24 Ağustos 2016 Çarşamba

PRUT SEFERİ


1700 İstanbul andlaşması hilâfına, Osmanlı topraklarına giren Rusya’ya karşı 1711’de üçüncü Ahmed Han zamanında sadrâzam Baltacı Mehmed Paşa serdârlığında yapılan meşhur sefer. 1700 yılında Osmanlı Devleti ile andlaşma imzalayan Rusya, Azak denizinde ve Polonya’ya (Lehistan’a) âid olması gereken Ukrayna topraklarında serbest hareket etme imkânı bulmuş, Kırım hanlığını tehdîd eder hâle gelmişti. Sıcak denizlere inmek için çalışan ve genişleme siyâseti güden çar birinci Petro, Osmanlı Devleti’ne bağlı Kırım’da, Or Kapı’dan on iki saatlik mesafede Komenka adlı bir kale inşâ ettirdiği gibi, Samarak suyunun Özi’ye katıldığı yerde Yeni Kale, Azak kalesinin kırk mil berisine de Taygan Kalesini yaptırmıştı. Ayrıca, Ukrayna taraflarında Bender kalesine sekiz saat mesafede Raşkova kalesini, Yaş’ın karşısına İstekin kalesini inşâ ettirmiş, Hotin ve Kamaniçe kalelerine de külliyetli mikdârda Rus askeri yerleştirmişti. Rus çarlığının, Osmanlı Devleti’nin kuzey sınırları boyunca giriştiği bu askerî hazırlıklar, doğrudan doğruya devleti tehdîd etmekteydi.
Yine bu yıllarda İsveç kralı Demirbaş Şarl, Rusya içlerine dalıp Ukrayna’ya kadar inerek, Harkov’un güneybatısındaki Paltova’da çarın sayıca çok üstün ordusuyla karşılaştı ve giriştiği muhârebede büyük bir yenilgiye uğradı. Bu yenilgi yeni bir siyâsî gelişmeye yol açtı (1709). Bu muhârebede esir olmaktan zor kurtulan Demirbaş Şarl ve bir mikdâr askeri, memleketlerine dönüş yolları Ruslar tarafından kapatıldığı için, kendilerine yardım eden Ukrayna kazakları hatmanı Mazeppa’yla beraber, Dinyester’t geçip Osmanlı Devleti’ne iltica ettiler.
Bunu fırsat bilen Rus orduları, Demirbaş Şarl’ı tâkib etme bahanesiyle İstanbul andlaşması hilâfına Osmanlı topraklarına girdiler. Sınırdan kırk sekiz saatlik mesafeye kadar gelip, Aksu kıyısında, Boğdan-Çernoviç’de ve Kırım-Çekçeken geçidi taraflarını yağma edip geri çekildiler.
Rusların Osmanlı topraklarını yağmalaması, sultan üçüncü Ahmed Han’ı çok öfkelendirdi ve özür dilemeye gelen Rus elçisini huzurundan kovdu. Topladığı olağanüstü bir mecliste durumu müzâkere etti. Mecliste alınan karardan sonra, şeyhülislâm Paşmakcızâde Seyyid Ali Efendi’nin verdiği fetva ile Rusya’ya harb îlân edildi (20 Ekim 1711).
Bu karar üzerine Rusya’daki Osmanlı tüccarlarının memlekete selâmetle dönmeleri için Rus elçisi Tolstoy ve yetmiş kadar maiyyeti tevkif edilerek Yedikule’ye hapsedildi. Derhâl savaş hazırlıklarına başlanarak eyâletlere emirler gönderildi.
Sefer mevsimi gelinceye kadar Rusya’nın yıpratılması düşünülerek, kış aylarında Rusya içlerine akın hareketleri için Kırım hânına emir gönderildi. Bu emir üzerine, Devlet Giray Han komutasındaki Kırım kuvvetleri Ukrayna içlerine yayıldılar. 1711 yılının Ocak-Şubat aylarında yapılan ve Harkov’a kadar uzanan bu akın sonunda, otuz iki şehir tahrib edilip iki yüz kadar müstahkem mevki ele geçirildi. Baharın ilk aylarında da Bucak Tatarları ile Kalgay Mehmed Giray, İsveçli Orlik ve Kazak Potocki adlı voyvodalar ile Podolya üzerine ikinci bir akın yaptı. Rus seferi için serdâr-ı ekrem tâyin edilen sadrâzam Baltacı Mehmed Paşa ise, Ordu-yı hümâyûnla 9 Nisan’da Dâvudpaşa’dan hareketle, 21 Mayıs’da Edirne’ye ve 15 Haziran’da Isakçı köprüsüne vardı. Baltacı Mehmed Paşa 19 Haziran’da Kartal’da yeniçeri ağası Yûsuf Paşa, Kırım hanı Devlet Giray Han ve sadâret kethüdası Antalyalı Osman Ağa ile savaş plânı üzerinde müşavere etti. Bu toplantıdan sonra, Rusların Bender’e saldırmak ihtimâli göz önünde tutularak ordu-yı hümâyûnun Prut kıyısı boyunca kuzeye doğru ilerlemesive Rus ordusu ile karşılaştığı yerde savaşı kabul etmesi kararlaştırıldı. Devlet Giray Han, 20-30.000 Tatar askeriyle öncülerin başında, 10 Temmuz günü hareket etti. Asıl ordu da onu takiben plâna göre ilerliyordu. Bu şekilde yol alan ordu, 14 Temmuz’da Kekeçağzı’na, 18 Temmuz’da da Han tepesine dört saat mesafedeki Bahul menziline gelip buraya kondu.
Osmanlı Devleti savaş îlân ettiğinden beri Rusya da boş durmamış, Osmanlı sınırları içindeki hıristiyan tebeayı ayaklandırmak için tahriklere başlamıştı. Rusların Ortodoks olmaları ve Rus çarının da Ortodoks hıristiyanlarının hâmisi olduğunu îlân etmesi, Osmanlı Devleti’ne bağlı ve kendileri de Ortodoks olan Eflak ve Boğdan beylerini de Rusya’ya meylettirmişti. Nitekim Boğdan voyvodası Dimitri Kantemir, Ruslarla Yaroslav muahedesini imzalayarak, topraklarını genişletmek şartıyla Rusya’ya tâbi prensliği kabul etti. Ayrıca Rus çarı Osmanlı Devleti’ne harb îlân edip Boğdan’a girer girmez, Kantemir de henüz bağlı olduğu Osmanlı Devleti’ne isyân ederek asker ve zahire ile Ruslara yardım edecekti. Eflak voyvodası Brankovan ise, Rusya’ya meyletmekle beraber, Boğdan beyi gibi muahede imzalamamış, tedbirli hareket edip, vaziyeti tedkîk ile icâbında otuz bin askerle yardım etmeyi ve zahire vermeyi gizlice taahhüd etmişti.
Nitekim Rus öncü kuvvetleri kumandanı Şeremitiyev, Dinyester yakınlarına geldiğinde, Boğdan beyi Kantemir’den Osmanlı ordusunun on gün önce Edirne’den yola çıktığını belirten ve kendisine yardımcı kuvvetler gönderilmesini isteyen bir mektup aldı. Yaş’a bir mikdâr Rus askeri gönderdikten sonra Osmanlılardan evvel İsakçı’yı tutmak üzere yola çıkan Şeremitiyev, Osmanlı ordusunun kendisinden evvel isakçı’ya geldiğini öğrenince, Yaş’a çekilip, durumu çar’a bildirdi. Bunun üzerine çar büyük bir orduyla Yaş’a geldiyse de, Osmanlı ordusunun muntazaman ilerlemesi karşısında korkan Eflak voyvodası Brankovan’dan, erzak yardımı görmedi. Erzak sıkıntısını gidermek için Kantemir’in teklifiyle İbrâiI ve Falcı’daki Osmanlı erzak depolarını ele geçirmek gayesiyle yedi bin kişilik bir süvari kolunu bölgeye gönderdi ve kendisi de ordu ağırlıklarıyla ilerlemeye başladı.
Halbuki Baltacı Mehmed Paşa komutasındaki yüz yirmi bin kişilik Osmanlı ordusu süratle gelerek, Rus çarı daha Dinyester kıyılarındayken, Prut nehrinin sağ tarafına geçmek üzere Kırım hanlığı kuvvetleriyle birleşerek Falcı mevkiine yürümüştü. Osmanlı serdâr-ı ekremi Baltacı Mehmed Paşa ise, Falcı geçidinden bir buçuk saat mesafede durup, orduyu Falcı sahiline geçirmek için köprü kurmaya başladı. Düşman öncüleri buna mâni olmak istedilerse de muvaffak olamadılar. Bu suretle Osmanlı ordusu Prut nehrinin karşı tarafına geçti. Bu sırada düşman öncülerinin geri çekilme hareketini sezen Baltacı Mehmed Paşa, kuvvetli bir süvari kolunu ileri göndererek Ruslara ağır kayıplar verdirdi. Diğer taraftan Kırım hanı Devlet Giray da, 20 Temmuz günü Rus nakliye kollarını basarak epeyce zâyiât verdirdi. Ayrıca çeşitli eşya ile dolu 600 arabayı da ele geçirdi. Bu suretle Rus ordusu ağırlıklarını tamamen kaybetti. Öğleden sonra Rus askerine verilen istirâhatten faydalanan Devlet Giray, Tatar birlikleriyle Yaş yolunu kesince, Rus ordusu çok kötü duruma düşürüldü. Kuzey yâni ric’at hattı, Kırım atlıları; sağ kanat da Çerkez Mehmed ve Sâlih paşaların emrindeki sipahiler tarafından tutulunca, Rus ordusu artık tamamen sıkıştırılmış bulunuyordu. Ruslar ilk gün yalnız topçu desteği olmadan açıktan yapılan yürüyüşü yeniçerilerin gayretsizliği sebebiyle durdurmaya muvaffak oldular. Fakat bu çarpışmalar sonunda, çarın hareket imkânları da tamamen önlendi. Prut ırmağının karşı kıyısına da Cin Ali Paşa komutasındaki Bender askerleri yerleştirilince, çevirme işi tamamlanmış ve Osmanlı topçusunun mevzilere girmesiyle de Ruslar büyük zayiatlar vermeye başlamışlardı.
Ordusunun gıdasızlık yüzünden fena bir durumda olduğunu, çenberden kurtulmanın imkânsızlığını ve zayiatının da git gide artmakta olduğunu gören Petro, bir meclis topladı ve bu meclisde Türklere sulh teklifinde bulunmayı kararlaştırdı. Çarın müsâdesiyle mareşal Şeremitiyev bir mektup yazarak, resmen sulh teklif etti. Baltacı Mehmed Paşa mektubu getiren Rus subaylarının karnını doyurup tevkif ettirdi ve Rus ordusunun bombardıman edilmesini, top ateşine fasıla verilmemesini emretti.
Bunun üzerine Şeremitiyev, ikinci bir mektup yazarak daha ziyâde kan dökülmeksizin sulh için bir karar vermesini Baltacı Mehmed Paşa’ya tekrar rica edip, aksi takdirde canla başla tekrar harb edeceklerini bildirdi. Serdâr-ı ekrem 21 Temmuz’da Şeremitiyev’den ikinci mektubu aldıktan sonra bu hususu görüşmek için Kırım hanı ve ordu erkânını toplayıp, sulh yapılıp yapılmaması hakkında görüştü. Topladığı hey’ete; “Rus çarı sulh istiyor ve her ne talep edilirse vermeyi kabul ediyor, ne dersiniz? Arzumuz gibi hareket ederse sulhe mi müsâade edelim, yoksa amanına bakmayıp harbe mi devam edelim?” diye sordu. Kırım hanı sulhe muhalif olmasına rağmen, ordu erkânının ekserisinin; “Eğer istediğimiz kaleleri bize teslim eder ve tekliflerimize razı olursa sulh yapmak kazançtır. Ayrıca yeniçeriler arasında savaşa karşı bir isteksizlik sezilmesi ve mâzallah fena bir durumda savaşın bozgunla netîcelenme ihtimâli vardır. Bizim istiyeceğimiz kalelerin her biri bin bir müşkilâtla elde edilir. Hazır bu kadar kaleler zahmet ve meşakkatsiz ele geçecek iken bunu kabul etmezsek, Allah muhafaza etsin, çekilmek ihtimâli vardır” diye mukabele ettiğinden sulhe karar verildi. Ertesi gün ordugâha davet edilen Rus murahhası Petro Şafirof ile görüşmelere başlandı.
Bu andlaşma sırasında Rus çariçesi Katherina ile Baltacı Mehmed Paşa’nın buluşmaları tamamen hayâl mahsûlüdür. Katherina ne Rus ordugâhından çıkmış, ne de serdâr-ı ekrem veya başka bir Türkle yüzyüze gelmiştir. Esasen Baltacı Mehmed Paşa’nın Katherina ile buluştuğu rivayeti yeni bir şeydir ve o zamanki hiç bir Türk ve Avrupa kaynağında böyle bir iddia yoktur. Prut seferi sırasında Rusların ve Türklerin tuttukları rûznameler ve sefere iki taraftan katılan şahısların bir çok hatırat, rapor ve şehâdeti günümüzde incelendiği hâlde bunların hiç birinde îmâ yoluyla olsun, Katherina ile serdâr-ı ekrem Baltacı Mehmed Paşa’nın yüz yüze geldikleri dahi söylenmemiştir. Prut seferinden hemen sonra Baltacı’yı sadâretten düşürmek için olmadık iftiralarda bulunanlar bile, böyle bir iddiada bulunmamışlardır. Sonradan, bir Osmanlı paşasının edeb, ahlâk ve vatanperverliğini hayâl dahi edemeyip kendileri gibi basit birer insan sanan romancılar, Baltacı-Katherina buluşması tasavvur etmişler ve bu hayâli buluşma da ilmî olmayan bâzı kitaplarda yer almıştır.
Rus murahhası Petro Şefirof’la yapılan görüşmeler sonunda 21 Temmuz 1711’de Rusya’nın; daha önce Osmanlılardan aldığı Azak kalesini iade etmesi, Türksınırına yaptığı bütün kaleleri yıkması ve içindeki mühimmatı Türk ordusuna teslim etmesi, hiç bir suretle Lehistan ve Ukrayna’nın Lehistan’a tâbi kısımlarına karışmaması şartıyla andlaşma imzalandı. Bu andlaşmayla Ruslar daha önce indikleri Azak denizinden uzaklaştırılarak uzun bir müddet için Karadeniz’e inme hayâllerine son veriliyordu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 3 v.d.
2) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 273 v.d.
3) Osmanlı Târihi; cild-4/1, sh. 76
4) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1 sh. 313
5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-10, sh. 200
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 227
7) Prut Seferi (Genel Kurmay Basımevi, Ankara-1981)

20 Ağustos 2016 Cumartesi

KADIZADE


Osmanlı âlimlerinden. Edirne’de yetişen Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden olup, Osmanlı şeyhülislâmlarının on altıncısıdır. İsmi, Ahmed bin Mahmûd el-Edirnevî er-Rûmî olup, lakabı Şemseddîn’dir. Kâdızâde diye tanınır. 1512 (H. 918) senesinde dünyâya geldi. 1580 (H. 988) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii yakınında bulunan Küçük Karaman’daki çeşme yanındadır. Babası Bedrüddîn Mahmûd Efendi de âlim bir zât idi.
İlim tahsiline Edirne’de İshak Çelebi’nin huzurunda başladı. Yine Edirne’de bulunan Üç şerefeli medreselerinde, o zamanın meşhur âlimlerinden olan şeyhülislâm Çivizâde Muhammed Muhyiddîn Efendi’den okudu. Bundan sonra İstanbul’da Sahn-ı semân medreselerinde, şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin derslerine devam etti. Ayrıca Sa’dî Çelebi ve Mevlânâ Kadri Efendi gibi zâtlardan da ders aldı. Böylece asrının en büyük âlimlerinden ders ve feyz alarak kemâle gelip, zamanının önde gelen âimlerinden oldu.
Kâdızâde Ahmed Efendi, sıra ile Bursa’daki Ferhâdiyye, Veliyyüddîn oğlu Ahmed Paşa ve Kaplıca Medreselerinde daha sonra da İstanbul’da Atîk Ali Paşa Medresesi’nde müderrislik yaptı. 1555’de Haleb kâdısı oldu. 1559 senesinde müfettişlik me’mûriyeti verildi. 1563’de İstanbul kâdısı ve 1566 Rebî-ül-âhir ayında Rumeli kazaskeri oldu. Bu sırada sadrâzam Mehmed Paşa ile aralarında meydana gelen bir soğukluk sebebiyle Edirne’ye gitti. Orada Dârülhadîs medreselerinde ders vermekle meşgul iken, oğlu Kâdı Abdürrahmân Çelebi’nin vefâtı üzerine İstanbul’a geldi.
O sırada tahta geçmiş olan sultan üçüncü Murâd Han’ın iltifatına kavuşan Kâdızâde, pâdişâh tarafından hatırı hoş edilerek, 1575’de Süleymâniye Dârülhadîs’ine tâyin edildi. Aynı sene kendisine tekrar Rumeli kazaskerliği vazîfesi verildi. 1577’de Hamîd Efendi’nin vefâtıyla şeyhülislâm oldu. Vazifesini hakkıyla ifâ edip, herkesin hürmet, takdîr ve tebrikini kazandı. 1580’de vefâtı üzerine yerine Ma’lûlzâde Nakîb Mehmed Efendi getirildi.
Pek çok üstün ve güzel sıfatları kendinde toplamış olan iyilik, ihsân sahibi, cömertler kafilesinin ferdi idi. İlmi o kadar çok idi ki, âlimler, onun geçmiş büyük âlimlere hayırlı bir halef, iyi bir vekil olduğunu söylemişlerdir. Aklı ve zihni pek kuvvetli idi. Bir ân boş durmazdı. Fazilet ve kemâlâtta, mükemmel idi. Hükmünde çok âdil idi. Zâlimin hasmı, mazlumun hâmisi (koruyucusu) idi. Edebi ve zekâsı pek çok idi. Heybetli, vakur, ağırbaşlı ve sâlih bir zât olup, her türlü taşkınlıktan uzak idi.
Allah rızâsı için çok çalışıp, çok eser bıraktı. Çukur Hamam yakınında bulunan evinin karşısında yaptırdığı câmisi ve dâr-ül-kurrâsı vardır. Edirne’de babasının yaptırdığı câmiyi genişletip tamir ettirdi. Câminin gelirlerini de genişletip çoğalttı.
Takvası yâni haramlardan sakınıp, dînimizin emirlerine tam uyması o derece idi ki, yaptığı işin, dînimizin emrine uygun olmasında son derece titiz ve gayretli idi. Doğruyu söylemekten, en tehlikeli ve nâzik anlarda bile vazîfesini hakkıyla ifâ etmekten, adalete uygun hüküm vermekten çekinmezdi. Ferman ve emirlerden, dinimizce mahzurlu bulduklarını iptâl ettirip, geri bıraktırdığı çok olmuştur.
İki sene yedi ay ve sekiz gün devam eden şeyhülislâmlığı müddetince ve başka vazifelerinde, görevini hiç aksatmadan, en ince teferruatına kadar eksiksiz yaptı. Zâten yüksek olan ilmiye mesleğinin, ilim erbabının itibârının daha da yükselmesine vesîle olup, İslâmiyet’e uygun olmayan bâzı hâllerin halk arasında yayılmasına, verdiği fetvalar ile mâni oldu.
Yazdığı değerli eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- Netâic-ül-efkâr fî keşf-ir-rümûz vel-esrâr: Bu kitap, İbn-i Hümâm hazretlerinin Feth-ul-kadîrisimli meşhur eserine tekmiledir. Feth-ul-kadîr, vekâlet bahsine kadar olup, sonra tekmile başlamaktadır. Bu eser sekiz cild olarak 1900’de Mısır’da basılmış ve 1968’de Beyrut’ta fotokopisi yapılmıştır. 2- Ta’lîkâtün alet-telvîh: Sa’düddîn-i Teftâzânî’nin Tenkîh-ul-usûl şerhine ta’lîkdir. 3-Şerh-uş-şerifi li miftâh-ıl-ulûm lis-Sekkâkî, 4- Haşiyetün alâ tecrîd-il-kelâm, 5- Şerhu hidâyet-ül-hikme lil-Ebherî, 6- Hâşiyetün alâ evâili Sadr-üş-şerî’a, 7- Ta’lîkâtün alel-Mevâkıf, 8- Hâşiye-i Beydâvî.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-2, sh. 171
 2) El-A’lâm; cild-1, sh. 254
 3) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 414
 4) Kâmûs-ul-a’lâm; cild-5, sh. 3539
 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli; (Ataî); sh. 259
 6) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 148
 7) İzâh-ul-meknûn; cild-2, sh. 620, 721
 8) Ikd-ül-manzum; cild-2, sh. 387
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 118
11) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 28
12) Keşf-üz-zünûn; sh. 348, 498, 1766, 2022, 2030, 2034
13) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 153

3 Ağustos 2016 Çarşamba

ÜÇÜNCÜ MUSTAFA HAN


Babası.................... : Üçüncü Ahmed Han
Annesi.................... : Mihrişâh Sultan
Doğumu.................. : 28 Ocak 1717
Vefâtı...................... : 21 Ocak 1774
Tahta Geçişi............ : 30 Ekim 1757
Saltanat Müddeti..... : 16 sene 2 ay 20 gün
Halîfelik Sırası......... : 91
Osmanlı sultanlarının yirmi altıncısı ve İslâm halîfelerinin doksan birincisi. Sultan üçüncü Ahmed Han’ın oğlu olup, 28 Ocak 1717’de Mihrişâh Sultan’dan doğdu. Şehzâdeliğinde iyi bir eğitim ve öğretim gördü. Yüksek din ilimleri, edebiyat, târih, coğrafya, nücûm (astroloji), tıb, devlet idâresi ve askerî bilgileri devrin meşhur âlimlerinden tahsîl etti.
Üçüncü Mustafa Han, üçüncü Osman Han’ın vefât etmesi üzerine 30 Ekim 1757’de hükümdar oldu. Çalışkan ve azîm sahibi bir kimse olup, olgunluk çağında bulunuyordu. Devlet işlerini iyi tâkib ederek mâlî ve askerî sahalarda ıslâhat yapmak istiyordu. Üçüncü Osman’ın son sadrâzamı, değerli bir devlet adamı olan Koca Râgıb Paşa’yı görevinde tuttu. İç ve dış siyâsette temkinli hareketi tercih etti. Avrupa’da 1756-1763 târihleri arasında vuku bulan yedi yıl harplerinde bütün devletler Osmanlı Devleti’nin kendi saflarında savaşa katılmasını istedilerse de kabul etmeyip savaşa girmedi. Kaypak bir politika tâkib eden tarafların menfaatkâr ve gayet plânlı hareketlerini yerinde teşhis edip ustalıkla onları oyalama yoluna gitti.
Cülûsunu müteakip devlet işlerini eline alan üçüncü Mustafa Han, îlân ettiği Adâletnâme ile reâyayı koruyup kollamanın yanında ehl-i örf taifesine (ihtisâb ağası gibi me’murlara) bir çeki düzen vermek istedi. Bunun yanında bâzı idarî tedbirler almaktan da geri kalmadı. Diğer taraftan evkaf mallarının idaresinde görülen sûistimallere ve reâyanın mâruz kaldığı tazyike son vermek ve düzene koymak için tedbirler alırken, Haremeyn vakıflarını da iltizâma dâhil etti. Hazîneye ek gelir sağlamak için tasarrufa da giden üçüncü Mustafa Han, esham adı ile bir gümrük vergisi koydu. Tütün gümrüğünü kontrol altına aldı. Para cinslerinde görülen karışıklık ve züyûf akçe mes’elesini ele alıp, marbaş denilen sikkenin ıslâhı yoluna gitti. Bu arada, devlet mâliyesine zarar veren, zahmetsiz kârlar peşinde koşan yahûdî ve hırıstiyan taifesinin sıkı kontrol altına alınmasını sağladı.
Üçüncü Mustafa Han, Osmanlı Devleti’ni askerî bakımdan da kalkındırmak için harekete geçti. Bunun için önce topçu sınıfını ıslâh, tophaneyi tanzim ve mühendis mektebini te’sis yoluna gitti. Zamanın en yeni tekniğini kullanacak tarzda bir topçu ocağının teşekkülü için bir Macar asilzadesi olan ve Fransız ordusunda hizmet görmüş bulunan Baron de Tott’tan istifâde etti. Baron de Tott, Tophane’yi ıslâh ile ağır toplar yerine beygirlerle çekilebilen hafif toplar döktürdü. Artan top ihtiyâcına cevap vermek üzere Hasköy’de modern bir top dökümhanesi kuruldu. Bu arada Üsküdar’daki Humbarahâne ve Mühendishâne mekteplerinin talebeleri Kâğıthane’de mühendislik tahsiline başladı. İhtiyâca kâfi gelmiyen donanma da ele alınıp gemi inşâsı hızlandırıldı.
Sultan Mustafa Han’ın ilk yıllarında Mısır’da, merkezî idareye karşı kıpırdanmalar başladığından, irsaliye hazînesi ile gılâl-ı haremeyn bir müddettir gönderilmez olmuştu. Devlet bir nizâmnâme neşrederek bu işi halletti. Bu arada hac yolunu tehlikeye sokan Urban eşkıyasından Benî Harb kabîlesi ve reâyaya zulmeden Çorum beyi Feyzullah te’dîb, aynı suçları işleyen Eflak voyvodası da hapsedildi. Çıldır, Kars, Karaman, Aydın, Kıbrıs, Bosna ve Karadağ’da meydana gelen bâzı disiplinsizliklere karşı tedbirler alındı. Ayrıca bir kaç seneden beri Niğde taraflarında reâyaya zulmedip günden güne kuvvetlenen Kâdıoğlu üzerine Çapanoğlu Ahmed Paşa gönderildi. Ahmed Paşa, Kâdıoğlu’nu yakalayarak büyük itibâr kazandı. Fakat bir müddet sonra itibârını kötüye kullanarak müstakil harekete ve halka zulme yeltenince ortadan kaldırıldı.
Üçüncü Mustafa Han, kıtlık zamanları için İstanbul’da zahire depoları inşâ ettirdi. Ayrıca reâyanın büyük şehirlere yerleşmesine mâni olmaya çalıştı. Aldığı iktisâdi tedbirlerin yanında yabancıların muahede ve mevzuata riâyet etmeleri için ihtimam göstererek, kumaş ithalâtının önüne geçip, yerli sanayii teşvik etti. İmarcı bir pâdişâh olan üçüncü Mustafa Han, bilhassa 22 Mayıs 1766 zelzelesinden sonra İstanbul’u ihya etti. Târih boyunca İstanbul’un gördüğü en büyük bir kaç zelzeleden biri olan bu faciada iki dakika içinde hasar görmedik bina kalmayıp, Fâtih ve Eyyûb Sultan câmileri gibi en büyük ve sağlam âbideler bile yıkıldı. Bu iki câmi (ki her ikisini de Fâtih sultan Mehmed Han yaptırmıştır) başta olmak üzere, Mustafa Han yüzlerce âbide ve evi çoğu eski modellerinde olmak üzere bir kaç yıl içinde yeniden yaptırdı. İstanbul’un suyunu bollaştırmak için yeni bir bent inşâ ettirdiği gibi zelzeleden hasar gören eski su yollarını da tamir ettirdi. Bunlardan başka Tersâne-i âmirenin kereste ve İstanbul’un odun ihtiyâcının daha çabuk ve kolay te’mini için Sakarya nehrinin, Sapanca gölü üzerinden İzmit körfezine bağlanmasına teşebbüs etti. Açılacak kanalın güzergâhını tesbit ve keşfinin yapılması için mübâşîr ve su yolu ustalarını görevlendirdi. Bir müddet sonra kanal kazılmaya başlandıysa da, kışın gelmesiyle vazgeçildi. Ancak ertesi sene Rusların sınır tecâvüzlerinde bulunması dolayısıyla işe devam edilemedi.
Bu yıllarda üçüncü Mustafa Han tâkib ettiği sulhperver siyâsete rağmen Rusya ile dâima bir İhtilâf mevcuttu. Rusya’nın Osmanlı toprakları üzerinde beslediği emellerden dolayı her an fırsat kollayan bir hâli vardı. Nitekim Gürcistan’ın iç işlerine müdâhale ederek, yerli ahâliyi isyâna teşvik etti. Bundan başka, Yunanistan, Karadağ, Arnavutluk, Eflak ve Boğdan hıristiyanları arasında da tarafdâr kazanmaya çalışıyordu. Ayrıca muahedeler hilâfına yeni kaleler inşâ ediyor, askerî hazırlıklar yapıyordu.
Avrupa’da yedi yıl savaşları sonunda Lehistan kralı öldü. Bunu fırsat bilen Rus çariçesi ikinci Katherina, Prusya ile anlaşıp Lehistan’ı işgal etti ve dostu Kont Stanislas Poniatovvski’yi Lehistan tahtına çıkarttı. Osmanlı Devleti ile Almanya ve Rusya arasında bir tampon bölge vazifesi gören Lehistan, bu üç devlet arasında gerçek bir denge unsuruydu. Bu unsurun ortadan kalkması ile dengenin temelden sarsılacağını göz önüne alan Osmanlı Devleti, bu durumu tanımadı ve Rusya’yı protesto etti. Henüz Osmanlı Devleti ile karşı karşıya gelmek istemeyen ikinci Katherina, Rus işgalinin geçici olduğunu bildirerek, kısa zaman sonra çekileceklerini bildirdi. Üçüncü Mustafa Han buna inanmamakla beraber ordudaki yenileşmeyi tamamlayamadığı için savaşa girmek istemediğinden, sınır kalelerini tahkim etmekle iktifa etti. Fakat Rus işgalini ve yeni kralı tanımayan Leh asilleri, devamlı şekilde Lehistan’ın eski koruyucusu ve metbûu Osmanlı Devleti’nden yardım istiyorlardı. Ruslar, Confederation de Bar adı altında teşkilâtlanan Leh vatanperverleri üzerine yürüyüp, perişan ettiler. Rus kuvvetleri önünden kaçan milliyetçiler de Osmanlı sınırını geçerek; Podolya’da, Bug ve Dinyester ırmakları arasında bir Osmanlı şehri olan Balta’ya sığındılar. Ruslar, Lehlerin arkasından Balta’ya girdiler ve Leh milliyetçileriyle beraber kasabanın müslüman ahâlisini de kılıçtan geçirdiler. Bunun üzerine istemediği hâlde savaşa girmek mecburiyetinde kalan üçüncü Mustafa Han, Rusya’nın İstanbul elçisi Obreskov’u tevkif ettirip, Yedikule’ye hapsettirdi ve 8 Ekim 1768’de Rusya’ya harb ilân etti. Kırım hânına nâme göndererek Rusya içlerine akında bulunması emrini verdi.
Osmanlı hudut kaleleri böyle bir savaş için hazırlıksızdı. Bu yüzden savaşın geciktirilmesini isteyen sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa istifa etti. Fakat, Lehistan’daki Rus nüfuzuna göz yummak, bir müslüman kasabasının alt üst edilmesine aldırmamak, aynı zamanda halîfe olan pâdişâh üçüncü Mustafa Han’ın yapabileceği bir iş değildi. Ayrıca yıllardır giriştiği mâlî ıslâhat hareketleriyle büyük bir ihtiyat hazînesi biriktirmiş olan Mustafa Han, 1768-69 kışı içinde yeterli seviyede olmasa da hazırlanabileceği düşüncesindeydi. Üstelik Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yenilmesi hemen hemen imkânsız sayılıyordu. Çünkü o târihe kadar bir, hattâ iki büyük devletin Türkiye’ye karşı başarı kazandıkları görülmemişti. Ancak Rus ordusu modern Prusya ordusu modeline göre çok iyi hazırlanmıştı. İkinci Katherina, Osmanlı Devleti’ni yenmeden Lehistan’dan toprak koparmanın mümkün olmadığını, Karadeniz’e inmeden de Rusya’nın İngiltere ve Fransa derecesinde Avrupa’da sözü geçen bir büyük devlet sayılamıyacağını çok iyi kavramıştı. Bunun için de ilk olarak yüzyıllardır kendilerine hiç rahat bırakmıyan Kırım’ı yutmak istiyordu. Kırım’ın iç durumu da buna müsaitti. Kırım’da birbirlerini yemekle meşgûl olan ve hattâ Osmanlılara karşı hareket edip Rus tehlikesini göremeyen asiller çoğunluktaydı. Bu günlerde Kırım’ın başında dirayetli bir han bulunmakla beraber, o öldürülürse iş hayli kolaylaşırdı. Osmanlı ordusu ise, iyi bir durumda değildi. Disiplin, tâlim ve savaş tecrübesi son yıllarda hayli azalmış, kapıkulu ocakları girişilen ıslâhat hareketlerine direndikleri için esaslı bir revizyona gidilememişti.
Savaş fiîlî olarak 30 Ocak 1769’da başladı. Pâdişâh’ın akın emrini alan Kırım hanı Gâzi Giray Han, 100.000 atlıyla çıktığı büyük akında Ukrayna’yı alt üst ederek sayısız esir ve hayvanla Kırım’a döndü. Bu müthiş Tatar hücumuna karşı koymaktan âciz kalan çariçe ikinci Katherina, Siropulu adında hâin bir Rum doktor vasıtasıyla bu değerli Kırım hânını zehirleterek öldürttü. Yerine geçen Devlet Giray Han ise; temiz ahlâklı dürüst bir insan olmasına rağmen kudretli bir harp adamı değildi.
Bu arada Rus orduları muhtelif kollardan büyük askerî harekâta başlamış bulunuyordu. İkinci Katherina, bütün kış kesif bir faaliyet sarfederek hazırlıklarını tamamlamıştı. 65.000 kişilik bir Rus ordusu prens Galitsin kumandasında Podolya’da toplanarak Hotin üzerine yürüdü. Kont Romanzov kumandasındaki 60.000 kişilik diğer bir kuvvet Dinyeper (Özi) nehri ile Azak denizi arasındaki arazinin muhafazasına ve 1739 Belgrad muahedesinden beri tahrip edilmiş olan Azak kalesinin yeniden inşâsına me’mur edildi. Kuban ve Kabartay taraflarına da general Maden tâyin edildi. General Tod Heben ise Kafkasya üzerinden Tiflis, Erzurum yolu ile Trabzon havalisini işgal edecekti. Böylece Osmanlı Devleti kuzey, doğu ve batı hudutlarından büyük kuvvetlerle hücuma mâruz kalmış bir vaziyetteydi.
Osmanlı tarafında ise, sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Yağlıkçızâde Mehmed Emîn Paşa, 27 Mart 1769’da Dâvûdpaşa ordugâhına geçti ve 3 Nisan’da hareket etti. 1 Mayıs’da Dobruca’nın kuzeyinde Tuna kıyısındaki İsakçı’ya vardı. Askerlikten yetişmeyip komutanlık vasıfları olmayan Mehmed Emîn Paşa, burada yirmi beş gün boş yere vakit geçirirken, Rusların taarruzuyla Hotin çevresinde savaş başlamıştı.
Hotin, Lehistan’ın kapısı olan çok mühim bir Türk kalesiydi. Bu kalenin Rusların eline geçmesi, Lehistan’ı Rus istilâsına karşı açık bırakmak demekti. Hattâ bu kalenin düşmesi Rusların Besarabya, Moldavya ve Podolya’nın Osmanlıların elinde bulunan kısmına karşı da çok müsait bir duruma geçmesine sebeb olurdu.
Rusların ilk hedef olarak seçtiği ve prens Galitsin kumandasında 65.000 kişilik bir orduyu gönderdikleri stratejik ehemmiyeti bu derece büyük olan Hotin’de ise durum içler açışıydı. Kalenin asker olmaktan çıkmış muhafızları, kumandanları Çeteci Yeğen Hasan Paşa’yı öldürmüşler ve onun muavini olan Ahıskalı Hasan Paşa’yı da istememişlerdi. Kendilerine Dukakin sancakbeyi Kahraman Paşa’yı kumandan seçen âsîler, Hotin’deki sivil Türkleri yağmalayacak derecede işi ileri götürmüşlerdi. Bu akıl almaz olaylar, Ruslar Hotin’e yaklaşırken cereyan ediyordu. Bu durumda çok iyi yetişmiş 65.000 kişilik bir Rus ordusunun Mayıs’ın ilk günü umûmî taarruzu halkın da gayretiyle püskürtüldü. Ruslar o derece bozuldular ki, geri dönüp Dinyester’i geçerken kaledeki az sayıda asker tarafından tâkib edildiler (1 Mayıs 1769).
Ruslar Hotin’e karşı ikinci teşebbüslerini ancak üç ay on iki gün sonra yapabildiler. Bu geçen zamanda kale muhafızı Kahraman Paşa âsî askerle işbirliği yaptığı için asılmış, yerine Ahıskalı Hasan Paşa tâyin edilmişti. İkinci muhasarayı 12 Ağustos’da başlatan Ruslar, Hasan Paşa’nın şehîd olmasına rağmen, şiddetli bir savunmayla karşılaşınca, yine yenildiler. Hiç bir şey yapmadan orduyla Dobruca ve Besarabya’da vakit geçiren sadrâzam Mehmed Emîn Paşa’nın Edirne’ye çağırılıp cezalandırılmasından sonra yerine geçen sadrâzam ve serdâr-ı ekrem olan Moldovancı Ali Paşa, Kırım hanı dördüncü Devlet Giray’la Rusları tâkib ettiler ve ağır zâyiât verdirdiler.
Moldovancı Ali Paşa, ikinci Hotin muvaffakiyetinden sonra, maneviyâtı yükselen ordunun bir kısmını 9 Eylül’de Dİnyester nehrinde güçlükle kurduğu bir köprü üzerinden karşı yakaya geçirdi. İlk geçen müfreze Ruslar tarafından püskürtülmesine rağmen ordunun bir kısmı daha karşıya geçti. Rus kuvvetleri ormanlıklara yayıldıkları için Osmanlı kuvvetleri de muhtelif müfrezelere ayrılarak Ruslara iyice zâyiât verdirdi. Fakat 16 Eylül günü nehrin sulan yükselmeye başlayıp, köprü çöktü. Köprü üstündeki bir çok asker telef olduğu gibi, bu hâdise orduda karışıklığa sebeb oldu. Rus kumandanı da bundan istifâde ederek derhâl taarruza geçti. Karşıda kalan az sayıda Türk kuvvetlerinden atlı olanlar Bender taraflarına çekilirken, bir kısmı kayık ve sallarla nehri aşıp geri gelebildiler. Bölgede kalanlar ise üstün Rus kuvvetleriyle çarpışa çarpışa şehîd oldular.
Bu muvaffakiyetsizlik sonrasında, serdâr-ı ekrem olan Moldovancı Ali Paşa kışlamak üzere orduyu İsakçı’ya çekince, Hotin muhafızları kaleyi terkedip orduya katıldılar. Kale kumandanı vezir Abaza Paşa’nın çevresinde ancak bir kaç kişi kaldı. Bunun üzerine sadrâzam, Abaza Paşa’ya kaleyi olduğu gibi bırakıp kendisine katılmasını emretti. Böylece Rus kumandanı prens Galitsin, büyük kuvvetleriyle iki defa kuşattığı hâlde yenilip geri çekildiği, fakat şimdi içinde bir tek Türk kalmayan, 300 top ve muazzam cephanesi bulunan Hotin’i 21 Eylül 1769’da işgal etti. Ancak başarısız bir kumandan olduğundan, çariçe Katherina tarafından azledilerek yerine Ukrayna’da Kırım cephesi kumandanı olan kont Romanzov getirildi. Hotin’in düşmesinden bir süre sonra 12 Aralık’da Moldovancı Ali Paşa da azledilip yerine Ivazzâde Halîl Paşa sadrâzam ve serdâr-ı ekrem oldu. Böylelikle Osmanlı başarısıyla başlayan savaş, 1769 sonbaharına girerken Rus üstünlüğüyle gelişti. Ruslar, Kafkasya’da da Osmanlılara tâbi bir çok yerleri işgal ettiler. Kırım’daki başarısızlıkları üzerine on bir aylık hanlıktan sonra 25 Şubat 1770’de Devlet Giray da azledilerek yerine ikinci Kaplan Giray getirildi.
İkinci Katherina modern bir Rus donanması kurmuştu. Karadeniz kapalı bir Türk gölü olduğu için bu donanma Baltık kıyılarında üstleniyordu. 1768 sonlarında Osmanlı Devleti Rusya’ya harb îlân eder etmez, Rus donanması çariçenin emriyle Baltık denizinden çıkıp, Kuzey denizini ve Atlas okyanusunu geçerek Cebetitârık’dan Akdeniz’e girdi. Donanmanın başında resmen kont Ateksy Orlov’la kardeşi ve amiral Spiridof olmakla beraber, gerçekte, donanmayı İskoçyalı amiral Elphinton’la, Gregg ve Dugdale gibi İngilizler idare ediyordu. Donanma yirmi dört savaş gemisiyle bir çok yardımcı gemiden müteşekkildi. Kendi siyâsî çıkarları sebebiyle Rusya’nın Osmanlı Devleti’ne karşı başarı kazanmasını istemeyen Fransa, İstanbul’daki büyükelçisi Saint-Priest kontu kanalıyla bu durumu Bâb-ı âlî’ye bildirdiyse de, vezirlerden hiç biri Rusların böyle büyük bir deniz seferini başaracağına ihtimâl vermediği gibi, durumu Pâdişâh’a bildirmeyip herhangi bir tedbir de almadılar. Ancak devlet adamlarının bu gafleti Osmanlı Devletine pahalıya mâloldu. Mora’ya gelen Rus donanması karaya asker çıkartarak yerli halkı isyân ettirdi.
Rus ve âsî Rum askerleri tarafından Koron muhasara edildiyse de kale teslim olmadı. Müdafaasız kalan diğer kasabalardan kaçan müslüman ahâli Tripolice şehrine sığındılar. Canlarına dokunulmamak şartıyla teslim olan Mizistra müslüman halkı katliâma uğratıldığı gibi, küçük çocukları minarelerden aşağıya atıp parçalayacak şekilde vahşet gösterildi.
Rus donanması Mora’ya çıkıncaya kadar böyle bir şeyin olabileceğine inanmayan vezirler, nihayet Rusların Mora’ya asker çıkarması ve isyânların başlaması üzerine üçüncü Mustafa Han’ı durumdan haberdâr ettiler. Derhâl donanmanın hazırlanmasını emreden Mustafa Han, eski sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’yı da Mora seraskerliğine tâyin etti. Emrine verilen İskenderiye sancak beyi Mehmed Paşa, Rodos beyi Cafer Bey ve Selanik mutasarrıfı vezir Ali Paşa’yı alıp bölgeye gelen Muhsinzâde Mehmed Paşa, alelacele etraftan toplayabildiği kuvvetlerle Tripolice’nın yardımına koştu (9 Nisan 1770). Kasabada bulunan 10.000 kadar müdâfaa kuvveti ve kendi toplama askeriyle 50.000 kişi civarındaki âsî kuvvetini ve yanlarında bulunan 500 Rus askerini imha etti. Muhsinzâde’nin bu muvaffakiyeti âsîleri ümitsizliğe düşürdü. Fakat asırlardır âdil Osmanlı idaresi altında huzur ve refah içinde yaşamakta olan ve ilk fırsatta hıyanet etmekten çekinmeyen Rumların vahşet ve müslüman düşmanlığı sönmemişti. Arkadi’de teslim olan Türk halkını binâlara doldurarak yaktılar. Patras kasabası da Rumlar tarafından muhasara edildi. Ancak kale, susuzluğa rağmen müdâfaaya devam etti. Bu sırada Kastil muhafızı Mustafa Paşa’nın gönderdiği yardım kuvveti yetişince kaleden çıkış yapan müdâfîler, Rum muhasara kuvvetlerine şiddetli bir darbe indirdiler.
Bu sırada Ruslar, yerli Rumlarla da birleşerek 36 top ve mühim mikdârda mühimmatla Modon üzerine yürüdüler. 30.000 kişiden müteşekkil âsî ve Rus askerine karşı 300 kişiden ibaret olan Modon muhafızları, Mayıs ayına kadar kahramanca mukavemet etti. Bu arada diğer yerlerdeki isyânlarla meşgul olan Muhsinzâde Mehmed Paşa, Çatalcalı Ali Ağa kumandasında alelacele 7.000 kişilik bir imdat kuvveti gönderdi. Bu kuvvet gelir gelmez kaleden çıkan 300 fedainin de iştirakiyle yapılan şiddetli bir hücum neticesinde Rusların ekserisi imha edildiği gibi, top ve mühimmatları da ele geçirildi. Âsî Rum askeri de büyük zâyiât vererek perişan bir hâlde kaçtı. Mora’daki Osmanlı kuvvetlerinin bu başarıları sürerken, üçüncü Mustafa Han’ın emriyle hazırlıklarını bitirip 6 Mayıs’da İstanbul’dan hareket eden kapdân-ı derya Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki on kalyon, bir baştarde, on iki çektiri ve firkateynden müteşekkil Osmanlı donanması, 24 Mayıs’da Mora sularına girdi. Bu arada Rodos sancağı mutasarrıfının yaklaştığını haber alan Ruslar, isyân ettirdikleri Rum halkını yüz üstü bırakarak üstlendikleri Navarin kalesini tahliye ettiler. Böylece Navarin’e çıkan Osmanlı askeri Rusları tamamen Mora’dan temizledi.
Mora’nın güneydoğusunda bulunan Menekşe (Benefşe) limanı önünde ve daha sonra da Anapoli’de karşılaşan Osmanlı ve Rus donanmaları, buralarda yapılan her iki muhârebede de birbirlerine üstünlük sağlayamadılar. 6 Temmuz 1770 sabahı iki donanma Sakız boğazının kuzeyinde Koyun adaları açıklarında karşılaştı. Donanmalar derhâl karşılıklı top ateşine başladılar ve kısa zamanda bir Osmanlı ve bir Rus savaş gemisi battı. Türk toplarının üstünlüğü karşısında tutunamayan amiral Elphinston geri çekildi. Muhârebe dört saat sürmüştü. Batan Rus gemisi, amiral Spiridov’un gemisiydi. Bu gemideki 700 Rus ölmüş, amiral Spiridov’la başkumandan Orlov’un kardeşi kont Fedor Orlov, denizden güçlükle kurtarılmışlardı. Osmanlı donanmasından ise, Cezâyirli Hasan Bey’in gemisi batmış ve Hasan Bey yüzerek hayâtını kurtarmıştı.
Kapdân-ı derya Hüsâmeddîn Paşa, Rusların yeniden muhârebeyi göze alamayacaklarını düşünüp, Riyale kaptan Cafer Bey’in teklifiyle gün batarken Çeşme limanına girdi. Cezâyirli Hasan Bey’in şiddetle karşı çıkmasına rağmen Cafer Bey, gemileri sıkışık nizamda limana soktu. Osmanlı donanması çok tehlikeli bir hedef teşkil edecek duruma gelmişti. Nitekim Osmanlı donanmasının bu fena durumundan istifâde eden Ruslar, akşam karanlığından da faydalanarak Çeşme limanına girdi ve yağlı paçavralarla tutuşturduğu Osmanlı donanmasını yakarak imha etti (Bkz. Çeşme Vak’ası).
Çeşme faciası Avrupa’da büyük akisler yaptı ve Rusların prestijini arttırdı. Durum İstanbul’da duyulunca kapdân-ı derya Hüsâmeddîn Paşa azledilip durum tam bilinemediğinden, yerine Çeşme faciasının asıl müsebbiblerinden olan Cafer Bey getirildi. 36 gemiden müteşekkil bir donanma hazırlanıp Cafer Paşa’nın emrine girmek üzere İstanbul’dan yola çıkarıldı. Çeşme’de zafer kazanan Ruslar ise, Limni adasına gelip Mondros limanını muhasara ettiler. Fakat iki ay boyunca kuşatma altında tutmalarına rağmen alamadılar. 22 Ekim’de 23 parça gemiyle Mondros limanına gelen Cezâyirli Hasan Bey, düşman donanmasını geri çekilmeye mecbur bıraktı. Rus donanması Baltık denizine dönmek üzere Ege denizinden ayrıldı. Limni’de kazandığı zafer üzerine Cezâyirli Hasan Bey’e Gâzi ünvânı verilip kapdân-ı derya yapıldı.
Ege denizinde Osmanlı-Rus mücâdelesi bu şekilde sona ererken, Avrupa’da durum hiç de parlak değildi. Devletin başında vatanperver, çalışkan ve memleketin o günkü durumundan üzüntü duyan, gittikçe büyüyen bir tehlike olarak siyâset sahasında ilerlemesinden endişe eden ve bu düşüncelerle Rus tehlikesini önlemek için her çâreye başvurmaktan çekinmeyen üçüncü Mustafa gibi bir hükümdarın bulunmasına rağmen, devlet ricalinin cehaleti, kâbiliyetsizlikleri, ordunun artık iş göremez hâle gelmesi sebebiyle birbiri üstüne gelen felâketlerle savaş devam etmekteydi. Hotin’in düşmesinden sonra muhtelif kollardan büyük kuvvetlerle Tuna boylarına doğru ilerleyen Ruslar, Eflâk ve Boğdan’ın büyük bir kısmını işgal etmişlerdi. Kont Panin kumandasındaki 60.000 kişilik bir Rus ordusu Bender kalesini muhasara etmek için ilerlerken, Rusların o devirde yetiştirdiği değerli bir kumandan olan Romanzov kumandasındaki 30.000 kişilik diğer bir Rus ordusu da Tuna’nın sol sahilindeki Isakçı mevkiinin karşısındaki Kartat sahasına yakın müstahkem bir mevkide bulunuyordu.
Bu sırada vezîriâzam ve serdâr-ı ekrem İvazzâde Halil Paşa idi. Rus ordusu üzerine önce Kırım hanı Kaplan Giray ile Rumeli beylerbeyi Abdi Mehmed Paşa’yı, daha sonra da yeniçeri ağası Kapıkıran Mehmed Paşa’yı gönderdi. Fakat gönderilen bu kuvvetler geri çekilerek bizzat serdârın harekete geçmesini istediler. Bunun üzerine İvazzâde Halîl Paşa, İsakçı’dan Kartal sahrasına geçti (27 Temmuz 1770).
Serdâr-ı ekremin Kartal sahrasına geçmesi üzerine çenber içine düşen Romanzov, disiplini iyice bozulmuş ve kendisinden sayıca çok üstün olan Osmanlı kuvvetlerine karşı şiddetli top ateşiyle saldırdı. Akşam üzeri başlayıp sabaha kadar süren muhârebe sonunda Osmanlı kuvvetleri bozguna uğradı. Çenberi yaran Ruslar, bozgun hâlde bulunan 50.000 Türk askerini kılıçtan geçirdi. Güçlükle kurtulan serdâr-ı ekrem, Beydağı’na çekildi. Çeşme’de donanmasını, Kartal’da da ordusunu kaybeden Osmanlı Devleti çok kötü duruma düştü. Cephede mühim bir Osmanlı kuvveti kalmamasından istifâde eden Ruslar; İbrâil, Bender, Akkerman, Kili, İsmâil ve Bükreş kalelerini sıra ile işgal ettiler. Bender’i kuşatan Rus komutanı kont Panin, Temmuz sonundan beri uğraştığı hâlde kaleyi düşürememişti. Kaleyi savunan Türk muhafızlar cesaretle karşı koyduğundan bütün çabaları boşa çıkıyordu. Fakat bir süre sonra kalede başlayan veba salgınında, serasker vezir Mehmed Paşa’nın vefâtı, meş’ûm salgın yüzünden askerin günden güne azalması durumu iyice kötüleştirdi. Nihayet Ruslar iki ay süren kuşatmadan sonra general Elemten ve general Kennekamp’in, kumandasında karanlık bir gecede yapılan baskın sonunda 27 Eylül 1770’de kaleyi ele geçirdiler. Fakat muhasara sırasında çok kayıp veren Ruslar, intikam için kadın ve çocukları katledip evleri yakıp yağmaladılar. Peş peşe gelen bu yenilgiler üzerine sadrâzam İvazzâde Halil Paşa azledilerek yerine Silâhdâr Mehmed Paşa getirildi. Bir müddet sonra Aralık ayı içinde Kırım hanı Kaplan Giray da azledilip yerine üçüncü Selîm Giray Han getirildi. Ruslar, 1770 sonlarında artık savaşı kazanmış durumdaydılar. Kış mevsimi geçtikten sonra, 1771’de Kırım’a inebilir ve Karadeniz’e çıkabilirlerdi.
Nitekim 1771 baharının son haftalarında prens Dolguruki kumandasındaki 30.000 Rus ile 60.000 Nogay ve Tatar kuvvetlerinden meydana gelen 90.000 kişilik büyük bir kuvvetle Kırım’ın girişindeki Orkapı’yı muhasaraya başladılar. Karadeniz’le Azak denizinin birbirine çok yaklaştığı yerdeki bu kale, Osmanlı serdengeçtilerinin mukavemetiyle bir müddet müdâfaa edildiyse de, Rusların yalanlarına kapılan kaledeki Tatarlar tarafından, kale kapılarının açılması ile Ruslar kaleyi işgal edip Kırım yarımadasına ayak bastılar (8 Temmuz 1771). Bu sırada Rus propagandalarına kanan Kırımlılardan bir kısmı, içlerinde Cengiz hânedânına mensup prensler de olduğu hâlde, Ruslara karşı koymamak karârındaydılar. Rus vaadlerine göre güya Kırım işgal edilince, Osmanlılar kovulacak ve Kırım istiklâline kavuşacaktı. Osmanlılardan ayrılıp on beşinci yüzyıldaki gibi bağımsız bir devlet olursa, daha bahtiyar yaşayacaklarını ve her zaman Rusya ile çatışan Osmanlıların yanında savaşa girmek mecburiyetinden kurtulacaklarını düşünüyorlardı. Bu düşüncelerle Osmanlılara karşı Ruslara yardım eden bu prensler, Rusların; Kazan, Astırhan ve Başkırdistan gibi on altıncı asrın ikinci yarısından beri ele geçirdikleri Türk ülkelerinde tatbik ettikleri zulümleri bilmezlikten geliyor, tam bir gaflet içinde bulunuyorlardı.
Diğer cephelerdeki kötü gidişat sebebiyle hiç bir taraftan yardım alamadığı gibi, içerden de Kırım prenslerinin ihanetine uğrayan değerli ve vatanperver bir kumandan olan Kırım seraskeri İbrâhim Paşa, mücâdeleye devam etmesine rağmen, büyük bir ye’se düşmüştü. Bu yüzden Kefe’ye çekilerek burasını müdâfaaya karar verdi. Bu arada Kırım’a giren Ruslar, Sahip Giray’ı Kırım hanı ve Şahin Giray’ı da kalgay (velîahd) ilân etmişlerdi. Şahin Giray, emrindeki Tatar askeriyle İbrâhim Paşa’nın yanına gelerek Ruslarla yaptıkları muahedeyi resmen îlân etti ve İbrâhim Paşa’nın Osmanlı askeriyle birlikte çekilip gitmesini, aksi takdirde yağma edeceğini bildirdi. İbrâhim Paşa bunu şiddetle reddettiyse de Kefe vâlisi Mehmed Paşa ve bir kısım asker kayıklara binip Kefe’den ayrıldıklarından bir süre sonra Taman ve Karasu tarafından gelen Rus kuvvetlerine esir düştü. Bu hâl üzerine Kefe, Yeni kale, Kerç gibi müstahkem yerler Ruslar tarafından işgal olundu. Kırım hanzâdeleri, beyleri, hattâ Kırım hânının oğulları Petersburg’a gidip İkinci Katherina’ya sadâkat yemîni ettiler, Rusların İbrâhim Paşa’yı esir almaları, Kırım’ın tamâmını ele geçirmeleri yarımadada dehşetli karışıklığa sebeb oldu. Binlerce insan sahile dökülüp buldukları deniz vasıtalarıyla Anadolu sahillerine göçmeye başladılar. Osmanlı hükümeti Kırım’ın işgalinden sonra burasının harben veya sulhen geri alınmasına kadar Kırım hanı tâbirini kaldırıp, Rumeli’de bulunan Tatarlara bir han tâyinini münâsib gördü. Bu hanın bir kuvvet tedâriki ile hududa yakın bir yer olan Rusçuk’da bulundurulması kararlaştırılıp, Tatar hanı tâyin edilen Maksud Giray bölgeye gönderildi.
Ruslar Kırım’ı işgal etmekle beraber Karadeniz’in kuzey kıyılarındaki Osmanlı kalelerini düşüremediler. Bunların en mühimi olan Odesa’nın (Hocapaşa) az batısında bulunan Özi, vezir hazinedar Ali Paşa’nın parlak savunmasıyla kurtuldu. Ağır zâyiât veren Ruslar, 2 Ağustos 1771’de muhasarayı kaldırıp geri çekildiler. Kılburun kalesi de Abdullah Paşa’nın savunmasıyla muhasaradan kurtuldu. Eflak’ı işgal eden Ruslar, Yergöği kalesini de alıp Türkleri Tuna’nın kuzeyinden de atmak istediler. Fakat 12 Eylül’de saldırıya geçen Rus generali Essen, takviye edilen Osmanlı kuvvetleri tarafından sıkıştırılınca, 500 ölü, yüzlerce yaralı vererek top ve ağırlıklarını bırakarak çekilmek mecburiyetinde kaldı.
Buna karşılık Vidin seraskerliğine tâyin edilen eski sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın Bükreş’i almak istemesi bir sonuç vermedi. Kumandanlar arasındaki ihtilaf ve askerin başıbozukluğu mağlûbiyete sebeb oldu. Bunun üzerine düşman 30 Ekim’de Tuna deltasının güneyine atlayıp Dobruca’ya girdi ve Tulça kalesini alarak Babadağı’na kadar uzandı. Veziriazam Silahdâr Mehmed Paşa karargâhını Babadağı’ndan kaldırarak güneyde Varna’nın kuzeyindeki Hacıoğlu Pazarı’na çekildi. Büyük bir Türk şehri olan Babadağı Ruslar tarafından yağma edildi. Babadağı ordugâhının muhârebesiz terki üzerine vezîriâzam Silâhdâr Mehmed Paşa azledilerek, yerine Rusçuk’a çekilmiş bulunan Muhsinzâde Mehmed Paşa getirildi. Yeni Sadrâzam, Hacıoğlu Pazarı’nda kışlamayı münâsib görmeyerek Şumnu’yu karargâh yaptı (11 Aralık 1771).
1772 yılında mühim bir askerî harekât olmadı. Ruslar son güçlerini harcamışlar ve güçleri kesilmişti. Üç yıldır uzayıp giden savaş, büyük Avrupa Devletlerini de endişeye sevkediyordu. Prusya ve İngiltere Rusya’yı, Fransa ve Avusturya (Almanya) da alttan alta Osmanlı Devleti’ni destekliyorlardı. Lehistan, Kırım ve Romanya’nın Rus işgalinde kalması bu ülkelerin büyük bir kısmında gözü olan Viyana’da büyük memnuniyetsizlik doğuruyordu. Üçüncü Mustafa Han gibi, çariçe ikinci Katherina da bütün ihtiyat hazînesini savaşa harcadığından, Prusya ve Avusturya’nın aracılığı ile 10 Haziran 1772’de Yergöği’nde Osmanlı-Rus mütârekesi imzalandı. 19 Ağustos’da Romanya’da Fukşani’de sulh konferansı açıldı. Fakat müzâkerelerden bir sonuç alınamadı. Rusların aşırı isteklerini Osmanlı Devleti kabul etmedi. Sulh konferansı 9 Kasım’da bu defa Bükreş’te toplanmaya başladı. Bu görüşmeler de sonuçsuz kalınca, iki taraf son sözlerini söylemek üzere yeniden askerî hazırlığa başladı.
Kırım gibi bir Türk ülkesinde bile istiklâl propagandaları ile başarı sağlayan Ruslar, aynı metodlarla Mısır ve Suriye’de de faaliyete giriştiler ve Türk Memlûk beylerini istiklâl pahasına Osmanlı Devleti’ne baş kaldırmaya teşvik ettiler. Memlûklülerden büyük bir servete sahip olup Kâhire’de belediye reîsi olan Cin Ali Bey bu propagandaya kapıldı. Mısır beylerbeyi Gürcü Mehmed Paşa, Ali Bey’in durumunu ve Ruslarla muhabere ettiğini Bâb-ı âlî’ye bildirdi ve Memlûk beyini ortadan kaldırma emrini aldı. Ancak başarı kazanamadı. Fakat kendini Mısır, Suriye, Lübnan ve Filistin sultânı ilân eden Ali Bey’in dâmâdı Ebû Zeheb devlete sâdık kalarak Osmanlı askeriyle kayınpederinin üzerine yürüdü ve onu bir çok defalar yendi. Suriye’ye kaçıp bir müddet orada kalan Ali Bey, Ruslardan 400 kişilik bir yardımcı kuvvet alarak 6.700 kişiyle Kâhire’ye yürüdü. Fakat yine yenildi ve aldığı yaralar sebebiyle bir hafta sonra öldü.
Mısır gailesi bu şekilde halledilirken, Ruslar Bulgaristan’a kadar inmiş, Yergöği’nin de düşmesiyle Romanya ile bağlantı kesilmişti. Yergöği’nin karşısındaki Rusçuk’ta üstlenen serasker vezir Dağıstanlı Ali Paşa’nın gayretine rağmen, şehir geri alınamadı. Bu defa Ruslar Rusçuk’a saldırdılar. Fakat Martin Meyelen muhârebesinde Ali Paşa’ya yenilip, büyük zâyiât vererek geri çekildiler. Ünlü Rus kumandanı prens Pepnin, 1.200 düşman askeriyle esir edilip İstanbul’a gönderildi. Varna muhafızı vezir Nûman Paşa ise, Babadağı’nın güneyinde düşmana yenildi. Bunun üzerine mareşal Romanzov’un kumandasındaki Ruslar, Güney Dobruca’da Tuna’nın güney kıyısı üzerindeki Silistre’yi muhasaraya başladılar. Serasker vezir Osman Paşa ve Silistre muhafızı vezir Hasan Paşa, 29 Haziran’da mareşal Romanzov kuvvetlerini bozdular. 8.000 ölü ve 1.000 yaralı veren Ruslar, Silistre muhasarasını kaldırdılar ve ağırlıklarını bırakıp Romanya’ya çekildiler. Üçüncü Mustafa Han, bu başarısı üzerine Osman Paşa’ya Gâzi ünvânını verdi.
Taarruzlarına devam eden Ruslar, general Ungur kumandasındaki kuvvetlerle Ekim ayında Hacıoglu Pazarı’nı yakarak, Varna üzorine yürüdüler. Fakat burası tahkim edilmiş ve Kelleci Osman Paşa da donanma ile limanda bulunuyordu. Düşman, ateş altına alınıncaya kadar mukabele edilmeyip, tam kale altına gelince, bombardıman edilmek suretiyle fena hâlde bozularak yirmi kadar top, büyük mikdârda ağırlık ve zâyiât vererek kaçtı (20 Ekim 1773). General Ünger’in Varna önlerindeki hezîmetiyle, Bulgaristan’ı ele geçirmekten ümidini kesen Ruslar, işgal ettikleri Dobruca ve Kuzeydoğu Bulgaristan’daki Osmanlı şehir ve kasabalarını akıl almaz barbarlıklarla tahrib ettiler. Ellerine geçen müslümanları cins ve yaş farkı gözetmeksizin, küçük bebeklere varıncaya kadar, türlü işkencelerden sonra kılıçtan geçirdiler.
Osmanlı-Rus savaşının bütün bu acılarını yaşayan üçüncü Mustafa Han, yıllardır süregelen savaşın Osmanlı Devleti için bir dönüm noktası olduğunu kavramış ve son bir kaç başarı ile az bir zararla bu savaştan çıkmak istemişti. Fakat vazîfe başına getirdiği komutanlarına sağladığı bütün imkânlara rağmen, başarısız olmalarından sükût-ı hayâle uğrayan Sultan, son olarak göreve getirdiği Muhsinzâde Mehmed Paşa’dan çok şeyler bekliyor, son bir hamle için ona güveniyordu. Bunun için de memleketin dört bir tarafına gönderdiği fermanlarla halkın vatanseverlik hislerine müracaat ediyordu. Hakîkaten halk da geniş ölçüde fedâkârlıkda bulunuyor, cephelere asker ve malzeme gönderiyordu. Fakat uzun zaman gerektiren eğitim verilemediği için bunlar kuru kalabalıktan öteye gitmediği gibi, ard arda gelen başarısızlıklar, askerin maneviyâtını da bozuyordu. Üçüncü Mustafa Han hasta olduğu hâlde bizzat sefere çıkıp askerin maneviyâtını yükseltmeyi düşündüyse de Rusların giriştikleri katliâm haberlerini duyunca, hastalığı iyice arttı ve 21 Ocak 1774’de Cuma günü öğle ezanı okunurken hayâta gözlerini yumdu. Lâleli Câmii yanında bulunan türbesine defnedildi.
Ruslar, 1774 baharında devamlı teklif ettikleri sulh müzâkerelerine te’sir edebilmek için bir kaç teşebbüs daha yaptılar. Mareşal Romanzov’un Şumnu’ya yaklaşması ve başkumandanlık karargâhını burada kurmuş olan sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ağır hasta olması yüzünden, Osmanlı Devleti, Rusya’nın sulh tekliflerini kabul etti (Bkz. Abdülhamîd Han-I). Sadâret kethüdası meşhur diplomat Resmi Ahmed Efendi başmurahhas ve reîsülküttâb İbrâhim Münib Efendi ikinci murahhas oldu. Rusları prens Renin ve mareşal Romanzov temsil ediyordu. Konferans Tuna kıyısı yakınlarında Küçük Kaynarca’da açıldı (Bkz. Küçük Kaynarca Andlaşması).
Üçüncü Mustafa Han, dindar, çalışkan, âdil, hamiyyetü bir pâdişâhtı. Verdiği vazifeleri tâkip eder mes’ullerden hesab sorardı. Büyük bir ihtiyat hazînesi toplayan Mustafa Han, memleketin îmârı yolunda da bir hayli işler yapmıştır. İstanbul’da ve memleketin diğer yerlerinde sık sık vuku bulan büyük yangın ve zelzele tahribatı için kendi şahsî hazînesinden de olmak üzere 220 bin (11 milyon akçe) sarfetmiştir. Edirne Sarayı’nın inşâatını da tamamlattı.
Üçüncü Mustafa Han, hükümranlık mes’ûliyetini iyice kavramış, devletin mutlak bir ıslâha muhtâc olduğunun şuuruna ermişti. Saltanatı boyunca devleti kalkındırmakla uğraşmış, fakat ne yazık ki bu hususlarda kendisine yardımcı olacak değerli devlet adamları bulamamıştı. On altı senelik saltanatı boyunca özellikle Koca Râgıb Paşa’nın vefâtından sonra devlet adamı bulmakta büyük sıkıntı çekmiş ve bu sıkıntılarını şu kıt’asıyla dile getirmişti:
Yıkılıpdur bu cihân sanma ki bizde düzele,
Devleti çerh-i denî verdi kamu mübtezele,
Şimdi ebvâb-ı saadetde gezen hep hazele,
İşimiz kaldı hemen merhamet-i lem-Yezel’e.
Üçüncü Mustafa Han her an çıkması muhtemel bir Rus savaşı için uzun zamandır görülmeyen zenginlikte bir ihtiyat hazînesi toplamış, askeri ıslâhata girişmiş, fakat bunu gerçekleştiremeden savaşa girmek mecburiyetinde kalmıştı.
Sultan Mustafa, pâdişâhlığı zamanında sonradan çıkan Rusya harbinden dolayı memlekette başlayan sıkıntı ve buhrana rağmen, evvelce başladığı hayır ve îmâr işlerini mümkün olduğu kadar ihmâl etmemeye çalıştı. Barış devresinde yaptırdığı bir kaç câmi ve diğer hayratından başka, çeşitli sebeplerle harâb hâle gelen ata yadigârlarının ihyâsına, savaşın sebeb olduğu her türlü güçlük ve sıkıntılar sırasında da devam ederek, onların da tamamlanmasında muvaffak olmuştu. 1757-1760 seneleri arasında vâlidesi Mihrişâh Sultan ile ağabeyi şehzâde Süleymân’ın ruhları için Üsküdar’da inşâ ettirdiği Ayazma Câmii’nden sonra, 1761’de Kadıköyü’nde ve 1763’de Paşabahçesi’ndeki câmileri inşâ ettirmiştir. 1764 senesinde, 1760’dan başlattığı ve kemerlerle üçe ayrılmış geniş bir çarşı üstüne yaptırmakta olduğu Lâleli Câmii ile etrafındaki medrese, imâret, türbe ve sebilini de ikmâle muvaffak oldu. Soğukkuyu’daki (Gülhâne parkının giriş kapısı karşısı) Zeyneb Sultan Câmii de zamanında tamamlanmış, sırf Allah rızâsı için yaptırdığı bütün bu eserlerin hiç birine kendi adını vermemiştir.
Üçüncü Mustafa Han, 1766’da meydana gelen büyük İstanbul depremi sırasında harâb olan Dâvûdpaşa kasrını, Kapalıçarşı’yı, surları, Baruthâne’yi, Saraçhane’yi, yeniçeri odalarını, Tophane’yi, Kızkulesi’ni sonraları başlayan savaşa rağmen derhâl onarttığı gibi, yine bu depremde zarar gören Fâtih ve Eyyûb Sultan câmilerini de ihya etmiştir.

Sultan Üçüncü Mustafa Han Devri Kronolojisi

30 Ekim 1757 : Üçüncü Mustafa Han’ın tahta geçişi.
8 Nisan 1763 : Hamza Hamîd Paşa’nın sadrâzamlığı.
1763.................. : Koca Râgıb Paşa’nın ölümü.
1 Kasım 1763 : Bahir Mustafa Paşa’nın üçüncü sadrâzamlığı.
9 Mart 1764 : 10 Nisan 1760’da temeli atılan Lâleli Câmii’nin açılışı.
28 Mart 1765 : Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığı.
22 Mayıs 1766 : İstanbul’u yerle bir eden deprem.
7 Ağustos 1768 : Hamza Mahir Paşa’nın sadrâzamlığı.
8 Ekim 1768 : Rusya’ya harb îlânı.
20 Ekim 1768 : Hacı Mehmed Emîn Paşa’nın sadrâzamlığı.
30 Ocak 1769 : Kırım hanı Kırım Giray Han’ın büyük akınıyla savaşın fiilen başlaması.
1 Mayıs 1769 : İlk Hotin zaferi.
12 Ağustos 1769 : İkinci Hotin zaferi.
16 Ağustos 1769 : Moldovancı Ali Paşa’nın sadâreti.
21 Eylül 1769 : Hotin’in düşman eline geçmesi.
12 Aralık 1769 : İvanzâde Halil Paşa’nın sadâreti.
9 Nisan 1770 : Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın Tripolice zaferi.
7 Temmuz 1770 : Çeşme faciası.
1 Ağustos 1770 : Kartal mağlûbiyeti.
27 Eylül 1770 : Bender kalesinin düşmesi.
22 Ekim 1770 : Limni adasının kurtarılması.
25 Ekim 1770 : Silâhdâr Mehmed Paşa’nın sadâreti
8 Temmuz 1771 : Kırım’ın Rusya tarafından işgali.
2 Ağustos 1771 : Şanlı Özi zaferi.
12 Eylül 1771 : Yerköy zaferi.
11 Aralık 1771 : Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ikinci sadâreti.
10 Haziran 1772 : Yerköy mütârekesi.
19 Ağustos 1772 : Fokşanı sulh konferansının açılışı.
29 Haziran 1773 : Şanlı Silistre zaferi.
20 Ekim 1773 : Varna zaferi.
21 Ocak 1774 : Üçüncü Mustafa Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Vâsıf Târihi
2) Enverl Târihi (Üniversite kütüphânesi, T. Y. No: 5994)
3) Osmanlı Târihi; cild-4, 1. bölüm, sh. 341 v.d.
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 333
5) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 347
6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-11, sh. 16
7) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 40
8) Mufassal Osmanlı târihi; cild-5, sh. 2552

MURAD-I MÜNZAVİ


İstanbul’da medfûn en büyük üç evliyâdan biri. İsmi, Muhammed Murâd bin Ali bin Dâvûd Hüseynî Özbekî Buhârî Keşmirî’dir. 1644 (H. 1054) yılında Buhârâ’da doğdu. 1719 (H. 1132) senesi Rebîul-âhir ayının on ikinci günü İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazı büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışındaki, Münzâvî Câmii karşısında sultan birinci Mahmûd Han’ın şeyhülislâmlarından Ahmed Ebü’l-Hayr Efendi tarafından yaptırılan medresenin dershanesine defnedildi.
Murâd-ı Münzâvî’nin babası Semerkand beldesinin nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şeriflerin işleriyle ilgilenen makam) idi. Üç yaşında ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsil yaşına gelince, ilim, fazilet ve kemâl (olgunluk) elde etmek için Keşmir’e gitti. Din ve fen ilimlerini tahsîl etti. Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerifini ziyaret etti. Sonra Hindistan’a gitti. Aklî ve naklî ilimleri maddî ve manevî kemâlâtı kendisinde toplayan Silsile-i aliyye büyüklerinden evliyânın gözbebeği Muhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi (olgunlaştı). İcazet (diploma) aldı. Mürşîd-i kâmil (yetişmiş ve insanları yetiştirebilen) bir zât olarak tekrar Hicaz’a geldi. Daha sonra Bağdâd, İsfehan, Buhârâ, Belh ve Semerkand’ı ziyaret edip hacca gitti. Hac vazifesini edadan sonra Mısır, Kahire ve buradan da Şam’a geçti. Şam’da ikâmet edip evlendi. Osmanlı sultanlarından ikinci Mustafa Han kendisine Şam’da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhurdur. Şam ve civarı Murâd-ı Münzâvî’nin bereketiyle mâmur oldu. Zâlimler ıslâh olup zulmü terketti.
Murâd-ı Münzâvî, her türlü günâh işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı ve okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar yaptırdı.
Murâd-ı Münzâvî, 1681 yılında otuz yaşında iken İstanbul’u teşrîf etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabr-i şerifi civarında ikâmet etti. Bu arada tekrar dördüncü defa hacca gitti. Hac dönüşü Şam’a gelip beşinci defa Hicaz’a gitti. Bir müddet Mekke-i mükerremede tâliblere ilim ve edeb öğretti. 1708 (H. 1120) yılında ikinci defa İstanbul’u şereflendirdi. Bu defa, Yavuz Selîm’de Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa’ya gitti. Dönüşünde Eyyûb’da Reîsületibbâ Nuh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edeb öğretip feyz saçtı. Kerâmetleri her yere yayıldı. Huzuruna gelenler her ne kadar inkarcı da olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.
Murâd-ı Münzâvî dergâhının banisi (yaptıranı) şeyhülislâm Minkârîzâde Yahyâ Efendi’nin dâmâdı Çankınlı Mustafa Efendi idi. Burası medrese olmak üzere bina edildi. Vakfeden zâtın oğlu da Ebü’l-Hayr Ahmed Efendi olup, 1731 yılı Şaban ayı sonlarında şeyhülislâm oldu, 1741 (H. 1154) senesi Zilhicce ayında vefât edince dergâhta pederi yanına defnolundu.
Sultan Mahmûd Han’ın şeyhülislâmlarından olan Ebü’l-Hayr Ahmed Efendi, Murâd-ı Münzâvî vefât ettiğinde onu medresenin dershanesine defnettirdi. Medreseyi de dergâh hâline getirdi.
Murâd-ı Münzâvî’nin (rahmetullahi aleyh) kabrini ziyaret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden büyük âlim İsmâil Hakkı Bursavî hazretleri Ahidnâmesinde; “İlâhî aşk sahiplerine Murâd-ı Münzâvî’nin kabrini ziyaret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır” buyurmuştur.
Zamanındaki ve sonraki âlimler Murâd-ı Münzâvî’yi medh ü sena etmişler ve üstünlüğünü bildirmişlerdir.
Ariflerden Mustafa Bekri (rahmetullahi aleyh) Süyûf-ül-Haddâd kitabında Murâd-ı Münzâvî hazretleri hakkında şöyle demektedir: “Onun simasında (yüzünde) Allah adamlarının (evliyanın) alâmetlerini gördüm. Sâlihleri görmek büyük saadettir. Murâd-ı Münzâvî, Muhammed Ma’sûm-i Fârûkî’nin mümtaz (seçilmiş) bir talebesidir.”
Şeyh Hasan Dağıstânî; “Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi aleyh) uykudan uyandığında hizmetçisi abdest alacağı suyu geciktirdiği zamanlarda oracıkta toprakla teyemmüm etmek suretiyle abdest alır, asla abdestsiz dolaşmazdı” demektedir.
Murâd-ı Münzâvî’nın eserlerinden bâzıları şunlardır: 1- El-Müfredât-il-Kur’âniyye tefsiri, 2- Silsilet-üz-zeheb fis-sülûkî vel-edep, 3- Risale fit-tasavvuf.
Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalb yerleştirmiştir. Bu gönlün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi hususiyetleri vardır. Meselâ bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O’nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü tealânın rızâsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah’a sallallahü aleyhi ve sellem her bakımdan tâbi olmak, O’ndan başka her şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalb huzuru içinde vakti Allahü teâlâya ibâdetle geçirmek ve Allahü tealânın rızâsına muvafık şekilde konuşmak lâyıktır.
Böyle bir gönüle sâhib olmayan kimse, insan suretinde bir mahlûktur. Böyle bir saadetten mahrum olan kimse, kat’î olarak hastadır. Bunun ilâcı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve mağfiret etmesi için Allahü teâlâya yalvarmak, kabulünü ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü tealânın ve kulların haklarını ödemek, hak sahiplerini razı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sahip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat’î karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azimetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid’at ve ruhsatlardan sakınmalı yâni her işinde ve her hâlinde Resûl-i ekreme sallallahü aleyhi ve sellem ve O’nun Eshâb-ı kirâmına tâbi olmalıdır.
İtikâdda ehl-i hak, yâni Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere bulunup, bilinmesi zarurî olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir.
Kalbinde Allahü tealânın rızâsından başka bir şey bulunmaması için doğruluk ve ihlâsta kemâl sahibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde dâima Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmalıdır. Allahü teâlâdan başkası hâtıra geldikçe istiğfar okumalı, mâsivâdan kurtulması için Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzuruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa mâsivâyı (Allah’tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zahirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allahü tealânın rızâsından başkası kalmamalı, mâsivâyı tamamen unutmalı, nefsi de benlik dâvasından kurtarıp, kalb huzuru ve rahatlığı ile kulluğa dâir bütün vazifeleri yapmalıdır. Böylece Allahü tealânın lütuf ve ihsânı ile fânî-fillah ve bâkî-billah olunur ve Allahü tealânın pek çok feyz ve marifetlerine kavuşulur.
Bu mertebeye erişebilmek için, nefy ve isbâtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yâni “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah”ı çok söylemelidir. Mânâsı; hak olan ma’bûd yalnız Allahü tealânın zât-ı pâkidir. O’nun rızâsından başka hakîkî bir maksûd yoktur. Muhammed aleyhisselâm Allahü tealânın resulüdür. O’na tâbi olmak vâcibdir. İşte ancak bu kelime-i tayyibe ile bahsedilen saadete kavuşulur.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-12, sh. 214
2) Silk-üd-dürer; cild-4, sh. 129
3) El-A’lâm; cild-7, sh. 199
4) Câmiu kerâmât-il-evliyâ; cild-1, sh. 205
5) Esmâ-ül-müellifîn; cild-2, sh. 424
6) hâh-ül-meknûn; cild-2, sh. 530
7) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 55
8) Brockelmann sup-2, sh. 663
9) Hadikat-ül-cevâmî’; cild-1, sh. 282
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1049
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 125