23 Haziran 2016 Perşembe

ADLİYE TEŞKİLATI


Askerî ve sivil dâvalara bakan teşkîlât. Osmanlı Devleti’nde, dâvalara, devletin en yüksek dereceli hâkimleri olan kazaskerler ile onların emrinde çalışan kâdılar tarafından İslam hukukuna göre bakılırdı. Bu bakımdan Osmanlı adliyesi, İslâm adliye teşkilâtının bir numunesi idi.
İslâm adliye teşkilâtının temelleri, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında atıldı. İslâmiyet’ten önce, adaleti te’min edecek bir teşkîlât mevcûd değildi. Bu vazîfe, kabîleler arasında seçilen hakemler tarafından yürütülürdü. Ancak bu hakemler, verilen hükümleri tatbik etme gücünden mahrum olduklarından, kuvvetlinin sözü geçerliydi. İslâmiyet’in gelişiyle, ferdlerin ve kabîlelerin haklarını kendilerinin korumaları usûlü kaldırılıp, bu yetki merkezî bir otoriteye yâni devlet başkanına verildi. Asr-ı saadette, dâvası olan, Resûlullah sallallahü aleyhi veselleme müracaat ederek hallederdi. Bu sebeple, İslâmiyet’te dâvalara, ihtilaflı mes’elelere ilk bakan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemdir. Peygamber efendimizin hazret-i Ömer, hazret-i Ali gibi Eshâb-ı kiramın büyüklerini dâvalara bakmaları için kâdı olarak tâyin ettiği de olmuştur. Ayrıca Yemen, Umman, Necrân gibi fethedilen yerlere tâyin ettiği vâliler, idarî işlerin yanında adlî işleri de yürütmüşlerdir. Muâz bin Cebel, Ebû Ubeyde bin Cerrah böyle sahâbîlerdendir. Eshâbına gittikleri yerde nasıl hükmedeceklerini de öğreten Peygamber efendimiz, lüzumunda son mercî ve temyiz makamı durumunda idiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra Hulefâ-i râşidîn de, adalet işleri ile bizzat ilgilendikleri, baş hâkim durumunda oldukları gibi, muhtelif merkezlere görevli kâdılar ve vâliler de tâyin ettiler. Zaman zaman onlara yazdıkları talimatnamelerde, muhakeme usûlüne dâir mühim kaideler koydular. Hazret-i Ömer’in Basra vâlisi Ebû Mûsel-Eş’arî’ye gönderdiği talimatname bu bakımdan ehemmiyet arz eder. Besmele ile başlayan talimatnamenin bâzı kısımları şöyledir:
“Mü’minlerin emîri, Allahü teâlânın kulu Ömer’den Abdullah bin Kays’a (Ebû Mûsel-Eş’ârî)! Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kaza (hüküm vermek) muhakkak ki, muhkem bir vazîfe (farz), tâbi olunan bir âdet (sünnet) tir. Sana getirilen dâvalar üzerinde iyice düşün. Mes’ele senin yanında açıklığa kavuşunca, hükmünü ver ve derhâl icra et. İcra edilmeyen bir hakkın faydası yoktur. Duruşma sırasındaki bakışlarında ve bulunduğun yerlerde adaleti elden koma. Böylece ne zengin, ne fakir, adaletsizliğe uğrayacaklarından korkmasınlar. Dâvayı delil ile isbât etmek, dâvâlıya; yemin, dâvayı red edene düşer. Dâvayı hükme bağladıkdan sonra ertesi gün yanlış hüküm verdiğini anlarsan, seni hiç bir şey Hakk’a dönmekten alıkoymasın. Hakk’a dönmek, hatâda devam etmekten hayırlıdır. Getirilen dâvanın hükmünü Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bulamazsan, ictihâd et. Kıyas yoluyla, Allahü teâlânın rızâsına uygun düşeceğini umduğun hükmü ver. Beyyine (delîl) getirirse, hakkını alır. Bu mühlet içerisinde delîl getiremeyen, yahut getirmeyenin aleyhine hüküm ver. İftira cezasına çarpılan, yalancı şâhidlikle tanınan ve akraba olanlar müstesna, müslümanlar, biri diğeri hakkında şâhidlikte bulunabilirler. Muhakeme sırasında insanlara karşı gazab ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan sıkıntı duymaktan ve ekşi yüzlü olmakdan sakın. Allahü teâlâ, işlerinde rızâsından ayrılmayan kâdıyı insanlar tarafından gelecek tehlikelerden korur. Yaptığı işlere riyâ karıştıran, hüsn-ü niyeti olmayan kâdıyı Allahü teâlâ halk içinde rezîl eder. Allahü teâlâ ihlâs ile yapılan amelleri kabul eder. Allahü teâlânın ihsân buyuracağı mükâfatı ne sanıyorsun?”
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîflerden sonra bu talimatname ve benzerleri İslâm muhakeme usûlüne esas teşkil etti. Ayrıca, İslâm adliyesinde kâdı ve diğer hüküm verme mevkiinde olanların dünyevî ve uhrevî müeyyide ve sorumluluklarla murakabe altına alındığı görülür. Nitekim, bir çok büyük âlim, kaza (hüküm verme) işinin ağır mes’ûliyetinden dolayı kabul etmekten çekinmiştir.
Gerek asr-ı saâdetde, gerekse Hulefâ-i râşidîn devrinde adliye alanındaki tatbîkâtlar, sonra gelen İslâm devletlerinde kurulan adlî teşkilâtlara esas olmuştur.
Emevîler ve Abbasîler de Hulefâ-i râşidîn devrindeki prensip ve muhakeme usûlünü tatbik ettiler. Abbasîler devrinde ayrıca, teşkilâtın büyümesi sebebiyle, bugünkü adalet bakanlığına karşılık, kâdılkudâtlık makamı kurulmuştur. İlk defa İmâm-ı Ebû Yûsuf, halîfe Hârûn Reşîd tarafından kâdılkudât olarak tâyin edildi. Bundan sonra başka şehirlere kâdıların tâyin, terfi ve vazifeden alınma işlemleri kâdılkudât tarafından yapılmaya başlandı. İhtiyaç hâlinde büyük şehirlere birden fazla kâdı da tâyin edildi. Bu usûl, Abbâsîlerde muasır ve daha sonraki İslâm devletlerinde de uygulanmıştır.
İslâm devletlerinde kâdının idare ettiği mahkemelerden başka, doğrudan veya kısmen adaleti te’min ile vazifeli teşkilâtlar da vardı. Bunlar: 1-Mezâlim mahkemeleri: Mevki ve nüfuz sahibi kimselerin, haksızlıklarına mâni olmak maksadıyle halîfe veya vezir, emir, vâli adına hüküm veren kâdıların baktığı mahkemelerdir. Halîfe ve vezîrin mahkemede bulundukları da olurdu. 2- Kazasker teşkilâtı: Askerî dâvalara bakardı. 3- Şurta(Polis) teşkilâtı: Mahkemelere yardımcılık yapan, verilen karârı infaz eden şurtanın, zaman zaman kaza (hüküm verme) durumunda bulunduğu zamanlar da olmuştur. Dînî ve sosyal bir vazifesi olan polisin herhangi bir haksızlık ve zulme meydan vermemesi için; âlim, dindar ve erkek olmasına dikkat edilirdi. 4-Hisbe teşkilâtı: Esas vazifesi, emr-i mâruf ve nehy-i anıl münker (iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek) olup, pek çok vazifesi yanında lüzumunda kuvvet kullanarak mes’elelerl hâlleder, ahlâk ve asayişle ilgili dâvalara bakardı.
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde adlî işler kâdılar tarafından yürütülmüş, önceki tatbikatlardan farklı olarak mahkemeler askerî ve sivil olmak üzere iki kısma ayrılmış; askerî mahkemeye kazasker, sivil mahkemelere kâdılkudât bakmıştır.
Hulefâ-i râşidîn devrinden sonra İslâm devletleri arasında müstesna bir yeri olan Osmanlı Devleti ise, her konuda olduğu gibi, adliyesinde de İslâm hukukunun en hassas uygulayıcısı olmuştur. Zulmün payidar olmayacağını, zulüm üzerine kurulan devletlerin pek büyük olsalar da ömürlerinin kısa olacağının idrâkine varan Osmanlılar; “Adalet mülkün esâsıdır (temelidir)” kaidesini kendilerine prensip edinmişlerdi. Bizzat pâdişâhlar, tebeasının karşısında, adalet önünde boyun eğme büyüklüğünü gösterebilmişlerdi. Nitekim seferden dönerken, askerinin, ekinlerini çiğnediklerini şikâyet eden köylüye, Kânûnî Sultan Süleymân; “Peki bizi kime şikâyet edersin” deyince, köylü; “Seni kânuna şikâyet ederiz kânuna” demiş. Bu cevaptan çok memnun olan Kânûnî, böyle tebeası olduğu için Allahü teâlaya hamd etmiştir.
Yalnız insanlara değil, hayvanlara eziyet bile cezaî müeyyidelere bağlanmıştı. Nitekim bir kuşa eziyet ettiği görülen bir kuyumcunun amme suçu işlemekten tevkif edilip, kâdı (hâkim) huzuruna sevk edildiğini, Almanya’nın, Kânûnî Sultan Süleymân nezdindeki fevkalâde büyükelçisi Busbecp, hayretle nakleder. Çünkü Avrupa’da böyle bir şey suç sayılmamaktaydı.
Etrafındaki memleketlerin halkı arasında büyük bir itibâr kazanmış, hattâ balkanlardaki hıristiyanlar, fethe gelen Osmanlı sultanları hakkında; “Bu gelen pâdişâh, âdildir” demişlerdir. Böylece Osmanlı, yüksek adaleti ve müsamahası sayesinde farklı dinlere ve milletlere mensup insanları Osmanlılık çatısı altında birleştirmesini pek iyi bilmiş, altı yüz sene gibi dünyâ târihinde başka hiç bir devlete nasîb olmayan uzun bir ömür yaşamıştır.
Adalet teşkilâtını kurarken önceki İslâm devletlerinden de faydalanan Osmanlı Devleti, daha kuruluşunda İslâm hukukuna göre bu işi sağlam esaslara bağladı. Osman Gâzi, zamanının en tanınmış âlimlerini kâdı olarak tâyin etti. Orhan Gâzi zamanında da bu durum devam etti. Kâdıların her türlü müdâhaleden uzak bir şekilde hüküm vermelerine önem verildi. Kâdı olabilmek için yüksek dînî ilimler ile devrin modern fen bilgilerinin okutulduğu medreselerin yüksek kısmından me’zun olmak şartı vardı. Hükümlerin Hanefî mezhebine göre verilmesi kaide olmakla beraber, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine mensup kimseler de müracaat edebileceğinden, kâdının dört mezhebi iyi bilmesi lâzımdı. Bu îtibârla kâdılar, sahalarında mütehassıs, geniş bilgi ve kültür sahibi kimselerdi. Kâdı, isabetli karar verebilmek için, dâva mevzuunu iyi bilen bir veya bir kaç ehl-i vukûfu beraberinde bulundurur, hükümde yanlışlığa düşmemek için bulunduğu yerin müftîsinden de faydalanırdı. Müftî bir mes’elede dîninin hükmünün ne olduğunu bildirmekle me’mur olduğu hâlde, kâdı verdiği hükmün aynı zamanda uygulayıcısıydı. Bunun için, her kasaba ve şehirde güvenlik ve asayişten sorumlu polis durumunda olan subaşı ve maiyyetindekiler onun emrinde idi. Ayrıca kâdının emrinde mahkemedeki duruşmayı te’min için, getirip götürme işini gören muhzır denen me’murlar vardı. Bununla beraber kâdılar, bulundukları kazanın kaymakamı ve belediye başkanı olarak da geniş salâhiyetlere sahiptiler.
Şikâyeti olanlar, yazılı veya sözlü olarak mahkemeye müracaat ederler, dâva mahkemedeki kâdı siciline işlenir, altına şâhidlerin isimleri de ilâve edilirdi. Kâdı mes’eleyi inceledikten sonra, bir belge hazırlar, mühürleyip, dâva sahiplerine verirdi.
Kâdının verdiği hükmü, bölgenin en büyük âmiri ve hükûmetin temsilcisi olan beylerbeyi ve sancak beyleri bile değiştiremezlerdi. Kâdının verdiği hükmü temyize yetkili tek makam, İstanbul’da bulunan Dîvân-ı hümâyûn idi. Hâkimin karârı hakkında doğrudan Dîvân-ı hümâyûna olduğu gibi, pâdişâha da müracaat edilebilirdi. Yapılan şikâyetler mutlaka kısa zamanda incelenip, netîcelendirilirdi.
Osmanlı mahkemelerinde, adaletin kısa zamanda yerini bulmaması adaletsizlik ve zulüm sayılırdı. Osmanlı adliyesinin bu yönü dünyâca malumdur. Bu hususu yabancılar da îtirâf etmiştir. Meselâ; D’Ohson; “İki veya üç celse (oturum) nâdirdi. Ekserî dâvalar bir celsede hükme bağlanır.” Sir Paul Ricaut; “En mühim dâvalar bir saat içinde hükme bağlanır, hüküm derhâl infaz edilir, Avrupa’da olduğu gibi hükmü gecikdirecek oyunlardan hiç biri tatbik edilmezdi” demektedir.
İstanbul gibi kalabalık yerlerde dâvaların çabuk görülmesi için birden fazla mahkeme bulunurdu. Ayrıca nâib hâkimler geceleyin de dâvalara bakıp hükme bağlarlardı.
Zımmî denen gayr-i müslimler de âmme dâvalarında ve ağır cezaya dâir mevzularda kâdıya götürülürlerdi. Bir müslümanla bir hıristiyan arasındaki dâvaya mutlaka kâdı bakardı. Bununla beraber gayr-i müslimler medenî hukuka dâir aralarındaki ihtilâfları kendi mahkemelerinde halledebilirlerdi. Osmanlılar, devlet güvenliğini ilgilendirmeyen, asayişi bozmayan gayr-i müslimlerin iç mes’eleleri ile uğraşmazdı. Bununla beraber, kendi mahkemelerinin verdiği hükümden razı olmazlarsa, kâdıya müracaat etmekte de serbest idiler. Gayr-i müslimler Osmanlı Devleti’nde bu derece rahat içerisinde yasarken, bu dönemde, XIV. Louis Fransa’sında protestanlar öldürülüp evlerine asker yerleştirilmişti.
Eyâlet, sancak, kazâ ve nahiyelere kadar bütün yerleşim birimlerindeki kâdıların ilk âmiri kazasker idi. Kazasker, Selçuklularda olduğu gibi asker, ordu kâdısı demek olmayıp, ayrıca ordu kâdısı vardı. Birinci Murâd zamanında kurulan kazaskerlik makamına, ilk önce Bursa kâdısı Çandarlı Kara Halîl tâyin edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde, kazaskerlik, Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye çıkarılmıştır. Rumeli kazaskeri, derece îtibâriyle Anadolu kazaskerinden önce gelirdi. On yedinci yüzyıla kadar kazaskerleri vezîriâzam, pâdişâhın tasdiki ile tâyin ediyordu. Bu târihten sonra ise, şeyhülislâmın seçip, vezîriâzamın pâdişâhın tasdikine sunması ile olmuştur. Kazasker, dîvânın üyesi ve devletin en yetkili makamlarından olup, icra ile birlikte muhakeme (yargı) vazifesini de yürütüyordu. Vatandaş dilediği zaman şikâyetlerini buraya yapabilirdi. Dîvânda hukukî dâvalar kazaskerler tarafından bakılırdı. Bu bakımdan Dîvân-ı hümâyûn en yüksek devlet mahkemesi durumunda idi. Kâdıların hükümlerini temyiz yetkisine sâhib idi. Dîvânda verilen kararlar kesin olup derhâl infaz edilirdi. Dîvânda görülen dâvalar, haberli veya habersiz pâdişâh tarafından dinlendiği için, mes’eleler büyük bir dikkatte ele alınırdı. Avrupa topraklarındaki kâdılar, Rumeli; Asya ve Afrika taraflarındakiler de Anadolu kazaskerine bağlı idi.
Kazaskerler Salı ve Çarşamba günleri hâriç, diğer günler konaklarında dîvân kurarak, kendilerini alâkadar eden mes’elelere bakarlardı. Yanlarında işlerini gören tezkereci, rûznâmeci, matlahcı, tatbikçi, mektupçu ve kethüda isimlerini taşıyan altı yardımcısı bulunurdu. Ayrıca muhzır ismi verilen dâvâlı ve dâvâcı kimseleri dîvâna getiren kimseler vardı.
Kâdı ve kazaskerlerden başka sadrâzam, beylerbeyi, sancakbeyi ve asker ağaları da kendileririni ilgilendiren dâvaları dinleyip, adaletin yerini bulmasına yardımcı olurlardı.
Adalet işleri titizlikle yürütülürken, son dönemlerde devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi, adliye teşkilâtında da aksamalar görüldü. Bunların giderilmesi için zaman zaman adâlet-nâmeler ve fermanlar çıkarıldı.
1826 yılında Vak’a-yı hayrîyye ile her sahada, bu arada adliye teşkilâtında da ıslâhat hareketleri ve değişiklikler yapıldı. 1837 yılında sultan İkinci Mahmûd zamanında adlî işlere bakmak üzere bugünkü yargıtay ve danıştayın vazifesini gören Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye kuruldu. 1839 yılında Tanzîmât îlân edilince, Tanzîmât fermanının istediği kânun ve nizâmnâmeleri hazırlamak, lüzumlu değişikliklerin yapılması gibi işlere bakmak üzere, ayrıca 1854 yılında Meclis-i Tanzîmât kuruldu. Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin adı, Meclis-i ahkâm-ı adliye oldu. 1857 yılında Meclis-i Tanzîmât’a üye olan Ahmed Cevdet Paşa, başkanı olduğu bir komisyon ile birlikte arazi kanunnâmesini hazırladı. Bilâhare bu iki meclis birleştirilerek yine Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adlîye adını aldı. Üç kısmı ihtiva eden bu meclisin idare kısmı, mülkî ve mâlî işlere; adlî kısmı, bazı dâvalara; tanzîmât kısmı ise, kânun ve nizâmnâmelerin tedkîk ve tanzimine bakıyordu. Mecfis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye, 1868 yılında tekrar Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere ikiye ayrıldı. Dîvân-ı ahkâm-ı adliye reisliğine ilk defa Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Aynı yıl ismi, Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâreti diye değiştirilince, Cevdet Paşa nâzır ünvânını aldı (Bkz. Cevdet Paşa).
Bu sırada büyük bir hukukçu, tarihçi ve devlet adamı olan Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı ve devrin önde gelen âlimlerinden teşekkül eden komisyon, mahkemlerde kâdılara (hâkimlere) yardımcı ve kolaylık olmak üzere Mecelle-i ahkâm-ı adliye adı ile ilk Osmanlı medenî kânununu hazırladı.
Mecellemin tedvini bu sırada Fransız medenî kânununun değiştirilerek alınması görüşünde olan Avrupa hayranı Alî Paşa ve tarafdarlarına bir nevî cevap oldu. Mecelle, dünyâ kânun literatürü şaheserlerindendir. Kânun tekniği, kullanılan dilin kudreti ve ihtiyâçlara en iyi şekilde cevap vermesi bakımından hususiyet arz eder. Bilâhare ona şerhler (açıklamalar) yazılmış, bunları okuyan Avrupalılar, İslâm hukukuna ve İslâmiyet’teki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar. Mecelle, Türkiye’de 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin diğer kısmı olan Şûrayı devlet, kânun koyucu durumundaydı. 1868’den itibaren îtibârı artmış, 1908 yılında kânun koyma yetkisinin Meclis-i meb’ûsana geçmesiyle ehemmiyetini kaybetmiştir. Cumhuriyet döneminde, kânun koyma vazifesini Büyük Millet Meclisi üzerine almıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 274
 2) Türk Hukûk Târihi (C. Üçok, A. Mumcu, Ankara-1982); sh. 215
 3) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-6, sh. 134
 4) İslâm Adliye Teşkilâtı (F. Atar, Ankara-1988)
 5) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 83
 6) The Ottoman Empire (H. İnalcık, London-1973)

16 Haziran 2016 Perşembe

SELİMİYE CAMİ


Sultan ikinci Selîm Han tarafından büyük Türk mîmârı Mîmâr Sinân’a, Edirne’de yaptırılan meşhur câmi. İnşâasına 1568’de başlanıp, 1575’de tamamlandı. Çevresinde bir de külliye yapılmıştır. Külliyesi ile birlikte 28.500 m2’lik bir sahayı kaplar.
Mîmâr Sinân, bu câminin yapımına nasıl başladığını şöyle anlatır: “Sultan Selîm Han, Edirne’yi çok severlerdi. Bu şehirde büyük bir câmi yaptırmak arzusu ile buyurdular ki: “Öyle bir câmi inşâ edesin ki, dünyâ durdukça ayakta kalacak, her göreni hayranlığa götürecek ve yer yüzünde bir eşi olmıyacaktır!” Ben de gidip çalışmaya başladım.”
Mîmâr Sinân, Selimiye Câmii’ni yapmaya başladığı zaman 80 yaşına basmıştı. Çeşitli denemelerden sonra, bütün Türk mimarisinin ve kendisinin o zamana kadar ortaya koyduğu gelişmeleri değerlendirerek, bunların toplu bir ifâdesi olan Selimiye Câmii’ni yapmıştır. Hattâ kalfalık eseri olarak gördüğü İstanbul Süleymâniye Câmii’nden sonra, Selimiye’ye “ustalık eserim” demiştir.
Cami, Edirne şehrinin en yüksek noktasında. Yıldırım Bâyezîd Hân’ın yaptırdığı bir sarayın kalıntıları üzerine kurulmuştur. Sekiz fil payeye dayanan muazzam kubbe ile köşelerdeki eksedra denilen çeyrek kubbelerden yapılmıştır. Bu muhteşem kubbenin kasnağı 40 pencerelidir. Dâire çapı 31,28 m. tabandan yüksekliği 43,28 m. çevresi ise 92 metredir. Etrafını çeviren ince endamlı dört minâresiyle çok uzaklardan kendini belli eder. Minarelerinin yakınlığı esere ayrı bir güzellik verir. Kubbenin ağırlığı, sekiz paye ve bunların arkasındaki payanda kemerleriyle karşılanarak, sekizgen kaide üzerine oturan kubbe sistemi, en son imkânlarına kadar genişletilmiştir. İçeride, kubbenin bıraktığı köşelere eksedralar gelmiş, payeler arasında kemerler de pencere sıraları ile doldurulmuş, duvar bırakılmamıştır. Altı metre derinlikteki mihrâb bölümü ise daha alçakta kalan bir yarım kubbe ile örtülmüştür. Çok uzaklardan bakılınca, câmi, önce her biri 71 metre boyundaki dört minaresi ile göze çarpar. Yaklaştıkça, minareler kubbe ile ahenkli bir bütün hâline gelir. Üçer şerefeli minarelerden revaklı avlunun iki köşesindeki iki minareye iç içe yerleştirilmiş üç ayrı merdivenle çıkılır. Birinci merdiven, birinci şerefe ile üçüncü şerefeye ulaşır. İkinci merdiven, ikinci şerefe ile üçüncü şerefeye, üçüncü merdiven ise, üçüncü şerefeye çıkar, birinci ve ikinci şerefeye açılmaz. Arka kısımdaki diğer iki minare ise tek merdivenlidir. Dört minarenin dördü de aynı kalınlıktadır. Dört kademe hâlinde öne fırlayan çörtenler (oluklar), pencere alınlıklarına ve uygun yerlere konan renkli taş süslemeler, panolar, kemerlerdeki renkli taşlar ve kemer şekilleriyle açıklıkların değişmesi bir zenginlik ve olgun güzellik sağlamaktadır. Ayasofya’nın kubbesinden bir metre kadar yüksekliktedir. Basık kubbeyi tutmak için, Ayasofya’da yapılan kalın dayanak duvarlar görünüşü dışardan çirkinleştirmiştir. Selimiye’de ise kubbe yüksek tutularak hem duvarların bina içine alınması, onun bir kısmı hâline getirilmesi kolaylaştırılmış, hem de estetik görünüş kazandırılmıştır. Ayasofya’nın ilk kubbesi basık olduğu için yıkıldığı hâlde, Sinân’ın eserleri zelzelelerden hiç bir şekilde zarar görmemiştir.
Mermerden yapılmış minber, işçiliğindeki incelik, yükseklik, büyüklük ve güzellik bakımından diğer eserleri geride bırakır. Mihrâb kısmındaki duvarlar, minberin arkası ve külahı ile bütün alt kat pencerelerin alınlıkları parlak bir çini dekoru ile kaplanmıştır. Üst kısımda, lâcivert zemin üzerine iri beyaz harflerle Bekara sûresinin son âyetleri ve Fâtiha sûresi yazılıdır. Mihrâb kısmının sol tarafındaki, hünkâr mahfili göz alıcı zengin çinilerle hemen dikkati çeker. Sonradan kesilip, yerlerine konmuş gibi görünen bu hünkâr mahfilindeki çiçekli ve meyveli İznik çinileri, her mevsim bahar havası verirler. 1878 yılında Rusların Edirne’yi işgali sırasında, Rus generali Skoblef, o bölüm çinilerini sökerek Rusya’ya götürdü. Onun işlediği san’at cinayeti, gelecek nesillere onların yüz karası olarak devamlı intikâl edecektir.
Selimiye’nin önünde revaklarla çevrili câzib bir avlu ile, ortasında mermerden itinâ ile işlenmiş on iki köşeli çok güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Son cemâat yeri revakları, avlu revaklarından daha yüksek ve ortadaki kubbesi de yivlidir. Yukarısı mukarnaslarla süslü olan mermerden cümle kapısının, sadeliği içinde muhteşem bir hâli vardır. Taş duvarlarla çevrili geniş dış avlu içinde yer alan Dârüssıbyân, Dârülkurrâ (Kur’ân-ı kerîm ilimlerinin öğretildiği yer), Dârülhadîs, medrese çevreler ki, bunların hepsi imâret ile birlikte bir külliye meydana getirir.
Selimiye Câmii, Osmanlı medeniyetinin en güzel alâmeti ve Osmanlı mimarisinde mühendislik bakımından en eşsiz eserdir. Dört kademe hâlinde, aşağıdan yukarıya doğru, yükselen ve değişik renkli taşlar ve açıklıkları ile zenginleşen bu âbide; büyüklük, yükseklik, topluluk, ışık nisbetlerindeki ahenk bakımından yeryüzünün sayılı şaheserlerinden biridir. Hattâ Enest Diez adındaki bir yabancı uzman; “Selîmiye, büyüklük, yükseklik, topluluk, ışık etkisi bakımından yeryüzündeki bütün yapılardan üstündür” demektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mîmâr Sinân Dönemi Türk Mimarlığı ve San’atı; sh. 135
2) Mimarbaşı Koca Sinân; sh. 165
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 148
4) Uluslararası Türk ve İslâm Bilim ve Teknoloji Târihi Kongresi, cild-2, sh. 155
5) Mîmâr Sinân ve Selimiye Câmii, (Lâle Dergisi)
6) Selimiye Câmii (Hayat Târih Mecmuası, sene-1966, sayı-7) sh. 32.

RODOS VE SEFERLERİ


Doğu Akdeniz havzasıyla Ege denizi ve Boğazlar bölgesi arasındaki yol üzerinde bulunması sebebiyle, târihte büyük değer kazanan Rodos adası, ada üzerindeki aynı adı taşıyan müstahkem şehir ve buraya yapılan seferler.
Bilinen târihinden itibaren çeşitli milletlerin ve son olarak da Bizanslıların hâkim olduğu ada, İslâmiyet’in doğuşundan sonra daha hareketli bir hâl aldı. Mısır, Suriye ve Anadolu topraklarına yakınlığı sebebiyle İslâm askerleri adaya bir çok seferler düzenlediler. İlk olarak hazret-i Muâviye 672 yılında Cünâde bin Ebî Ümeyye el-Ezdî kumandasındaki bir filoyu adaya gönderip fethettirdi ve İslâm askeri buraya yerleşti. Bu târihten itibaren sekiz yıl adada kalan bu kuvvetler, 680 yılında halîfe Yezîd’in emri ile geri döndüler.
Bundan sonra tekrar uzun müddet Şarkî Roma imparatorluğunun hâkimiyetinde kalan ada, on dördüncü asrın başlarında Memlûklü sultânı Kalâvûn’un oğlu Sultan Halîl tarafından Kudüs civarındaki son haçlı kırıntılarından bölgenin temizlenmesi sırasında Akka’dan kovulan Hospitaller şövalyelerin eline geçti. Bu şövalyeler, Rodos’a yerleşince kaleyi zamanının en kuvvetli kalelerinden biri durumuna getirdiler. Kudüs’e yöneltilmiş haçlı seferlerinin sona ermesinden sonra Latin-hıristiyan âleminin en kuvvetli bir ileri karakolu rolünü oynadılar. Şövalyeler, Anadolu ve Mısır’a karşı yöneltilmiş seferlerde, İzmir’in ele geçirilmesinde (1344), İskenderiye’nin yağmalanmasında (1365) ve Niğbolu seferinde (1396) faal rol oynayarak müslümanlara her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmadılar, özellikle İskenderiye’nin yağmalanmasından sonra Memlûklüler adaya asker gönderdilerse de bunlar ehemmiyetsiz ve en fazla 15-20 gemiden meydana gelen filolar olduğundan başarı sağlayamadılar.
Bu başarıları üzerine kısa bir zaman içinde İstanköy, Kalimnos, Leryos, Sömbeki ve o mıntıkadaki diğer adaları ete geçiren şövalyeler, daha da kuzeye çıkarak İzmir civarındaki kalelerden birini de aldılar. Çelebi Sultan Mehmed Han, İzmir’i Aydınoğlu Cüneyd Bey’den aldığı zaman Rodos şövalyeleriyle uğraşmamak için bunlara İstanköy adası karşısındaki Bodrum kalesini vermişti. Çünkü Anadolu birliğini sağlamak için daha önemli işleri vardı.
Osmanlı Devleti’nin Rodos’a karşı ilk mühim teşebbüsü Fâtih Sultan Mehmed Han zamanına rastlar. Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçtiğinde cülûsunu tebrik için Rodos şövalyeleri elçi yollamışlar ve İstanbul’u fethinden sonra da hediyeler göndererek ticâret andlaşması imzalama isteklerini bildirmişlerdi. Ancak daha sonra papa üçüncü Calixtus’un teşebbüsü ile kurulan hıristiyan ittifakı içinde yer alan Rodos şövalyeleri, Ege denizinde faaliyette bulunan hıristiyan korsanları destekledikleri gibi, Türk kıyılarına taarruzdan ve müslüman halka zulmetmekten geri durmamışlardı.
Rodos şövalyelerinin bu taarruzlarına mukabele olmak üzere 1454, 1455 yıllarında adalara küçük filolarla baskınlar yapılmış ve Osmanlı Devleti’yle andlaşma yapmaya mecbur bırakılmışlardı. Bu andlaşmaya rağmen 1463’de başlayıp on altı yıl boyunca devam eden Osmanlı-Venedik harbinde devamlı Venedik’e destek veren şövalyelere iyi bir ders vermek isteyen Fâtih Sultan Mehmed Han, 1479 senesinde Rodos şövalyelerinden korsanlık teşebbüslerine son vererek, her sene Osmanlı Devleti’ne vergi vermelerini resmen istedi. Bunu kabul etmemeleri üzerine harb hazırlıklarına girişip 1480 ilkbaharında vezir Mesih Paşa kumandasında 180 pare gemiden meydana gelen bir donanmayı Rodos’a gönderdi.
Mayıs ayı sonlarına doğru altmışı kadırga ve diğer muhtelif sınıf gemiden meydana gelen yüz altmış gemiden teşkil edilmiş bir donanma, Mesih Paşa kumandasında gelip Rodos limanı önlerinde demirledi. Şehrin batı sahilindeki Triyanda tarafından Etyen tepesi civarına asker çıkararak faaliyete geçen Mesih Paşa, çıkarmaya engel olmak isteyen şövalyelerin taarruzlarını püskürtüp ağırlıkları karaya çıkardı.
Mesih Paşa önce denizden, sonra da karaya çıkardığı askerlerle Rodos kalesine karşı yaptığı müteaddit taarruzlar sonunda kaleyi iyice yıprattı. 28 Temmuz 1480’de yahûdî mahallesi tarafından başlattığı büyük taarruzda ise, surlardan açılan büyük gediklerden içeri giren askerler, bâzı burçlara bayrak dikmeye muvaffak oldular. Fakat kalenin elden gitmekte olduğunu gören şövalyeler, son bir gayretle kaleye giren askeri geri püskürttü.
Bir süre daha kuşatmaya devam eden Mesih Paşa, bir çok askerin telef olması ve kış aylarının yaklaşması sebebiyle kuşatmayı kaldırıp İstanbul’a döndü.
Rodos’a karşı yapılan bu harekâtdan bir sene sonra Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vefât etmesi ve ikinci Bâyezîd Han’a karşı taht kavgasına girip, yenilen şehzâde Cem’in Karamanoğlu Kasım Bey’in tavsiyesiyle Rodos’a sığınması, Rodos şövalyelerini büyük bir tehlikeden kurtardı. Memleket içinde karışıklık çıkmasını istemeyen sultan Bâyezîd-i Velî bu durumda Rodos şövalyelerine harp açamadığı gibi, Cem Sultan’ın kendisine karşı teşebbüse geçmesine meydan vermemek şartı ile şövalyelere her yıl büyük mikdarda para ödemeyi kabul etti.
Bâyezîd Han’dan sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır’ı fethetmesiyle Rodos’un önemi daha da arttı. Anadolu’dan Mısır’a giden deniz yollarının emniyetinin tam olarak te’min edilmesi artık kat’î bir zaruret hâlini almıştı. Yavuz Selîm Han bu maksatla hazırlıklara girişilmesini emretti. Ömrünün vefâ etmemesi yüzünden, Rodos’un fethi oğlu Kânûnî Sultan Süleymân Han’a kaldı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han tahta geçtiğinde Canberdi Gazâlî isyânı ortaya çıkmış, Rodos şövalyeleri de bu âsî beylerbeyini top, silâh ve topçu mütehassısları göndermek suretiyle desteklemişlerdi. Bu isyânı bastırdıktan sonra 1521’de Avrupa’nın en müstahkem kalelerinden biri olan Belgrad’ı fethedip Macaristan’a büyük bir darbe vuran Kânûnî Sultan Süleymân Han, bu seferinden dönüşünde hemen hepsi kendi iç işleri ve siyâsî bir takım hâdiselerle uğraşan Avrupa devletlerinin durumundan istifâde ederek Rodos’u fethetmeye karar verdi. Ada fethedilirse, Anadolu-Sûriye-Mısır deniz yolu emniyeti ve hacıların güvenliği sağlanacak, Rodosluların sık sık Anadolu kıyılarında yaptıkları vurgunlarla müslümanlara zulümleri önlenecek, müslüman esirler kurtarılacak ve Akdeniz’in stratejik bir mevkiinde Osmanlı donanmasının barınabileceği bir üsse sâhib olunacaktı.
Kânûnî’nin bu niyetini öğrenen yeni üstâd-ı âzam Philippe Villiers de L’isle-Adam, şehir dışında bulunan ve çeşitli milletlerden toplanmış hıristiyanlığın en namlı askerleri olan şövalyelerinin en kısa zamanda Rodos’a dönmesini istemiş, kendilerine bir kaç yıl yetecek kadar yiyecek stoku yapmıştı. Ayrıca o devirde dünyânın en müstahkem kalesi kabul edilen surlarına da güveniyordu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Rodos seferine karar verdikten sonra kış mevsimini hazırlıkla geçirdi. Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa tersanede yeni gemiler inşâ ettirdiği gibi, mevcûdları da tamir ettirdi ve uzun bir muhasaraya yetecek kadar harp levâzımâtı hazırladı.
Seferin serdârlığına ikinci vezir Mustafa Paşa tâyin edildi. 300 harb ve 400 nakliye gemisinden meydana gelen donanmanın sevk ve idaresi ise, Barbaros Hayreddîn Paşa’nın yanında yetişen meşhur amiral Kurdoğlu Muslihiddîn Reis’e verildi. 4 Haziran 1522’de İstanbul’dan donanmayla harekete geçen Mustafa Paşa, 24 Haziran’da Rodos’a geldi. Kânûnî Sultan Süleymân ise 16 Haziran’da kapıkulu ve sefere me’mûr olan eyâlet askerleriyle birlikte İstanbul’dan kara yoluyla harekete geçti.
Mustafa Paşa Rodos’a gelince gemi kaptanlarıyla ve bilhassa donanmanın idaresinden sorumlu olan Kurdoğlu Muslihiddîn Reis’le görüşerek, adanın yardımına gelmesi muhtemel Avrupa gemilerine karşı limanın îcâbeden yerlerine muhafaza gemileri koyduktan sonra, öküz burnu mevkiinden karaya asker çıkarmaya başladı. Çıkarma harekâtı muntazam ve hiç bir tehlikeye mâruz kalmadan yapıldı. Rodos şehrinin etrafına metrisler kazılıp getirilen büyük muhasaratopları buralara yerleştirildi. Pâdişâh’ın gelişine kadar geçen bir ay zarfında şehrin etrafında Osmanlı ordusunun iaşe, barınma ve her türlü istirahat ve hücum hareketlerini te’min edecek bütün vâsıtalar ve tedbirler alındı. Şehrin etrafındaki köy halkından alınan her şeyin parası ödeniyor, herhangi bir haksızlığa meydan verilmiyordu. Esasen adanın Ortodoks rum halkı, katolik şövalyelerden nefret ederlerdi. Yüzyıllardır şövalyelerin zulüm ve tazyikinden bıkıp usanan halk, Osmanlı ordusunu sevinçle karşılamış ve bir kurtarıcı gibi görmüştü.
Kânûnî Sultan Süleymân Han büyük kara ordusuyla Rodos’a gelişine kadar geçen bir aylık zamanda, Rodos şövalyeleri de geceli gündüzlü çalışarak müdâfaa tertibatını kuvvetlendirmişlerdi. Şövalyelerin üstâd-ı azamı Williers de L’isle-Adam, Osmanlı ordusunu müşkül durumda bırakmak için bir çok köyleri ateşe vermiş, kale dışındaki bütün binaları yıkmış, kalenin yedi mevkiinden her birini Sekiz Lisan şövalyelerine yâni Fransız, Alman, İngiliz, İspanyol, Portekiz, İtalya, Overn ve Provans şövalyelerine vermişdi. Kendisi de Galipler kapısı denilen mevkiin müdâfaasını üzerine aldı.
Her iki taraf hazırlıklarını sürdürürken Kânûnî Sultan Süleymân Han 1 Temmuz 1522’de Kütahya’ya geldi. Anadolu beylerbeyi Kâsım Paşa, Rumeli beylerbeyi Ayas Paşa, yeniçeri ağası Bâli Ağa ve Azablar ağası Ali Bey de Pâdişâh’ın kuvvetlerine katıldılar. Kânûnî 4 Temmuz’da buradan hareket ederken, Rodos’un İstanbul’dayken yaptığı teslim teklifini reddettiği ve Kara Mahmûd Reis’in Rodos’un yakınında, müstahkem, küçük bir ada olan Herke’yi zaptettiği haberlerini aldı. Buradan hareketle 26 Temmuz’da Marmaris’e gelen Kânûnî Sultan Süleymân Han 28 Temmuz’da beraberindeki yüz bin kişilik ordu ve bütün ağırlıklarıyla Rodos’a geçti. Geçer geçmez şövalyelere, teslim olurlarsa mal ve canlarına dokunulmayacağını, lüzumsuz yere kan dökülmesine sebebiyet verilmemesini teklif etti. Teklifin şövalyeler tarafından reddi üzerine, Ağustos’un birinci günü kale dövülmeye başlandı.
Bütün Ağustos ayı karşılıklı top ateşi ve yine karşılıklı lağım açmakla geçti. Açılan top ateşiyle kalede mühim tahribat yapılmasına rağmen, bu tahribat kısa zamanda düşman tarafından kapatılıyordu. Türk lağımcılarının devamlı Rodos burçlarının altına açtıkları lağımlar, Avrupa’nın en meşhur mühendisi olup şövalyelere yardıma gelen Gariele Martinengo’nun mukabil lağımlarıyla karşılaşıyor ve yer altında korkunç boğuşmalar oluyordu.
Bu sırada 4 Eylül günü İleki adasının da Kara Mahmûd Reis tarafından zaptı haberi geldi. Kahraman reis, kendisi de ön saflarda çarpışırken şehîd olmuş fakat ada ele geçirilmişti. 6 Eylül’de ise Rodos’un kuzeybatısında bulunan İncirli adası teslim oldu. Bu zafer haberlerinin arkasından Mısır beylerbeyi Hayıbay’ın 24 harb gemisi ile mühim mikdârda yardımcı kuvvet göndermesi askerin şevkini iyice arttırdı. Bir müddet sonra Hayıbay vefât edince Mısır beylerbeyliğine tâyin edilen Mustafa Paşa’nın yerine Ahmed Paşa serdâr oldu.
Bu günlerde Rodos kalesinin İngiliz burcunun güney kısmı başarılı bir Türk lağımı ile havaya uçuruldu. Açılan gedikten giren Türk kahramanları yedi şövalye bayrağı ele geçirdiler. Bu bölgede meydana gelen şiddetli çarpışmalarda düşmana büyük zâyiât verdirildi. Şövalyelerin topçu generali ile üstâd-ı âzamın alemdarı da ölüler arasındaydı. Eylül’ün on ikisinde yapılan bir hücumda bu burca beş zafer bayrağı dikildi. 24 Eylül’de yapılan umûmî hücumda yeniçeri ağası Bâli Ağa İspanyol burcuna girip Türk bayrağını burcun tepesine diktiyse de netîce alınamadı.
10 Aralık’a kadar şiddetli top atışları, lağımlar ve sık sık tekrarlanan umûmî hücumlarla kaleyi iyice yıpratan Kânûnî Sultan Süleymân Han, şövalyelerin üstâd-ı âzamına haber göndererek üç gün içinde kalenin teslimini istedi. Üstâd-ı âzam, böyle mühim bir mes’eleye karar verebilmek için daha uzun bir mühlet istedi. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın buna cevâbı müthiş oldu. Top atışları arttırılıp, muhasara daha da şiddetlendirilerek hücumlar sıklaştırıldı. 18 Aralık’ta yapılan bir umûmî hücumda şövalyeler şehir içindeki istihkâm ve hendeklerin arkasına çekilmeye mecbur kaldılar ve artık mukavemet etmenin imkânsızlığını da anladıklarından kaleyi teslim etmeyi kabul ettiler (20 Aralık 1522).
Teslim şartları arasında; şövalyelerin eşya ve top dışındaki silâhlarını alıp, on gün içinde Rodos’dan ayrılmaları, bu günler zarfında şehirdeki istihkâmların 4.000 yeniçeri tarafından emniyete alınması ve asıl kuvvetlerin iki kilometre mesafede beklemesi, şövalyelerin kumandanı ile beraber önemli elli kişinin bu süre zarfında rehîne olarak Osmanlı karargâhına gelmeleri, adada Türk hâkimiyeti kurulduktan sonra din ve mezheb serbestliğinin korunması, halkın beş yıl müddetle vergiden muaf tutulması gibi, Osmanlıların âlicenaplığını gösteren şartlar vardı. Kalenin boşaltma işlemleri esnasında Kanunî tarafından kabul edilen üstâd-ı âzam Villiers de L’isle-Adam Pâdişâh’ın elini öpmekle şereflendi. Kalenin boşaltma işlemlerinden sonra gemisine binip gitti. Rodos kalesi ile beraber on iki adanın tamâmı ve şövalyelere âid olan Bodrum da Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Osmanlı Devleti’ne 20.000’den fazla şehide mâl olan bu fetihten sonra, Kânûnî Sultan Süleymân Han 29 Aralık’da şehre girip kaleyi gezdi. 2 Ocak Cuma günü ise, câmiye çevrilen Saint Jean kilisesinde Cuma namazını kıldı. Nâmına okunan hutbeyi dinledi. Aynı gün adadan ayrılıp Marmaris’e geçti.
3 Ocak günü Aydın, Midilli, Karasi, Menteşe, Saruhan sancakbeylerine, Anadolu beylerbeyi Kâsım Paşa’nın nezâretinde Rodos’daki inşâat, îmâr ve iskân işleri bitinceye kadar adada kalmalarını emredip, İstanbul’a döndü. Rodos’a derhâl Türk göçmenleri yerleştirilmeye başlandı. Ada bir sancak merkezi yapılıp Cezâyir-i bahr-i sefîd eyâletine bağlandı. İlk sancakbeyi olarak Midilli bahriye sancakbeyi Mehmed Bey tâyin edildi. Bundan sonra bir çok câmi, imâret, mektep, medrese ve yol yapılıp ada îmâr edildi.
1671 yılında hac yolculuğuna çıktığında Rodos’a uğrayan Evliyâ Çelebi; şehrin içinde 18 müslüman-Türk, 4 rum ve 2 de yahûdî mahallesi olduğunu ve altı tanesinde Cuma namazı kılınan 36 adet câmi bulunduğunu kaydetmektedir. Bu câmilerin en meşhurları; Şadırvan Câmii, Ali Hilmi Paşa Câmii, Murâd Reis Câmii, Ağa Câmii, Hamza Bey Câmii, İbrâhim Paşa Câmii, Receb Paşa Câmii, Süleymâniye Câmii (Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından yaptırılmıştır) ve Sultan Mustafa Câmii’dir (Üçüncü Mustafa Han tarafından yaptırılmıştır). Rodos şehri dışında adadaki köylerde de Türk devrine âid câmiler bulunmaktadır. Câmiler dışında Rodos’da bugün de kullanılmakta olan hamam ve her mahallede muhtelif yerlere serpiştirilmiş çeşmeler önemli yer tutmaktadır.
Rodos adasında Osmanlı hâkimiyeti 390 sene sürdü. Bu müddet içinde Rodos mühim hâdiselere sahne olmadı. Fetihten on altı sene sonra Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Kerpe ve Kaşot adaları zaptedildi. Girid’in fethi için yapılan uzun muhasara savaşlarında Rodos, Osmanlı donanması için kıymetli bir üs rolünü oynadı. 1799 senesi başlarında Mısır’daki Napolyon Bonaparte’a karşı sevkedilen Osmanlı donanması da Rodos’da toplanmıştı.
Rodos, 1912 yılında yapılan Trablusgarb harbi sırasında İtalyanlar tarafından 5 Mayıs’da On iki ada ve Meis adasıyla beraber işgal edildi. Aynı yılın Ekim ayında Osmanlı-İtalyan murahhas hey’etleri arasında imzalanan Ouchy muahedesiyle İtalyan hükümeti, adayı Osmanlı Devleti’ne vermeyi kabul etti. Fakat bu sırada çıkan Balkan harbi sebebiyle iade muameleleri yapılamadı. Balkan harbinde Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ve Yunanistan’ın da, İtalyanların işgal etmediği Sakız, Midilli, Limni vb. adaları işgal ve diğerleri üzerinde hak iddia etmesi üzerine işgal ettiği bu adalardan çekilmedi. Birinci Dünyâ savaşına Osmanlı Devleti’nin karşısında harbe katılan Yunanistan ve müttefiklerine adaların kendisine âid olduğunu kabul ettirdi. Türkiye de Lozan andlaşmayısla bu adalardaki haklarından vazgeçti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 75
2) Rodos’un Fethi (Genelkurmay Basımevi, Ankara-1979)
3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-6, sh. 23
4) Büyük Türkiye târihi; cild-3, sh. 335
5) Fâtih Sultan Mehmed’in Siyâsî ve Askerî Faaliyetleri; sh. 239
6) Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 5, 313
7) Hayat Târih Mecmuası; 1967/2, sayı-8, sh. 28
8) Tuhfet-ül-kibâr

MÜDERRİS


Medrese veya câmide talebeye ders okutan hoca. Arapça bir kelime olup tedris mastarından ism-i faildir. Müderrisler devrin mektep ve medreselerinde tahsîlini tamamlayıp, icazet (diploma), mülâzemet (bekleme süresi) ve berât aldıktan sonra müderrislik makamına tâyin edilirlerdi. Müderris tâbiri onuncu yüzyıldan sonra yaygınlaştı. Medreselerde ders veren müderrise Dersiam da denirdi.
Kur’ân-ı kerîmin öğretilmesi, İslâm eğitimi ve öğretimi bakımından ilk sırayı teşkil eder. Kur’ân-ı kerîmi ilk öğreten Peygamber efendimiz olduğuna göre, İslâm târihinde ilk muallim ve müderris de, Allahü teâlânın âlemlere hidâyet rehberi olarak gönderdiği bu son Peygamberdir.
Din ilimlerinin eğitim ve öğretimi dört halîfe ve sonraki devirlerde de bütün canlılığıyla devam etti. Âlimler, sâlihler ve velîler, câmilerde ve onların etrafında teşekkül eden müesseselerde (medrese, dâr-ül-hadîs, dâr-ül-kurrâ, dâr-üt-tıb) ders okuttular.
Müslüman Türk devletleri (Karahanlılar, Selçuklular, Türkiye Selçukluları ve bilhassa Osmanlılar) din ve fen bilgilerinin tahsil edildiği müesseselere ve buralarda ders okutan müderrislerin seçimine büyük önem verdiler.
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi ve diğer Osmanlı sultanları, devletin idarî ve askerî sahada muvaffak olabilmesi için; îmân, ilim, fen ve teknikte ileri bir seviyede olmanın lüzumunu kavradıklarından, günün imkânları nisbetinde askerî teşkîlâtlar, medreseler, câmiler, zâviyeler gibi ilmî teşkîlâtlar kurup geliştirmeye başladılar. Buralarda yetişen âlimler devlet teşkilâtının kurulmasında ve dolayısıyla İslâm medeniyetinin yayılmasında büyük hizmetlerde bulundular.
Osmanlı Devleti’nin ilk yıllarındaki âlimler ve müderrisler daha ziyâde Türkiye Selçukluları ve civar Türk beyliklerinde yetişerek Osmanlı beyliğine intikâl etmişlerdi. Devletin genişleyip büyümesiyle ilim adamları yetişmeye başladı. Gün geldi, Osmanlı medreselerinde yetişen Kâdızâde-i Rûmî ve başka bâzı âlimler ders vermek üzere başka İslâm memleketlerine gittiler. Bu hususta Fransız tarihçisi Lamartin, sultan birinci Murâd Han devrinden bahsederken: “Sultan birinci Murâd Han devrinde yetişen matematikçiler, fen âlimleri ve şâirler, Bursa’da doğup gelişen ilim ve edebiyatı İran’a, Orta Asya’ya kadar götürüyorlardı. Bursa kâdılarından birinin oğlu olan Kâdızâde-i Rûmî, Semerkand’a geometri öğretmeye gittiğinde, dersleri o kadar ilgi çekici oluyordu ki, ders verdiği saatlerde bütün şehrin kürsileri boşalıyor, hattâ müderrisler bile gelip talebesi oluyorlardı. Yine Bursalı âlimlerden Cemâleddîn Efendi, Arap lügatini ezbere biliyordu ve vazîfesi, sultan Murâd’ın medreselerinde dil öğretmekti.”
Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve gelişme yıllarında hizmet veren ilk müderris ve ilim adamlarından bâzıları şunlardır: Dursun Fakîh, Karacahisar’da Osman Gâzi adına ilk Cuma hutbesini okuyan zât olup, ilk Osmanlı kâdısı (hâkimi) idi. Dâvûd-ı Kayseri, Orhan Gâzi’nin İznik’te manastırdan çevrilen ilk medreseye ilk tâyin ettiği müderristi. Şeyh Tâcüddîn Kürdî, Dâvûd-ı Kayserî’nin yerine müderris tâyin oldu. Alâüddîn-i Esved, İznik Medresesi’nin bir diğer müderrisi idi. Sinânüddîn el-Fakîh, Orhan Gâzi zamanında Bursa’ya ilk tâyin edilen zât idi. Kara Halîl (Çandarlı), Kâdızâde-i Rûmî’nin babası Koca Efendi ve Kâdızâde-i Rûmî, Osmanlı Devleti’nin ilk müderrisleri idi (Bkz. Kâdızâde-i Rûmî). Molla Fenârî’yi (r. aleyh) yetiştiren Şeyh Cemâleddîn Aksarâyî de, Murâd-ı Hüdâvendigâr devri âlimlerinden olup, Aksaray Zincirli Medresesi müderrisi idi. İbn-i Melek İzzüddîn Abdüllatîf, Tire Medresesi’nde müderris idi. Yıldırım Bâyezîd bu bölgeyi kendisine bağlayınca ona iltifat edip, aynı vazîfede bıraktı. İlk Osmanlı şeyhülislâmı Molla Şemseddîn Fenârî Bursa kâdılığında bulunmuş ve elli yıl kadar da tâlim ve tedrisle (müderrislikle) meşgul olmuştur. Yüzden fazla eseri olup, özellikle mantık kitabı asırlarca medreselerde ders kitabı olarak okutulmuştur.
Osmanlılarda tek dershaneli medreselerde bir, Sahn-ı semân ve Süleymâniye medreseleri gibi birden fazla dershanesi olan medreselerin her dershanesi için birer müderris bulunurdu.
Medreselerde bütün talebenin ortak ders yapabileceği umûmî ve büyük bir dershane ve onun etrafında dizilen odalar vardı. Her talebenin ayrı odası olurdu. Müderrisler umûmî mevzuları ortadaki büyük dershanede anlatır; daha sonra her talebe odasına çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Müderrisler okuttukları derslerden herhangi bir konu üzerinde talebelerine münazara yaptırırlar, sonunda iki taraf arasında hâkem olup görüşlerini söylerlerdi. Dânişmendler arasından seçilen muîdler (yardımcılar, doçent veya asistanlar) hem müderrisin dersini tekrarlar hem de dânişmendlerîn disiplini ile meşgul olurlardı. Sahn-ı semân muîdleri, ayrıca tetimme medreselerinde talebelere ders verirlerdi.
Muîdler ellili medreselerden aşağı seviyelerdeki medreselere tâyin ile getirilirlerdi. Dânişmendler arasında muîd olabilecek vasıfta bulunanların seçimi müderrisler tarafından yapılmakta olup, en az iki sene muîdlikte kalınmakta idi. Muîdlik, Osmanlılarda 1908 İnkılâbından sonra Sultanîlerde de aynı vazîfeyi görmek için ihdas edilmişse de sonradan kaldırılmıştır.
Danişmendliğin son kademelerinde muîdlikten sonra sıkı bir imtihandan geçen talebelere icazetname ve temessük denilen diploma verilirdi. Bunlarda umûmîyetle talebenin okuduğu dersler ve hocalar yazılır, sonra da icazetnameyi veren hocanın adı kaydedilir ve onun da hocalarının silsilesi sayılarak meşhur bir âlime kadar uzanırdı.
Henüz muîdliğe çıkamamış talebelerin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra diğer bir hocaya (müderrise) devam edebilmeleri için ellerinde temessük (o dersi bitirdiğine dâir belge) bulunması şarttı.
Osmanlı medrese teşkilâtında Hâriç ve Dâhil medreselerindeki dersleri gören talebe, Fâtih ve Süleymâniye medreseleri seviyelerinde tedristen sonra me’zun olur ve Anadolu’da vazife alacaksa, Anadolu kazaskerinin; Rumeli’de vazîfe alacaksa Rumeli kazaskerinin muayyen günlerdeki meclislerine devam ederek, matlab denilen deftere (rûznâmeye) mülâzim kaydedilir.
Sırası geldiğinde en aşağı derecedeki Hâşiye-i Tecrîd (yirmili) medreselerinden birine günlük 20 akçe ile tâyin edilerek müderrisliğe geçerdi. Böylece mülâzemetten sonraki normal muameleye göre yirmili bir medreseye tâyin olan müderris, sıra ile Terakkî ederek, otuzlu, kırklı, ellili, altmışlı ve daha yüksek payelere çıkabilirdi. Osmanlı medreselerinin yirmili, otuzlu, kırklı, ellili vb. isimlerle anılması, müderrislerin aldığı yevmiyelere göre idi (Bkz. Medreseler).
Müderrislerin medreselerde kalış müddetleri on yedinci yüzyıla kadar üç yıl olarak görülmektedir. Bu zamandan sonra bütün ilmiye sınıfı ile beraber müderrislerin de daha az zamanda terakkî ederek paye kazandıkları anlaşılmaktadır. Bir müderris, bulunduğu seviyeden üst payedeki bir medreseye terakkî ederken, şâyet boş (münhal) bir medrese mevcut ve başka istekli de yoksa, hemen tâyin edilirdi. Birden fazla istekli bulunması hâlinde aralarında imtihan yapılırdı. Rumeli ve Anadolu kazaskerleri huzurunda ve genellikle Zeyrek, Ayasofya ve Vefâ câmilerinde yapılan imtihanlar sözlü ve yazılı olmak üzere iki şekilde olurdu. Yazılı imtihan için müderrislere bir mes’ele üzerinde risale (tez) yazdırılırdı. Mülakatta ise, hem hazırladığı risaleden ve hem de muteber bir fıkıh kitabı olan Hidâye’nin bölümlerinden okutulup sorulur, kim üstün gelirse, münhal medrese ona tevcih edilirdi. İmtihanda muvaffak olamayanlar başka bir yerin açılmasını ve ikinci bir imtihanı beklerdi.
Bütün müderrislerin tâyinleri önceleri kazaskerlerin pâdişâha arz etmeleriyle yapılırdı. On altıncı asır ortalarından itibaren Hâşiye-i Tecrîd, miftah ve kırklı medreselerin müderrislerinin kazaskerler ve daha yukarı medreselerin müderrislerinin tâyinleri, şeyhülislâmın sadrâzam vasıtasıyla inhası üzerine olmuştur.
Hiç bir müderris vakıf şartlarına aykırı olarak medreseye tâyin edilemezdi. Ayrıca vakfiyede müderrise yevmiye olarak kaç akçe tesbit edilmişse ondan aşağı yevmiye verilemezdi. Ancak medresenin payesi yükseltilerek müderrise daha yüksek bir yevmiye verilebilirdi. Bu durumda yükselen yevmiye, vakfın geliri müsâidse ondan, değilse başka vakıfların fazlalıklarından veya devlet hazînesinden verilirdi.
Müderrislerin azledilmeleri, haklılığı kabul edilen sebeblere dayanılarak, tâyini arzeden makamın teklifi ve tâyin eden makamın tasdiki ile olurdu. Müderrislerin meşru özür olmaksızın zaviyeyi terketmek, âmirlere karşı çirkin davranmak ve edebe uymayan sözler söylemek, muîdlik ve mülâzimliği bir ticâret metâı hâline getirmek gibi hâlleri azil sebebi sayılıyordu. Müderrisler, almakta oldukları son akçe üzerinden tekaüde (emekli) ayrılırlardı.
Osmanlı Devleti’nde başta pâdişâh ve devlet adamları, ilim sahiplerine (âlimlere, sâlihlere, velîlere) karşı büyük bir saygı ve hürmet duyuyordu. Çünkü âlimler Kur’ân-ı kerîmde ve Hadîs-i şerîflerde medh ü sena edilmişlerdi. Bu saygı ve anlayış devam ettiği müddetçe, devlet ve millet gelişip güçlendi, yükselmeye devam etti. İlim adamları da âlimliğin şeref ve haysiyetini ayağa düşürecek hareketlerden sakındılar ve devlet adamlarına gereğinden fazla ve yersiz iltifatlarda bulunmadılar. Ancak vazifeleri îcâbı ihtiyâç kadar onlarla birlikte oldular. Diğer zamanlarda onlardan uzak durmayı ve ilimle meşgul olmayı tercih ettiler.
Medrese ve müderrisler, insanı dünyânın esîri yapmadan onun fâtihi ve sahibi yapma vazîfesini gördüler. Osmanlıda bu temeller üzerinde din ve devlet adamlarının en mükemmel bir şekilde yetiştirilmesi ana gaye oldu. Ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programlardan daha mükemmel bir metod geliştirerek tatbik etti. Bugünkü modern pedegojinin de tavsiye ettiği bir tarzda, sınıf geçme yerine ders geçme yolunun seçilerek, me’zuniyeti yıllara değil, kabiliyet ve çalışkanlığa bağladı. Dolayısıyla medreselerde okuma süresi hoca (müderris) ve talebelerinin gayretine bağlı olarak uzayıp kısaldı. Zekî ve çalışkan bir talebe, tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda me’zun olmuş, ancak devlet me’muru olabilmesi için, belli bir yaş aranmıştır. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmemiştir. Bu durum, derslerin tekrarlarla karşılıklı soru ve cevaplarla daha iyi anlaşılma imkânını hazırlamış ve talebeye ufuklar açmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Cevdet; cild-1, sh. 110
2) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı; sh. 55
3) Osmanlı Medreseleri; sh. 26
4) İlk Osmanlı Medreseleri; sh. 17
5) Târih-ut-terbiyyet-il-islâmiyye (A. Çelebi, Beyrut-1954)
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 354
8) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri; cild-2, sh. 598
9) Fâtih Külliyesi ve Zamanı İlim Hayâtı; sh. 80 v.d.

DÖRDÜNCÜ MUSTAFA HAN


Babası.................... : Birinci Abdülhamîd Han
Annesi.................... : Âişe Sîneperver Vâlide Sultan
Doğumu.................. : 11 Eylül 1779
Vefâtı...................... : 15/16 Kasım 1808
Tahta Geçişi............ : 29 Mayıs 1807
Saltanat Müddeti..... : 1 sene 2 ay 94
Halîfelik Sırası......... : 94
Osmanlı sultanlarının yirmi dokuzuncusu ve İslâm halîfelerinin doksan dördüncüsü. Sultan birinci Abdülhamîd Han’ın oğlu olup, 8 Eylül 1779 târihinde Aişe Sîneperver Vâlide Sultan’dan doğdu. Doğum merasiminde üç gün top şenliği yapıldı. Şehzâdeliğinde yüksek din ve fen bilgileri öğretilerek yetiştirildi. Amcası sultan Selîm Han’ın ıslâhat fikirlerine karşı çıkan bâzı devlet adamları yeniçerileri tahrik ettiler. Rumeli kavağında Kabakçı Mustafa’nın sevk ve idaresinde ayaklanan yamaklar, sultan üçüncü Selîm Han’ı tahttan indirerek şehzâde Mustafa’yı 29 Mayıs 1807’de sultan îlân ettiler.
Sultan dördüncü Mustafa’yı tahta çıkaran âsîler, işi çığırından çıkararak halkın mallarını yağmaladılar. İsyanın teşvikçisi Köse Mûsâ Paşa, sultan üçüncü Selim tarafdarlarını birer birer ortadan kaldırdı. Kabakçı Mustafa isyânına katılan âsîler, dördüncü Mustafa Han’dan korktuklarından, isyâncıların ele başıları hayatlarından emin olmak için 31 Mayıs’da ulemâya birer hüccet hazırlatarak, Pâdişâh’a imzâlattılar. İstanbul’daki isyân, Rus cephesindeki ordunun disiplinini bozdu. Orduda bulunan sultan Selîm tarafdârları Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa’nın yanına sığındı. Bu hâdiseler üzerine sadrâzam Hilmi Paşa azledilerek, Çelebi Mustafa Paşa sadârete getirildi. İsyân tarafdârlarının orduda işi çığırından çıkarmaları üzerine, Alemdâr Mustafa Paşa, beş bin kişilik bir kuvvetle ordu-yı hümâyûnun bulunduğu Silistre’ye giderek, ordunun intizâmını sağladı. Daha sonra tekrar Rusçuk’a döndü. Ordunun bu durumundan faydalanan Ruslar, bâzı kaleleri ele geçirdiler ise de, bu sırada savaş halinde bulunduktan Fransa imparatoru Napoleon karşısında zor duruma düşünce, Osmanlı Devleti ile 20 Ağustos 1807’de sekiz aylık bir mütâreke imzaladı. Bu mütârekeye göre, Rusya otuz beş gün içinde Eflâk, Boğdan ve diğer zaptettiği yerleri tahliye edip çekilerek, bir anlaşma imzalanana kadar Osmanlı orduları bu topraklara girmeyecekti.
İstanbul’da isyâncılar baskınlarını gün geçtikçe artırıyordu. Yeniçeriler söz vermelerine rağmen her işe karışıyordu. Hâdiseleri dikkatle tâkib eden sultan Mustafa Han, âsîlerin bir kısmını çeşitli bahane ve vazifelerle saraydan uzaklaştırdı. Âsîleri bütünüyle ortadan kaldırmanın çârelerini aradı. Diğer taraftan Rusçuk yârânı Alemdâr Mustafa Paşa’nın yanına giden üçüncü Selîm Han’ın tarafdârları, onu, sadrâzamlığı ele alması için teşvik ediyorlardı. Alemdâr Mustafa Paşa, bu nâzik işi yapabilmek için sultan dördüncü Mustafa’nın ve sadrâzamın îtimâdlarını kazanmaya çalıştı. Bu gaye ile Refik Efendi’yi İstanbul’a, Behiç Efendi’yi de Edirne’ye sadrâzamın yanına gönderdi. Bunların vazîfesi, Alemdâr Mustafa Paşa’nın Kabakçı Mustafa’yı cezalandırmaktan başka niyeti olmadığına ilgilileri inandırmaktı. Bunlar bu görevlerini başarı ile yaptılar. Bu sırada kapdân-ı derya Seyyid Ali Paşa da Alemdâr’ın tarafına geçmişti.
Sadrâzamla arasının düzelmesi üzerine Alemdâr Mustafa Paşa sefer işlerini görüşmek için Edirne’ye çağrıldı. Yapılan görüşmeler neticesinde ordunun İstanbul’a dönüp, eksikliklerinin tamamlanması kararlaştıranca, Edirne’den ayrılan sadrâzama, Alemdâr Mustafa Paşa 16.000 kişilik sâdık askeriyle yoldaşlık etti. Ordu İstanbul’a girmeden önce, Pınarhisar âyânı Hacı Ali Ağa, Alemdâr’ın emri ile Boğaz nâzırlığı yapmakta olan Kabakçı Mustafa’yı öldürerek kafasını sadrâzama yolladı. Kabakçı’nın öldürülmesi, saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük telâşa sebeb oldu. Sultan dördüncü Mustafa Han, 19 Temmuz 1808’de devlet ricali ile birlikte seferden dönen sancak-ı şerifi, İncili-Dâvûdpaşa arasında karşıladı. Aynı gün Alemdâr İstanbul’a girdi. Yamaklar korkularından kaçacak delik aradılar. Kısa zamanda İstanbul süt liman oldu. Zorbalar ortadan kaldırılmaya, fesatçılar sürülmeye başlandı. Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, Alemdâr Mustafa Paşa’nın çalışmalarından memnun, fakat artan nüfuzundan tedirgin idi. Bu yüzden geriye dönmesini istedi. Alemdâr Mustafa Paşa da bunun üzerine 28 Temmuz günü on beş binden fazla askeri ile Bâb-ı âlîyi bastı. Sadrâzamın mührünü alarak kendisini ordugâhına gönderdi. Sultan Selîm’i tahta çıkarmak için saraya gitti. Bu esnada zorbaların baskısı ile sultan dördüncü Mustafa, üçüncü Selîm ve şehzâde Mahmûd’un öldürülmesi için ferman çıkarttı ve tahttan çekilmek istemediğini Alemdâr’a bildirdi. Bunun üzerine Alemdâr, zor kullanmaya karar verdi. Saray kapısı kırılmaya başlandı.
Zorbalar, harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm’e alçakça saldırdılar. Sultan Selîm, Nizâm-ı Cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada da yalnız kaldı. Hançer darbeleriyle son nefesini veren üçüncü Selîm’in vücûdunu Alemdâr’ın kırdırdığı kapının önüne bıraktılar. Kapı açılınca Sultan’ın cesedi ile karşılaşan Alemdâr çük üzüldü. Hizmetkârlarının yardımı ile hayâtını kurtaran şehzâde Mahmûd’u pâdişâh îlân etti. Alemdâr, ulemâ, devlet ricali ve ocak ağaları, sultan İkinci Mahmûd’a bîat ettiler. Dördüncü Mustafa Han, Topkapı Sarayı’na yerleştirildi.
Dördüncü Mustafa Han 14-15 Kasım gecesi meydana gelen Alemdâr Mustafa Paşa vak’ası sırasında yeniçerilerin saraya saldırmaları ve kendisini tekrar başa geçirmeye teşebbüs etmeleri olayı ile ilgili görüldüğünden şeyhülislâmın verdiği fetva gereğince öldürüldü. Dördüncü Mustafa Han, zekî ve tedbirli olmasına rağmen, üçüncü Selîm Han’ın başlatmış olduğu îmâr ve ıslâhatlara karşı olan devlet adamlarının te’sirinde kalmıştır. Nitekim bu sebeple onu tahta çıkaran zorbaların hakkından gelemedi. Keselerini doldurmak ve her biri bir mansıp kapmak isteyen zorbalar, devlet hazînesini yağmaladılar. Üçüncü Selîm’in Rusya seferine gönderdiği ordu başarılı neticeler alırken, Kabakçı isyânı ile Nizâm-ı cedîd tarafdârlarının öldürülmeye başlanması, orduda ikilik çıkardı ve hezimete dönüştü. Netîcede ordudaki ikilik, Alemdâr’ın İstanbul’a gelmesi ve ikinci Mahmûd Han’ı tahta çıkarmasıyla son buldu.

Sultan Dördüncü Mustafa Han Devri Kronolojisi

31 Mayıs 1807 : Pâdişâhla Kabakçı Mustafa arasında muahede imzalanması.
18 Haziran 1807 : Sadrâzam İbrâhim Hilmi Paşa’nın azli ile Çelebi Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi.
25 Ağustos 1807 : Osmanlı-Rus mütârekesinin imzalanması.
28 Temmuz 1808 : Alemdâr Mustafa Paşa’nın sarayı basması, üçüncü Selîm’in şehîd edilmesi ve dördüncü Mustafa’nın tahttan indirilmesi.
15/16 Kasım : Dördüncü Mustafa Han’ın öldürülmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-4, sh. 88
2) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh 2818
3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 416
4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-11, sh. 174
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 334
6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4310
7) Târihi Cevdet; cild-8, sh. 203 v.d.
8) Târih-i Âsım; cild-2, sh. 47.

2 Haziran 2016 Perşembe

AGAH EFENDİ


İlk Türk gazetecisi. Yozgatlı Çapanoğlu Ömer Hulûsî Efendi’nin oğludur. 1832 senesinde İlk defa resmî olmayan Türk gazetesini çıkarmakla Türkiye’de gazeteciliğin kurucusu sayılan Yozgatlı Agâh Efendi, İstanbul’da doğdu. Beyoğlu Tıbbiye Mektebi’nin hazırlık sınıflarında yedi sene kadar öğrenim gördükten sonra, tahsîlini yarım bıraktı. O devirde hekimlik eğitimi Fransızca yapıldığından, bu dili öğrendi, öğrenimini yarım bıraktıktan sonra Bâb-ı âlî tercüme odasına girdi. 1853 senesinde Paris elçisi maiyyet kâtibi olarak Fransa’ya gitti. Sultan Abdülazîz’in tahta geçmesi ile geri dönen Agâh Efendi, karantina müdür muavini ve Rumeli ordusu baş tercümanı oldu. 1858 senesinde, Mostar’da mutasarrıf vekilliği, daha sonra da Hersek’te geçici meclis reisliği vazîfelerinde bulundu.
Agâh Efendi 1860 senesinde Tercümân-ı Ahvâl adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. Bu gazete, resmî olan Takvîm-i Vekâyî’den ve Churchill adlı bir İngiliz tarafından çıkarılan Cerîde-i Havadis’ten sonra üçüncü, fakat resmî olmaksızın bir Türk tarafından çıkarılan ilk Türkçe gazetedir. Gazetenin ilk yirmi dört nüshasında, İbrâhim Şinâsî’nin makaleleri yayınlandı. Agâh Efendi, ilk özel Türk gazetesinin sahibi olduğu için, Türkiye’de gazetecilik mesleğinin kurucusu sayılmaktadır. Gazetesi bir ara kapandı ise de 1866 yılına kadar yayınlandı.
Bu arada Agâh Efendi 1861 senesinde Postahâne-i âmire nâzırı oldu ve 1862’de Türkiye’nin ilk posta pullarını bastırdı. O zamana kadar posta harcı karşılığında damga vurulurdu. Kısa bir süre vapurlar nâzırlığı da yapan Agâh Efendi, daha sonîa Dîvân-ı muhasebat âzâlığına terfî etti. Masonların kontrolündeki Yeni Osmanlılar cemiyetine üye oldu. Bir süre sonra Dîvân-ı muhasebat âzâtığından azledildi. Azlinden on dört gün sonra, Âli Paşa kararnamesi üzerine Ali Suâvî ve bâzı arkadaşları ile Paris’e kaçtı. Kaçış esnasında yabancı sefaretlerin ve Mustafa Fâzıl Paşa’nın kâtibi Sakakini’nin maddî yardımını gördüler. Paris’te Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ile birlikte Muhbir, Londra’da da Hürriyet gazetesinde çalıştı. Çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşadıktan sonra, 1871’de Alî Paşa’nın ölümü üzerine İstanbul’a döndü.
İstanbul’a döndükten sonra Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesini hazırlayan hâdiselerden biri olan kandırılmış talebelerin sebeb olduğu talebe-i ulûm ayaklanmasının başında bulundu. İzmit mutasarrıflığı, daha sonra da Şûrâ-yı devlet üyeliği vazîfelerine tâyin edildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han tahta geçtikten sonra, 1877 senesinde önce Bursa, sonra Ankara’da ikâmete mecbur edildi. 1884 senesinde bâlâ rütbesi ile Rodos mutasarrıflığına tâyin edildi. Bir sene sonra ise, Atina’ya elçi gönderildi. 1885’de Atina’da ölen Agâh Efendi’nin cenazesi İstanbul’a getirilerek İkinci Mahmûd Han türbesi bahçesine defnedildi.
Her şeye kötümser bakan bu zât, olaylar karşısında kayıtsız görünürdü. Huzur ve sükûnu sevdiğinden, daha ziyâde Brüksel’de oturmuştur. Mensûb olduğu Yeni Osmanlılar teşkilâtının başkanı Mısırlı prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın İstanbul hükûmeti ile anlaşması üzerine söylediği şu sözler, Yeni Osmanlıların mâhiyeti bakımından dikkate değer: “Bunu çoktan bekliyordum. Çünkü dünyânın hiç bir tarafında, bir prensin ihtilâlci olduğu görülmemiştir. Olsa olsa fırka-i ihtilâliyyeyi maksadına hâdim eder.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Yeni Osmanlılar Târihi, (Ebüz-ziyâ Tevfik, İstanbul-1973); sh. 313
 2) Târih Sohbetleri (Cemâl Kutay); cild-2, sh. 110
 3) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; cild-2, sh. 826
 4) Tercümân-ı Ahvâl ve Agâh Efendi (Seruer İskit, Ankara-1937)