bu adalara göz dikmişler ve Açe Müslüman Sultanlığı’nın istiklâlini tehdîd etmeye başlamışlardı. Açe sultânı Alâüddîn Şâh, devrin cihân devleti ve bütün müslümanların hâmisi durumunda olan Osmanlı Devleti’nden top, topçu, silâh ve askerî mütehassıslar ve bilhassa istihkâm mühendisleri istiyordu. Fakat bu sırada Yemen isyânı çıktığından yardım geciktirilmişti. Selîm Hân, 1569’da bu uzak sefer için Kızıldeniz kaptanı Kurdoğlu Hayreddîn Hızır Reis’i me’mûr etti. Bu değerli amiral, zeydîlerin eline geçen Aden’i kurtardıktan sonra, 22 gemilik bir filoyla hareket etti. Beraberinde muhtelif usta, bir çok top, asker, silâh, mühimmat ve yüzlerce gönüllü levend ve topçuyu Açe sultânına teslîm etti. Gelen Türkler buraya yerleştiler. Bunların kurduğu donanma ile Açeliler mühim fütûhatta bulundular. Açeliler, Türk topraklarını ve bayraklarını zamanımıza kadar kutsal bir hâtıra olarak sakladılar. Bu suretle Osmanlı Devleti’nin te’sir alanı Uzakdoğu’ya, Güneydoğu Asya’ya, Endonezya’ya dayandı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın saltanatı zamanında Rus tahtına geçen dördüncü İvan, çar ünvânını aldıktan sonra genişleme siyâseti gütmüş ve bir müslüman-Türk devleti olan Astırhan Hanlığı’nı ortadan kaldırmıştı. Daha sonra büyük bir orduyla harekâtına devam edip Hazar kıyılarındaki dağınık ve kuvvetten düşmüş diğer Türk-Moğol hanlıklarını da istilâ edip, Hazar kıyılarını ele geçirmişti. Kanunî Sultan Süleymân Han bu ülkeleri kurtarmak için sefer açmak istemişse de Avusturya savaşı buna mâni olmuştu. Kânûnî Sultan Süleymân Han’dan sonra ikinci Selîm Han ve Sokullu Mehmed Paşa da Osmanlı Devleti’nin kuzey hududları yakınlarında cereyan eden hâdiseleri dikkatle tâkib etmekte iken, Harezm hânı Hacı Mehmed Bey’in yardım talebini ihtiva eden bir mektubu geldi. Mektupda, İran’ın, Türkistan-Anadolu yolunu keserek, Türkistan hacılarına yol verilmediği ve Türkistan’daki Rus mezâlimi anlatılıyordu. Dîvânda yapılan istişare toplantıları sonunda, Astırhan seferinin açılmasına karar verildi. Sultan Selîm Han, Hazar gölüne dökülen Volga nehri ile Azak denizine dökülen Don nehrinin birbirlerine çok yaklaştıkları bir noktada kanal açılarak Kara Deniz’le Hazar denizinin arasında bağlantı sağlanmasını ve Astırhan’ın kurtarılmasını emretti. Böylece Rusların bölgedeki hâkimiyeti kırılacak, eski bir müslüman-Türk yurdu olan Astırhan kurtarılacaktı. İran üzerine yapılacak seferlerde Hazar denizi vasıtasıyla askere kısa zamanda zahîre ve harp malzemesi yetiştirmek mümkün olacaktı. 1569 sonlarına doğru kanalın açılmasına başlanıp Astırhan kuşatıldıysa da bir süre sonra kış mevsiminin gelmesi sebebiyle çalışmalar durdu. Ertesi yıl da İran ile Rusya’nın Kırım hânını kandırmaları yüzünden, tekrar işbaşı yapılamadığından netîce alınamadı (Bkz. Astırhan Seferi).
1569 Haziran ayında İskenderiye yakınlarında Nil teknelerinin yolunu kesen Venedik korsanları 90 müslümanı esir etti ve Mısır deftardârının bulunduğu büyük bir nakliye gemisini de ele geçirip defterdârı katletti. Gemide bulunan büyük ölçüde kıymetli eşyayı da Venedik hâkimiyeti altındaki Kıbrıs’a götürüp sattılar. İki ay sonra yine aynı bölgede bir filo ile gelip bir kaç Nil gemisine saldırdılar. Top sesleri üzerine yedi kadırgasıyla duruma müdâhale eden İskenderiye beyi, Kaçan Venedik gemilerinden birini yakaladı ve durumu İstanbul’a rapor etti. Buna çok hiddetlenen Selîm Han, derhâl Venedik’e bir elçi göndererek Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti’ne terkini istedi. Bu isteğin Venedik tarafından reddi üzerine sefer hazırlıklarına başlandı.
Aslında Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti’nce fethini mecburî kılan bir çok sebep vardı. Osmanlı Devleti’ni, hâkimiyeti altındaki Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine ulaştıran kara yollarının, uzun, yorucu ve yetersiz olmasına karşılık; Kıbrıs üzerinden bu ülkelere her türlü lojistik destekler daha çabuk, rahat ve ekonomik olarak ulaştırılabilirdi. Ancak Kıbrıs’ın büyük deniz gücüne sâhib Venedik Cumhûriyeti’nin elinde bulunması bu imkanı ortadan kaldırmakta idi. Ayrıca Kıbrıs veya yakınlarından geçen Osmanlı ticâret ve hacıları taşıyan yolcu gemileri, Akdeniz’de hıristiyan korsanları tarafından vurularak soyuluyor, Venedik de, bu korsanları himaye ediyordu.
İkinci Selîm Han hazırlıkları bitirdikten sonra, Kıbrıs serdârlığına Lala Mustafa Paşa’yı tâyin etti ve 15 Mayıs 1570’de donanma İstanbul’dan ayrıldı. Lala Mustafa Paşa, bütün Avrupa devletlerinin Venedik’e yardım etmelerine rağmen, şiddetli çarpışmalar sonunda 8 Eylül 1570’de Lefkoşe’yi 1 Ağustos 1571’de de Magosa’yı alarak Kıbrıs’ın fethini tamamladı. Böylece Osmanlı idaresinde asırlar boyu sürecek bir huzur, sükûn ve refah devrine geçti (Bkz. Kıbrıs).
Osmanlı askerinin Kıbrıs’a çıkması sırasında Venedik bütün Avrupa devletlerinden yardım istedi. Bunun üzerine papa beşinci Piyer yoğun bir faaliyet içine girerek, yeni bir haçlı ittifakı sağlamaya çalıştı. Nitekim Papa’nın faaliyetleri neticesinde İspanya kralı ikinci Filip ve Malta şövalyeleri ile Venedik arasında bir ittifak kuruldu. Bu ittifaka, Toskana, Ceneviz Savola ve Ferrara gibi küçük hıristiyan devletçikleri de katıldı. İspanyol kralı Filip’in kardeşi Don Juan’ın komutasındaki 206 gemiden meydana gelen haçlı donanması, 1570 Eylül’ünde Meis adası önüne geldi ise de fırtınaya tutularak Kıbrıs’a gidemedi. Bu arada Lefkoşe’nin Osmanlıların eline geçtiğini haber almaları üzerine, Girid-suda limanına döndüler ve muhârebeyi gelecek seneye bıraktılar.
1571 Ağustosunda Kıbrıs’ın fethini tamamlayan Osmanlı donanması, müttefik donanmasının Akdeniz’de tehlikeli bir şekilde dolaşmasını engellemek için harekete geçti. Müttefik donanmasının Girid adası civarında olduğu haber alınarak o tarafa gidildi ise de düşmana rastlanılamadı. Buradan hareketle Korfu, Kefalonya adalarını vuran donanma, İnebahtı (Lepanto) körfezine girip demirledi. 6 Ekim 1571’de müttefik donanması İnebahtı önlerinde görüldü. Toplanan harb meclisinde Kılıç Ali Paşa’nın şiddetli muhalefetine rağmen kapdân-ı derya Müezzinzâde Ali Paşa, donanmada cenkçi ve kürekçi noksanlığını göz önünde bulundurmadan, düşmana saldırılması yönünde karar aldı. 7 Ekim’de başlayan muhârebe sonunda, Osmanlı donanması büyük bir yenilgiye uğradı. Sâdece sağ kanadı komuta eden Kılıç Ali Paşa düşmanın sol kanadındaki Malta donanmasını yok edip kayıp vermeden bölgeden çekildi (Bkz. İnebahtı Muhârebesi).
Bu başarı hıristiyanlara hiç bir kâr getirmedi. Hıristiyanlar kazandıkları bu zaferin şerefine heykeller dikmekle meşgulken, bizzat Selîm Han’ın emriyle hummalı bir çalışma içine giren Osmanlı tersaneleri, 1571-72 kışı içinde İnebahtı’da kaybettiğinden daha büyük bir donanma vücûda getirdi. Müezzinzâdenin eliyle kaptan-ı deryalığa getirilen Kılıç Ali Paşa, 13 Haziran 1572’de büyük bir donanmayla İstanbul’dan ayrıldı. İnebahtı’da galip gelmelerine rağmen, donanmaları çok yıpranmış ve bir hayli de asker kaybetmiş olan müttefikler, kendilerini toparlayıp galibiyetin meyvalarını toplamak niyetinde iken bu müthiş Osmanlı donanmasının Akdeniz’de görünmesi, büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Müttefik donanması, Osmanlı donanmasının karşısına çıkmaya cesaret edemedi. İttifaktan ayrılan Venedik, Fransa aracılığıyla barış istedi. 7 Mart 1573’de imzaladığı andlaşma ile Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti’ne âid olduğunu kabul etti. Kânûnî devrinden beri vermekte olduğu yıllık 500 duka harac 1.500 dukaya çıkarıldı. Ayrıca Kıbrıs seferinin tazmînâtı olarak üç senede ödenmek üzere üç yüz bin duka altını vermeyi taahhüt etti.
Kıbrıs’ın fethinden sonra Kırım hanına bir mikdâr asker ve top gönderen Selîm Han, 1569’da Astırhan seferi başarısızlığını telâfî etmek ve daha fazla genişlememeleri için gözdağı vermek üzere Rusya içlerine bir sefer düzenlenmesini emretti. Nitekim 1571 baharında harekete geçen Devlet Giray Han, 120.000 kişilik süvariden meydana gelen ordusu ile Rusya üzerine yürüdü. Çok sür’atli hareket eden Devlet Giray, yaptığı muhârebelerde Rus ordularını on binlerce zâyiât verdirerek dağıttı ve Moskova’ya girdi. 150.000 esirle Kırım’a dönen Devlet Giray Han, bu zaferi üzerine Taht-alan lakabıyla anıldı. Ertesi yıl tekrar sefere çıkan Devlet Giray Han, Oka nehrine kadar uzandı. Bu başarıları üzerine İkinci Selîm Han, murassa kılıcı, hil’at ve nâme-i hümâyûn göndererek Devlet Giray’ı tebrik etti. Çar, Osmanlı Devleti’ne bağlı Kırım Hanlığı’yla, yılda 60.000 altın vergi vermeyi kabul ederek barış yaptı.
1574 yılında Boğdan voyvodası Loan cel Cumplit, dîvân-ı hümâyûnun yıllık Boğdan vergisini 80.000 altından 120.000 altına çıkarması üzerine isyân etti. Lehistan’dan da yardım gören âsî voyvoda, topladığı büyük kuvvetle sürpriz taarruzlar yaparak Tuna’nın batı kıyısındaki İbrâil, Dİnyester’in güney kıyısındaki Bender ve Dinyester boyundaki Akkerman gibi mühim kaleleri ele geçirdi. Üzerine gönderilen ve küçük Türk birlikleriyle desteklenmiş olan Eflak voyvodasını yendi. Bunun üzerine Selîm Han, üçüncü vezir Ahmed Paşa ve Kırım Hanı Adil Giray’ı isyânı bastırmakla görevlendirdi. Kısa zamanda bölgeye giden Ahmed Paşa ve Âdil Giray Han, Tuna’nın güneyinde üç gün süren kanlı muhârebeler sonunda, âsîleri ve onlara yardım eden Lehistan kuvvetlerini imha ettiler (9 Haziran 1574). Âsî voyvoda da yakalanarak cezalandırıldı ve yerine Petru Şiopul tâyin edildi.
İkinci Selîm Han’ın ilgilendiği işlerden biri de Tunus mes’elesiydi. İspanya’nın Tunus’tan bir türlü elini çekmemesi bu devletle harb hâlinin devam etmesine sebeb oluyordu. İlk önce 1534’de Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından fethedilen Tunus, yaklaşık on bir ay Osmanlı Devleti elinde bulunmasına rağmen, Hafsî hânedânından Mevlây Hasan ve İspanyol kralı Charles Ouint’in ortak hareket etmeleri sonucu elden çıkmıştı. İkinci Selîm Han tahta geçtikten bir süre sonra Osmanlı donanması Kıbrıs seferine çıktığı sırada, Cezâyir beylerbeyi olan Uluç (Kılıç) Ali Paşa da Tunus üzerine yürüdü. Kıbrıs’a yardım için donanma hazırlamakla meşgul olan İspanya burayla ilgilenemeyince, Ali Paşa, 30.000 kişilik kuvvetle karşısına çıkan Hafsî sultânı Mevlây Hamîd’i yenip, Tunus’u ikinci defa fethetti. Fakat kendi yanında fazla bir kuvvet bulunmadığı gibi, bu arada Kıbrıs seferine katılma emri de aldığından İspanyolların elindeki Halk-ul-vâd kalesini alamadı. Kılıç Ali Paşa, Tunus’a Ramazan Bey’i bırakarak donanmasıyla birlikte Kıbrıs seferine katıldı.
İnebahtı seferi sonrasında yeni bir donanmayla Akdeniz’de gövde gösterisi yapan Kılıç Ali Paşa, uzun süre aramasına rağmen karşısına düşman donanması çıkmadığı için İstanbul’a döndü. Kapdân-ı deryanın bölgeden uzaklaştığını gören İspanya kralı Don Juan büyük bir donanmayla Tunus üzerine yürüdü. Direndiği takdirde İspanyolların sivil halka karşı katliâma girişeceklerini anlayan Ramazan Bey, Kayrevân’a çekildi ve bu suretle Tunus bir kere daha İspanyolların eline geçmiş oldu (Ekim 1573). Don Juan, Tunus hükümdarlığını kendi tarafdârı Mevlây Muhammed’e verip bir mikdâr da asker bırakıp İspanya’ya döndü.
Cezâyir ve Trablusgarb Osmanlı Devleti’nin elinde olduğu hâlde, ikisinin ortasında bulunan ve stratejik ehemmiyeti büyük olan Tunus’un, İspanyol hâkimiyeti altında halka zulm eden kukla bir hükümet elinde olması, Akdeniz’de hâkimiyeti elinde bulunduran Türk donanması için tehlikeydi. Bu sebeple ikinci Selîm Han, Tunus işinin kökünden halledilmesi için emir verdi. Kapdân-ı derya Kılıç Ali Paşa, yanında kara ordusu serdârı Koca Sinân Paşa olduğu hâlde Tunus’a hareket etti (15 Mayıs 1574). Navarin üzerinden Sicilya sularına geçen donanma, Messina havalisini de vurduktan sonra, Tunus üzerine yürüdü. İki yüz ellinin üzerinde harp gemisi ve kırk-elli bin civarında askerden mürekkeb olan muhteşem Osmanlı donanması, Tunus önlerine gelir gelmez derhâl Halk-ul-vâd kalesi yakınına çıkarma yaptı. Koca Sinân Paşa kendisi Halk-ul-vâd’ı kuşatırken, Trablusgarb beylerbeyi Mustafa Paşa ile eski Tunus beylerbeyi Haydar Paşa’yı Tunus gölü ile şehir arasında bulunan Bastiyon kalesini fethe me’mûr etti.
Tunus’un yıllardan beri İspanyollar tarafından tahkim edilerek hiç bir suretle zaptedilemez diye öğündükleri Halk-ul-vâd, Osmanlı ordusuna ancak otuz üç gün mukavemet etti. 24 Ağustos’da kale fethedilip Mevlây Muhammed’le kale komutanı Don Pietro Cerrera esir edilerek İstanbul’a gönderildi. Kale fethedildikten sonra, İspanyolların bu bölgeye bir daha yerleşip müdâfaaya elverişli bir mevkîye sâhib olmalarının önüne geçilmesi için kalenin yıkılmasına karar verildi. Gerekli yerlerine lağımlar açıldıktan sonra patlatılarak yerle bir edildi.
Buradan Bastion kalesine geçen Koca Sinân Paşa, bu kaleye yüklendi. Mustafa ve Haydar paşalar karşısında zorlukla mukavemet eden kale, serdârın da gelip kale kuşatmasına katılması üzerine, 13 Eylül’de teslim olmak zorunda kaldı. İspanyolların elinde yalnız Tunus gölü içinde bulunan küçük bir adadaki kale kalmıştı. Serdâr Koca Sinân Paşa ve Kılıç Ali Paşa bu kalenin kumandanının teslim olduğu takdirde serbestçe çekilip gitmesine müsâde edince, kale teslim oldu ve Tunus tamamen ele geçti. Tunus, aynen Cezâyir ve Trablusgarp gibi bir eyâlet hâline getirildi ve beylerbeyliğine Ramazan Paşa tâyin edildi. Böylece Tunus’da üç asırdan fazla sürecek olan Osmanlı idaresi başladı.
Tunus mes’elesinin halledilmesinden yaklaşık bir ay sonra; Osmanlı Devleti ile Almanya arasında Zigetvar seferinden sonra 17 Şubat 1568’de akdedilen muahede, 4 Aralık 1574’de yenilenerek, sekiz sene uzatıldı. Bu muahedenin akabinde rahatsızlanan ikinci Selîm Han, 15 Aralık 1574’de vefât etti. Mîmâr Sinân’a Ayasofya Câmii avlusunda yaptırdığı türbeye defnedildi.
İkinci Selîm Han, uzuna yakın orta boylu, açık alınlı, elâ gözlü ve sarışındı. Avcılık ve yay çekmede fevkalâde maharetli olup, zamanında ondan daha kuvvetli yay çeken yoktu. Babası Kânûnî Sultan Süleymân devrinde bir çok savaşlara katılmakla beraber, tahta geçtikten sonra sefere çıkmadı. Çünkü devrindeki seferler umumiyetle büyük deniz seferleri olup bu seferlere de pâdişâhın kumanda etmesi âdet değildi. Tecrübeli ve bilgili bir vezir olan Sokullu Mehmed Paşa’yı hükümet işlerinde tamamen serbest bırakmakla beraber, lüzumlu gördüğü bir kaç mes’elede duruma müdâhale etmiştir. Alimlere büyük hürmet göstermiş, çok sevdiği büyük âlim Ebüssü’ûd Efendi’yi vefâtına kadar meşihat (şeyhülislâmlık) makamında tutmuştur. Cülûs bahşişinin ilmiye sınıfına da verilmesi âdetini ilk defa İkinci Selîm Han çıkarmıştır.
İkinci Selîm, Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın bütün şehzâdeleri gibi çok iyi tahsîl görmüştü. Dîvân sahibi değerli bir şâirdi. Selîm ve Selîmî mahlaslarıyla yazdığı şiirler çok beğenilmektedir. Yahyâ Kemâl’in; “Bir beyti bir de câmi-i mâ’mûru var” diye övdüğü,
Biz bülbül-i muhrik dem-i şekvâyı firâkiz,
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden.
beyti, bütün Türk şiirinin en güzel beytlerinden biri sayılmaktadır.
İkinci Selîm aynı zamanda îmârcı bir pâdisâhdır. Kısa süren saltanat döneminde Türk ve dünyâ san’atının şaheseri sayılan Edirne Selimiye Câmii’ni inşâ ettirmiştir. Tamire muhtaç olan Ayasofya Câmii’ni yaptırdığı istinâd duvarlarıyla tahkim ettirerek günümüze kadar gelmesini sağladığı gibi, iki minare eklemiş, yanına iki de medrese yaptırarak külliye hâline getirmiştir. Bunlardan başka Mekke-i mükerremenin su yollarının tamiri, Mescid-i Harâm’ın mermer kubbeler ile tezyini, Lefkoşe Selimiye Câmii, Aziz Efendi tekkesi, Navarin limanına hâkim bir mevkıye yaptırdığı kule, hayrâtı arasındadır.

Sultan İkinci Selîm Han Devri Kronolojisi

30 Eylül 1566 : İkinci Selîm Han’ın İstanbul’da tahta çıkması.
3 Ekim 1566 : Selim Han’ın Belgrad’a hareketi.
26 Ekim 1566 : Belgrad’da Kanunî Sultan Süleymân Han’ın cenaze namazının kılınması.
17 Şubat 1567 : Avusturya ile sekiz yıllık barış andlaşmasının imzalanması ve Edirne Selîmiye Câmii’nin inşâatına başlanması.
16 Aralık 1567 : Özdemiroğlu Osman Paşa’nın San’a beylerbeyliğine tâyini.
15 Mayıs 1569 : Zeydilerin eline geçen Aden’in geri alınması.
26 Temmuz 1569 : San’a’nın da alınmasıyla Yemen harekâtının sona ermesi.
4 Ağustos 1569 : Astırhan seferi
15 Mayıs 1570 : Osmanlı donanmasının Kıbrıs’ın fethi için İstanbul’dan ayrılması.
2 Temmuz 1570 : Kıbrıs’da Limasol koyuna asker çıkarılması üzerine Leftari kalesinin teslim olması.
9 Temmuz 1570 : Girne’nin teslim olması.
8 Eylül 1570 : Lefkoşe’nin fethi.
1 Ağustos 1571 : Magosa’nın alınmasıyla Kıbrıs fethinin tamamlanması.
7 Ekim 1571 : İnebahtı bozgunu.
13 Haziran 1572 : Kapdân-ı derya Kılıç Ali Paşa’nın Akdeniz seferi.
7 Mart 1573 : Venedikle barış andlaşmasının imzalanması.
15 Mayıs 1574 : Osmanlı donanmasının Tunus seferine hareketi.
9 Haziran 1574 : Boğdan zaferi.
23 Ağustos 1574 : Büyük âlim şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendinin vefâtı.
24 Ağustos 1574 : Halk-ul-vâd kalesinin fethi.
13 Eylül 1574 : Bastion kalesinin teslim olması.
4 Aralık 1574 : Almanya ile 1568’de yapılan sulh muahedesinin sekiz yıl uzatılması.
15 Aralık 1574 : Selîm Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Solakzâde; sh. 590
2) Tevârih-i Âli-i Osman; sh. 316
3) Târihi Selânikî; sh. 64, 74
4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 1 v.d.
5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. H. Danişmend) cild-2, sh. 361
6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-4, sh. 263
7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-7, sh. 171

SALİH BİN AHMED


Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. İnsanların; îtikâd, amel, ibâdet ve ahlâk hususunda doğruyu öğrenmeleri ve yapmaları, böylece Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin otuz ikincisidir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin on birinci torunu ve Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin kardeşi olup, Molla Ahmed’in oğludur.
Salih bin Ahmed, küçük yaşta Kur’ân-ı kerîm okumayı öğrendi ve ezberledi. Medreseye giderek tefsir, hadîs, fıkıh gibi zahirî ilimlerle, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde marifet sahibi olmak için, ağabeyi Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübarek teveccühlerine kavuştu. Vilâyet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icazet (diploma) vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdesûr’a gönderdi. Salih bin Ahmed hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı. Hasta kalblere şifâ olan sohbetleri ile, âşıklarının kemâle gelmesine, Hakk’a yaklaşarak velî birer zât olmalarına vesile oldu.
Salih bin Ahmed, muhabbet ve edeb sahibi idi. Verâ ve takvası çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mubahların fazlasını terkederdi. Günlerinin çoğu oruçlu geçerdi. Gecelerini ibâdetle ihya eder, uykusunu öğleye yakın kaylûle yaparak alır, hem de sünnet-i şerîfe uyardı. Çok merhametli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennem’de yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. İyiliği, müslim gayr-i müslim herkese şâmildi. Bu sebeple bütün insanlar tarafından sevilirdi.
Salih bin Ahmed hazretlerinin mübarek yüzüne bakanlar onun Allahü teâlânın sevgili bir kulu olduğunu anlamakta gecikmezler ve hürmette kusur etmemeye çalışırlardı. Bir gece, hırsızın biri Salih bin Ahmed hazretlerinin evini soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamıştı, zifiri karanlıktı. Hırsız bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin birdenbire gündüz gibi aydınlandığını gördü. Hayret ederek, görürler korkusuyla hemen dışarı çıktı. Ortalık yine karanlığa gömüldü. “Bu defa aydınlık olmaz” düşüncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı. Yine çıktı, tekrar girdi. Nihayet evin penceresine baktığında, Seyyid Salih hazretlerim gördü. Seyyid Salih, hırsıza; “Buyurun, her ne isterseniz vereyim. Bir şey almaya geldiyseniz söyleyin” buyurdu; Hırsız onun güneş gibi parlayan mübarek yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü işitince, hayran kaldı. Bahçeye girince meydana gelen aydınlığın Salih hazretlerinin nuru olduğunu anlayıp, yaptığına pişman oldu. Huzuruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki günlerde onun derslerine giderek, ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu.
Salih bin Ahmed 1864 (H. 1281) senesinde hastalandı. Talebelerini toplayarak her biriyle vedâlaştı, helâllaştı. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; “Kabrimi ağabeyim Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabr-i şerifinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabrinde de mübarek ayakları başımın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın. Bizden sonra Seyyid Fehîm’e tâbi olun” buyurdu. Sonra talebelerinin Kur’ân-ı kerim tilâvetleri arasında vefât edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yerine getirdiler. Kabrini, hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yâni Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Salih hazretlerinin baş ucundaki taşdır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 842, 889, 1064, 1069, 1075
2) Eshâb-ı Kiram; sh. 401
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 186
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 209