Türk’e şeref, cihâna ise yüzlerce medenî eser veren bir san’atkâr olarak târihe geçen büyük Osmanlı mîmârı. Koca Sinân diye de anılır. Tahmînen 1490 senesinde Kayseri’nin Ağırnas köyünde doğdu. Babası Abdülmennân olup, bu ismi sonradan almıştır. Yavuz Sultan Selîm Han’ın zamanında devşirme olarak İstanbul’a geldi.
Burada iyi bir eğitim ve öğretim gördükten sonra acemi oğlanlar kışlasına verildi. Acemi oğlanlar ocağındaki gençler çok sıkı bir askerlik eğitiminin yanında bâzı işlerde çalıştırılırlardı. Bu işler genellikle büyük inşâatlarda çalışmak veya gemilerde hizmet etmekti. Böylece, bazı acemi oğlanlar bu sırada askerliğin yanısıra bir de meslek öğrenirlerdi. Mîmâr Sinân neccârlık (marangozluk) mesleğini hayâtının bu devresinde öğrendi. Acemi oğlanlık devresini dokuz yılda tamamlayan Sinân, 1521 yılında Kânûnî Sultan Süleymân’ın Belgrad seferine yeniçeri olarak katıldı. Büyük kabiliyeti sebebiyle yeniçerilikte sık sık terfî etmeye başladı. 1522’de Rodos seferine atlı sekban olarak katılıp, 1526 Mohaç meydan muhârebesinden sonra, gösterdiği yararlıklar sebebiyle takdir edilerek acemi oğlanlar yayabaşılığına (bölük komutanı) terfî ettirildi. Daha sonra kapıyayabaşı olup, 1534 Alman ve Bağdâd seferlerine zemberekçi başı olarak katıldı.
1533 yılında Kânûnî Sultan Süleymân’ın İran seferi sırasında Van gölüne geldiklerinde, sadrâzam Lütfi Paşa karşı sahile gitmek ve düşmanın ahvâlini gözetlemek istedi. Bu maksadla Mîmâr Sinân’a kadırga yapması emredildi. Mîmâr Sinân’ın iki hafta gibi kısa bir sürede üç adet kadırga yapıp, donatmasına çok memnun olan Lütfi Paşa, gemilerin idaresini de ona verdi. Bu başarısından dolayı büyük bir îtibâr kazandı. İran seferinden dönüşte, yeniçeri ocağında itibârı yüksek olan hasekilik rütbesi verildi. Bu rütbeyle, 1537 Korfu, Pulya ve 1538 Kara Boğdan (Moldavya) seferlerine katıldı.
Katıldığı bu seferlerde batının ve doğunun mîmârî tarzını tedkîk imkânını buldu. Bu iki üslûbu birleştirerek orijinal eserler verdi. Kendisi bu hususu hatıratında şöyle anlatmaktadır: “Asker ocağına girdikten sonra önce marangozluğa merak ettim, iyi ustalar yanında çalışıp, yetiştim. Bıkıp usanmadan çalışarak bu san’atın bütün inceliklerini öğrendim. Kendimi göstermek için fırsat gözlemeye başladım. Bilhassa ülkeler gezip görgümü arttırmak istiyordum. Bu fırsat çıktı. Sultan Selîm Han’ın ordusunda Acem ve Arab diyarlarını baştan başa gezdim. Mimarlığı ve hendeseyi öğrendim. Gördüğüm her binadan, harabeden ibretle dersler aldım.”
Son seferlerinden olan Kara Boğdan seferinde, ordunun Prut nehrini geçmesi için bir köprü yapılması gerekiyordu. Zemin kaygan olduğundan bu işi kimse başaramadı. Bunun üzerine Lütfi Paşa, Kânûnî Sultan Süleymân Han’a bunu ancak haseki Sinân’ın yapabileceğini arzetti. Pâdişâh’ın verdiği emir üzerine harekete geçen Sinân, ordudaki bütün mîmâr ve neccârları toplayarak on üç gün gibi kısa bir sürede köprüyü yapıp ordunun karşıya geçmesini sağladı. Bu olaydan bir müddet sonra, gerek hassa başmîmârı Acem Ali, gerekse vezîriâzam Ayas Paşa vefât ettiler. Ayas Paşa’nın türbesini yapmak için yeni bir başmîmâr tâyin edilmesi gerekiyordu. Lütfi Paşa bu sefer de Sultan’a gidip, bu iş için en uygun kimsenin Mîmâr Sinân olduğunu söyledi. Böylece 1538 yılında Mîmâr Sinân, hassa başmîmârı oldu.
Mîmâr Sinân’ın, mîmârbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun san’atının gelişmesini gösteren basamaklar gibidir. Bunların ilki, İstanbul Şehzâdebaşı Câmii ve külliyesidir. Dört yarım kubbenin ortasında merkezî bir kubbe tarzında inşâ edilen Şehzâdebaşı Câmii, daha sonra yapılan bütün câmilere de öncülük etmiştir. Külliyede ayrıca imâret, tabhâne (mutfak), kervansaray ve bir sokak ile ayrılmış medrese bulunmaktadır.
Süleymâniye Câmii, Mîmâr Sinân’ın İstanbul’daki en muhteşem esendir. Kendi tabiriyle kalfalık döneminde yapılmıştır. Yirmi yedi metre çapındaki büyük kubbe, zeminden îtibâren tedricen yükselen binanın üzerine gayet nisbetli ve ahenkli bir şekilde oturtulmuştur. Sükûn ve asaleti ifâde eden bu sâde ve ahenkli görünüşü ile Süleymâniye Câmii, olgunlaşmış bir mimarîyi temsil etmektedir. Sekiz ayrı binadan meydana gelen Süleymâniye Câmii ve külliyesi, Fâtih’ten sonra şehrin ikinci üniversitesi olmuştur (Bkz. Süleymâniye Câmii).
Mîmâr Sinân’ın en güzel eseri, seksen yaşında iken yaptığı ve ustalık eserim diye takdim ettiği Edirne’deki Selimiye Câmii’dir. Bu câmi için bizzat Mîmâr Sinân şöyle der: “Bunun minareleri hem nâzik, hem de üç yollu olmakla gayet müşkil olduğundan, san’attan anlayanlar takdir eder. Ayasofya kubbesi gibi bir kubbenin İslâm ülkelerinde yapılmadığını söyleyip duran kefere-i fecerenin mîmâr geçinen takımına cevâb olmak üzere Allah’ın yardımı ile Selimiye kubbesinin altı zra’ (bir zra’ 50,8 cm) çapını ve dört zra’derinliğini ziyâde eyledim” (Bkz. Selimiye Câmii).
Mîmâr Sinân, mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla uğraştı. Zaman zaman eski eser korumacısı gibi davranmak zorunda kaldı. Bu konudaki en kesif çabalarını Ayasofya için harcadı. 1573’de Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine takviyeli duvarlar yaptı. Bu günlere sağlam olarak gelmesine sebeb oldu. Eski eserlerle âbidelerin yakınına yapılan ve onların görünümlerini bozan yapıların yıkılması da onun görevleri arasındaydı. Bu sebeplerle Zeyrek Câmii ve İstanbul hisarı civarına yapılan bâzı, ev ve dükkanların yıkımını sağladı.
İstanbul caddelerinin genişliği, evlerin yapımı ve lağımların bağlanması ile uğraştı. Sokakların darlığı sebebiyle ortaya çıkan yangın tehlikesine dikkat çekip bu hususda ferman yayınlattı. Günümüzde bile bir problem olan İstanbul’un kaldırımlarımla dahi bizzat ilgilenmesi çok ilgi çekicidir. Bu konuya ne kadar önem verdiği, vakfiyesinde, İstanbul’un kaldırımları için para bırakmasından anlaşılmaktadır.
Hassa başmîmârı olarak çok değişik konularla ilgilenmek zorunda kalan, aynı anda bir çok eseri plân hâline getirip yapımlarını sürdüren Mîmâr Sinân, en geniş çaptaki yapım işlerinin en ufak detaylarıyla bile kendisi ilgilenirdi. Fakat bu işler altında ezilmezdi. Bütün bu başarılarıyla beraber, İslâm ahlakıyla ahlâklanmış mütevazı bir insan idi. Mühründe bulunan; “El-hakîr-ül-fakîr Mîmâr Sinân” yazısı, bunu en iyi şekilde isbât eder.
Türk mimarîsinin yetiştirdiği, İslâm âleminin bu büyük mîmâr ve mühendisi doksan yılın üzerinde, faal bir hayat sürdü. Sâî Mustafa Çelebi’nin Tezkiret-ül-ebniye’de belirttiği gibi, 364 yapıya imzasını attı. Eserlerinin büyük bir kısmı İstanbul’dadır. Osmanlı ülkesinde damgasını vurmadığı bir köşe yok gibidir. 1538’de İstanbul’da vefât edip, Süleymâniye Câmii’nin yanında kendi yaptığı mütevazı ve sâde türbeye defnedilen Sinân, uzun bir ömrün arkasından yüzlerce eserini İslâm âlemine yadigâr bırakarak ebedî âleme göç etti.
Mîmâr Sinân durup dinlenmeden çalışıp, el emeğiye alın teriyle elde ettiği helâl mal ve servetini bir çok sosyal ve kültürel müesseselere (cami, mescid, medrese, çeşme, kervansaray gibi) vakfettiği görülmektedir. Vakfiyesinde Mîmâr Sinân’ın aile fertlerini, oturduğu mahalle ve çevre sakinlerini, doğup büyüdüğü yöre halkını ve bütün müslümanların yanısıra insanların ötesinde diğer bir çok canlıları da düşündüğü anlaşılmaktadır. Nitekim köyü olan Ağırnas’da yapıp vakfettiği çeşmeye, su içmek üzere gelen hayvanların dinlenmesi için çeşmenin etrafında geniş bir alanı da vakfettiği anlaşılmaktadır. Din eğitiminin yanında dil eğitimini, dünyâ îmârının yanında âhiret hazırlığını, yakınlarının yanında yabancıları ve insanların yanında hayvanları ihmâl etmeyen Mîmâr Sinân, yine vakfiyesinde; Allah rızâsının dışında bir şey düşünmeyip, ölümünden sonra rahmet ve hayır duâ ile anılmaktan başka bir şey gözetmediğini belirtmektedir.
Mîmâr Sinân, resim, fresk ve heykel gibi san’at alanlarına yönelen muasırı Avrupalı rönesans san’atçılarından farklı bir şekilde, İslâm san’atına bağlı kalarak bütün san’atların içinde bütünleştiği mimarlığa ağırlık verdi. Askerlik mesleğinden gelen tecrübe ve teknik bilgisinin de mimarlık mesleğine kazandırdığı çok önemli bâzı hususlar vardı. Bunlar, ordu ile beraber sefere giderken; Arab, Selçuk, Roma, Bizans ve Orta Avrupa gibi medeniyetlere âid örnekleri görme şansı elde etmesi, kendisinin üstün analiz etme kabiliyeti ile bunları incelemesi, hassa başmîmârı olarak büyük bir teşkilâtı idare edecek ve bir çok eserin yapımını birden yönetecek idâri güç, disiplin ve organizasyon yeteneğine sâhib olması şeklinde sıralanabilir.
Mîmâr Sinân’ın başmîmârlığa getirildiği dönemde Osmanlı Cihân Devleti, bir Türk-İslâm devleti olarak ekonomisi, müesseseleri, adaleti ve sosyal yapısı bakımından dünyânın en güçlü devleti idi. Böyle kudretli bir devletin güçlü bir san’atçısı olan Sinân da, yaklaşık elli senelik mimarlık döneminde kendisine düşeni hakkıyla yerine getirdi. Mîmârî dehâsı yanında, güçlü organizasyon ve disiplin kabiliyeti ile o günlerde dünyânın hiç bir yerinde görülmeyen bir hassa mimarları teşkilâtı geliştirildi. Bu teşkilât, Sinân’dan itibaren, devletin her tarafına İstanbul’un mîmârî kaidelerini götürdü. Sarayda, mimarînin her alanında atölyeler kurdu. Bu atölyeleri mimarbaşı, hattatbaşı, doğancıbaşı gibi büyük devlet me’murları yönetti. Bu atölyelerden, Sultanahmed Câmii’ni yapan sedefkâr Ahmed Ağa ve Dâvûd Ağa gibi mimarlar yetiştirildi.
Sinan, Selçuklu dönemi yapılarını, dekoratif anlamdaki taş işçiliğini çok yakından bilmesine rağmen, eskiyi körü körüne taklîd etmekten çok, kendi sentezlerine değer verip uyguladı. Bu sebeple eserlerindeki süsleme, yalnızca mukarnaslar ve kapı kenar motifleri üzerinde yoğunluk kazandı. Kullandığı malzeme yeknesak, ağır başlı ve sâde bir anlatım içinde kaldı. Yine Selçuklu dönemi ile İran ve Arab mîmârilerinde çok rastlanan dekoratif seramik malzemelerine özellikle dış cephelerde hiç yer vermedi.
Konstrüksiyon araştırmalarının üzerinde durup her eserinde ayrı bir sistem analizine yöneldi. Kare prizma üzerine yarım kürenin çeşitli varyantlarını tek tek denedi. Statik endişeden kaynaklanan kalın taşıyıcı duvarların kesitlerini inceltip, yapıda modül sistemini kullandı. Farklı renk ve dokuda çeşitli malzemeler kullanmak yerine, aynı malzemeyle ışık gölge oyunlarına tâbi tutarak çeşitli zenginlikler ortaya koydu. Bu amaçla düzlemden eğri yüzeylere geçerken uygulamaya koyduğu mukarnaslar, kapı çevrelerinde yer verdiği sâde taş bordürleri sık sık kullandı. Mekân içinde özellikle konstrüksiyona yönelik yapı elemanlarını belirleyici bir malzeme kullanımına gidip, sâdece dekoratif bir görüntü elde etme gayesine yönelik malzeme kullanımına gerek duymadı. Kubbenin beden duvarına oturuşunda veya cephe kuruluşunda eskinin masîf ve boşluksuz anlayışını tamamen değiştirdi. Geliştirdiği teknik çözümlerle bu noktalarda birbirini tâkib eden diziler hâlinde pencere boşlukları meydâna getirip, iç mekânın ferah, aydınlık olmasına îtinâ gösterdi. Kullanılan pencerelerde işin önemine göre alçı çerçeve içinde renkli cam uygulamalarına yer verdi. Hiç bir zaman fonksiyon dışında bir malzeme kullanımına gitmedi. Bu özelliği ile yapı elemanları bina bütününde birbirlerini tamamlayarak gelişti ve yapı; onu taçlandıran, adetâ boşlukta yüzen görünümündeki bir kubbe ile noktalandı.
Sinân, her mîmârî eseri kendine has bir biçimi ile ele almak, yapıda form ve konstrüksiyon beraberliğini kurmak, dış mekân ve kuruluşunun iç mekâna bütünlük kazanmasını sağlamak, mevcut teknolojik imkân ve malzeme denemelerinin üstünde, onları kendi istekleri doğrultusunda kullanmayı bilmek, akılcı ve sâde bir malzeme kullanma anlayışına sâhib olmakgibi günümüzde de geçerli mimarlık ilkelerini bundan dört asır önce eserleriyle ortaya koydu. Bu sebeple dâima san’atı ile asırlar ötesi bir mîmârî dehâ olarak anıldı ve anılacaktır.
Mustafa Sâî Efendi’nin Tezkiret-ül-ebniye kitabında yazdığına göre, Mîmâr Sinân; seksen dört câmi, elli iki mescid, elli yedi medrese, yedi dârülkurrâ, yirmi türbe, on yedi imâret, üç dârüşşifâ, beş su yolu, sekiz köprü, yirmi kervansaray, otuz altı saray, sekiz mahsen ve kırk sekiz adet hamam olmak üzere üç yüz altmış dört eser vermiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mimar Sinân Dönemi Türk Mimarlığı ve Sanatı; sh. 59, 113, 251
2) II. Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknoloji Târih Kongresi (Çağrılı bildiriler ve Kongre Faaliyetleri, İTÜ-1986); Cild-2, sh. 3
3) Mimarbaşı Koca Sinân Yaşadığı Çağ ve Eserleri-I (İstanbul-1988)
4) Mimâr Koca Sinân (Prof. Dr. A. Âfet İnan)
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 132
6) Tezkiret-ül-Ebniye (Mustafa Sâî)