25 Kasım 2016 Cuma

MİMARİ


İnşâ yâni yapı san’atı. Toplumların dînî, siyâsî, içtimaî ve iktisadî özelliklerine göre meydana getirilen güzellik, estetik, sağlamlık ve kullanışlılığı kendinde toplayan; mesken, mâbed, medrese, hamam, kervansaray, çeşme, köprü, su yolu, bend, türbe, imâret, hastahâne, çarşı, bedesten, kütüphâne, saray ve kabristan gibi eserlere mîmârî eserler denir. Kültür, iklim ve teknik imkânlara bağlı olan mimarlık san’atı ve mîmârî eserler devirden devire, milletten millete, iklimden iklime değişiklik göstermektedir. Kullanılan malzemenin cinsine ve özelliğine göre inşâatın şekli ve tatbik edilen usûller de ayrıdır.
Mîmârî bir eserde tertip tarzı, büyüklük, ölçülerin birbirine nisbeti ve uygunluluğu gibi unsurlar sayesinde güzellik sağlanmaya çalışılır. Bu maksatla eserlerin ölçülerinde nisbetlerini esas alan matematikle ilgili formüller kullanılır. Mîmârlıkta göz önüne alınması gereken bir husus da kullanışlılıktır. Yâni yapılan eser kullanış gayesine uygun olmalı, bina içindeki sirkülasyon (hava akışı) ve akustik (ses yayılma) özelliklen iyi bir şekilde sağlanmalı, çeşitli ihtiyâçlar imkânlar nisbetinde karşılanmalıdır.
Mimarlık, ihtisas sahalarına göre; dînî mimarlık (cami, mescid, kilise mimarlığı), askerî mimarlık, sivil mîmârlık (mesken, sanayi, ticâret, içtimâi ve siyâsî mîmârlık), şehir mimarlığı ve bahçe mîmârlığı gibi şubelere ayrılır.
Mîmârlık târihi insanlık târihiyle yaşıttır. Yeryüzünde ilk mîmârî eser, ilk insan ve ilk peygamber Âdem aleyhisselâmın, Allahü teâlânın emriyle inşâ ettiği Kabe’dir. Kâbe-i muazzamayı ikinci defa Şit aleyhisselâm, Nuh tufanından sonra da İbrâhim ve oğlu İsmâil aleyhimesselâm yeniden inşâ ettiler.
İslâmiyet’ten önceki devirlerde insanların barınma ihtiyâcı sebebiyle mesken mimarîsi gelişti. Dînî merkezler olan çeşitli mâbedler, krallar ve hükümdarlar için şato ve saraylar, düşman hücumundan korunmak için kaleler ve etrafını çeviren surlar, eğlence yerleri ve tiyatrolar, büyük şehirler, bu şehirlere su sağlayan su kemerleri, temizlik için hamamlar yapıldı.
İslâmiyet’in gelmesinden sonra büyük bir medeniyet kuran müslümanlar, her sahada olduğu gibi mîmârlıkta da eşsiz eserler meydana getirdiler. Kısa zamanda Hindistan’dan İspanya’ya kadar uzanan üç kıt’a üzerine yayılıp, geniş toprakları bu yeni kültürün eserleri ile süsleyip damgalarını vurdular. Bu eserleri meydana getirirken, o güne kadar çeşitli milletler tarafından kullanılan mîmârî usûllerini en iyi şekilde tatbik ettikleri gibi, daha evvel görülmemiş birçok yeni teknikler de geliştirdiler.
Peygamber efendimiz ve dört halîfesi, Emevîler, Endülüs Emevîleri ve Abbasîler devirlerinde; câmiler, hanlar, ribat adı verilen kale görünüşlü savunmaya yönelik binalar, câmiler, minareler, medreseler, hastahâneler ve saraylar yapıldı.
Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları da hâkimiyet kurdukları geniş memleketler üzerinde câmi, medrese, türbe, çok maksatlı olarak kullanılan külliyeler, bîmârhâne (hastahâne), aşhane ve hamamlar inşâ ettiler. Ticâret yolları üzerinde kervansaraylar, dârüşşifâ adı verilen hastahâneler yaptırdılar. Bilhassa Moğol baskın ve yağmalarına karşı şehirlerin etrafını surlarla çevirdiler. Hindistan’da kurulan Tîmûroğulları (Gürgâniye) Devleti zamanında da çeşitli mîmârî eserler ortaya kondu. Delhi’deki Şâh Cihân Câmii, Agra’da yaptırılan Taç Mahal, Hindistan’da meydana getirilen önemli eserlerdendir. İlim ve feyz kaynağı olan dergâhlar da, Hindistan mimarîsinde özel yer tutmaktadır.
1299 yılında kurulan, 1453’de İstanbul’un fethinden sonra büyük bir devlet hâline gelen Osmanlılar zamanında da, daha önceki İslâm devletlerinde görülen mîmârî eserlere daha yenileri eklendi.
Osmanlı mîmârîsi; Türk târihinde belirli bir yeri olan, büyük ve heybetli eserleri meydana getiren Osmanlı Türklerinin insanlık san’at târihinde mühim yer tutan san’at eserlerinin toplamıdır. Osmanlı mîmârîsi basit, kullanışlı, âbidevî ve az tezyinattı olması ile dikkat çeker. İnce, zarif, vakur ve heybetlidir. Tamamen âbidevî şaheserler olan câmilerin çevreleri, külliye tâbir edilen bir çok sosyal müesseselerle çevrilmiştir. Fevkalâde îmârcı bir devlet olan Osmanlılar zamanında, kendine âid olmayan eserler bile ihtimamla korunmuştur. Îmâr teşvik edilmiş, İmâr görmeyen Osmanlı toprağı kalmamıştır. Mütevâzî mahalle zenginleri bile bir mescid yaptıramadığı takdirde, bir çeşme yaptırmış veya bir mekteb tamir ettirmiştir.
En küçük yapıda bile, sağlam, dürüst, nâmuslu bir şekilde büyük bir san’at zevkîyle ve toplum heyecanı ile çalışmayı; aldığı terbiyenin esâsı sayan Osmanlı mîmârları, belli bir eğitim sisteminden geçerdi. Mimarlar, devlet tarafından îmâr ve mühendis akademisi hüviyetinde olan Hasbahçe’de nazarî olmaktan çok pratik usûllerle yetiştirilirdi.
Mîmârlar; hassa (devlet) mîmârları, sermîmâr (başmîmâr), hassa sermîmâr (hassa başmîmârı) veya sermîmâr-ı mîmâran-ı hassa denilen yüksek vazifeliye bağlıydılar. Bu zât bir nevî bayındırlık bakanı sayılırdı. Bâzı durumlarda dîvâna katılır ve îzahatlarda bulunurdu.
Osmanlı mimarları büyük görgü ve tecrübe kazanarak her medeniyete âid âbideleri, teknik ve san’at bakımından inceleyerek yetişirlerdi. Plân ve maket üzerinde çalışırlar, hazırladıkları plân ve maketlere göre eserlerini inşâya başlarlardı. Pâdişâhlar önce mimarların hazırladıkları maketleri görürlerdi. Ayrıca âbidenin nakışları da önce kâğıda yapılır, sonra son şekli verilirdi. Küçük inşâatlar için de resim ve plânlar çizilirdi. Mîmâr, yaptığı binanın muhasebesi ile meşgul olmaz, bu iş için o binaya nâzır veya binâ emîni denilen bir maliyeci, yapı küçükse bir kâtip tâyin edilirdi.
Hassa mimarları, şehirde nizâma aykırı olan inşâata izin vermemekle, eğer yapılmışsa yıktırmakla da vazifeliydiler. Başlıca yasak bölgeler İstanbul surlarının içe ve dışa doğru 5’er arşın (3 metre) yakını, câmi ve mescidlere 5 arşından fazla yaklaşmış binalar, caddeleri daraltacak inşâatlardı. Bütün yasaklara ve kontrollere rağmen, zaman zaman yapılan binalar yıktırıldı. Surlara yapılan evler, 1539’da bir defâ yıktırıldığı hâlde tekrar yapılmış, 1559’da Mîmâr Sinân tarafından tekrar yıktırılmıştı. Şehir kaldırımlarını inşâ ve tamir ettirmekle de vazîfeli olan hassa mimarları, kaldırımcılara yaptırdıkları kaldırımlar bozulursa, üç yıl içinde bedava onanırlardı.
Taşrada da devletten maaş alan hassa mîmârları vardı. Eyâletlerde beylerbeyilerin emrinde bayındırlık müdürü vazifesi yapan mimarlar, bulundukları yerlerdeki devlet inşâatından, husûsi inşâatın nizâmına uygun olmasından, usta ve işçilerin durumlarından ve eserlerin işe yarar hâlde tutulmasından mes’ûldüler. Hassa mimarlarının tasvib etmediği hiç bir kimse husûsi mimarlık yapamazdı.
Hassa sermîmârlığı 1831’e kadar devam etti. Bu târihte sultan İkinci Mahmûd Han tarafından Ebniye-i hassa müdüriyeti kuruldu. 1836’da Meclis-i umûr-i nâfia, 1839’da Umûr-i ticâret ve nâfia nezâreti yâni bayındırlık bakanlığı kuruldu. Ebniye-i hassa müdüriyeti de bu nezârete bağlandı. Böylece hassa mimarları ocağının sönmesiyle, Hasbahçe mektebi de sona erdi. Mektepten yetişen kaliteli mimarlar azaldı. Askerî mekteblerdeki mühendislere mimarlık verildi. Mimarlığın ve mimarî eserlerin yok olmakta olduğunu gören büyük devlet adamı sultan ikinci Abdülhamîd Han, 1881’de bugünkü Güzel San’atlar Akademisi demek olan Sanâyi-i Nefise mekteb-i âlîsini mîmârî bölümüyle birlikte kurdu.
1299 yılında devlet hâline gelen Osmanlılar, mîmârî eserlerini en evvel ilk başşehirlerinden olan Bursa’da ortaya koydular.
Daha çok Selçuklu mimarisinin izlerini taşıyan ve Orhan Gâzi zamanında Bursa’da; Orhan Gâzi’nin kardeşi Alâaddîn Bey tarafından yaptırılan Alâaddîn Câmii, Orhan Bey Câmii, Edebâli’nin kardeşinin oğlu tarafından yaptırılan Ahî Hasan mescidi, Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında yaptırılan Hüdâvendigâr Câmii, Şehâdet Câmii, Hayreddîn Paşa Câmii, Nilüfer Hâtûn Câmii, İzzeddîn Câmii ve Kara Ali Câmii ile Yıldırım Bâyezîd zamanında yapılan Yıldırım Câmii, Ali Paşa Câmii, Demirtaş Câmii, Ertuğrul Câmii, Molla Fenârî Câmii, Gâzi Tîmûrtaş mescidi, Somuncubaba Câmii ve 20 kubbeli, ortasında on altı köşeli büyük bir şadırvan bulunan, minberi ceviz ağacından, oyma duvarları, en güzel yazı motifleriyle süslü Ulu Câmii bunların belli başlılarındandır.
Çelebi Sultan Mehmed devrinde yapılan câmiler ise; Şaheser Câmii ismiyle de anılan, nefis İznik çinileriyle süslü, çinilerindeki hâkim renk yeşil olduğu için bu adı alan Yeşil Câmii, Çelebi Sultan Mehmed’in kızları Selçuk Hâtûn ve Hafsa Hâtûn tarafından yaptırılan Selçuk Hâtûn Câmii ve Bedreddîn Câmii’dir.
Sultan İkinci Murâd Han zamanında da; Muradiye Câmii, Abdal Câmii, Zeynîler Câmii yaptırılmıştır.
Aynı zamanda türbeler şehri de olan Bursa’da ilk altı Osmanlı pâdişâhının ve yakınlarının türbe ve kabirleri yer almaktadır. Bir mîmârî eseri olarak ortaya çıkan ve İstanbul’un fethine kadar yapılan türbeler ise şunlardır Osman Gâzi türbesi, Orhan Gâzi türbesi, Murâd-ı Hüdâvendigâr türbesi. Yıldırım türbesi, Çelebi Sultan Mehmed türbesi de denilen Yeşil türbe, sultan İkinci Murâd türbesi, Süleymân Çelebi türbesi, Hadîce Sultan türbesi. Her biri birer san’at eseri olan türbelerde çeşitli mîmârî üslûb ve motiflere yer verilmiştir. Bu türbeler daha çok Orta Asya ve Selçuklu san’atı izlerini taşırlar.
İstanbul’un fethinden önceki devirde; Lala Şahin Medresesi, Hüdâvendigâr Medresesi, Çelebi Sultan Mehmed’in Yeşil Medresesi gibi ortada bir avlu, bunun üç tarafı revak, kıble tarafı yüksek kubbeli dershanelerden meydana gelen medreseler de yaptırılmıştır. Orhan Gâzi ve Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanlarında Bursa’da bugünkü ordu evinin bulunduğu yerde bir saray yaptırılmıştır. Çelebi Sultan Mehmed Han zamanında İpek Hanı, Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında Kapan Hanı, Orhan Gâzi zamanında Emir Hanı gibi hanlar ve kervansaraylar yaptırılmıştır.
İstanbul’un fethinden önceki devirde, Osmanlı Devleti’nin ikinci başkenti olan Edirne’de de pek çok mîmâri eserler meydana getirildi. Sultan İkinci Murâd Han tarafından yaptırılan Üç Şerefeli Câmi, Bursa Orhan Câmii örnek alınarak yapılan Muradiye Câmii, Çelebi Sultan Mehmed zamanında yaptırılan Eski Câmii bu eserlerden bâzılarıdır. Sultan İkinci Bâyezîd tarafından Mîmâr Hayreddîn’e yaptırılan ikinci Bâyezîd Câmii, Beylerbeyi Câmii ve Edirne’nin en eski câmisi olan ve Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılan Yıldırım Câmii’dir. Gâzi Mihâl Bey ve Ayşe Kadın câmileri de bu devirde yapılmıştır.
Birinci Murâd Han tarafından 1414’de Eski Câmii yanında yaptırılan bedesten, 1420’de yaptırılan Gâzi Mihât köprüsü, 1435’de ikinci Murâd Han tarafından yaptırılan dârülhadîs medresesi, Tahtakale hamamı, 1440’da yaptırılan Topkapı (Alaca) hamamı, Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılan Saray hamamı, bu devre âid mîmârî eserlerden bâzılarıdır.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan İstanbul’un fethine kadar olan, kuruluş dönemi mimarisinde, Osmanlı mimarisinin bâzı temel özellikleri ortaya çıkmıştır. Câmi mimarisinde uygulanan değişik plân kuruluşları bu dönemin ana özelliğidir. Bu dönemde inşâ edilen câmiler: tabhâneli câmiler, tek kubbeli câmiler ve çok kubbeli câmiler olarak üç bölüm hâlinde ortaya çıkmıştır. Dînî ve sosyal bir yapı olan tabhâneli (misâfirhâneli) câmiler, yapı ekseni üzerinde kıble yönünde uzanan, umumiyetle üzerleri birer kubbe ile örtülü geniş bir kemerle birbirine açılan, arka arkaya iki büyük mekan ve iki yanda yapı eksenine paralel sayılan değişen yan odalardan meydana gelmiştir. Girişteki birinci kısım umumiyetle, şadırvanlı ve üstü aydınlık fenerli kubbeyle kapalıdır, ikinci kısım ise, câmi kısmıdır. Tabhâneli câmiler Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında yaygın olarak yapılmıştır.
Tek kubbeli câmilerde ise; ön kısımda kare plânlı kubbe örtülü kısım, geride ise üç bölümlü bir son cemâat yeri yer almıştır. Mermer ve çini işlemeciliğinin de bulunduğu bu câmilerin minareleri sırlı tuğla ve çinilerle kaplıdır.
Çok kubbeli câmilerde ise; mekan eşit bölümlere ayrılmış, her bölüm bir kubbe ile örtülmüştür. Yapı ekseni üzerindeki her bölüm, aydınlık fenerli bir kubbe veya bir şadırvanla avlu geleneğini yaşatmıştır.
Bu devirde yapılan medreseler ise, umûmî olarak dikdörtgen plânlı olup, girişin karşısındaki kenara bitişen kubbeli ve camekanlı olan erkekler bölümü, dört eyvanlı ve dört köşe mekanlı; kadınlar bölümü ise, camekan dışında küçük bir ılıklık ve iki hacimli bir sıcaklık bölümünden meydana gelmiştir. Ticarî maksatlı olarak inşâ edilen avlulu şehir hanları; kare plânlı, iki katlı, alt katı mal ve eşyanın depolandığı revaklı penceresiz mekan, üst katı revakların tekrarlandığı pencereli ve ocaklı odalar hâlinde inşâ edilmiştir. Yapı ekseni üzerinde giriş kanadının karşısında yapıya bitişik enine dikdörtgen plânlı ahır yer almıştır.
Alış-verişlerin yapıldığı bedestenler ise, umûmî olarak altı ayak üzerine yerleştirilmiş on dört kubbeli dört kapılı olarak inşâ edilmiştir. Dışta mahzenli dükkânları olan bu yapılarda umumiyetle altmış dükkân ve bu sayıya yakın da mahzen yapılmıştır.
Bu dönemde yapılan türbeler ise sekizgen plânlıdır. Yüksek kasnak, yapıya iki kademeli bir görünüş verir. Yapının yüzleri çinilerle veya çeşitli motiflerle kaplıdır. Kapı kanatları ve pencere kapakları Türk ağaç san’atının önemli eserleri arasında yer alır. Bu dönemde inşâ edilen külliyeler; câmi, medrese, mekteb, imâret, şifâhâne, türbe, hamam ve hanları içine almıştır. Bu yapılar belli bir eksen düzeni olmadan, dağınık olarak kurulmuşlar, inşâatta arazinin özellikleri, yüksek ve alçakta kalan alanlar değiştirilmeden kullanılmıştır. Câmi ve medrese yapıları birbirine yakın olarak yerleştirilirken, hamam ve han yapıları bunların uzağına inşâ edilmiştir. Bu dönemdeki mîmâri eserlerde çini, önemli bir süsleme unsuru olarak kullanılmıştır. Geometrik süsleme örnekleriyle, sülüs ve kûfî yazı motiflerinde yer aldığı süsleme örnekleri, umûmî olarak nebatî motiflerden meydana gelmiştir.
İstanbul’un fethinden sonra cihân devleti olan Osmanlılar; diğer sahaların yanında, mimarlıkta da üstün eserler verdiler. Üç kıt’aya yayılan ve pek çoğu bugün de yaşamakta olan bu âbide eserler hâlâ Osmanlı medeniyetinin ihtişamını aksettirmektedir.
İstanbul’u feth etmekle dünyâ târihinde yeni bir çağ açan Fâtih Sultan Mehmed Han, derhâl İstanbul’un îmârına başladı. Ayasofya’yı kiliseden câmiye çevirip ilk Cuma namazını kıldı. Sahâbe-i kiramdan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) kabri üzerine türbe ve yanına Eyyûb Sultan Câmii’ni yaptırdı. Daha sonra Mîmâr Atik Sinân (Sinâneddîn Yûsuf bin Abdullah) ile Mîmâr Ayas’a da Fâtih Câmii’ni ve külliyesini inşâ ettirdi. Fâtih külliyesinde; kütüphâne, 16 medrese, imaret, kervansaray, tabhâne, dârüşşifâ ve hamam bulunuyordu. Yedikule Câmii, Kireç İskelesi Câmii, Şehremini Câmii ve Rumeli Hisarı, Eski Saray (Bugünkü Üniversite merkez binasının yeri), Topkapı Sarayı, üstü kubbe ve kemerle örtülü olan Kapalı Çarşı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yaptırılan mîmârî eserlerden bâzılarıdır. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında bir çok kütüphâne, medrese, imâret, hamam, çarşı ve kervansaray gibi mîmârî eserler de yaptırıldı. Edirne, Bursa, Amasya, Trabzon ve diğer merkezlerde de mîmârî eserler meydana getirildi.
Bu devirde câmiler ve çeşitli hayır binaları şeklinde gelişen mîmârî eserler, şehirlerin merkezî ve hâkim noktalarına yapıldı. Bu eserlerde zarîf, sâde fakat, süzülmüş bir zevk mahsûlü olan çini, mermer, tahta veya sıva üzerine nakış gibi tezyînât ile bedîî değerlerin bir bütün olarak düşünüldüğü görülür. Selâtin Câmii tâbir edilen ve pâdişâhlar tarafından yaptırılan câmilerde bu bütünlük daha iyi göze çarpar.
Evliya Çelebi, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından yaptınlan Fâtih külliyesinde yer alan Fâtih hastahânesiyle ilgili şu bilgileri verir: “70 oda 80 kubbelidir. 200 kişi hizmet eder. Hekimbaşı bilginlerdendir. Ayaküstü tedavi edilenler de, yatırılarak tedavi edilenler de vardır. İlâçları bedavadır. Yatanlara çok iyi bakarlar. Zîrâ Allah rızâsı ve pâdişâhın ruhu selâmeti içindir. Vakıfı olan hazret-i Fâtih böyle şart koymuştur. Hastalara, sarılmalı diba kumaş ve ipekten gecelikler giydirirler. İki defa nefis yemek çıkar. Vakıfları o kadar zengindir ki, hastalara en iyi av kuşlarının etlerini yedirirler. Üç bölüktür. Bir bölükte erkekler, diğerinde kadınlar, üçüncüsünde de gayr-i müslimler tedâvî edilirler.”
Sultan ikinci Bâyezîd Han zamanında yetişen Mîmâr Hayreddîn ise, Edirne ve İstanbul’da Bâyezîd külliyelerini yaptı. Edirne’nin büyük câmilerinden olan İkinci Bâyezîd Câmii’nin yedi bölümden meydana gelen külliyesindeki dârüşşifâda akıl hastaları; su sesi, psikolojik telkin, meşguliyet ve ilâçla tedâvî edilirdi. Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında Bursa’da, İstanbul’daki Fâtih Câmii’nin küçük bir benzeri olan Emîr Sultan ve Üftâde câmilerinine benzer câmiler yaptırıldı. Amasya’daki Sultan Bâyezîd Câmii’nin kapısı, mihrabı ve minberi üzerindeki yazıların san’at değeri çok kıymetlidir. Külliye hâlinde yaptırılan câminin etrafında, kütüphâne, bedesten, medrese, dârülkurrâ, imârethane, fırın gibi sosyal te’sisler yer almaktaydı.
Yavuz Sultan Selîm Han devrinde yetişen ve Acem Ali diye bilinen Mîmâr Alâeddîn Ali Bey tek kubbesiyle İstanbul’daki Sultan Selîm Câmii’ni yaparak Osmanlı mimarisine azamet ve vekarı getirdi. Sekiz senelik kısa bir saltanat dönemi olan Yavuz Sultan Selîm Han, doğu seferleriyle meşgul olmasına rağmen îmâr faaliyetlerinde de bulundu.
İstanbul’un fethinden, Mîmâr Sinân’ın mimarbaşı olarak vazîfe aldığı 1535 yılına kadar uzanan dönem, Osmanlı mimarisinin gelişme dönemidir. Bu dönemde câmilerden başka; medrese, hamam, ticarî yapı, türbe, saray, kale ve köprüler yeni üslüblarla inşâ edildi. Kurulan külliyelerle şehircilik alanında yeni görüşler ve değerler ortaya kondu.
Bu dönemde merkezî kubbeli câmilerin yanında, tabhâneli (misâfirhâneli) câmiler, tabhâneli câmi özelliği gösteren câmiler, tek kubbeli, çok kubbeli ve çatı örtülü câmiler inşâ edildi.
İstanbul’un fethinden Mîmâr Sinân dönemine kadar inşâ edilen medreseler, plân kuruluşları ile daha öncekilerin tekrarıdırlar. Yaygın olarak inşâ edilen geniş U plânlı üç kanatlı medreseler ve avluları ile dikdörtgen bir plân kuruluşu gösteren medreselerde umûmî olarak, kesme taş duvarlarla inşâ edilmişlerdir.
Bu dönemde, İstanbul’da Fâtih Câmii’nin dış avlusunu doğudan ve batıdan çevreleyen Semâniye medreseleri dörder yapı olarak aynı eksen üzerinde sıralanmışlar, revaklı avluları ile dikdörtgen plânlı yapılar olarak inşâ edilmişlerdir.
İstanbul’un fethinden Mîmâr Sinân’a kadar gelen dönemde inşâ edilen şehir hanları ve bedestenlerde de daha önceki mîmârî özelliklere yer verilmiştir. İki kattı, kare veya dikdörtgen plânlı, revaklı avlulu şehir hanları ve dışta dükkanlı bedestenler aynı esaslarla ancak belirli bir gelişme ile inşâ edilmişlerdir. Şehir hanlarının üst kat revakları kubbelidir. Avlu ortasında ayaklar ve kemerler üzerinde yükselen, altında, şadırvan bulunan mescid yer almıştır. Ahırların bulunduğu ikinci bir avlu da mevcûddur.
Bu dönemde inşâ edilen türbeler ise, sekizgen plânlı olup, altta-düz atkılı, üstte hafif sivri kemerli pencereleriyle dikkat çekerler.
Ayrı bölümler hâlinde incelenen tabhâneler, imaretler, dârüşşifâlar ve kervansaraylar, külliyelere bağlı yapılar olarak belirli plân kuruluşlarıyla inşâ edilmişler, bir çok külliyede bu yapılara mektebler de ilâve edilmiştir. Mahalle mescidleri, dârülhadîs, dârülkurrâ yapılan ve tekkeler de bu dönemde inşâ edilen yapılardır. Köprüler ve kaleler kendi mîmârî özelliklerini korumuşlar; saraylar ise, belirli bir geleneğe bağlı olarak inşâ edilmişlerdir. Çeşme ve sebiller de, cadde, sokak ve meydanlara yerleştirilmiştir.
Bu dönemde meydana getirilen eserler, renkli sır tekniği ve sır altına boyama tekniğindeki çinilerle süslenmiştir. Ağaç işleme san’atı gelişmesini sürdürmüş, kündekârî tekniği ile yapılan eserler, oyma süslemeli sedef, bağa ve fildişi kakma yüzeylerle yeni görünüşler kazanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin, sınırlarının en geniş hududlara dayandığı, maddî ve manevî bütün sahalarda zirveye ulaşıldığı Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, 1535’den sonraki döneminde eserleriyle iftihar duyduğumuz, medeniyet âlemine kazandırdığı eserlerle müslüman-Türk’ün dehâsını ortaya koyan büyük dâhi Mîmâr Sinân yetişmiştir. Mîmâr olduğu kadar, sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya da önem veren, devamlı olarak yenilikler peşinde koşan, başarılı bir plânlamacı, dünyâsı gibi âhiretini de gözeten basîret sahibi ihlâslı bir müslüman olan Mîmâr Sinân, san’at değeri çok yüksek mîmârî eserler meydana getirdi. Kendisinden önce gelişen Osmanlı mimarisini erişebileceği en son noktaya çıkarttı.
Önce askeri mesleğe giren, burada zenberekçibaşılığa kadar yükselen Mîmâr Sinân, gerek Yavuz Sultan Selîm’in, gerekse Kânûnî Sultan Süleymân’ın bütün seferlerine katıldı. Bu seferlerde köprü kurma vb. maharetlerle çevresinin dikkatini çekti. Lütfi Paşa’nın sevkiyle Kânûnî’ye tanıtıldı. Bu vezirin sadrâzamlığı sırasında 1539’da mîmârbaşılığa getirildi. Devletin sınırlarının uzandığı her yerde; Kırım, Macaristan, Budin, Yunanistan, Tırhala, Bulgaristan, Sofya, Şam ve Halep’te, Mekke-i mükerreme ile Mescid-i Haramda pek çok kıymetli eserler ortaya koydu. Câmiler, mescidler, medreseler, türbeler, su yolları, kemerler, köprüler, hanlar, hamamlar, kervansaray ve saraylar inşâ etti. İstanbul dışındaki eserlerinin tamâmına baş mimar olarak bizzat gidemediyse de nezâret için maiyyetindeki bir hassa mimarını gönderdi. Bu yapılar hep onun çizdiği plânlara göre yapıldı. Mîmâr Sinân vücûda getirdiği eserlerinin çoğunu pâdişâhlar, vezirler, paşalar, ilmiye mensûbları ve hanım sultanların siparişi üzerine yaptı. Kânûnî Sultan Süleymân, oğlu şehzâde Mehmed’in genç yaşta vefât etmesi üzerine, çıraklık dönemi eseri olarak bilinen Şehzâde Câmii ve külliyesini yaptırdı. Mîmâr Sinân, Kânûnî Sultan Süleymân’ın sipârişiyle kalfalık eseri olarak Süleymâniye Câmii ve 18 ayrı binadan meydana gelen Süleymâniye külliyesini, Mekke-i mükerremede medrese, Şam’da câmi ve imâret, Çorlu’da medrese ve imâret, Kefe’de hamam inşâ etmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân’ın zevcesi Haseki Hurrem Sultan’ın sipârişiyle bugünkü Haseki külliyesini yaptı. Bu külliyede; câmi, medrese, imâret, dârüşşifâ, mekteb ve şadırvan yer almıştır.
Sultan ikinci Selîm Han’ın isteği üzerine ustalık dönemi eseri olan Edirne Selîmiye Câmii’ni ve külliyesini yaptı. Mîmârlık târihinin en muhteşem eserlerinden biri olan Edirne Selimiye Câmii’nden başka, Konya’nın Karapınar kazasında bir câmi ve hamam, Topkapı Sarayı’ndaki mutfak ve kiler mahzenlerini, sultan ikinci Selîm Han’ın Ayasofya hazînesindeki türbesini de Mîmâr Sinân yaptı.
Sultan üçüncü Murâd Han’ın pâdişâhlığının ilk on yılında da başmîmar olarak vazife gören Mîmâr Sinân, Pâdişâh’ın emriyle Manisa’da bir külliye inşâ etti. Muradiye Câmii’nin plânını çizdi, fakat yaşı bir hayli ilerlediğinden yerine hassa mimarlarından Mahmûd Ağa’yı gönderdi. İnşâatı bu zât başlattıysa da, vefâtı üzerine yerine tâyin edilen Mehmed adlı başka bir mîmâr tarafından tamamlandı.
Üç pâdişâh devrinde mimarbaşı olarak vazife yapan Mîmâr Sinân’a; Lütfi Paşa, Dâmâd Rüstem Paşa, Kara Ahmed Paşa, Semiz Ali Paşa, Sokullu Mehmed Paşa, Hadım Mesih Paşa, Ferhad Paşa, Siyavuş Paşa gibi vezîriâzamlar; Haseki Hurrem Sultan, Mihrimah Sultan, Nurbânü Sultan, Şah Sultan gibi hanım sultanlar; vezirler, paşalar, ilmiye mensûbları ve şeyhler, kalemiye mensûbları (nişancı ve defterdârlar), saray vazifelileri ve diğer şahıslar tarafından pek çok mîmârî eserler yaptırılmıştır. Tezkîret-ül-ebniye adlı eserde Mîmâr Sinân’ın bütün eserlerinin 364 olduğu zikredilmiştir. Büyük bir kısmı İstanbul’da olan bu eserlerinden 84’ü câmi, 52’si mescid, 57’si medrese, 7’si dârülkurrâ, 20’si türbe, 17’si imâret, 3’ü dârüşşifâ, 5’i su yolu, 8’i köprü, 20’si kervansaray, 36’sı saray, 8’i mahzen, 48’i hamamdır (Bkz. Mîmâr Sinân).
Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde Mîmâr Sinân’la başlayan mîmârî hamle, sonraki asırda da devam etti. Üsküdar’da Vâlide-i Atik Câmii ve üçüncü Murâd Han’ın vâlidesi Nurbânû Sultan tarafından câmi, medrese, dârülhadîs, dârülkurrâ, hastane, imaret, misafirhane, ilk mekteb ve çeşme yaptırıldı. Mîmâr Dâvûd, Mîmâr Dalgıç Ahmed Ağa’dan başka, Mîmâr Sedefkâr Mehmed Ağa yetişti. Dalgıç Ahmed Ağa’dan boş kalan hassa mîmârbaşılığına, 11 Ekim 1605’de getirilen Sedefkâr Mehmed Ağa, sultan birinci Ahmed Han’ın iltifatına kavuştu. Sultan birinci Ahmed Han yaptırmak istediği muhteşem câmiyi inşâ etmekle, Sedefkâr Mehmed Ağa’yı vazifelendirdi. Sultanahmed Câmii’nin inşâatını yedi senede tamamlayan Mehmed Ağa bu sırada bir çok yapının inşâsını devam ettirdi. Câmiye bitişik kasr-ı hümâyûn, hastahâne, türbe, han, mekteb, sebil, odalar ve dükkanlar sultan birinci Ahmed Han tarafından inşâ ettirildi. Câminin süslemesinde mavi çiniler kullanıldı.
Mîmâr Dâvûd tarafından 1598’de temeli atılan sultan üçüncü Mehmed Han’ın annesi Safiye Sultan tarafından Eminönü’nde yaptırılacak olan Yeni Câmii’nin inşâsı on yedinci yüzyılın ortasında sultan dördüncü Mehmed’in annesi Hatice Turhan Sultan tarafından tamamlatıldı. Vâlide Câmii de denilen bu câminin bütün yazılarını meşhur hattatlardan Tenekecizâde İbrâhim Efendi yazdı. Câminin çinileri ise İznik’de yapıldı.
On yedinci asır başlarından itibaren, klâsik Osmanlı mimarîsi, Mîmâr Sinân mektebinden ayrılmaya başladı. Bu farklılıklar Sultanahmet Câmii’nde kendisini gösterdi. On sekizinci yüzyılda ise, Mîmâr Sinân tarzındaki sadelikten uzaklaşıp, Selçuk ve İran mimarîlerinde olduğu gibi, devrin zevkine göre gül, lâle, kâse içinde yemişler yapılmak suretiyle süslü bir şekle yer verildi. Topkapı Sarayı Bâb-ı hümâyûn karşısındaki sultan üçüncü Ahmed çeşmesi ve sebili ile Azapkapı ve Bereketzâde çeşmeleri, Tophane’de ve Üsküdar iskele meydanındaki çeşmeler bu asırdaki yeni tarz Osmanlı mimarisinin önde gelen eserleridir.
On sekizinci asırda başlayan garblılaşma hareketleri neticesinde Osmanlı mimarisinde de garba yöneliş başgösterdi. Bu asır ortalarından îtibâren Avrupa’daki Barok mîmârisine âid eserler, Osmanlı mîmârisinde de görülmeye başladı. Fakat Osmanlı mîmârları tamamen Avrupalıları taklîd etmeyip millî bünyeden de ilâveler yaptılar.
Barok mîmârî tarzına göre yapılan ve 1756’da açılan Nûr-i Osmaniye Câmii, 1763’de sultan üçüncü Mustafa Han tarafından inşâ ettirilen Lâleli Câmii, Üsküdar’daki Ayazma Câmii, Sultan birinci Abdülhamîd Han tarafından yaptırılan Beylerbeyi Câmii bu yeni üslûbun özelliğini taşırlar. Evvelce birinci Abdülhamîd imâretinin köşesinde iken, oraya vakıf hanının yapılması üzerine Soğukçeşme’de Gülhâne Parkı kapısının karşısına yapılmış olan sebil ve çeşme, Aydın’daki Cihânoğlu Câmii, Yozgat’daki Çapanoğlu Câmii ve Gülşehir Kara Vezir Câmii de Barok usûlünde yapılan eserlerdendir.
On dokuzuncu yüzyılın başında sultan üçüncü Selîm Han tarafından Nizâm-ı cedîd askeri için Üsküdar’da Selimiye kışlası ve câmii yaptırıldı. Selimiye’nin önemi en başta subay lojmanlarından meydana gelen bir sitesi, hamamı, dükkanları, sıbyan mektebi, kütüphânesi ve matbaasıyla birlikte yapılmış olmasındadır. Bu yüzyılda dînî yapıların yanında, askeri ve sivil yapılarda da önemli bir artış kaydedilmiştir. Kışlalar, hastahâneler, saraylar ve zarif köşkler inşâ edilmiştir. Sultan üçüncü Selîm’in kız kardeşi Hadîce Sultan’ın Defterdârburnu’nda inşâ ettirdiği saray, on dokuzuncu yüzyıl başında meydana getirilen eserlerdendir.
Tanzîmât’la her sahada olduğu gibi, mîmârîde de batılılaşma iyice belirginleşmiş, daha önceki devirlerdeki hassa mîmârları ocağının yerine kurulan Ebniye-i hassa müdürlüğü, Umûr-ı ticâret ve nâfia nezâretine bağlanmıştır. Ebniye nizâmnâmesi düzenlenerek îmâr işleri yeni bâzı esaslara bağlandı. Hassa mimarları ocağı kapatıldığı ve mîmârlık eğitimine önem verilmediği için bu asırda yeni ve büyük mimarlar yetişmedi. Büyük ve önemli yapı yatırımlarının meslekî hizmetleri, bir kısmı kendiliğinden İstanbul’a gelmiş, bir kısmı da çağrılmış olan yabancı mimarlar veya yabancı ülkelerde eğitim görmüş gayr-i Müslim mîmârlar tarafından yürütüldü. Mühendislik ve mimarlık alanında ortaya çıkan teknolojik gelişmelerin, yeni malzeme kullanımlarının, yeni yaklaşım ve düşüncelerin belirdiği 19. yüzyıl sonunda sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından mîmâr yetiştirmek için Sanâyi-i Nefîse mektebi (Güzel san’atlar akademisi) açıldıysa da, Avrupa’yı taklidden öteye gidemeyen bu müesseseden de mîmâr yetişmedi.
On dokuzuncu yüzyılda; Gümüşsüyü kışlası ve Silâhhânesi, Mecidiye kışlası (Taşkışla), Taksim Topçu Nümûne alayı kışlası; köy ve mahallelerde sıbyan (ibtidâî); kasabalarda, rüşdiye; büyük kasabalarda idâdî; vilâyet merkezlerinde sultanî mektebleri ve darülfünûn ile harbiye veya kuleli gibi askeri okullar yapıldı. Sultan Abdülhamîd Han’ın annesi Bezm-i Âlem Vâlide Sultan 1843’de Yenibahçe’de Bezm-i Âlem Gurâbâ-i müslimîn Hastahânesi’ni yaptırdı.
1843’de Yıldız Parkı girişinde Mecidiye Câmii, 1853’de Dolmabahçe Câmii, aynı yıl Ortaköy Câmii, 1870’de Pertevniyal Vâlide Sultan Câmii yapıldı. Eskiye nisbetle daha küçük plânda yapılan câmilerde tek kubbeli ve kare plânlı ibâdet yerinin yanında, Cuma selâmlığı ve bunun gerektirdiği kalabalık maiyyet için hünkâr mahfeli ayrı bir bölüm olarak ilâve edildi.
On dokuzuncu yüzyılda yapılan saraylar, Osmanlı mimarisinin son yapılarıdır. Dolmabahçe sarayı, Yıldız sarayı, Cemile ve Münîre Sultan sarayları, Göksu kasrı, Beylerbeyi sarayı, Çırağan sarayı, Kalender kasrı gibi sarayların büyük kısmı Boğaziçi kıyılarında inşâ edilmiştir. Ihlamur köşkleri, Çağlayan (Kâğıthane) kasrı, Alemdağ köşkü gibi yapılar ise, sayfiye ve mesire yerlerinde yazlık olarak yapılmışlardır.
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında tamamen Avrupalıların insiyâtifine terk edilen Osmanlı mimarisinde bâzı resmî devlet binaları vücûda getirildi. Haydar Paşa Garı ve İstanbul’daki Büyük Postahâne bu dönemde inşâ edildi. Bu asırda ortaya çıkan betonarme inşâ tarzı mimarlıkta yeni bir çığır açtı. Bu sebeple fazla katlı binalar yapılmaya başlandı.
Böylece kendinden önceki İslâm ve Türk mimarisini sentez yaparak gelişen, kendine has üslûb ve plânlar ortaya koyarak zirveye ulaşan Osmanlı mimarisi, on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda Avrupa mimarisinin te’sirinde kalarak, kendi üslûbundan uzaklaşmış, tamamen Avrupaîleşerek Osmanlı Devleti’nin yıkılışıyla son bulmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-11 sh. 157
2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım 2, sh. 552
3) Rehber Ansiklopedisi; dîd-12, sh. 124
4) Mimarbaşı Koca Sinân
5) Edirne’de Osmanlı Devri Âbideleri (O. Aslanapa; İstanbul-1949)
6) Türk Mimârî Anıtları (S. Çetintaş, İstanbul-1946)

MİMAR SİNAN


Türk’e şeref, cihâna ise yüzlerce medenî eser veren bir san’atkâr olarak târihe geçen büyük Osmanlı mîmârı. Koca Sinân diye de anılır. Tahmînen 1490 senesinde Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Babası Abdülmennân olup, bu ismi sonradan almıştır. Yavuz Sultan Selîm Han’ın zamanında devşirme olarak İstanbul’a geldi.
Burada iyi bir eğitim ve öğretim gördükten sonra acemi oğlanlar kışlasına verildi. Acemi oğlanlar ocağındaki gençler çok sıkı bir askerlik eğitiminin yanında bâzı işlerde çalıştırılırlardı. Bu işler genellikle büyük inşâatlarda çalışmak veya gemilerde hizmet etmekti. Böylece, bazı acemi oğlanlar bu sırada askerliğin yanısıra bir de meslek öğrenirlerdi. Mîmâr Sinân neccârlık (marangozluk) mesleğini hayâtının bu devresinde öğrendi. Acemi oğlanlık devresini dokuz yılda tamamlayan Sinân, 1521 yılında Kânûnî Sultan Süleymân’ın Belgrad seferine yeniçeri olarak katıldı. Büyük kabiliyeti sebebiyle yeniçerilikte sık sık terfî etmeye başladı. 1522’de Rodos seferine atlı sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç meydan muhârebesinden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek acemi oğlanlar yayabaşılığına (bölük komutanı) terfî ettirildi. Daha sonra kapıyayabaşı olup, 1534 Alman ve Bağdâd seferlerine zemberekçi başı olarak katıldı.
1533 yılında Kânûnî Sultan Süleymân’ın İran seferi sırasında Van gölüne geldiklerinde, sadrâzam Lütfi Paşa karşı sahile gitmek ve düşmanın ahvâlini gözetlemek istedi. Bu maksadla Mîmâr Sinân’a kadırga yapması emredildi. Mîmâr Sinân’ın iki hafta gibi kısa bir sürede üç adet kadırga yapıp, donatmasına çok memnun olan Lütfi Paşa, gemilerin idaresini de ona verdi. Bu başarısından dolayı büyük bir îtibâr kazandı. İran seferinden dönüşte, yeniçeri ocağında itibârı yüksek olan hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Kara Boğdan (Moldavya) seferlerine katıldı.
Katıldığı bu seferlerde batının ve doğunun mîmârî tarzını tedkîk imkânını buldu. Bu iki üslûbu birleştirerek orijinal eserler verdi. Kendisi bu hususu hatıratında şöyle anlatmaktadır: “Asker ocağına girdikten sonra önce marangozluğa merak ettim, iyi ustalar yanında çalışıp, yetiştim. Bıkıp usanmadan çalışarak bu san’atın bütün inceliklerini öğrendim. Kendimi göstermek için fırsat gözlemeye başladım. Bilhassa ülkeler gezip görgümü arttırmak istiyordum. Bu fırsat çıktı. Sultan Selîm Han’ın ordusunda Acem ve Arab diyarlarını baştan başa gezdim. Mimarlığı ve hendeseyi öğrendim. Gördüğüm her binadan, harabeden ibretle dersler aldım.”
Son seferlerinden olan Kara Boğdan seferinde, ordunun Prut nehrini geçmesi için bir köprü yapılması gerekiyordu. Zemin kaygan olduğundan bu işi kimse başaramadı. Bunun üzerine Lütfi Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han’a bunu ancak haseki Sinân’ın yapabileceğini arzetti. Pâdişâh’ın verdiği emir üzerine harekete geçen Sinân, ordudaki bütün mîmâr ve neccârları toplayarak on üç gün gibi kısa bir sürede köprüyü yapıp ordunun karşıya geçmesini sağladı. Bu olaydan bir müddet sonra, gerek hassa başmîmârı Acem Ali, gerekse vezîriâzam Ayas Paşa vefât ettiler. Ayas Paşa’nın türbesini yapmak için yeni bir başmîmâr tâyin edilmesi gerekiyordu. Lütfi Paşa bu sefer de Sultan’a gidip, bu iş için en uygun kimsenin Mîmâr Sinân olduğunu söyledi. Böylece 1538 yılında Mîmâr Sinân, hassa başmîmârı oldu.
Mîmâr Sinân’ın, mîmârbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun san’atının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, İstanbul Şehzâdebaşı Câmii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezî bir kubbe tarzında inşâ edilen Şehzâdebaşı Câmii, daha sonra yapılan bütün câmilere de öncülük etmiştir. Külliyede ayrıca imâret, tabhâne (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır.
Süleymâniye Câmii, Mîmâr Sinân’ın İstanbul’daki en muhteşem esendir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde yapılmıştır. Yirmi yedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden îtibâren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûn ve asaleti ifâde eden bu sâde ve ahenkli görünüşü ile Süleymâniye Câmii, olgunlaşmış bir mimarîyi temsil etmektedir. Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymâniye Câmii ve külliyesi, Fâtih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur (Bkz. Süleymâniye Câmii).
Mîmâr Sinân’ın en güzel eseri, seksen yaşında iken yaptığı ve ustalık eserim diye takdim ettiği Edirne’deki Selimiye Câmii’dir. Bu câmi için bizzat Mîmâr Sinân şöyle der: “Bunun minareleri hem nâzik, hem de üç yollu olmakla gayet müşkil olduğundan, san’attan anlayanlar takdir eder. Ayasofya kubbesi gibi bir kubbenin İslâm ülkelerinde yapılmadığını söyleyip duran kefere-i fecerenin mîmâr geçinen takımına cevâb olmak üzere Allah’ın yardımı ile Selimiye kubbesinin altı zra’ (bir zra’ 50,8 cm) çapını ve dört zra’derinliğini ziyâde eyledim” (Bkz. Selimiye Câmii).
Mîmâr Sinân, mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eski eser korumacısı gibi davranmak zorunda kaldı. Bu konudaki en kesif çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’de Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine takviyeli duvarlar yaptı. Bu günlere sağlam olarak gelmesine sebeb oldu. Eski eserlerle âbidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Câmii ve İstanbul hisarı civarına yapılan bâzı, ev ve dükkanların yıkımını sağladı.
İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanması ile uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususda ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarımla dahi bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir. Bu konuya ne kadar önem verdiği, vakfiyesinde, İstanbul’un kaldırımları için para bırakmasından anlaşılmaktadır.
Hassa başmîmârı olarak çok değişik konularla ilgilenmek zorunda kalan, aynı anda bir çok eseri plân hâline getirip yapımlarını sürdüren Mîmâr Sinân, en geniş çaptaki yapım işlerinin en ufak detaylarıyla bile kendisi ilgilenirdi. Fakat bu işler altında ezilmezdi. Bütün bu başarılarıyla beraber, İslâm ahlakıyla ahlâklanmış mütevazı bir insan idi. Mühründe bulunan; “El-hakîr-ül-fakîr Mîmâr Sinân” yazısı, bunu en iyi şekilde isbât eder.
Türk mimarîsinin yetiştirdiği, İslâm âleminin bu büyük mîmâr ve mühendisi doksan yılın üzerinde, faal bir hayat sürdü. Sâî Mustafa Çelebi’nin Tezkiret-ül-ebniye’de belirttiği gibi, 364 yapıya imzasını attı. Eserlerinin büyük bir kısmı İstanbul’dadır. Osmanlı ülkesinde damgasını vurmadığı bir köşe yok gibidir. 1538’de İstanbul’da vefât edip, Süleymâniye Câmii’nin yanında kendi yaptığı mütevazı ve sâde türbeye defnedilen Sinân, uzun bir ömrün arkasından yüzlerce eserini İslâm âlemine yadigâr bırakarak ebedî âleme göç etti.
Mîmâr Sinân durup dinlenmeden çalışıp, el emeğiye alın teriyle elde ettiği helâl mal ve servetini bir çok sosyal ve kültürel müesseselere (cami, mescid, medrese, çeşme, kervansaray gibi) vakfettiği görülmektedir. Vakfiyesinde Mîmâr Sinân’ın aile fertlerini, oturduğu mahalle ve çevre sakinlerini, doğup büyüdüğü yöre halkını ve bütün müslümanların yanısıra insanların ötesinde diğer bir çok canlıları da düşündüğü anlaşılmaktadır. Nitekim köyü olan Ağırnas’da yapıp vakfettiği çeşmeye, su içmek üzere gelen hayvanların dinlenmesi için çeşmenin etrafında geniş bir alanı da vakfettiği anlaşılmaktadır. Din eğitiminin yanında dil eğitimini, dünyâ îmârının yanında âhiret hazırlığını, yakınlarının yanında yabancıları ve insanların yanında hayvanları ihmâl etmeyen Mîmâr Sinân, yine vakfiyesinde; Allah rızâsının dışında bir şey düşünmeyip, ölümünden sonra rahmet ve hayır duâ ile anılmaktan başka bir şey gözetmediğini belirtmektedir.
Mîmâr Sinân, resim, fresk ve heykel gibi san’at alanlarına yönelen muasırı Avrupalı rönesans san’atçılarından farklı bir şekilde, İslâm san’atına bağlı kalarak bütün san’atların içinde bütünleştiği mimarlığa ağırlık verdi. Askerlik mesleğinden gelen tecrübe ve teknik bilgisinin de mimarlık mesleğine kazandırdığı çok önemli bâzı hususlar vardı. Bunlar, ordu ile beraber sefere giderken; Arab, Selçuk, Roma, Bizans ve Orta Avrupa gibi medeniyetlere âid örnekleri görme şansı elde etmesi, kendisinin üstün analiz etme kabiliyeti ile bunları incelemesi, hassa başmîmârı olarak büyük bir teşkilâtı idare edecek ve bir çok eserin yapımını birden yönetecek idâri güç, disiplin ve organizasyon yeteneğine sâhib olması şeklinde sıralanabilir.
Mîmâr Sinân’ın başmîmârlığa getirildiği dönemde Osmanlı Cihân Devleti, bir Türk-İslâm devleti olarak ekonomisi, müesseseleri, adaleti ve sosyal yapısı bakımından dünyânın en güçlü devleti idi. Böyle kudretli bir devletin güçlü bir san’atçısı olan Sinân da, yaklaşık elli senelik mimarlık döneminde kendisine düşeni hakkıyla yerine getirdi. Mîmârî dehâsı yanında, güçlü organizasyon ve disiplin kabiliyeti ile o günlerde dünyânın hiç bir yerinde görülmeyen bir hassa mimarları teşkilâtı geliştirildi. Bu teşkilât, Sinân’dan itibaren, devletin her tarafına İstanbul’un mîmârî kaidelerini götürdü. Sarayda, mimarînin her alanında atölyeler kurdu. Bu atölyeleri mimarbaşı, hattatbaşı, doğancıbaşı gibi büyük devlet me’murları yönetti. Bu atölyelerden, Sultanahmed Câmii’ni yapan sedefkâr Ahmed Ağa ve Dâvûd Ağa gibi mimarlar yetiştirildi.
Sinan, Selçuklu dönemi yapılarını, dekoratif anlamdaki taş işçiliğini çok yakından bilmesine rağmen, eskiyi körü körüne taklîd etmekten çok, kendi sentezlerine değer verip uyguladı. Bu sebeple eserlerindeki süsleme, yalnızca mukarnaslar ve kapı kenar motifleri üzerinde yoğunluk kazandı. Kullandığı malzeme yeknesak, ağır başlı ve sâde bir anlatım içinde kaldı. Yine Selçuklu dönemi ile İran ve Arab mîmârilerinde çok rastlanan dekoratif seramik malzemelerine özellikle dış cephelerde hiç yer vermedi.
Konstrüksiyon araştırmalarının üzerinde durup her eserinde ayrı bir sistem analizine yöneldi. Kare prizma üzerine yarım kürenin çeşitli varyantlarını tek tek denedi. Statik endişeden kaynaklanan kalın taşıyıcı duvarların kesitlerini inceltip, yapıda modül sistemini kullandı. Farklı renk ve dokuda çeşitli malzemeler kullanmak yerine, aynı malzemeyle ışık gölge oyunlarına tâbi tutarak çeşitli zenginlikler ortaya koydu. Bu amaçla düzlemden eğri yüzeylere geçerken uygulamaya koyduğu mukarnaslar, kapı çevrelerinde yer verdiği sâde taş bordürleri sık sık kullandı. Mekân içinde özellikle konstrüksiyona yönelik yapı elemanlarını belirleyici bir malzeme kullanımına gidip, sâdece dekoratif bir görüntü elde etme gayesine yönelik malzeme kullanımına gerek duymadı. Kubbenin beden duvarına oturuşunda veya cephe kuruluşunda eskinin masîf ve boşluksuz anlayışını tamamen değiştirdi. Geliştirdiği teknik çözümlerle bu noktalarda birbirini tâkib eden diziler hâlinde pencere boşlukları meydâna getirip, iç mekânın ferah, aydınlık olmasına îtinâ gösterdi. Kullanılan pencerelerde işin önemine göre alçı çerçeve içinde renkli cam uygulamalarına yer verdi. Hiç bir zaman fonksiyon dışında bir malzeme kullanımına gitmedi. Bu özelliği ile yapı elemanları bina bütününde birbirlerini tamamlayarak gelişti ve yapı; onu taçlandıran, adetâ boşlukta yüzen görünümündeki bir kubbe ile noktalandı.
Sinân, her mîmârî eseri kendine has bir biçimi ile ele almak, yapıda form ve konstrüksiyon beraberliğini kurmak, dış mekân ve kuruluşunun iç mekâna bütünlük kazanmasını sağlamak, mevcut teknolojik imkân ve malzeme denemelerinin üstünde, onları kendi istekleri doğrultusunda kullanmayı bilmek, akılcı ve sâde bir malzeme kullanma anlayışına sâhib olmakgibi günümüzde de geçerli mimarlık ilkelerini bundan dört asır önce eserleriyle ortaya koydu. Bu sebeple dâima san’atı ile asırlar ötesi bir mîmârî dehâ olarak anıldı ve anılacaktır.
Mustafa Sâî Efendi’nin Tezkiret-ül-ebniye kitabında yazdığına göre, Mîmâr Sinân; seksen dört câmi, elli iki mescid, elli yedi medrese, yedi dârülkurrâ, yirmi türbe, on yedi imâret, üç dârüşşifâ, beş su yolu, sekiz köprü, yirmi kervansaray, otuz altı saray, sekiz mahsen ve kırk sekiz adet hamam olmak üzere üç yüz altmış dört eser vermiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mimar Sinân Dönemi Türk Mimarlığı ve Sanatı; sh. 59, 113, 251
2) II. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Târih Kongresi (Çağrılı bildiriler ve Kongre Faaliyetleri, İTÜ-1986); Cild-2, sh. 3
3) Mimarbaşı Koca Sinân Yaşadığı Çağ ve Eserleri-I (İstanbul-1988)
4) Mimâr Koca Sinân (Prof. Dr. A. Âfet İnan)
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 132
6) Tezkiret-ül-Ebniye (Mustafa Sâî)

MEZOMORTO HÜSEYİN PAŞA


On yedinci yüzyılın ikinci yarısında deniz muhârebelerindeki kahramanlıklarıyla meşhur, denizcilik târihimizin mühim şahsiyetlerinden Osmanlı kaptân-ı deryası. İsmi, Hüseyin’dir. Gençliğinde Venediklilerle yaptığı bir deniz muhârebesinde sekiz-on yerinden yaralanıp öldüğü sanılırken, iyileşmesi üzerine Venedikliler tarafından kendisine Mezomorto (yarı ölü) lakabı verilmiş ve sonradan bütün Akdeniz’de bu sıfatla anılmıştır. Bâzı kaynaklarda Mağribli olduğu kaydedilirse de doğum yeri ve târihi kesin bilinmemektedir. Ömrünü İslâmiyet’i yaymakla geçirip, 1701 yılında Paros (Bare) adasında vefât etti. Nâşı, Sakız adasına götürülüp defnedildi. Vefât târihi hakkında başka rivayetler de vardır.
Hüseyin Reis, denizciliğe çok genç yaşta levendlikle başladı. Cesur, gözünü budaktan esirgemeyen bir kimse idi. Akdeniz’de İspanyol, İtalyan ve Venediklilerle çetin deniz muhârebeleri yaptı. 1674 yılından itibaren ünü bütün Akdeniz’i sardı. Cezâyir’in en mümtaz sîmâlarından biri oldu.
1671 yılına kadar Akdeniz’deki denizcilerimizin reisi Cezâyir beylerbeyi idi ve bunlar İstanbul’dan tâyin edilirdi. 1671’den sonra beylerbeyleri Cezâyir levendleri arasından seçildi ve kendilerine Cezâyir dayısı denildi. Cezâyir dayısı emrindeki levendler bir nevî deniz akıncıları idi. Bunlar gözünü budaktan, esirgemeyen, fırtınalara göğüs geren denizcilerdi. Mezomorto Hüseyin Reis de bu kahramanlardan biri olup, cesaret ve denizcilik bilgisi sayesinde Cezâyir levendleri reîsi seçildi. 1683 yılında Fransızların büyük bir donanma ile Cezâyir kuşatmaları esnasında büyük kahramanlıklar gösterip, düşman donanmasını perişan etti.
Kânûnî devrinden beri Osmanlı Devleti Fransızları himaye etmiş, Cezâyir levendlerine, Akdeniz’de Fransız gemilerine, dokunulmamasına dâir emir bile göndermişti. Bu sebeple Fransız ticâret gemileri Akdeniz’de serbestçe dolaşmak imkânını bularak çok para kazanmışlardı. Zîrâ, o zamanlar hiç bir milletin ne harp ne de ticâret gemileri Akdeniz’e açılamıyordu. Bu iyiliğimize rağmen Fransızlar nankörlük yaptılar. Kralları on dördüncü Lui’nin emri ile 1682 yılında Cezâyir’e hücum ettiler ve Cezâyir önlerindeki küçük bir adayı zaptettiler. Müstahkem bir kalesi de olan bu ada, tam dört ay Fransızların elinde kaldı. Fakat bir gün Cezâyir levendlerinin hücumu ile ada tekrar ele geçti. Kral on dördüncü Lui, adanın tekrar Türkler tarafından alınmasını bir türlü hazmedemedi. 1683 yılında büyük bir donanma ile bir ordu teşkil ederek Cezâyir’e sevketti. Fransız ordusu Cezâyir şehrine yakın bir yere çıktı. Donanma da Cezâyir limanının önlerinde demirledi. Plân mükemmeldi. Akdeniz’deki levendlerin yatağı ve merkezi olan Cezâyir şehri karadan ve denizden tam bir muhasara altında tutularak zaptedilecekti.
Karadaki Fransız ordusu, arada bir Cezâyir’den çıkan Türk levendlerinin palalarının şiddetine dayanamayıp bozuldu ve geri çekildi. Fakat denizdeki durum öyle değildi. Üç yüzden fazla gemiden müteşekkil Fransız donanması, Cezâyir’i kahpece ve insafsızca bombardıman ediyordu. Cezâyir bombardımanları olarak târihe geçen ve hep geceleri yapılan bu bombardımanları yabancı tarihçiler bile; “Hunharca yapılan zâlim bombardımanlar” olarak vasıflandırdılar. Bu bombardıman sırasında yüzlerce kadın, çocuk ve yaşlı insan şehîd oldu.
Bu sırada Cezâyir dayısı olan beylerbeyi Baba Hasan Dayı’nın asker üzerinde fazla bir otoritesi yoktu. Bu sebeple muhasara karşısında âciz kalıyordu. Nitekim bu acizliği sonucu Fransız donanması kumandanı Duquesne’in isteği üzerine başta Mezomorto Hüseyin Reis olmak üzere bir çok reisi rehin olarak gönderdi.
Ancak Mezomorto Hüseyin Reis, Fransız amirâli ile görüşmesinde Cezâyir’e dayı olması hâlinde kendilerine tâbi olacağını söyleyerek, diğer reislerle beraber serbest bırakılmalarını sağladı. Neticede zâten Baba Hasan Dayı’nın idaresinden hoşnut olmayan yeniçerileri de yanına alarak Cezâyir’de idareyi ele geçirdi ve dayı seçildi.
Mezomorto Hüseyin Reis, Cezâyir dayısı olduktan sonra, ilk olarak şehirde bulunan ve savaşamayacak durumda olan kadın, çocuk ve ihtiyarları kaleden çıkartarak emin bir yere götürdü. Sonra da denizde sonucu beklemekte olan Fransız donanması üzerine ateş açtırdı. Fransız amirali Duquesne büyük bir öfkeye kapılarak bir müddet daha muhasaraya devam etti ise de hiç bir şey elde edemedi. Bir avuç Cezâyir donanması karşısında mağlûb ve perîşan olarak geri çekildi. Mezomorto Hüseyin Reis’in Cezâyir’i Fransız muhasarasından kurtarması, Pâyitâht’ta büyük sevince sebeb oldu. Sultan dördüncü Mehmed Han, gönderdiği bir fermanla onu Cezâyir beylerbeyliğine getirdiğini bildirdi.
1686 yılında Tunus’ta çıkan karışıklıkları önlemek için görevlendirilen Mezomorto Hüseyin Paşa, buraya İbrâhim Hoca idaresinde bir kuvvet gönderdi. Tunus’da sükûneti sağlayan Hüseyin Paşa, 1688’de mareşal d’Estrees emrindeki Fransız filosunun Cezâyir’i topa tutması üzerine emrindeki kuvvetler ile Fransız sahillerini ve ticâret gemilerini vurarak mukabele etti. Fransızlar yeni Osmanlı sultânı ikinci Süleymân Han’a müracaat ederek sulh akdine muvaffak oldular.
İkinci Süleymân Han, Mezomorto Hüseyin Paşa’yı gösterdiği muvaffakiyetlerden dolayı 1690’da Tuna kaptanlığına tâyin etti. Bu yıllarda Venedik donanmasının Akdeniz’deki faaliyetleri artmıştı. 1690’da Osmanlı ordusunu karadan destekleyerek Vidin’in kurtarılmasında büyük rol oynadı ve Karadeniz donanması kaptanı oldu.
1691 yılında mîrî kalyonlar kaptanlığı ile kendisine Rodos sancağı verildi. Bu sırada Venedik donanması 145 parça kalyon ve çektiri ile 8 Eylül 1694 günü Sakız adasına hücum etti. Fâtih devrinden beri sulh ve sükûn içinde adaletle idare edilen kaledeki hıristiyan halk silâha sarılıp, gizli ve açık ihanetlerle kale muhafızı Hasan Paşa’yı zor durumda bıraktılar. Netîcede Sakız, Venediklilerin eline geçti. Sakız adasının Venedikliler tarafından işgal edilmesi, sultan İkinci Ahmed Han’ı çok üzdü. Veziriazam Ali Paşa’ya gönderdiği hatt-ı hümâyûn; “Madem ki Sakız düşman elindedir, bütün Ungurus (Macaristan) memleketini fethetsen makbûlüm değildir” diyerek Sakız’ın kış esnasında Venedik donanmasının faaliyetten mahrum kaldığı sırada zaptedilmesini emreyledi. Üçüncü Ahmed Han ordunun dönüşünden sonra da sadrâzama; “Sakız ahvâli, derûnumı (içimi) yaktı. Teshiri murâdımdır (zaptını dilerim). Îcâb edenlerle görüşüp ne yapmak lazımsa bildir. Bu kış Sakız elde edilmezse, şöyle bilin ki bütün reisleri şiddetle cezalandırırım” diye kat’î emir verdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantısında kapdân-ı deryalığa Amcazade Hüseyin Paşa getirildi. O da ilk iş olarak Mezomorto Hüseyin Paşa’yı çağırtıp kendisine yardımcı yaptı ve kalyonlar kaptanı olarak derya beylerbeyi (oramirâl) tâyin etti.
Donanma-yı hümâyûn 1695 yılının ilk günlerinde, Derseâdet’ten hareket etti... Ayrılmadan önce Barbaros Hayreddîn Paşa’nın, Beşiktaş’taki türbesi ziyaret edildi. Yasinler, Fatihalar okundu... Kurbanlar kesildi... Fukaraya sadaka dağıtıldı.
Sonra da levendler, hep bir ağızdan:
Mekânımız derya deniz...
Venedikli, gelen biziz.
Öcümüz komaz, alırız...
Bize Hayreddînli derler.
diye, güneye dümen kırdılar.
Bütün deniz erleri, erenleri, İzmir’de toplandı. Mezomorto Hüseyin Paşa, uygun hava gözledi. Nihayet bir seher vakti tekbir-i kebîrle deryaya açıldılar.
Venedik amiralinin kumandasında Toskona, Matta ve Papalık gemilerinden mürekkep büyük bir donanma mevcuttu. 1695’de Koyun adaları civarında cereyan eden iki deniz muhârebesinde Mezomorto Hüseyin Paşa yaptığı mâhirâne manevralar ile zaferin kazanılmasında büyük bir rol oynadı. Bu deniz savaşında Venedik donanmasının kapudâne, patrona ve diğer yüksek rütbeli komutanları öldürüldü. Bu büyük zaferin sonunda Sakız tekrar Osmanlıların eline geçti. Ancak sultan İkinci Ahmed Han çok arzu ettiği Sakız’ın kurtuluşunu göremeden vefât etti.
Yeni Osmanlı sultânı İkinci Mustafa Han Sakız’ın geri alınmasında büyük gayret ve mahareti görülen Mezomorto Hüseyin Paşa’yı kapdân-ı deryalığa getirdi.
Daha sonra Mezomorto Hüseyin Paşa Venediklileri Adalar denizinden atmak için faaliyete geçti. 19 Eylül 1695’de Sakız ve İstanköyü vurmak üzere gelen 96 gemilik Venedik donanmasını Midilli adasının Zeytinburnu karşısında mağlûb etti. Bu muhârebede Venediklilerin on kalyonu battı, diğerleri ise ağır hasara uğradı. 1697-1698 yıllarındaki muhârebelerde Venedikliler deniz güçlerini büyük ölçüde kaybettiler.
Mezomorto Hüseyin Paşa, hayâtının sonlarına doğru son seferinden dönüşünde iki ay kadar hasta yattı. Daha sonra sultan İkinci Mustafa Han’ın huzuruna çıkıp pâdişâh duâsı aldı. Hastalığının ilerlemesi üzerine etrafına eski ve yeni levendleri toplanmıştı. Yaşlı bir levend ağlayarak Yâsîn-i şerîf okuyordu. Hüseyin Reis’in gözleri yaşlandı ve; “Levendlerim! Sanırsınız ki biz ölümden korkarız. Vallâhî Rabbim şâhidimdir. Ölümü nice zamanlar kendi arzumla aradım. Beni yıkan, böyle kaba bir döşekte ölmektir” dedi ve Kelime-i şehâdet getirerek ruhunu teslim etti.(1701).
Mezomorto Hüseyin Paşa, kazandığı deniz muhârebelerinin yanında Osmanlı bahriyesinin ıslâhı için de büyük gayret sarfetti. Kalyon filolarının kıymetini takdîr ederek bunları Osmanlı donanmasının en esaslı bölümü hâline getirdi. Vefâtında kalyon mikdârı 40’a çıkmış idi. Osmanlı bahriyesinde bir dönüm noktası teşkil eden kanunnâmesi Mezomorto Hüseyin Paşa’nın vefâtı üzerine kısa bir süre sonra Abdülfettah Paşa’nın derya kapdânlığı zamanında îlân ve tatbik olundu.
Hazırladığı kanunnâmesi özetle şöyleydi:
1- Derya kaptanı bütün derya beylerinin, kaptanlarının ve bütün bahriyenin âmiridir.
2- Derya beyleri denizlerde tecrübe sahibi bahriyenin rütbelileri arasından seçilir.
3- Kapdân-ı deryalığa denizcilikten ve deniz muhârebe tekniğinden mahrum kara paşaları hiçbir suretle getirilemez. O sırada kapudâne makamında bulunan, derya kaptanlığına getirilir.
4- Muhârebe zamanı kaptanpaşalar baştardeye binmeyip büyük kalyona binecekler ve üç fener ile üç bayrak çekeceklerdir. Kaptan paşa sulh zamanında baştardede bulunur.
Mezomorto Hüseyin Paşa, hazırlattığı bu kanunnâme ile deniz kuvvetlerinin bahriyeden yetişme ellerde bulunmasını te’min etmek istemiş, aynı zamanda terfi ve tekâüdlük (emeklilik) mes’elelerini de yoluna koymuştur.
Vefâtına kadar 6 yıl kaptân-ı deryalıkta kalan Mezomorto Hüseyin Paşa, açık fikirli ve doğru sözlü idi. Her işinde Allah rızâsını arardı. Korku nedir bilmez, düşmanın çokluğundan asla endişeye kapılmazdı. Nitekim Venedik’in eline geçen Khio adasını sekiz kadırga ve dört sultan gemisiyle kurtarabileceğini söylediği zaman, kaptân-ı derya Amcazade kendisini fazla hayalci bulmuştu. Ancak denizcilik bilgisi ve donanma idaresi mükemmel olan Hüseyin Paşa, kısa sürede Venediklileri adadan çıkarmaya muvaffak oldu. Mezomorto Hüseyin Paşa, rüzgârın cereyanını incelemeden ve bulunduğu yerin konumunu bilmeden, kolay kolay savaşa girmezdi, Bu arada düşmanın hareketlerini aralıksız olarak tâkib ettirirdi. Onun bu tedbirleri muvaffakiyetlerinde büyük rol oynamıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh 577-579
2) Osmanlı İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküş Târihi (D. Kontemur); sh. 251. 259
3) Türklerin Deniz Muhârebeleri (F. Kurtoğlu); cild-2
4) Nusret-nâme (Silâhdâr Mehmed Ağa), Veliyyüddîn Efendi Kütüphânesi, No: 2369, v. 217, 217a.
5) Nâimâ Târihi (Mustafa Nâimâ Efendi); cild-2, sh. 62
6) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 523
7) Koyun Adaları önündeki Deniz Harbi ve Sakız’ın Kurtarılışı, TOEM; cild-1, sh. 150-177

MEVLANA HALİD-İ BAĞDADİ


Osmanlı Devleti’nde yetişen büyük İslâm âlimi ve meşhur velî. Silsile-i aliyye ismi verilen âlimler ve velîler zincirinin yirmi dokuzuncusudur. Asrının müceddîdi idi. Lakabı Ziyâüddîn’dir. Babası hazset-i Osman’ın, annesi de hazret-i Ali’nin soyundandır. 1778 (H. 1192)’de Bağdâd’ın kuzeyindeki Zûr şehrinde doğdu. 1826 (H. 1242)’de Şam’da vefât etti. Türbesi, Şam’da Kasiyûn dağının eteğinde bir tepe üzerinde olup, bulunduğu kabristanda, peygamberler ve pek çok sahâbînin medfûn olduğu rivayet edilmiştir.
Küçük yaşta ilim tahsîline başladı. Devrinin meşhur âlimlerinden Muhammed bin Âdem-i Kürdî, Salih-i Kürdî, Abdurrahîm Berzencî ve kardeşi Abdülkerîm Berzencî’den, Abdullah-ı Harpânî’den ve daha pek çok âlimden ilim öğrenip icazet aldı. Keskin zekâsı, kuvvetli hafızası, sağlam irâdesi ve çalışkanlığı ile aklî ve naklî ilimlerde üstün derecelere ulaştı. Sarf, nahiv, beyân, me’ânî, bedî, vad’, aruz, edebiyat lügat, usûl, mantık, hikmet (fen), hey’et (astronomi), geometri hesâb ilimlerini, tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm, tasavvuf ilimlerini ve diğer ilimleri öğrendi. Fîrûzâbâdi’nin büyük cildler hâlindeki Kâmûs’unu yâni Lügat kitabını ezberledi. Bütün ilimlerde, din ve fen adamlarına hocalık yapacak derecede üstün bir bilgiye sâhib oldu. Din ve fen ilimlerindeki üstünlüğü ve geniş bilgisi sebebiyle zamanının bütün âlimleri ve velîlerinin takdirlerini kazandı. Hangi ilimden ve hangi fenden ne sorulursa sorulsun, derhâl cevâbını verirdi. Zekâsı ve bilgisi karşısında akıllar hayrete düşerdi.
1788’de hocası Seyyid Abdülkerîm Berzencî, taundan şehîd olarak vefât edince, talebeleri boş kalmasın diye yirmi bir yaşında iken ders vermeye başladı. Her taraftan âlimler ondan ders almak için toplandı. Her müşkili çözer, derdlere deva olurdu. Dünyâ malına önem vermez, gece-gündüz ibâdet eder ve ilimle meşgul olurdu. Ulemâya ve ilim talebesine yedi sene ders verdi.
1805 senesinde hacca gitti. Yolculuğu sırasında Şam âlimlerinden çok saygı ve ikrâm gördü. Allâme Muhammed Kuzberî’den hadîs-i şerif rivayet etti, Mustafa Kürdî’den, tasavvufda Kâdirî yolunda icazet aldı. Şam’da bir müddet kaldıktan sonra Hicaz’a gitmek üzere yola çıktı. Kalbi, Peygamber efendimizin muhabbeti ile yanıyordu. Medine’ye vardığı zaman, Kasîde-i Muhammediyye adlı Fârisî bir manzume yazdı. Farsça olan bu kasîdesi meâlen şöyle başlar;
“Gül, rûy-ı Muhammed’e gıpta eder
Kokusunu O’nun terinden aldım der...”
İyilik kaynağısın, dermanlar deryâsısın
Bir damla lütfet bana, derde devâsız kaldım.
…………..
Derdlilere tabîbsin; bense gönül hastası
Kalb yarama devâ için, kapını çalmaya geldim.
Bu hac yolculuğu ile, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Medine’de bulunduğu sırada tasavvufda yetişmiş yüksek bir âlim, kâmil bir velî bulup ona teslim olmak arzusunda idi. Bir gün Yemenli fazilet sahibi bir zâta rastladı. Sohbet ederken o zât; “Ey Hâlid! Mekke’ye varınca edebe uymayan bir hareket görürsen hemen reddetme!” dedi. Mekke’ye gittiğinde bir Cuma günü Kâbe-i şerife karşı Delâil-i hayrât okuyordu. Bu sırada siyah sakallı ve mütevâzî kıyafetli birinin Kabe’ye sırt çevirip kendine baktığını gördü. İçinden şu kişi Kabe’ye sırt çevirmiş. Edebi gözetmiyor” diye düşündü. Bu sırada o zât; “Mü’mine hürmet, Kabe’ye hürmetten daha öncedir. Bunun için yüzümü sana çevirdim. Medine’deki zâtın nasihatini unuttun mu?” dedi. Bu sözleri söyleyen zâtın, evliyânın büyüklerinden biri olduğunu anlayıp af diledi; “Beni talebeliğe kabul et” diyerek, tasavvufda ona talebe olmak için yalvardı. O zât da; “Sen burada olgunlaşamazsın” dedi. Hindistan tarafını göstererek; “Senin işin orada tamam olur” dedi ve kalkıp gitti.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri hac ibâdetini yaptıktan sonra memleketi Süleymâniye’ye döndü. Talebelere ders vermeye devam etti. Fakat gece-gündüz Hindistan’ı düşünüyordu. Bir gün Hindistan’dan, Mirza Abdürrahîm adında bir zât Süleymâniye’ye çıka geldi. Bu zât, Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan ve zamanın evliyâsının en büyüklerinden olan, Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin talebesi idi. Gelen bu misafir, Abdullah-ı Dehlevî’nin; “Mevlânâ Hâlid’e selâmımızı söyle, bu tarafa gelsin” dediğini bildirdi.
1809 senesinde gelen bu zâtla birlikte, İran ve Afganistan üzerinden Hindistan’a gitmek üzere yola çıktılar. Umulmadık bir zamanda medreseyi ve talebeyi bırakarak aniden ayrılışına, talebeleri ve halk çok üzüldü. Gitmemesi için yalvardılar. Nihayet gözyaşları içinde yolcu edildi. Yolculuk sırasında pek çok şehre uğradılar. Uğradıkları yerlerdeki evliyâ kabirlerini ziyaret ettiler. Alimlerle sohbette bulundular. Uğradıkları her şehirden ayrılırken şehrin ileri gelenleri ve halk tarafından çok sevilip saatlerce yolcu edildiler. Yolculuk aylarca sürdü. Delhi’ye bir senede vardılar.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, hocası Abdullah-ı Dehlevî hazretlerine kavuşunca bu kavuşmayı dile getiren beytler yazdı. Bu beytler, şâirleri hayran bırakan dîvânında toplanmış olup, bâzı beytlerin tercümesi şöyledir:
“Allahü teâlâya hamd ü senalar olsun ki, beni arzu ve maksadların en yücesine eriştirdi. Çok fazîletli kâmil mürşide kavuşmayı nasîb etti.”
“O; hidâyet yıldızı, karanlık gecelerin dolunayı, takva ummanı, feyzler definesi ve kerâmetler hazînesıdir.”
“Ey yüce Rabbim! Uhrevî kurtuluşu te’min edecek bir tarzda hocam benden razı, bende ondan razı olarak canımı al.”
Delhi’ye vardığında ne kadar eşyası varsa hepsini fakirlere dağıttı ve Abdullah-i Dehlevî hazretlerinin huzuruna çıktı. Nihayet asıl hocasına kavuştu. Talebeliğe kabul edilip, nefsinin terbiyesi için, dergâhı temizleme vazifesi verildi. O kadar ilmine rağmen hiç îtirâz etmeden hizmete başladı. Her gün defalarca kuyu ile dergâh arasında gidip gelir, su taşıyıp abdest suyunu depolara doldurur ve dergâhı temizlerdi. Bu hizmeti aylarca yaptı ve su taşımaktan omuzları yara oldu.
Yine bir gün su taşırken hocası Abdullah-ı Dehlevî ile karşılaştı. Hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin omuzlarından Arş’a doğru muazzam bir nurun yükseldiğini ve meleklerin onu gıpta ve hayranlıkla seyrettiklerini görünce, onu bu işten alıp devamlı yanında bulunmasını emretti. Bundan sonra da canla başla hocasının huzurunda hizmet etti. Ağır mücâhedeler ve çetin riyazetler çekti. Beş ay hizmet edip, hocasının sohbetleri ve bereketli nazarları ile evliyâlık saadetine kavuştu. Tasavvufda kemâle erdi. Müceddîdiyye, Kâdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye yollarında icazet aldı. Hocası Abdullah-ı Dehlevî’nin kalbindeki bütün sırlara, manevî üstünlüklere mazhâr oldu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, kavuştuğu bu yüksek nîmeti bir mektubunda anlatırken şöyle demektedir: “Allahü teâlâ bize hidâyet vermese, doğru ve hakîkî yolu göstermese biz kendiliğimizden hidâyete kavuşamazdık. Hocamın feyz ve bereket yuvası olan yüksek kapısının toprağını ümid gözümün sürmesi eyledim. Gece-gündüz aşikâre nûr deryası olan huzurunda bulundum... Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar bir ömürle Eyyûb aleyhisselâmın sabrı gibi bir sabırla, o cihân sultânının kapısının süpürgesi olsam haklarını ödeyemem.”
Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin derslerinden ve sohbetlerinden feyz alıp kemâle erdikten sonra, Abdullah-ı Dehlevi; “Ey Halîd! Şimdi memleketine ve Bağdâd’a git! Orada Hak âşıklarını, Allahü teâlâya kavuştur” buyurdu. Memleketine gitmek üzere ayrılacağı zaman bütün talebeleri ve sevenleriyle birlikde dört mil (8 km.) mesafeye kadar uğurladı. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri gittikten sonra da; “Hâlid bürd” yâni “Hâlid her şeyi götürdü” buyurdu.
Yolda hocasının ziyaret etmesini söylediği evliyânın büyüklerinden bir zâtı ziyaret etti. O zât da; “El Hâlid! Senin fütûhatının ve irşadının yayılma yeri Bağdâd’dır” buyurdu.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri, 1811 senesinde memleketi Süleymâniye’ye gitti. Âlimler, şehrin ileri gelenleri, talebeler ve halk sevinç ve neş’e içinde karşılamaya çıktılar. Onun teşrifi ile Süleymâniye’de bir bayram havası yaşandı. Bir müddet kalıp sonra Bağdâd’a geçti. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin dergâhına yerleşip beş ay kadar insanlara doğru yolu göstermekle vâz ve nasîhatla meşgul oldu. Sonra Süleymâniye’ye döndü. Orada, ilme susamışlara Hak ve hakikati anlattı. Bu arada bâzı hasedciler, şöhret ve itibârını çekemeyerek ikinci Mahmûd Han’a şikâyette bulunduklarında, Sultan; “Din adamlarından devlete zarar gelmez diyerek” buna kıymet vermedi.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Bağdâd’daki bu hizmetlerinden sonra, Süleymâniye’ye döndüğünde yeni bir dergâh inşâ ettirip, talebe yetiştirmekle meşgul oldu. Uzak memleketlerden pek çok âlim ve fazîfet sahibi kimseler ile ilim âşıkları, derslerine ve sohbetlerine koştu. Sayısız âlim ve velî yetiştirdi. Dört bin talebesine ilimde ve tasavvufda icazet verdi. Bunların içinde en kıymetlileri büyük âlim ve velî Seyid Tâhâ-yı Hakkârî, Seyyid Abdullah Geylânî Şemdînî, Şeyh Muhammed Hâfız Urfâlı, Şeyh Ahmed Eğribozî, Feyzullah Erzurûmî, Hanefî mezhebinde büyük fıkıh âlimi İbn-i Âbidîn, senelerce İstanbul halkını irşâd eden ve İstanbul’da medfûn bulunan evliyânın büyüklerinden Abdülfettâh-ı Akrî hazretleri idiler. Mekke, Medîne, Kahire, Kudüs, Şam, Haleb, Irak, Bağdâd, Basra, Kerkük, Erbil, İmâdiye, Cezire, Şemzin, Mardin, Ayıntab, Urfa, Diyarbakır, Anadolu’nun bir çok şehirleri, İstanbul, Hindistan, Afganistan, Dağıstan (Kafkasya), Mâverâünnehr, Mısır, Umman, Mağrib, Girid ve diğer İslâm memleketleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin yetiştirdiği talebeler vasıtasıyla irşâd edilmiştir. Anadolu’da Ehl-i sünnet itikadının yerleşmesi; her yere gönderdiği talebeleri ile olmuştur.
İslâm dünyâsında târih boyunca yapılan her muhteşem eserin ve gösterilen her başarının, kahramanlığın arkasında hep büyük âlim ve velîler yer almıştır. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de bunların en meşhûrlarındandır.
Ecdadımız, yaptığı her câmi medrese, kervansaray, çeşme ve insanları hayran bırakan daha binlerce eseri yaparken koyduğu her taşı bir aşk ve şevkle yerleştirmiştir. Bütün bu hizmetlerinde Allhü teâlâ’nın rızâsını aramıştır. Her evlâdını iyi bir müslüman, faydalı bir insan olarak yetiştirmeyi gaye edinmiştir. Taşı, mermeri hamur gibi yoğurarak emsalsiz eserler yapan mîmârın, savaşlarda arslanlar gibi kükreyip at koşturan, kılıç sallayan mücâhidlerin kalbine bu aşkı yerleştiren ve bu şevki veren hep büyük velîler, yetişmiş ve yetiştirebilen âlimler olmuştur.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin kıymetli kitabları vardır. Bir kısmı şunlardır: İrâde-i cüz’iyye, Rabıta risalesi, îtikâdnâme; bu eseri Hakikat Kitabevi tarafından Herkese Lâzım Olan Îmân ismiyle neşredilmiştir. Ayrıca bu eserin Almanca, Fransızca, İngilizce ve Arapça tercümeleri de Hakikat Kitabevi tarafından İstanbul’da yayınlanmıştır. Bir eseri de Câliyet-ül-ekdâr’dır. Arabî ve Fârisî mektûbâtı, Fârisî dîvânı ve bir çok esere yazdığı şerh ve haşiyeler vardır. Kerâmetleri ve menkıbeleri pek çok olup, Şems-üş-şümûs ve Mecd-i tâlid adlı eserlerde uzun yazılmıştır.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri buyurdu ki: “Bu fakirin dostlarına ve sevenlerine nasîhatı şudur ki, herkes elinden geldiği kadar Rabbine dönsün. Dünyâ, para ve giyecekler değildir. Kul neye rağbet eder, neyi elde etmeye canla başla çalışırsa onun dünyâsı o olur. Sevdiklerimiz için Allahü teâlâdan istediğimiz, dâima Hakk’ın divânında yüzlerini ak edecek amellerle meşgul olmalarıdır. Yüzleri sarartan o dehşetli günden el aman! Sâlih amel işleyen kendine, kötü iş yapan da yine kendine etmiştir. Vesselam.”
Yine buyurdu ki: “İhlâsı olan kurtulur, ihlâs ne kadar çok olursa, evliyânın yardımı o kadar ziyâde olur.”
“İnsanoğlu, dünyâyı (dünyalık) elde etmek uğruna nice sonsuz nimetleri ve seâdetleri kaçırdı!”

ANALAR EVLÂDINI UNUTUR!..

Mevlânâ Hâlid’i Bağdadî hazretlerinin Bağdâd’ı ikinci defa teşrif inde pek çok kimse ona talebe oldu. İrşâd nûrları her tarafa yayıldı. Bağdâd’da kendisine ilk talebe olan Bağdâd müftîsi Seyyid Abdullah Hayderî Efendi’dir. Bu müftî, vâli Saîd Paşa’nın yardımıyla Îhsâniye Medresesi’ni tamir ettirip, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine arzettiler. Bu medreseye yerleşip ilim ve güzel ahlâkı neşretmeye başladı. Medresede ders verip, sohbet ettiği sırada bir gün Bağdâd vâlisi Saîd Paşa da huzuruna geldi. Pek çok âlimin ve talebenin başları eğik ve edeble onu dinlediklerini gördü. Vâli de heybetini görüp titremeye başladı. Yere diz çökerek oturdu. Sonra duâ istedi. Vâliye duâ edip; “Kıyamet günü herkes nefsinden sorulacak, sen ise hem kendi nefsinden hem de emrin altında olanlardan sorulacaksın. Hak teâlâdan kork! Çünkü öyle bir gün vardır ki, o gün evlâdına süt veren analar evlâdını unutur...” buyurarak nasihat etti. Vâli Saîd Paşa bu nasihatleri dinlerken ağladı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1066
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 125
3) Şems-üş-şümûs tercümesi (Hasan Şükrü) İstanbul-1302
4) Mecd-i tâlid tercümesi (İbrâhim Fasih Hayderî), Hüdâvendigâr vilâyeti (Bursa-1308)
5) Reşehât ayn-ül-hayât (Muhammed Murâdi Kazâni); sh. 160
6) Hadîkat-ül-evliyâ, İstanbul-1318; sh. 155
7) Dîvân (Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî)
8) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 162