28 Mayıs 2017 Pazar

EMİR AHMET BUHARİ


İstanbul’da yaşamış olan evliyânın büyüklerinden. Peygamber efendimizin torunlarından olup seyyiddir. Buhârâ’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. İstanbul’a geldi ve Fâtih’te yıllarca talebe yetiştirdi. 1516 (H. 922) târihinde vefât etti. Kabr-i şerîfi, Fâtih Câmii’nin batısındaki bir mescid kenarında olup, ziyaretçiler feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler.
Emir Ahmed Buhârî, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebesîdir. Onun hasta kalplere şifâ olan sözleri ile yetişti. Ubeydullah-ı Ahrâr kendisini çok sever, nerede görse ayağa kalkar, tazim ve ikrâmlarda bulunurdu. Seyyid Ahmed mahcubiyet içerisinde hocasına; “Muhterem efendim! Benim için gösterdiğiniz tazim bizi üzmektedir” deyince, Ubeydullah-ı Ahrâr; “Size nasıl tazim etmeyelim ki? Sizi gördüğümüz zaman iki büyüğün azametini müşahede etmekteyiz. Biri sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın neslindensiniz. Diğeri de Hâce Mahmûd İncirfagnevî ceddinizdir” buyururdu. Seyyid Ahmed Buhârî, hocasının talebelerinden Simavlı Abdullah-ı İlâhî ile birlikte Anadolu’ya geldi. Ona tâbi olup hizmetine girdi.
Ahmed Buhârî, Simav’da bir müddet kaldıktan sonra hocasından izin alarak hacca gitti. Bir sene kadar Kudüs-i şerifde, bir sene de Mekke-i mükerremede kaldı. Hocası Abdullah-i İlâhî, Simav’dan hacca gidenlere tenbih ederek, Ahmed’in artık gelmesini istedi. Haberi alan Ahmed; “Bâşüstüne” diyerek, o sene hacılarla beraber Simav’a geldi. Bir müddet daha Simav’da hocasının hizmetinde bulunan Ahmed-i Buhârî, bir gün hocasına; “Efendim! İstanbul evliyâsını merak eder dururum. Müsâade ederseniz, gitmek istiyorum” dedi. Hocası da; “Bizi de sık sık İstanbul’a davet ediyorlar. Vezîr, kazasker Manisalı Çelebi, hediyeler ve haberciler göndermiş, gelmemi istemişler. Sen önce git, bize oradan haberler gönder. Durum nedir öğrenelim” buyurdu. Ahmed-i Buhârî yola çıktı ve İstanbul’a geldi.
Emir Ahmed-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “İstanbul’a geldim. Fakat ne bir kimse beni tanırdı, ne de ben bir kimseyi. Vefâ’ya gittim. Şeyh Vefâ hazretlerinin câmiine vardım. İkindi namazını bir köşede kıldıktan sonra beklemeye başladım. Şeyh Vefâ, mihrâb içindeki kapıyı açıp girdi. Talebelerine imâm oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle Allahü teâlâyı zikre başladılar. Sessizce, herkes kendi hâlinde cenâb-ı Hakk’ın ismini anıyordu. Onları uzaktan seyre daldım. Hocaları Vefâ hazretlerine bakmak isteyince, o da başını kaldırıp bana doğru bakıyordu. Zikrleri bitince, yerimden kalkıp, hocaları ile müsâfeha etmek istedim. Şeyh de yerinden kalkıp, bana doğru geldi ve beni kucaklayıp bağrına bastı. Epey zaman konuşmadan oturdum. Sonra talebelerine dönerek; “Seyyid Ahmed, bizim misafirimizdir. Hak ve hukukuna riâyet ediniz” diyerek ayrıldı. O gece rüya gördüm ki, Vefâ hazretlerinin câmisinin bir direğinde bir kandil yanıyor; fakat alevi parlak değildi. Benim de elimde bir mum vardı. Yakmak için kandilin yanına gidip mumu uzattım. O anda kandil ortadan kayboldu. Yerime gelip oturunca kandilin eskisi gibi sönük bir vaziyette yandığını gördüm. Tekrar gittim, yine kayboldu. Bu şekilde üç defâ tekrar ettim. Mumu yakmaya muvaffak olamadım. Ertesi gün Vefâ hazretlerinin sohbetlerine katıldım. Bir gün daha orada kalıp, izin alarak ayrıldım. İstanbul’un durumunu bildirir bir mektup yazarak, hocam Abdullah-i İlâhî’ye gönderdim. Mektupta; “Burada kişi gönül rahatlığında. Fakat hakikatte dostun eteklerine yapışarak, huzurunda olmak daha hoştur” sözü de yazılı idi.”
Abdullah-ı İlâhî İstanbul’a gelip Zeyrek Câmii’nin boş ve viran bir halde olan medresesine yerleşti. Kısa zamanda buralar mâmur hâle geldi. Âlimler ve diğer insanlar onun cana can katan sohbetine koştular. Abdullah-ı İlâhî burada Seyyid Ahmed Buhârîye icazet (diploma) verdi. Yerine vekil bırakıp kendisi Vardar yenicesi’ne gitti.
Emir Ahmed-i Buhârî, İstanbulluları irşada başladı. Her taraftan talebeler huzuruna koşuyordu. Bereketli sohbetleriyle talebelerin dünyâya meyilleri azalıyor, hidâyete kavuşarak, âhirete yöneliyorlardı. Talebeleri çoğalınca, Fâtih Câmii’nin batısında yakın bir yere mescid ve talebelerin kalacağı bir ev yaptırdı ve orada ders verdi. Talebesi daha da çoğalınca Balat’a yakın Galata’ya karşı bir yerde pek çok odalar yaptırdı. Talebeler orada barınıp derslerine devam ettiler.
Seyyid Ahmed Buhârî talebelerine yollarının esaslarını şöyle bildirmiştir: “1- Ruhsatlardan sakınarak nefse zor gelen şeyleri yapmak. 2- Bid’atleri terk etmek. 3- Sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmak. 4- Gösterişten uzak olmak. 5- İnsanlarla ihtiyâç kadar görüşmek. 6- Az konuşmak, az yemek, az uyumak. 7- Geceleri ibâdet etmek. 8- Gündüzleri oruç tutmak.”
Seyyid Emir Buhârî vefâtına yakın bir Pazartesi günü kuşluk vakti talebelerine vasiyyetini yaptı. Vasiyyetlerinden biri de; “Mezarımı mescidimin güneyindeki duvarın dibine kazınız. Yanındaki defne ağacını kesmeyiniz” idi. Talebeleriyle vedâlaştı ve onlara son nasihatlerini yaptıktan sonra Kelime-i şehâdet getirerek âhirete irtihâl etti.
Seyyid Ahmed Buhârî’nin damadı Mahmûd Çelebi anlatır:
“Hocamız Seyyid Buhârî hazretleri vefât edince, mübarek bedenini bu fakîr yıkadım. Bir talebe arkadaşım da su döküyordu. Yıkarken üç defâ mübarek gözlerini açıp, hayâttaki gibi baktılar. Mezara indirip toprak atmaya başlayınca, kıbleye doğru sağ yanı üzerine döndü. Orada olanlar hayret ederek salevât getirmeye başladılar. Mezarı kapandıktan sonra, talebe arkadaşlarım kabrin üzerine örtü yapmak istediler. Bunun için de ağacı kesmeyi, onunla mezarın üzerini örtmeyi uygun gördüler. Ben müsâade etmedim. Onlar çok ısrar ettiler. Ben de; “Ben gideyim, siz bildiğiniz gibi yaparsınız” dedim ve oradan ayrıldım. Gittikten sonra ağacı kesmişler. Kabrin etrafını duvar yapıp üzerini örtmüşler. Fakat bir müddet sonra, o taşların arasından aynı ağaç çıkıp, büyümeye başladı.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Nefehât-ül-üns; sh. 465
 2) Şakâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 362
 3) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 587
 4) Mir’ât-ı kâinat; cild-3, sh.101
 5) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh.31
 6) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 195
 7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1078
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 33

BARUT VE BARUTHANE


Ateşli silâhla bir merminin atılmasına veya herhangi bir şeyin fırlatılmasına yarayan her çeşit patlayıcı katı madde. Barut; birleşik olarak potasyum nitrat, odun kömürü ve kükürtten ibaret bir karışımdır. Karabarut da denilen bu karışım, normal sıcaklıkta kendi kendine reaksiyona girmeyip, dışarıdan bir enerji tatbiki ile reaksiyona geçer ve beyazımsı bir gaz hâline çevrilerek hacmi sür’atle genişler. Bu özelliğinden dolayı kapalı hacimlerde, ateşleme ile silâh mermilerinin atımında, patlayıcı madde olarak kullanılır. Kara barut; insanoğluna asırlar boyunca hizmet etmiş, toplarda kullanılmasıyla kale ve surların yıkılmasından modern medeniyet mefhumuna ulaşmasma kadar olan safhada büyük rol almıştır.
Barutu hazırlamak için, önce karışımı teşkil eden saf maddeler ince toz hâline getirilerek iyice karıştırılır. Toz barut, çok hızlı yandığı ve patlama sür’ati birden düştüğü için, bunu tanecikler hâline getirmek gerekir. Bunun için çeşitli sularla ıslatılıp hamur hâline getirilerek uygun büyüklükteki eleklerden geçirilir. Kara barut, yandığında % 45 oranında azot, karbonmonoksit, karbondioksit gazları; % 55 de buhar hâlinde potasyum karbonat, sülfat ve sülfür tozları meydana gelir.
Barutu ilk keşfedenlerin müslümanlar olduğu söylenmekte olup, takriben M.S. 1200 yıllarında Arabistanlı Abdullah’ın kitaplarında barutun temel maddesi olan potasyum nitrattan bahsedilmektedir.
Çinlilerin de barutu kullandıkları bilinmektedir. İlk ateşli silâhlar kuşatmalarda kullanılmıştır. İbn-i Haldun’un bildirdiğine göre, Merîni sultânı Yâkûb, Sicilmase şehrini 1214 târihinde kuşattığı zaman barutu kullanmıştır. Granada hükümdarı İsmail’in barutlu silâhlar kullandığı bildirilmektedir. Kırmızı sıcak demir gülle atılmış ve düştüğü yerde hasar meydana getirmiştir. Pek çok şâir bunu şiirleriyle tasvir etmiştir.
Cezâyir kuşatması sırasında müslümanlar, hıristiyanlara karşı kalın oklar ve ağır demir gülle atan silâhlar kullanmışlardır.
Memlûk sultanları da ilk ateşli silâhları on dördüncü asrın ortalarında kullandılar. İbn-i Fadlullah, Et-Ta’rif fi’l-mustalâh adlı eserinde ateşli silâhlardan bahsetmektedir.
Osmanlılarda barutun tam olarak ne zaman kullanıldığı tesbit edilememektedir. Arnavutlukta olan 1439 (H. 835) tarihli Türk arşivinde bildirildiğine göre, sultan Çelebi Mehmed Han’ın zamanında veya daha önce ateşli silâhlar kullanılmaya başlanmıştır. Diğer bâzı kaynaklar, Osmanlı Türklerinin 1422, 1424, 1430, 1440, 1446 ve 1450 tarihlerindeki kuşatmalarda ateşli silâhları kullandıkları bildirilmektedir. Sultan İkinci Mehmed’in (Fâtih Sultan Mehmed 1451-1481) İstanbul’un fethinde çok mikdarda barut ve top kullandığı meşhurdur.
Çakmaklı tüfekler, 1440-1443 târihlerinde Fâtih’in babası sultan İkinci Murâd Han zamanında Macaristan savaşlarında kullanıldı ve sultan İkinci Mehmed Han zamanında genişletildi. Çakmaklı tüfeklere, kullanılışının yavaş olması sebebiyle Osmanlı süvârilerince pek rağbet edilmedi. Daha sonraları teknik ilerleme ile ateşli silâhların kullanılması ve yaygınlaşması gerçekleşti.
Barutun kullanıldığı ateşli silâhlarla ilgili olan Osmanlı birliklerinden bâzıları şunlardır: 1-Cebeciler; silâh ve cephane ile ilgisi olan kimselerdir. Ok, yay, kılıç yanında; tüfek, barut, fitil, kurşun gibi malzemelerin hazırlanması bunlara âid idi. Barutçu başlarına da barutçu veya odcu başı denirdi. Ayrıca, kethüdaları ve çavuşları da bulunurdu. Kayıtlarda bunların 344 kişiye kadar çıktığı yazılıdır. Ayrıca cebecibaşıya bağlı barutçular da bulunmakta olup, bunlar yeniçeri ocağında yeniçeriler için lâzım olan barutu ıslâh etmekle görevli idiler. 2- Topçular; bunlar ateşli silâhların yapımı, bakımı ve harpte kullanılması ile doğrudan mes’ûl olup, merkezleri İstanbul Tophane idi. Bu sebeple devletin çeşitli yerlerinde top dökümhâneleri ve cephanelikler yapılmıştır. 3- Top arabacıları; topların ve cephanenin taşınması ile görevli kimselerdir. Osmanlılar; araba, at, öküz, katır ve develeri hafif topların çekiminde kullandılar. Tekerlekli toplar da yapıldı. Ayrıca Osmanlılar, Tuna nehrinde bulundurdukları deniz kuvvetleri ile Macaristan’a yaptıkları akınlara top ve cephane taşımışlardır. 4-Humbaracılar; bomba, taşınabilir mayınlar ve patlayıcılardan mes’ûl kimselerdir. 5-Lağımcılar; harfiyât işinde, topların yerleştirilmesinde, yeraltı mayınlarından mes’ûl tutulmuş sınıftır.
Osmanlılarda toplarda kullanılan barutlara, eski vesika ve eserlerde, top otu denilmektedir. Donanmadaki her gemiye üçer ve kalitalara ise ikişer topçu ile on kantar barut konuluyordu. Kalelerde bulunan top, gülle ve barut mikdârı zaman zaman yoklanıp tesbit edilirdi. Çünkü Osmanlı ordusunda ikmâl işleri genellikle sefer bölgesine yakın olan kalelerden sağlanmak suretiyle cereyan ederdi.
Osmanlılarda herhangi bir sefere karar verildiği zaman, daha hareket başlamadan evvel, harekât alanındaki beylerbeyi, sancakbeyi ve özellikle kâdılara gönderilen fermanlarla; ne zaman, nereye, ne gibi hareket yapılacağı, buna göre ne gibi maddelerin, ne zamana kadar, hangi meyil noktalarına ulaştırılması gerektiği bildirilirdi. Nitekim 1683 yılında Viyana seferine çıkan ordunun ihtiyâcı olan barut, top ve benzeri cephane ve yiyecek maddeleri, birinci derecede Anadolu’dan getirtilerek İstanbul’da depolanmıştı. Bu maddeler, defterdârlık eliyle özellikle Karadeniz ve Tuna yoluyla deniz araçlarına yükletilerek Silistre, Vidin, Belgrad, Ösek ve Budin iskelelerine gönderilirdi. Böylece adı geçen bu yerler ordunun ikmâl kaynaklarını oluştururlardı. Muhârebeler Avrupa’da cereyan ederse en önemli ikmâl kaynağı Budin idi. İran ile vukû bulan harblerde ise, Erzurum en önemli ve ikmâl merkezi idi.
Osmanlılar barutu, toptan başka; havâyî, humbara bomba, el humbarası, lağım patlatıcı, mayın gibi silâhlarda kullandılar. Ayrıca fethettikleri yerlerde demir, kurşun, bakır gibi mâdenleri te’min eden Osmanlılar, bu tür mâdenleri kullanmışlardır.
Osmanlı Devleti’nde ordu ve donanma ihtiyâcı için barut hazırlanan yerlereBaruthâne-i âmire denirdi. İlk baruthâne, sultan İkinci Bâyezîd Han tarafından Kağıthane’de yaptırıldı. On beşinci yüzyılda Tophane’de, Ayasofya’da; cephane için de, Etmeydanı’nda, Unkapanı’nda ve Şehremini’nde yaptırıldı. Ayrıca Anadolu ve Rumeli’deki bir çok yerlerde baruthâneler ve güherçile kalhâneleri vardı. On sekizinci yüz yıl başlarında Baruthâne-i âmire adıyla yeni bir baruthâne kuruldu ve diğer baruthâneler kifayetsizliği sebebiyle kaldırıldılar. Gelibolu ve Selanik’te yenileri açıldı.
Her baruthânede geniş selâhiyeti olan bir idare âmiri bulunurdu. Buna Baruthâne emîni denirdi. Sonraları Baruthâne nâzırı denildi. Sultan İkinci Selîm Han devrinde baruthâneler ıslâh edilip idâri bakımdan birleştirildi ve başlarına Baruthâneler nâzırı verildi. Sultan üçüncü Selîm Han devrine kadar baruthâneler gelir ve giderleri bakımından defterdârlık merkez teşkilâtında baş muhasebeye bağlı kaldılar. Baruthâneler birleştirildikten sonra işlemesi için gerekli ödenek bir döner sermâye hâline getirildi ve sağladığı kârla devlet hazînesine de faydalı olmaya başlayan bu idarenin veznesine, Baruthâne hazînesi denildi. 1826 târihinde Yeniçeri ocağı kaldırıldıktan sonra baruthânelerin idaresi de Tophâne nezâretine bağlandı.
1884 târihinde Vcelle’nin dumansız barutu bulmasıyla, kara barut önemini büyük ölçüde kaybetmiştir. Dumansız barut nitro selülozlardan yapılmış olup, formülü C6 H7 O5 (NO2)3 şeklindedir. Molekülünde hem yakıt (karbon ve hidrojen) hem de oksijen ihtivâ ettiğinden ve yanma tam olduğundan dumanı daha az çıkmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kapıkulu Ocakları; cild-2, sh. 3, 4, 10, 19, 28
 2) Târihi Peçevî; cild-1, sh. 82
 3) Osmanlı Târih Deyimleri Sözlüğü; cild-1, sh. 159
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 254

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA


Büyük Osmanlı kapdân-ı deryası. Asıl adı Hızır iken, din ve devlet yolunda yaptığı faydalı işlerden dolayı, Kânûnî Sultan Süleymân tarafından, dîne hayrı dokunan mânâsına gelen Hayreddîn lakabı verildi. 1466’da, bir rivayette de 1483 senesinde Midilli’de doğdu. Doğu Akdeniz kıyılarındaki devletler arasında, ağabeyinin yerini almasından veya kızıl sakallı mânâsına gelen Barbarossa ismiyle meşhur oldu.
Midilli, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilince, kale muhâfizı olarak buraya yerleşen ve aslen Vardar Yenicesi’nden olan Yâkub Ağa’nın dört oğlundan üçüncüsü idi. İshak ve Oruç isminde iki ağabeyi ve İlyas adında bir kardeşi vardı. İlyas, Oruç ve Hızır reisler babalarının ölümünden sonra deniz ticâreti yapmağa başladılar. İshak ise denizciliği sevmediğinden Midilli’de çalışıyordu. O devirlerde korsanlarla dolu Akdeniz’de deniz ticâreti tehlikeli bir işti. Nitekim Oruç Reis, en büyük korsan yatağı Rodos adasının şövalyeleri tarafından esir edildi. Kardeşlerinden İlyas da şehîd düştü. Hızır Reis kardeşlerinin intikamını almak için korsanlarla mücâdele etmeğe başladı. Bir süre sonra, ağabeyi Oruç Reis’in esaretten kurtulduğunu, Tunus ile Trablusgarb arasında bulunan Cerbe’de bulunduğunu öğrendi. Korsanlarla mücâdele etmek için daha güçlü bir kuvvete ihtiyaç olduğunu anlayan Hızır Reis, 1504 senesinde ağabeyi Oruç Reis’in yanına gitti. İki kardeşin kurdukları filo gittikçe kuvvetlendi ve Cerbe limanı ihtiyaçlarını karşılayamaz oldu. Tunus beyi Hafs hânedânına müracaat ederek, ganimetlerin beşte birini vermek şartıyla Halk-ül-Vâd kalesi ve limanında üs kurmak için anlaştılar (1512).
Ceneviz, Fransız, İspanyol ve Venedik gemilerine karşı kazandıkları zaferler, kısa zamanda servet, kuvvet ve şöhretlerini arttırdı. Bu arada, o zamana kadar doğu Akdeniz’de çalışan Kemâl Reis, Kurdoğlu Muslihiddîn Reis, Muhyiddîn Reis, Aydın Reis ve Sinân Reis; Hızır ve Oruç reisin filosuna katıldılar. Kuzey Afrika’daki bâzı kabîlelerin ileri gelenleri, zâlim beylere ve bölgeyi işgal eden İspanyollara karşı Oruç ve Hızır reisleri yardıma çağırınca, Barbaros kardeşler 1516’da başlattıkları mücâdele ile İspanyolları Kuzey Afrika’dan çıkararak, Becel, Cicel, Şirşel ve Cezâyir kalelerini ele geçirdiler. Oruç Reis kendisini Cezâyir sultânı ilân ederek bir devlet kurdu. İspanya’nın müttefiki olan Tenes ve Tlemsan’ı da ele geçirdi. Fakat İspanyollara sığınan Tlemsan beyi, İspanyol kuvvetleri ile tekrar hücuma geçti. Yapılan harbde Oruç Reis şehîd oldu (Bkz. Oruç Reis).
Oruç Reis’in şehâdeti sonrasında çıkan karışıklıklarda Hızır Reis, mertlik ve savaşlardaki ustalığını ortaya koyarak, Cezâyir şehrini İspanyollara karşı en iyi şekilde savundu. Daha sonra İspanyol ve yerlilerin tekrar hücum edeceğini ve bu durum karşısında zayıf kalacağını anlayan Barbaros, 1519 senesinde Osmanlı sultânı Yavuz Selîm Han’a dört gemiden meydana gelen bir hey’et göndererek, topraklarının Osmanlı hâkimiyetine kabulünü diledi. Yavuz Sultan Selîm Han bu teklifi memnuniyetle kabul edip, Barbaros’a beylerbeyilik payesi verdi. Her türlü yardımı vâdetti ve iki bin kişilik bir yeniçeri kuvveti ile top gönderdi. Ayrıca Anadolu’dan asker toplama izni verdi. Bu târihten itibaren bütün Türk ve müslüman denizciler onun emrine girdiler. Kısa zamanda bütün meşhur denizcileri toplayan Barbaros, kırk teknelik bir donanma kurdu.
Cezâyir, Şirşel ve Tenes tekrar ele geçirildi. Cezâyir şehri yakınlarındaki Penon kalesi İspanyolların elindeydi. Bunlar, bilhassa Pazar günleri müslümanların bulunduğu şehri topa tutuyorlardı. Barbaros, Penon kalesini kuşatarak teslim olmalarını teklif etti. Kabul edilmeyince, lağım kazıp kaleyi havaya uçurarak zaptetti. Aydın Reis idaresindeki Türk denizcileri, Marsilya ve Nis sahillerine seferler düzenleyerek esir ve ganimetlerle dönüyorlardı. İslâm âlemini sevindiren bu zaferler, hıristiyanları mateme boğuyordu. Rahiplerin gönderdiği şikâyet mektupları ve bizzat gelen şikâyetçilerin verdiği kara haberler, o zamanlar Almanya, İtalya, Hollanda ve İspanya tahtlarına sâhib olan İmparator Beşinci Şarlken’i bir meclis toplamağa mecbur etti. Toplanan bu meclis, İspanyol ve Fransız deniz kuvvetlerinin Andrea Doria komutasında, Barbaros’un üzerine gitmesini kararlaştırdı. Bu gayeyle yola çıkan haçlı donanması, Kuzey Afrika’da bir hareket üssü elde etmek için kırk gemilik bir filo ile Şirşel’e çıkarma yaptı. Ancak şehri müdâfaa edenler, Andrea Doria’yı bir çok ölü bırakarak çekilmeye mecbur ettiler. Hayreddîn Paşa, haçlı donanmasını vurmak üzere Akdeniz’e açıldı. Fakat Andrea Doria selâmeti İspanya kıyılarına kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, Akdeniz’de çarpışacak düşman bulamayınca, İspanya’da hıristiyan zulmüne karşı ayaklanan Endülüs müslümanlarına yardım etti ve binlerce müslümanı Afrika’ya geçirerek kurtardı.
1533 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından İstanbul’a çağrılan Hayreddîn Paşa, yerine evladlığı Hasan Ağa’yı bırakarak mükemmel bir donanma ile İstanbul’a doğru yola çıktı. Yolda 18 gemilik bir düşman filosunu Mesina açıklarında yaktı. Andrea Doria, Barbaros’un korkusundan elli gemi ile Preveze’ye kaçtı. İstanbul’da büyük bir merasimle karşılanan Barbaros, bir kaç gün sonra Sultan tarafından kabul edildi. Merasimle Cezâyir beylerbeyi payesi verilip kapdân-ı deryalığa tâyin edildi. Barbaros’a bu rütbeyle beraber bir çok yetkiler de verildi. Bu yetkilere göre; istediği şekilde savaş gemisi ve donanma yapabilecek ve istediği gibi bütçe tanzim edebilecekti. Ada ve kıyılardan istediği kadar denizci ve muharip toplayabilecek ve bunları istediği sekilde eğitime tâbi tutabilecek, istediği bölgelere taarruz edebilecek ve barış yapmak yetkisine sâhib olacaktı. Barbaros, aldığı bu büyük yetkiyi hep iyi yönde kullanarak, Osmanlı’nın Akdeniz’i içine alan bir deniz devleti hâline gelmesi için olanca gücü ile çalıştı.
Osmanlı hizmetinde 1534 baharında 80 gemilik donanma ile Akdeniz’e açılan Hayreddîn Paşa; Santa Luka, Sidraro, Fondi ve İsperlanga şehirlerini zaptetti. Hemen arkasından Tunus’a yönelerek, Kayrevan’a çekilen Tunus beyi Hasan’ı mağlûb ve Osmanlı Devleti’ne itaate mecbur etti. Tunus beyinin Avrupa’dan yardım isteği üzerine 1535 senesinde; Alman imparatorluğu, Papalık, İspanya, Napoli, Ceneviz ve Portekiz donanmalarından meydana gelen üç yüz gemi ve 25 bin kişilik ordu Halk-ül-Vâd’de karaya çıktı. Burayı bir süre müdâfaa eden Barbaros, Tunus şehrine çekildi. Şehrin müdâfaası zorlaşınca, haçlı ordusunu yaran Barbaros, Bâb-üz-zünnab limanına çıkarak, oradan Cezâyir’e geçti. Cezâyir’e gelen Barbaros tekrar denize açılarak, İspanya kıyılarına baskınlar düzenledi. Mayorka ve Minorka adalarının limanlarını tahrib etti. Yolda, haçlı donanmasından müslüman esirleri kurtardı ve gemilerle Cezâyir’e döndü.
Tekrar İstanbul’a davet edilen Barbaros, 1536’da karadan Napoli’ye yürüyecek orduya denizden yardımla vazifelendirildi. Osmanlı donanması Otranto’ya çıkartma yaptı ve Kastro kalesini zaptetti. Bir sene sonra da; Syra, Egina, Nios, Paros, Tinos, Skorpento ve Kasos adalarını Venedik’ten aldı. Nakos dukalığı Osmanlı idaresine bağlandı. Osmanlı donanmasının parlak zaferleri Venedik’i güç durumda bıraktı. Papa’ya ve diğer Avrupa devletlerine müracaat ederek, haçlı donanması talebinde bulunan Venedik’in isteği kabul edildi. Altı yüz gemilik haçlı donanmasının başına yine Andrea Doria getirildi.
Barbaros Hayreddin Paşa, Bu büyük deniz kuvvetini, Eylül 1538 senesinde Pereveze önlerinde 122 kadırga ile karşıladı. Akşama kadar süren târihin en büyük deniz savaşlarından biri olan bu muhârebe sonunda, haçlı donanması tahrib edildi. Gece karanlığından istifâde eden Andrea Doria, savaş alanından güçlükle kaçtı (Bkz. Preveze Deniz Savaşı). Bu savaş ile Akdeniz tamamen Osmanlı hâkimiyetine geçti. Barbaros’un gücünden faydalanmak isteyen Beşinci Karl, Osmanlı Devleti’nden ayrıldığı takdirde, onu Kuzey Afrika hükümdarı olarak tanıyacağını bildirdi ise de bu teklifi kabul edilmedi. Beşinci Karl, yanında Andrea Doria ve Fernando Corter olduğu hâlde, nihayet Cezâyir’e saldırdı ise de Hasan Ağa tarafından mağlub edildi. Hayreddîn Paşa, daha sonra İspanya ve İtalya sahillerine hücumlarda bulundu. İspanya kralını, Fransa kralı Birinci Fransuva ile sulhe mecbur ettiği gibi, bir çok müslüman esiri de kurtardı. 1544’de tekrar İstanbul’a gelen Hayreddîn Paşa iki sene sonra 1546’da vefât etti. Ölümüne ebced hesabı ile “Mâte reîs-ül-bahr” (Deniz reisi öldü. H. 953) târihi düşürüldü. İstanbul Beşiktaş’ta deniz kenarındaki türbesine defnedildi.
On iki sene şeref ve zaferlerle Osmanlı’ya hizmet eden kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, Osmanlı Devleti’nin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşâ ettirdi. Serveti ile, İstanbul’un muhtelif semtlerinde hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırarak, gelirlerini hayır kurumlarına ve kurduğu medresede kalan öğrenci ve muallimlerin masraflarına tahsîs etti. Ölümünden önce onbeş yaşından yukarı esirlerin âzâd edilmelerini vasiyet etmiş, kendi malı olan otuz kadırgayı da bütün techîzâtı ile devlete bırakmıştır.
Hayreddîn Paşa geceyi üçe ayırırdı. Birinci kısmında Kur’ân-ı kerîm okur, ikinci kısmında ibâdet eder ve üçüncü kısmında da uyur idi.

DÜNYÂDA RAHAT YOKDUR!

Cezâyir’i ele geçiren ve çevre hâkimlerini yola getiren Barbaros Hayreddîn Paşa, Sinân Kapdan’ı serasker tâyin etti. Sefere kendisi gitmedi. Kalbinden; “Elhamdülillah, Hakk’ın inayeti ile nerede düşman varsa yola getirdik ve baş kaldıracak düşman komadık. Gazâ yolunu da tekneleri göndererek boş bırakmadık. Ya çıkacak cana cefâ nedir, biraz da kendi rahatımıza bakalım” deyip yatınca, o gece rüyada erenler; “Yâ Hayreddîn! Yalan dünyâda rahat olunmaz. Rahat, Cennet-i a’lâda olur. Sana müjde olsun ki adanın fethi de yakındır. Hemen gayret eyle. Allah’ın yardımı sana yüz tutmuştur” deyip kayboldular. Uyanınca tövbe istiğfar eyledi. Adanın fethi yakındır demelerine çok sevindi. Bu, Cezâyir yalısında bir ada idi. Üzerinde Göbekli Burç denen bir kale vardı. Kâfir elinde idi. Kendi kendine; “Gördün mü erenlerin yüce himmetini! Biraz da kendi rahatımıza bakalım dediğimizi istemediler. Amma onların sözü haktır, biz hatâ eylemişiz” diyerek sadakalar dağıttı. Açları doyurup, çıplakları giydirdi. Fetih hazırlıklarına başladı. Bir gece kendi kendine; “Burçlarımızda hırtallı toplarımız yok. Oraya buraya pek çok toptaşı, barut, kurşun harcadık. Bu adada ise çok kuvvet vardır. Ey Allah’ım! Sen İslâm’a yardım eyle” diye düşünüp üzülerek yattı. Rüyada; “Ey Hayreddîn! Sen kalbinden böyle düşünceleri çıkar, niyetini hâlis tut. Adanın fethi elindedir” deyip kayboldular. Uyanıp yüzünü yerlere sürüp, sabâna kadar ibâdetle meşgul oldu.
Sabah olunca Sinân Kapdan’ın altı pare tekne ile her birinin yedeğinde birer ganimet barça olarak geldiklerini gördü. Barçalar Cûdî dağı gibi idiler. Top tüfenk atıp şenlik ederek limana girdiler.
Bu sefere otuz beş tekne çıkmış, hepsi de ganimetle dönmüştü. Öyle ki Cezâyir’in içi ganimet malı ile doldu. Ganimet topları çıkartıp gerekli yerlere yerleştirdi. Hikmeti gör ki bu topların karataları da yapılmış, hazır vaziyette beraberlerinde idi. Bütün cenk âletlerini hazır ettikten sonra adanın kumandanı olan Kuvarnador’a teslim olmasını teklif etti. Kuvarnador, bir papazı elçi gönderdi ise de, umduğunu bulamadı. Teslim teklifini reddedip top atışını başlattı. Karşılıklı top atışı oldu. Bu şekilde üç ay geçti. Burçların alınmasından bir eser görülmedi. Bir gece sabaha kadar ibâdet ü tâatte bulunup yalvardı, ağladı; “Yâ İlâhel âlemin! Şüphesiz sen işleri kolaylaştırıcısın. Şu burçların fethini ben zayıf kuluna kolaylaştır. Beni din düşmanı önünde hor ve hakir eyleme. Nusret ve kuvvet verici sensin. Sana sığındım, muinim sensin” diye duâ etti. Sonra gaflet bastırınca, uyukladı. Rüyada nûr yüzlü bir ihtiyar; “Ey Hayreddîn! Niçin kasvet edip elem çekersin? Gönlünü halâs eyle. Her şeyin bir vakti saati vardır. Saatsiz kuş uçmaz. Uzaktan taktaka etmek de fayda vermez... Filân gece askerini teknelere doldur ve filânca saatte ada üzerine çıkar. Çıktıkları gibi toprağa girsinler. Filân tarafta kalenin kendi lağımları vardır. O lağımları zabt ederseniz, burçlar sizindir. Hakk’ın izniyle...” deyip kayboldu. Uyanıp yüzünü yerlere sürdü.
Sabah olunca teknelerin hepsini denize indirip pîrin dediği geceyi bekledi. O mübarek gece gelince yedi bin gâziyi teknelere koydu. Gecenin üçte biri geçtikten sonra Allah’ın izni ile görülmemiş bir karanlık pusu çöktü. Tekneleri avanta eyleyip, varıp adaya başvurup taşra çıktılar. Bir anda metris alıp içine girdiler. Varıp burçların lağımlarını buldular, zabt eylediler. Sabah olunca kâfirler burç üzerinden baksalar ki ne bakarsın, Türkler metris alıp içine girmişler. Lağım olan yeri de bulup zabt eylemişler. Gâziler bağırıp; “Mayna ederseniz hoş! Etmezseniz sizi göklere ağdırırız” derlerdi. Kâfirler; “Hâlimiz ne olacakl” diye saçlarını sakallarını yolarlardı. Kimi teslim olalım, kimi çarpışalım dediler. Şartlı teslim karârı aldılarsa da, şartsız olarak teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Burcun kapısını açtılar. Gâziler, burcuna girip beden başlarında Ezân-ı Muhammedi okudular. İslâm bayrakları dikilip toplar atıldı. Kale, Allahü teâlânın yardımı Muhammed aleyhisselâmın mu’cizesi olarak zabt u rabt edildi. Sen Pavlo burçların düştüğünü duyan İspanya kralı, gazabından kâfir iken yahudî oldu. Haberi söyleyen kâfiri gebertti. Durumu çevresindekilere sordu. Kimse bir şey söylemeye cesaret edemedi. Generali, bâzı şeyler söyledi ise de yanından kovdu. On barça tipi gemiye zahire ve cephane koyup, Barbaros’un eline düşen burçları ikmâl edip haber getirmesi için gönderdi. Onların yolda olduğunu, esir alınan bir Cenova tartarasının reisi vasıtasıyla öğrenen Hayreddin Paşa, burçlara İspanyol bayrağı çektirip kralın on barçasını gafil avladı, içindeki zahire, barut, top, palenkete, zincir, çeşit çeşit cenk âletlerini koyacak mahzen bulamadı. Müslümanların işlerini kolaylaştıran cenâb-ı Rabbülâlemine sonsuz hamd ü şükr eyledi. Barbaros Hayreddîn Paşa; “Yâ Rabbî! Kuvvet ve nusret verici sensin. Ben senin zayıf bir kulunum. İslâm’a sen yardım eyle!” diyerek geceleri yüzünü yere koyup duâ kıldı.
Gerçi nâm ü şânları arttı, ama yine eskisi gibi tevazuu elden komadılar.
Hâk ol ki Huda mertebeni eyleye âlî demişler.
Asla gururdan bir eser bulundurmadılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tuhfet-ül-kibâr; sh. 39
 2) İ. Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 160
 3) Deniz Harp Târihi; cild-1, sh. 229
 4) Barbaros Hayreddîn Paşa’nın Hâtıraları (Seyyid Murâdi)
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-2. sh. 245
 6) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 370
 7) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 920
 8) Gazâvât-ı Hayreddîn Paşa (Üniversite Kütüphânesi; No: 2639)

27 Mayıs 2017 Cumartesi

SOKULLU MEHMET PAŞA


Osmanlı Devleti’nin meşhur sadrâzamlarından. Bosna’nın Sokol kasabasından Şâhinoğulları ailesine mensubtur. 1505 yılında Sokol’da doğdu. Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında (1520-1566) Bosna’ya devşirme vazifesi ile gönderilen Yeşilce Mehmed Bey tarafından ailesinin rızasıyla devşirme olarak alındı. Mehmed adıyla Edirne Sarayı’nda Osmanlı tahsîl ve terbiyesiyle yetiştirildi. Sokullu, zekâ ve kabiliyeti ile devlet me’mûrlarının dikkatini çekti. Daha sonra Edirne’den İstanbul’a getirilerek Saray-ı âmireden Enderûn Mektebinde küçük odaya alındı. Sarayda üstün gayret ve hizmetleriyle takdîr gördü. İç hazînede vazifelendirildi. Evvelâ rikâbdârlık, sonra çuhadarlık mertebelerine yükseldi. Daha sonra da silâhdârlık gibi çok önemli bir vazifeye getirildi. Bu esnada pâdişâh tarafından daha yakından tanındı. Zekâ ve kabiliyeti takdîr edilerek, sık sık huzura kabul olundu. Sokullu bu sırada Bosna’daki ailesini de İstanbul’a getirtip İslâmiyet’le şereflenmelerini sağladı.
Sokullu Mehmed, Enderûn’daki hizmetlerini tamamladıktan sonra, Bîrûn’da kapıcılar kethüdası oldu. 1541’de kapıcıbaşılık, büyük denizci Barbaros Hayreddîn Paşa’nın vefâtıyla da 1546’da Gelibolu sancakbeyi olarak, kapdân-ı deryalığa tâyin edildi. Kapdân-ı deryalığında Trablusgarb seferine çıkarak, İspanyollara karşı başarılı oldu. Kânûnî, 1549 İran seferi sırasında Sokullu’yu Rumeli beylerbeyi tâyin etti. Osmanlı ordularının İran cephesinde olmasından istifâde etmek isteyen Avusturya Osmanlı tâbiiyyetindeki Erdel ile sıkı münâsebetler içine girerek bölgede hâkimiyet kurmak için faaliyetlerde bulunuyordu. Her ne kadar Erdel idarecilerinden Martunuzzi, Osmanlı Devletine bağlılığını bildirdiyse de, Budin beylerbeyi vasıtasıyla, gerçeğin tam tersi olduğu öğrenildi. Tesbit edilen bilgiye göre, Erdel Avusturya topraklarına katılma hazırlığı içindeydi. Bu hâince plânın ortaya çıkmasıyla, Sokullu, Erdel seferine me’mur edilip, emrine Semendire, Niğbolu sancakbeyleri ve Kırım, Dobruca kuvvetleri ile Eflak, Boğdan voyvodalarının birlikleri, ayrıca iki bin yeniçeri askeri verildi. Salankamen’de ordugâhı kuran Sokullu’ya Mihaloğlu Ali Bey’in akıncıları ile Budin beylerbeyi Hadım Ali Paşa’nın kuvvetleri de katıldılar. Martuzzi bu hazırlıklardan telâşa kapılıp, bir takım te’mînâtlarda bulundu ise de, seksen bin kişilik Osmanlı ordusu 1551 Eylül ayı başlarında Erdel üzerine hareket etti. Sokullu Mehmed Paşa tarafından 18 Eylül’de Tisza nehri üzerindeki Beçe, 21 Eylül’de Beçkerek, sonra Maroş nehri üzerindeki Çanad kaleleri alındı ve Lapova kalesi de ahâlisi tarafından teslim edildi. Bu muvaffakiyetlerden sonra, Sokullu, Tameşvar’ı muhasara etti. Ancak, kışın gelmesi ve şiddetli mukavemet yüzünden Belgrad’a çekildi. Ertesi sene Erdel harekâtına ikinci vezir Kara Ahmed Paşa me’mur ve serdâr olunca, Sokullu Mehmed Paşa da Rumeli beylerbeyliği kuvvetleri ile onun emrine verildi. Tameşvar’ın fethinden sonra (Temmuz 1552), serdâr ile birlikte daha bâzı kalelerin zaptında hizmet ve fedâkârlığı görülen Sokullu Mehmed Paşa, o sıralarda şimalî (kuzey) Macaristan’ın en müstahkem kalelerinden Eğri’nin muhasarasında bulundu.
Sokullu Mehmed Paşa, İran harblerinin tekrar başlaması ihtimâli üzerine, 1552-1553 kışını da Tokat’ta geçirdi. 5 Haziran 1554’de Erzurum istikâmetinde İran seferine giden ordu-yı hümâyûna katıldı. Bu sefer esnasında sol kanatta Nahcivan taarruzunda ve Gürcistan harekâtında vazîfe alarak üstün muvaffakiyet gösterdi. Sokullu, bu savaşlarda, gözüpekliği, cesareti ve askerlerini iyi sevk ve idare etmesinden dolayı, Pâdişâh’ın takdîrini kazandı. Sultan Süleymân Han, sefer hitâm bulup dönerken, Sokullu’yu Amasya’da üçüncü vezir tâyin etti ve kubbealtı vezirleri arasına aldı.
Sokullu Mehmed Paşa 1561 senesinde ikinci vezir oldu. Bu vazifesinde de başarılı faaliyetleriyle Pâdişâh’ın takdîrini kazandı. Semiz Ali Paşa’nın vefâtı üzerine 1565’de sadrâzam oldu.
Bu sırada Malta muhasarası devam etmekte olup, Avusturya ile münâsebetler bozulma yoluna girmişti. Avusturya kuvvetlerinin Osmanlı hududuna tecâvüz edip, Erdel’de bâzı kaleleri zaptettiklerini haber alınca, amcaoğlu olan, Bosna beylerbeyine harekete geçmesi için emir verdi. Bu emir gereğince Kruppa elde edildi. Sokullu Mehmed Paşa, harb tarafdârı olmasa da, devletin çıkarları ve geleceği için Avusturya’ya harb îlân edilmesini istedi. Avusturya’nın; yıllık haracı vermemiş, Osmanlılara karşı düşmanca bir tavır takınmış, daha da ileri giderek hudud ihlâllerinde bulunmuş ve nihayet Erdel’i de ele geçirme plânları yapıp faaliyete geçmiş olması, savaşın yeterli sebeplerindendi. Neticede Avusturya’ya harb îlân edildi.
Osmanlı Devleti’nin güçlenip büyümesi, her şeyden önce İslâmiyet’in yücelmesi için hiç durmadan cihâd eden sultan Süleymân Han, yaşlı ve hasta olduğu hâlde, bu sefere iştirak etti. Ordu-yı hümâyûn, 1 Mayıs 1566 târihinde, târihe Zigetvar seferi olarak geçecek olan harekât için, İstanbul’dan yola çıktı. 5 Ağustos’da Zigetvar kalesi muhasara edildi. Sokullu Mehmed Paşa, yapılan muhârebelerde büyük gayret sarfetti, hattâ gecelerini siperlerde geçirdi. Sultan Süleymân Han kalenin mutlaka alınmasını istiyordu. 7 Eylül günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Bir gün sonra da Zigetvar kalesi fethedildi. Sokullu, Sultan’ın vefâtını gizledi. Böylece şehzâde Selim, Kütahya’dan gelinceye kadar ordunun nizam ve intizâmını muhafaza ederek, muhtemel bir karışıklığın çıkmasına meydan vermedi. Bu hâdise onun hükümet ve idareye ne kadar hâkim olduğunu göstermektedir. Selîm Han, vâlilik yaptığı Kütahya’dan İstanbul’a gelerek cülûs edip (tahta çıkıp), derhâl Belgrad’a gitti.
Sultan İkinci Selîm Han babasının son yıllarında sadrâzamlığa getirdiği bu kudretli devlet adamının iktidar, dirayet ve sadâkatini takdir edip, onu icrâatta tamamen serbest bıraktı. Bu ise yeni memleketlerin fethi ve önemli teşebbüslere girişilmesi imkânını hazırladı. Sokullu’nun başarılı idaresi sayesinde Osmanlı Devleti Kânûnî devrindeki ihtişamı korudu. Üstelik bir çok memleketler de fethedildi.
Sokullu’nun sultan Selîm Han zamanında, ilk icrâatı Yemen ve Basra’da meydana gelen isyânları bastırmak oldu. 1568’de Edirne’ye tebrik için gelen Şâh Tahmasb’ın elçisi ile görüştü. Bu sırada Avusturya elçileri ile de müzâkerelerde bulunarak 17 Şubat 1568’de anlaşma yaptı.
Osmanlı Devleti, Asya’daki müslüman devletleriyle sıkı münâsebetler kurdu. Sumatra’daki Açe hükümdarı sultan Alâeddîn, sultan Süleymân Han’dan Portekizlilere karşı yardım istemiş, fakat Zigetvar seferi sebebiyle yardım gönderilememişti. Sokullu, Pâdişâh’ın da isteği doğrultusunda, ilk iş olarak, Açe sultânına istediği yardımı gönderdi. Bu kuvvetler 1568/1569 yıllarında çeşitli faaliyetlerde bulundular. Portekizlilerin müslümanlara yaptıkları baskıları etkisiz hâle getirmek ve ayrıca Habeş, Hicaz ve Yemen’in emniyetinin sağlanması için Süveyş kanalının açılması yolunda teşebbüslerde bulunuldu. Aralık 1568 târihinde bu hususda Mısır beylerbeyine bir ferman gönderilip, kanalın açılıp açılmayacağı, ne kadar para harcanacağı, kaç geminin girebileceği v.s. gibi konularda bilgi istendi. Ancak bu çok mühim teşebbüsün neden yapılmadığı bilinmemektedir. Sokullu, ileri görüşlü bir kimse olduğundan, Don-Volga arasında kanal açılması için de plânlar yaptı. Bu teşebbüsün sebebleri ise şunlardı: Orta Asya’daki Türk devletlerinin İran’daki Safevîler’den şikâyetçi olup, Osmanlılardan yardım istemesi, İran’ın Osmanlılar aleyhine Avrupa devletleriyle ittifak yapması, Astırhan Hanlığı’nın Ruslar eline geçmesi, Ruslar’ın gerek Orta Asya’yı, gerekse Osmanlı topraklarını ele geçirme istekleri. Osmanlı Devleti bu proje sayesinde, İran ile Rusya’yı birbirinden ayırmak istiyordu. Orta Asya’ya münâsebeti sağlanarak Sâfevîler, iki güç arasında bırakılacaktı. Herhangi bir sefer ânında Hazar denizine kadar mühimmat, yiyecek v.s. gibi erzak gemilerle getirilebilme imkânı sağlanacaktı. 1568 yılında Şıkk-ı sânî defterdârı Kâsım Bey, Kefe sancakbeyi tâyin edilerek, kanal projesi için gerekli incelemeleri yapmakla vazifelendirildi, incelemelerden sonra, 1569 Ağustos’unda Don ve Volga nehirleri arasındaki en dar bölgeden kanal açılmaya başlandı. Kırım hânı Devlet Giray’ın gereken ilgiyi göstermemesi ve ağır kış şartları sebebiyle kanal projesi gerçekleşemedi. Bir daha da teşebbüs edilmedi (Bkz. Astırhan Seferi).
Sokullu Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığı zamanında Doğu Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyetinin yerleşmesi ve bölgede emniyetin sağlanması için Kıbrıs adasının fethi kararlaştırıldı. Kıbrıs bu sırada Venediklilerin elindeydi. Venedikliler Anadolu sahillerine çok yakın olan bu ada vasıtasıyla Anadolu ve Suriye’de isyânları destekliyor, Türk tüccar ve yolcu gemilerini yağmalıyorlardı. Bu sebeple 1570 yılında vezir Lala Mustafa Paşa kumandasında gönderilen kuvvetli bir donanma ve ordu, on üç ayda adayı fethetti. Kıbrıs’ın fethi üzerine Venedikliler, Papalık, İspanya, Malta ve bâzı İtalya devletleriyle bir ittifak yaptılar. Meydana getirilen Haçlı donanması, 1571 yılında İnebahtı’da Osmanlı donanmasını yaktı (Bkz. İnebahtı Muhârebesi). Fakat ertesi yıl altı ay gibi kısa bir zamanda daha güçlü bir Osmanlı donanması inşâ edilip, Akdeniz’e çıkarılınca Venedikliler sulh istemek zorunda kaldılar. Mora ve Adriyatik sahilleri düşmandan temizlendi.
Sokullu Mehmed Paşa, sultan üçüncü Murâd Han devrinde de sadârette kaldı. Bu devirde Venedik ve Avusturya ile barış andlaşması yapıldı. Lehistan Osmanlı tâbiiyyetine girdi. Osmanlı topraklarına tecâvüzü sebebiyle İran’a harb îlân edildi. Lala Mustafa Paşâ’nın komutasındaki Osmanlı kuvvetleri Gürcistan ve Kafkasya’da fütûhatta bulundular.
İspanya mes’elesiyle de yakından alâkadar olan Sokullu Mehmed Paşa, Gırnata’daki müslümanların kurtarılması için Garb Ocakları’na gerekli talimatı verdiği gibi, Fas üzerinde Portekiz’in nüfuz te’sisini de engellemek üzere Trablusgarb beylerbeyi Ramazan Paşa’yı görevlendirdi. Ramazan Paşa’nın Portekizlilere karşı kazandığı zaferlerle, Osmanlı Devleti siyâsî nüfuzunun en yüksek derecesine ulaşmış oldu. Uzakdoğu dışında kalan bütün ülkeler üzerinde Osmanlı nüfuzu te’sirini gösterdiği gibi, büyük Avrupa devletleri de kendi politikalarını Sokullu Mehmed Paşa’nın politikasına yakınlaştırmak gayreti içine girdiler.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, ikinci Selîm Han ve üçüncü Murâd Han devirlerinde on beş sene kadar süren sadrâzamlığıyla içte ve dışta Osmanlı Devleti’nin gücünün korunmasında büyük hizmetleri geçen Sokullu Mehmed Paşa, 12 Ekim 1579’da dîvân toplantısında iken bir meczûb tarafından şehîd edildi. Eyyûb Sultan’da şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin kabri yanındaki türbesine defnedildi.
Ömrünü din ve devletine hizmette geçiren Sokullu Mehmed Paşa, güzel konuşan, ikna kabiliyetli, nâzik, mükemmel ahlâklı ve İslâm âlemi için faydalı hizmetlerde bulunmuş bir zât idi. Son derece de dînine bağlı olup, Halvetî tarikatına mensuptu. Sultan Selîm Han’ın kızı İsmihan Sultan ile evlenip, dâmâdı şehriyârî oldu. İsmihan Sultan, Kumkapı civarında Muhammed Paşa Câmii’ni yaptırmıştır. Orta kapısı, mihrabı ve minber kapısı üstlerinde birer Hacer-ül-esved taşı parçaları vardır. Sokullu, geniş vakıflar ve hayır te’sisleri kurdu. Sokullu, Azap Kapısı Câmii ile Kadırga’da kendi ismiyle anılan câmi, medrese ve hayrat te’sislerini yaptırmıştır. Lüleburgaz’da câmi ve medrese; Edirne’nin Çavuş Bey mahallesinde dükkânlar, odalar ve çifte hamam; Erdel Beçkerek’de câmi, han, çeşme, dârülkurrâ ve köprü; Vişegrad’da Mîmâr Sinân’a yaptırdığı nadide bir köprü; Vişegrad-Saraybosna arasına büyük bir kervansaray yaptırdı. Bunlardan başka, ülkenin bir çok yerinde câmi, han, hamam, imaret vs. gibi hayır müesseseleri yaptırıp, bu te’sislere de çeşitli vakıflar kurmuştu. Sokullu ailesinden önemli devlet adamları yetişmiştir.

TRAŞ EDİLMİŞ SAKAL DAHA GÜR ÇIKAR!

İnebahtı’da Osmanlı donanmasının büyük bir kısmının yok edilmesi üzerine, kapdân-ı derya Kılıç Ali Paşa, donanmayı yeniden kurmak için canla başla çalışmakla beraber, işin azameti karşısında irkilmekte, bilhassa gemileri donatacak malzemenin yetiştirilemeyeceğinden korkmaktaydı. Bu sebeple bahara kadar 200 geminin hazırlanmasını isteyen vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa’ya:
“Gemilerin teknesinin yapılması mümkündür; lâkin iki yüz gemiye beş-altı yüz lenger (gemi demiri), ona göre âlât ve yelken ve sâir levazımın tekmili muhal (tamamlanması mümkün değil gibi) görünür” demesi, vezîriâzamın ona, şu meşhur sözü söylemesine vesile oldu:
“Paşa! Paşa! Sen bu devlet-i âliye-i Osmaniye’yi tanımamışsın. Bu Devlet-i âliye’nin kuvvet ve kudreti ol mertebedür ki, cümle donanma lengerleri gümüşten, resenleri (ipleri) ibrişimden, yelkenleri atlastan etmek ferman olunsa, müyesserdir. Hangi geminin mühimmatı yetişmezse, bu minval üzere benden al”
İmparatorluğun kudret ve imkân derecesini en iyi bilen Sokullu’nun bu sözü üzerine, Kılıç Ali Paşa kalkıp vezîriâzamın elini öptü ve;
“Hakîkaten bildim ki, bu donanmayı siz tekmil edersiniz” dedi.
Bu büyük gayretin sonunda bütün kış çalışılarak yeniden bir donanma meydana getirildi. Başbakanlık Osmanlı arşivindeki 19 numaralı Mühimme defterinin 89. sayfasında mevcut olan 29 Muharrem 980 (11 Haziran 1572) tarihli hükümde; “Tersâne-i âmiremde iki yüz elli pare mürettep ve mükemmel kadırga tedârük ve izhâr olunup” ibaresi vardır. Buna göre, o kış içinde yapılan gemilerin 200’den aşağı olmadığı anlaşılmaktadır.
Kıbrıs’ın fethi esnasında Venedik elçisi Barbaro memleketten çıkarılmayarak İstanbul’da bırakılmıştı. Elçi, Türk donanmasının 1571 yılında İnebahtı’da mahvından sonra Osmanlı hükümetinin sulhe tarafdâr ve haçlılara tâviz verip vermeyeceğini anlamak istediğinden mülakat esnasında Sokullu’yu yoklamıştı. Bunun üzerine vezîriâzam Sokullu Mehmed Paşa ona şu târihî cevâbını verdi:
“İnebahtı muhârebesinden sonra cesaretimizin sönmediğini görüyorsun. Sizin zayiatınızla bizimki arasında fark vardır. Biz sizden bir krallık yer (yâni Kıbrıs adasını) alarak kolunuzu kestik. Siz ise, donanmamızı yok etmekle sakalımızı traş etmiş oldunuz. Kesilmiş kol yerine gelmez. Lâkin traş edilmiş sakal daha gür çıkar.”
Sokullu’nun verdiği cevap, Osmanlı diplomasisinin teşkilât, müessese ve ordusu gibi kuvvetinin de ifâdesidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Solakzâde Târihi; sh. 514
2) Târihi Peçevî; cild-1, sh. 498-500
3) Târih-i Selânikî; sh. 130 v.d.
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 273
5) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-2, sh. 335
6) Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 552
7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-7, sh. 288

JÖN TÜRKLER


On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Osmanlı Devleti’nde batı tarzı idare ve fikirlerin gelişmesi için çalışan kimselere verilen ad. “Yeni Osmanlılar” ve “Genç Türkler” de denilen bu kimseler için, ilk defa Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa, bir Fransız gazetesine yazdığı mektubda, Fransızların aşırılık tarafdârı olanlar için kullandıkları “Jeunes Frances” tâbirine benzeterek “Jeunes Turcs” tâbirini kullanmıştır. Bu tâbir daha sonra Nâmık Kemâl ve Ali Süâvî tarafından da benimsenerek Türkçe telaffuzu olan Jön Türkler şeklinde kullanılmıştır. Böylece Türkçe’ye yerleşen tâbir, hükümete karşı olan bütün ihtilâlcilerin ortak adı olmuştur.
Avrupa’da rönesans hareketlerinin neticesi olarak, ortaya çıkan bâzı ilmî ve teknik gelişmeler, Osmanlı Devleti tarafından da tâkib edilmeye başlandı. On sekizinci yüzyıldan itibaren, Avrupa’da meydana gelen bu ilmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek ve tatbiki mümkün olanları almak üzere hey’etler gönderildi. Daha çok askerî sahada meydana gelen teknik gelişmeler alınarak uygulamaya konuldu. Bu sırada Macar asıllı mühtedî İbrâhim Müteferrika tarafından ilk matbaa kuruldu. Avrupa ile olan bu alışverişler kültürel ve sosyal hayat üzerinde de etkili olmaya başladı. Sultan birinci Mahmûd Han devrinde askerî ve idâri sahada bâzı yenilikler yapıldı. Sultan birinci Abdülhamîd Han devrinde de yeniliklere devam edildi. Sultan üçüncü Selîm Han zamanında bilhassa askerî sahada zamanın îcablarına göre köklü yenilikler yapıldı. Nizâm-ı Cedîd adı verilen askerî teşkîlât kuruldu. Siyâsî, idâri, mâlî ve iktisadî konularda da bâzı yenilikler yapan üçüncü Selîm Han, Kabakçı Mustafa isyânı neticesinde tahttan indirilip şehîd edildi. Üçüncü Selîm Han’dan sonra pâdişâh olan ikinci Mahmûd Han-ı Adlî zamânında da yenilik hareketleri devam etti. 1826’da asıl gayesinden uzaklaşıp, bir ihtilâl ve anarşi yuvası hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırılarak Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye adlı yeni bir ordu kuruldu. İlmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek için Avrupa’ya talebe gönderilmeye tekrar başlandı.
Osmanlı Devleti’nin parçalanma ve yıkılmasını plânlayan hıristiyân Avrupa devletleri, tahsil için Avrupa’ya gönderilen bu talebeleri ve Osmanlı devlet adamlarını elde ederek kendi plânlarına uygun şekle getirmeye çalıştılar. Paris ve Londra büyükelçiliklerinde bulunan batı kültürü hayranı, İslâmî bilgilerden uzak yetişen Mustafa Reşîd Paşa’yı aldatarak mason yaptılar. Tahsîl için giden talebeler de Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve yıkılmasına yönelik Avrupai fikirlerin te’sîrinde kaldılar. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mustafa Reşîd Paşa’nın ihanetini görerek idamını emrettiyse de ömrü vefâ etmedi. Pâdişâh’ın vefâtından sonra İstanbul’a dönen Mustafa Reşid Paşa ve arkadaşları, İngilizlerin isteği doğrultusunda hazırladıkları Tanzîmât fermanını bir hileyle sultan İkinci Mahmûd’un yerine geçen on sekiz yaşındaki genç ve tecrübesiz pâdişâh Abdülmecîd Han’a tasdik ettirerek 1839’da ilân ettiler (Bkz. Tanzîmât). Garblılaşmak ve yenilik adıyla ileri sürülen ve gayr-i müslimlere yeni haklar tanıyan bu ferman müslüman ahâlî tarafından tepki ve nefretle karşılandı. Tanzîmât fermânıyla yeni imtiyazlar kazanmakla beraber, memnun da olmayan gayr-i müslim tebea, Rusya ile batılı devletlerin de tahriki netîcesinde temeli Fransız ihtilaliyle atılan milliyetçilik hareketlerine kalkıştılar. Sadrâzam olan Mustafa Reşîd Paşa iş başına gelir gelmez, büyük şehirlerde mason locaları açtırdı. Gençleri din câhili, İslâm düşmanı olarak yetiştirmeye gayret etti. Masonları işbaşına getirdi. Mustafa Reşîd Paşa’dan sonra sadrâzam olan Alî Paşa da İngiliz ve Fransız elçileriyle birlikte hazırladığı Tanzîmât fermanından daha fazla tâvizleri ihtiva eden Islâhat fermanını uygulamaya koydu (Bkz. Islâhat Fermanı). Bu dönemde garb modası, Avrupa’nın âdet ve gelenekleri İstanbul’da yaygın bir hâl aldı. İngiliz kışkırtma ve desteğiyle açılan 1853-1856 Kırım harbi, devleti zor durumda bıraktı. Avrupa’dan borç almak durumuna gelindi. O günden sonra devlet, borç ve sıkıntılardan kurtulamadı.
Sultan Abdülmecîd Han’ın vefâtından sonra pâdişâh olan Abdülazîz Han, Avrupalıların ilim ve tekniği dışındaki örf, âdet ve geleneklerinin alınmasına karşı çıktı. İlmî ve teknik gelişmelerin öğrenilmesi ve tâkib edilmesi için, önceki pâdişâhlar döneminde başlatılan Avrupa’ya ilim tahsili için talebe göndermeye devam etti. Tahsîl için gönderilen Türk İslâm kültüründen mahrum bu gençler, gönderiliş maksadlarını unutarak garblıların âdet ve gelenekleri ile Osmanlı Devleti’ni yıkmaya yönelik bozuk fikirlerinin te’sirinde kaldılar. Tanzîmât hareketlerini yeterli görmeyip, devletin mevcut sisteminin değiştirilip meşrutî sisteme geçilmesini istediler. Böylece Jön Türk (Yeni Osmanlılar) hareketi ortaya çıktı. Şinâsî, Nâmık Kemâl ve arkadaşları, çıkarttıkları Tasvîr-i Efkâr ve Tercümân-ı Ahvâlgazetelerinde pâdişâhı ve Bâb-ı âlî hükümetlerinin icrâatlarını dolaylı olarak tenkîd ettiler. 1865 yılı Haziran ayı içerisinde de altı kişilik bir grup hâlinde toplanarak İttifâk-ı hamiyyet adında gizli bir dernek kurdular. Tanzîmâtçılardan Âlî ve Fuâd paşaları ülkede meşrûtiyetin kurulmasında en büyük engel gören Sağır Ahmed Bey’in oğlu Mehmed, reji komiseri Nuri, Kayazâde Reşâd, Subhi Pazaşâzade Âyetullah ve Nâmık Kemâl tarafından, İbn-ül-Emîn’e göre; Mustafa Fâzıl Paşa’nın da yardımıyla kurulan, daha sonra Yeni Osmanlılar adını alan cemiyet, İtalyan Karbonari (Carbonari) teşkilâtının programını benimsedi. Fikrî liderliğini Şinâsî’nin yaptığı cemiyetin esas lideri ise Mehmed Bey idi. 1865’de Şinâsî’nin Paris’e kaçması üzerine cemiyetin fikrî liderliğine Nâmık Kemâl getirildi. İlk toplantı Sağır Ahmed Bey’in yalısında yapıldı. Daha sonra Ziya Paşa, Ali Süâvî, Ebüz-Ziyâ Tevfik, Mir’ât mecmuası sahibi ve Agâh Efendi’nin de üyeleri arasına girdiği cemiyet hızla büyüdü ve kısa bir müddet içinde, üye sayısı 245’e yükseldi. Vezirler, askerler ve edebiyatçılardan girenler hayli fazla idi. Bunların gayesi; Âlî Paşa’nın şahsî, ağır ve ezici politikasına nihayet vermek ve devletde hür bir idare te’sis eylemek” idi. Bunun için önce Âlî Paşa’yı devirecekler, sonra da yerine, yeni usûlü kabul edecek, hürriyet esâslarına bağlı bir şahsı getireceklerdi. Bu gayelerini tahakkuk ettirmekde, Âlî Paşa hâriç; Fuâd Paşa, Şirvânîzâde Rüşdî Paşa, Mısırlı Sami Paşa, Yûsuf Kâmil Paşa, Midhat Paşa gibi devletin ileri gelenlerinden yardım umuyorlardı. Abdurrahmân Şeref Efendi’nin bildirdiğine göre; cemiyet hâlini alan bu gençler, yeni kabineyi terkîb edecek zevatı tâyin eylemek üzere, bir gün Ayasofya Câmii’nde toplanmışlar; nezâretlere, münevver (aydın), dürüst insanları aday göstermişler, fakat Âlî Paşa’nın yerine getirilecek şahısta anlaşamamışlardı. Necîb Paşa’nın torunu ve Sağır Ahmed Bey’in oğlu olan Mehmed Bey, amcası Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadârete getirilmesi üzerinde ısrar etmiş, ancak diğerleri bu makama Ahmed Vefik Efendi’yi lâyık görmüşlerdi.
Ayasofya toplantısından sonra, hükümet durumu haber alıp, takibata girişti. Cemiyetin ileri gelenlerinden bâzıları Mahmudiye gemisinde tevkîf edildi. Bunun üzerine Yeni Osmanlılardan bâzıları Avrupa’ya kaçarak pâdişâh ve Bâb-ı âlî hükümetleri aleyhinde faaliyet göstermeye başladılar. Hindistan ve Uzakdoğu ile Kuzey Afrika taraflarındaki müslüman topraklarını işgal eden İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletler de, kurulu Osmanlı düzenine ve Abdülazîz Han’a karşı gelişen bu hareketi memnuniyetle desteklemekten geri durmadılar. Büyük devletlerin Osmanlı Devleti içindeki hıristiyan azınlıkların her işine karışmaları ve devleti zor duruma sokmaları üzerine Abdülazîz Han da, diğer devletlerin hâkimiyetinde olan müslümanlara daha çok destek verip teşkilâtlandırmaya başladı. Mısır hıdivi İsmâil Paşa veraset usûlünü değiştirerek kardeşi Mustafa Fâzıl Paşa’yı bütün haklarından mahrum edince, ikbâl küskünü olan Mustafa Fâzıl” Paşa, Abdülazîz Han’la, Alî ve Fuâd paşalara karşı düşman kesilerek intikam almak için Avrupa’daki Yeni Osmanlıların arasına katılıp maddî ve manevî bakımından onları destekledi. Paris’e gelir gelmez yeni Osmanlılar tarafından çıkarılanLiberte gazetesinde sultan Abdülazîz Han’a hitaben Fransızca bir açık mektup yayınladı. Mektubunda devletin durumu konusunda bâzı açıklamalar yaptı ve çeşitli reformların yapılmasını, meşrutî sisteme geçilmesini teklif etti. Etrafını almış olan devlet ileri gelenlerinden Âlî ve Fuâd paşaların hâin ve bilgisiz kimseler olduğunu ileri sürdü. Nâmık Kemâl, Ebüz-Ziyâ Tevfik ve Sâdullah beyler tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek Tasvîr-i Efkâr gazetesi idarecileri tarafından çok sayıda basılarak dağıtılan mektup, Yeni Osmanlılar cemiyeti mensûbları arasında büyük heyecan uyandırdı.
Yurt içindeki ve dışındaki Jön Türkleri kendi siyâsî geleceği için tehlikeli gören Âlî Paşa, bu mektubu bahane ederek harekete geçti. Âlî kararnamesini çıkararak basına sansür koydu. Jön Türklerin liderlerinden olan Ali Süâvî Kastamonu’ya gönderilirken, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa da taşra me’mûriyetlerine tâyin edildiler. Bu sırada Mustafa Fâzıl Paşa çevirdiği bâzı karanlık işler dolayısiyle, Fransa’da yayınlanan Le Nordgazetesinde hakkında çıkan bir haberi tekzîb için yazdığı mektupda, Jeunes turcs (Jön Türk) tâbirini kullandı. Mektup İstanbul’da Fransızca olarak yayınlanan Courrier d’Orient gazetesinde neşr edildi. 21 Şubat 1867 tarihli Muhbir gazetesinde Türkçe’ye çevrilen mektupda geçen ve Yeni Osmanlılar karşılığı olarak kullanılan Jön Türk adı, Ali Süâvî ve Nâmık Kemâl tarafından de benimsendi. Bu tâbir uzun müddet Osmanlı topraklarındaki ihtilâlcilerin ortak adı olarak kaldı.
Âlî Paşa’nın Jön Türklere karşı giriştiği hareketi haber alan ve büyük servet sahibi olan Mustafa Fazıl Paşa, Jön Türklerin liderlerini Paris’e çağırdı. Mayıs 1867’de bir Fransız vapuruyla İstanbul’dan ayrılan Jön Türkler Paris’e gittiler. Böylece Yeni Osmanlılar cemiyeti, Paris’e taşındı. Paris elçiliği me’mûrlarından Kani Paşazade Râfet Bey de onlarla işbirliği yaptı. Sürgün edildiği Kastamonu’dan kaçan Ali Süâvî de, Paris’te onlara katıldı. Daha sonra da Londra’ya giderek, 31 Ağustos 1867’de Muhbir gazetesini neşretti. Mustafa Fâzıl Paşa’nın maddî desteğiyle Avrupa’da geniş bir yayın faaliyetine girişen Jön Türkler, biri sönüp diğeri açılan ve sayıları gittikçe çoğalan gazete ve dergilerinde, mükemmel bir fikir sisteminin ifâdesi ve îzâhından ziyâde belli başlı bir kaç nokta üzerinde durdular, hep aynı şeyleri tekrarladılar. Nâmık Kemâl, Ali Süâvî, Ziya Paşa gibi meşhur isimlerin kalemleri ile dile getirdikleri bu fikirler; Osmanlı Devleti’ne meşrûtiyet idâresinin getirilmesi ve bütün azınlıklara Avrupai tarzda hak ve hürriyet verilmesi şeklinde özetlenebilir.
Jön Türkler hareketi içinde zamanla görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bir kısmı ihtilâl ve kanlı mücâdele tarafdârı idiler. Bâzıları da fikrî mücâdeleye devam edilmesini ve din ve devlet işlerinin birlikte yürütülmesini istiyordu. Ali Süâvî ve Mustafa Fâzıl Paşa birinci kısımda, Nâmık Kemâl ve Ziya Paşa ise ikinci kısımda yer aldı. Bu görüş ayrılıkları sebebiyle diğerlerinden ayrılan Ali Süâvî, Londra’da çıkardığı Muhbir gazetesinde görüşlerini açıkladı. Nâmık Kemâl, Ziya Paşa ve arkadaşları ise, Jön Türklerin resmî yayın organı hüviyetinde olan Hürriyet gazetesini Paris’te 29 Haziran 1868’de çıkarmaya başladılar. Bu gazete ile görüşlerini anlattılar. Londra’dakiMuhbir gazetesi kapanan Ali Süâvî, Paris’e gelerek Ulûm gazetesini çıkarmaya başladı.
Sultan Abdülazîz Han 1867 senesinde Fransa ve İngiltere ziyaretleri esnasında Jön Türklerin bâzı ileri gelenleriyle görüştü. Pâdişâh’tan af dileyen ve kendisine nâzırlık verilen Mustafa Fâzıl Paşa’nın maksadına kavuşup aralarından ayrılması ve Osmanlı Devleti’y’e dost geçinmek isteyen Fransa ve İngiltere hükümetlerinin nezdinde itibârları kalmaması sebebiyle Jön Türkler iyice parçalandılar. Neticede baştan beri süre gelen anlaşmazlıklar, daha da artarak küçük grublara ayrıldılar. 1870 senesi sonlarında Nâmık Kemâl, aracılar yoluyla sadrâzam Alî Paşa ile barışarak İstanbul’a döndü. Eylül 1871’de Âlî Paşa’nın ölümünden sonra diğer Jön Türkler de yurda dönmek için hazırlığa başladılar. 1871 ve 1872 seneleri içinde Ali Süâvî ve Mehmed Bey dışındaki Jön Türkler de İstanbul’a döndüler. Bir Kısmı Pâdişâh’dan özür dileyerek devlet kademelerinde vazîfe aldılar. Bâzıları da yayıncılık faâliyetlerine devam ettiler. Nâmık Kemâl, Haziran 1872’de İbret gazetesini çıkardı. Başyazarlığını yaptığı İbretgazetesinde Pâdişâh’a ve Bâb-ı âlî’ye yönelik tenkidleri ve Vatan yâhud Silistre piyesinin oynanması sırasında başgösteren olaylar ürerine 1873’de Kıbrıs’a sürgün edildi.
Bu sırada Jön Türklerden bâzıları tutuklandı. Nûrî ve Hakkı beyler Akka’ya, Ahmed Midhat Efendi ile Tevfik beyler ise, Rodos’a sürüldüler. Bütün bunlara rağmen Jön Türklerin bir kısmı gizli faaliyetlerine devam ederek Midhat Paşa’nın etrafında toplandılar. Mayıs 1876’da sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesinden sonra sultan beşinci Murâd tahta geçince, idareye hâkim olan Şûrâ-yı devlet reisi Midhat Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, harbiye kumandanı Süleymân Paşa gibi kimseler Jön Türkleri sürgünden çağırıp çeşitli vazifeler verdiler. Kıbrıs’tan çağrılan Nâmık Kemâl, Pâdişâh’ın özel kâtipliğine, Sâdullah Bey ise, mâbeyn başkâtipliğine getirildi. Jön Türklerin yeni pâdişâhdan memnunlukları uzun sürmedi. Rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilen beşinci Murâd’ın yerine pâdişâh olan sultan İkinci Abdülhamîd Han Meşrûtiyet’i ilân etti. Birinci Meşrûtiyetin verdiği serbestlik havasından istifâde eden Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) cemiyeti bâzı zararlı faaliyetlerde bulundukları için, sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından kapatıldı. Böylece kaybolup giden Jön Türkler hareketinin birinci devre faaliyeti sona erdi.
Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen hırîstiyan Avrupa devletleri ve Osmanlı hakimiyetindeki azınlıklarla işbirliği içinde bulunan ve faaliyetleri yasaklanan Jön Türkler, çeşitli sebeplerle tekrar Avrupa’ya kaçtılar. Yurt içinde ve dışında çeşitli gizli cemiyetler kurarak ve sayıları yüze varan dergi ve gazete çıkararak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsında Osmanlı Devleti’ne karşı kesif bir propagandaya giriştiler. Fransız ve İngiliz hükümet çevreleriyle sıkı bir işbirliği kurarak destek gördüler. Sultan beşinci Murâd’ı tekrar tahta geçirmek için gayret sarf ettiler. Ali Süâvî, Filibeli muhacirlerden etrafına topladığı kalabalık bir grupla 19 Mayıs 1878’de Çırağan Sarayı baskınını düzenledi. Çırağan Sarayı’nda bulunan sultan beşinci Murâd’ı sultan Abdülhamîd Han’ın yerine tahta geçirecekti. Beşiktaş inzibat işleri ile görevli mirliva Hasan Paşa, topladığı askerlerle isyâncıların üzerine yürüdü. Bu baskın sırasında Ali Süâvî ve adamlarından 21 kişi öldürüldü, 17 kişi de yaralandı. Sağ olarak ele geçenler de dîvân-ı harbe sevk edilerek çeşitli cezalara çarptırıldılar (Bkz. Çırağan Vak’ası). Sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için masonlarla ve diğer hıristiyan Avrupa devletleriyle işbirliği yapan Jön Türkler, çeşitli gizli komplolar düzenlemeye devam ettiler. Çengelköy mason locasının üstâd-ı âzamı olan ve İstanbul’da yaşayan Yunan uyruklu Kleanti Skaliyeri, Alman ve İngiliz mason localarının nüfuzlarını kullanarak İstanbul’daki Alman ve İngiliz elçilerini beşinci Murâd lehinde müdâhalede bulunmaya çağırdı. Fakat bu teşebbüsleri sonuç alamadı. Bu arada gizli komiteler kuran Jön Türkler, sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhindeki gizli faaliyetlerine devam ettiler. Kleanti Skaliyeri evkaf teftiş kurulu me’mûrlarından Azîz Bey ve devlet şûrasının eski me’mûrlarından ve Nâmık Kemâl’in dostu olan Ali Şefkatî’nin kurduğu komiteye girdi. Bu komite de çeşitli darbe plânları hazırladı.
Devletin istihbarat teşkilâtının bu komitenin çirkin plânını tesbit etmesi üzerine, komite üyeleri komite karargâhının bulunduğu Azîz Bey’in evinde basıldılar. Skaliyeri, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkatî gibi kimseler kaçmayı başardılar. Yakalananlar tutuklanarak çeşitli cezalara çarptırıldılar.
Diğer Jön Türkler gibi Avrupa’ya kaçan Ali Şefkatî, 1879-1881 yılları arasında Napoli ve Cenevre’de İstikbâl gazetesini çıkartarak gizli yollardan İstanbul’daki Tıbbiye talebelerine gönderdi.
Avrupa’ya gönderdiği sürgünden döndükten sonra, sultan Abdülazîz Han’ın ölümüyle ilgili olduğu için, cezalandırılan Midhat Paşa’nın 1881’de Taife sürülmesi üzerine, İstanbul’daki Askeri idâdî talebelerinden Nedim, Saîd ve Cemâl Bey ismindeki arkadaşları çıkardıkları Sadâkat gazetesinde Midhat Paşa’nın sürgüne gönderilmesinin Kânûn-i esâsîye aykırı olduğunu iddia ettiler. Hilmi Hakkı Bey de, Cür’et gazetesini çıkararak Jön Türklerin fikirlerinin savunuculuğunu yaptı.
Ali Şefkatî’nin 1889’da Paris’te ölümü üzerine, Bursa Maârif müdürü iken Fransa ihtilâlinin yüzüncü yıl dönümü’sebebiyle Paris’te açılan meşhur sergiyi gezmek üzere Avrupa’ya giden Ahmed Rızâ, yurda dönmeyip Jön Türklere lider oldu ve kısa zamanda meşhûrlaştı. 1890 yılında İstanbul’da Mîzâncı Murâd tarafından çıkartılan Mîzân gazetesinde de Jön Türklerin meşrutiyetçi fikirleri işlendi. Daha sonra gazetesi kapatılan Mizancı Murâd, Mısır’a oradan da Avrupa’ya giderek Jön Türkler arasına katıldı ve Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeye yönelik faaliyetlere devam etti. Bu sırada İstanbul’daki Askerî Tıbbiye talebeleri daha sonra İttihâd ve Terakkî adını alacak plan gizli İttihâd-i Osmânî cemiyetini kurdular. Her birisi Jön Türklerden olan bu genç talebelerin faaliyetleri tesbit edilince 1895’den sonra çeşitli yerlere sürgüne gönderildiler. Aralarından bâzıları Mısır’a ve Avrupa’ya kaçarak Osmanlı Devleti’ne ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı faaliyetlerini sürdürdüler. Fakat benimsedikleri fikirler yönünden çeşitli grublara ayrıldılar. Sultan Abdülhamîd Han tarafından Avrupa’ya gönderilen, serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’nın yaptığı gizli çalışmalar neticesinde, büyük bir kısmı ikna olarak ve muhalefetten çekilerek İstanbul’a döndüler. Bunlar arasında Cenevre grubu lideri Mîzâncı Murâd da vardı. Ahmed Rızâ’nın etrafında toplananlar ise, yurda dönmeyerek ısrarla faaliyetlerine devam ettiler. Çıkardıkları çeşitli gazetelerle asılsız propagandalar yaptılar. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan beklediği ilgiyi göremeyen Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa, 1899 yılında iki oğlu prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle Avrupa’ya kaçtı. Hiç bir ideâle dayanmadan, sâdece sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın îtimâd ve teveccühünü kaybettiği için Avrupa’ya kaçan Ali Kemâl gibi gençler de Jön Türklere katıldı. Böylece biraz canlanır gibi görünen Jön Türkler hareketi içindeki görüş ayrılıkları da fazlalaştı. Fakat ortak gayeleri sultan Abdülhamîd’e karşı muhalefetti. Bunu, çıkardıkları çeşitli gazetelerde açıkça ortaya koyup işlediler. Jön Türkler 95 Türkçe, 8 Arapça, 12 Fransızca olmak üzere toplam 115 gazete çıkardılar.
4 Şubat 1902’de ermeni ve rum temsilcilerin de katıldığı birinci Jön Türkler kongresi Paris’de toplandı ve içlerinde pek az Türk vardı. Bu kongrede sultan Abdülhamîd Han’a karşı mücâdelede tâkib edilecek yol ile ilgili görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Jön Türklerden bir kısmı Ahmed Rızâ’nın etrafında toplanarak Meşveret gazetesini çıkardılar. Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti adıyla ayrıldılar. Prens Sebahaddîn ve arkadaşları ise, Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkîgazetesini çıkardılar. Bundan sonra, Jön Türkler, birbirlerini itham etmeye başladılar. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini yaymaya çalıştılar. Rumeli’de ve Osmanlı ülkesinin bâzı merkezlerinde de şubeler açan İttihâd ve Terakkî cemiyeti, kendisini batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıttı. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinen Jön Türkleri bünyesinde toplayan ve Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasını isteyen çeşitli unsurlarla işbirliği yapan İttihâd ve Terakkî, komitacılık faaliyetlerine girişti.
28-29 Aralık 1907’de yine Paris’te toplanan ikinci Jön Türk kongresine, İttihâd ve Terakkî, prens Sebahaddîn’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i merkeziyet cemiyetleri ile birlikte ermeni Taşnaksütyûn komitesi de katıldı. Kendi aralarında birlik olmamasından yakınan Jön Türkler, kongrede Osmanıl Devleti ve sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde ağır ithamlarda bulundular. Neticede Osmanlı Devleti aleyhinde olan İran meb’usan meclisine dostluk telgrafı çekilmesine, Makedonya’daki Rum, Bulgar v.s. çetelerinin devlete karşı olan isyânlarının desteklenmesine, diğer gizli cemiyetlerin birleştirilerek ihtilâlci yayınlar yapılmasına karar verildi.
Birisi Paris’te, ikincisi Selanik’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi olan İttihâd ve Terakkî bünyesinde teşkilâtlanan Jön Türkler, Rumeli’de çeşitli tedhiş ve terör faaliyetlerine giriştiler. Bulundukları bölgelerde Osmanlı devletine karşı olan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak müslüman ahâliyi sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı ayaklandırmaya çalıştılar. Ordu içindeki subaylardan da destek görerek tedhiş ve isyân hareketlerini bastırmak üzere gönderilen ordu birliklerine karşı silâhlı mücâdeleye giriştiler. Hareketleri bastırmak üzere gönderilen Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu bildirmek üzere girdiği manastır postahânesinden çıkarken komitacılar tarafından öldürüldü. Jön Türklerin teşvik ve tahrikleriyle meydanlara toplanan ahâlî, hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteriler yaptı. Durumun nazikliğini gören ve kardeş kanının dökülmesini istemeyen sultan İkinci Abdülhamîd Han, Kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu ve 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyeti îlân etti. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra yurda dönen Jön Türkler, çeşitli vazifelere getirildiler. Avrupa’dan dönen Prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî grubuyla birlikte hareket etmeyi reddederek ayrıldı. Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyeti olarak faaliyet gösteren prens Sebahaddîn grubu Jön Türkler, İttihâd ve Terakkî’ye karşı mücâdele verdiler. 14 Eylül 1908’de kurulan Ahrâr fırkasının kurulmasını desteklediler (Bkz. Fırkalar). Meşrûtiyetin îlânından sonra iktidara gelen İttihâd ve Terakkî meb’usları, ilk zamanlar hükümetler üzerinde baskı kurarak iktidarlarını sürdürdüler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirdiler. Daha sonra da fiilen hükümette vazîfe alarak Osmanlı Devleti’ni çeşitli badirelere sürüklediler (Bkz. İttihâd ve Terakkî). İttihâd ve Terakkî dışında kalan Jön Türkler de çeşitli siyâsî fırkalar (partiler) kurup gazeteler çıkararak, İttihâd ve Terakkî’ye karşı muhalefeti sürdürdüler.
Jön Türklerin uzun yıllar devam eden faaliyetlerinde ön plânda meşrûtiyet ve hürriyet fikirleri görülüyorsa da, her grup veya şahsın ayrı ayrı maksâdları vardı. Azınlıklar; istiklâl, hiç değilse muhtariyet elde etmek, şahıslar ise; şahsî hırs ve arzularını gerçekleştirmek peşindeydiler. Bunları destekleyen devletlerin gayesi de Osmanlı’yı zayıf düşürerek kendi emelleri doğrultusunda kullanmaktı. Meşrûtiyet, hürriyet gibi kelimelerin cazibesinden ve moda hâline getirilmesinden dolayı bilhassa batı kültürü ile yetişmiş, veya bu kültürün hayranı olanlar tarafından bir zamanlar medhedilen Jön Türkler hareketi ve faaliyetleri, Osmanlı Devleti’nin yıkılışını hızlandıran belli başlı âmillerden olmuştur. Batı dünyâsı karşısındaki tavırlarının taklidden öteye geçmemesi, devlet kademelerinde yer almak, meşhur olmak, hattâ (Midhat Paşa gibi) kendi ailelerini hânedân ailesi yapmak için azınlıklarla, eşkıyalarla, rum, bulgar ve ermeni çeteleri ve Avrupa devletleriyle işbirliği yapmaktan çekinmemeleri bu faaliyetlerin en acı ve ihanete varan tarafları olmuştur.
Jön Türkler Avrupa’daki gibi meşrutî bir idare getirmek istemişler, ancak bu konuda hiç bir Avrupa devletinin meşrutî yapısını, anayasasını incelememişlerdi. Ayrıca Osmanlı Devleti’ni bu devletlerden biri ile karşılaştırmak düşüncesinden uzak kalmışlar, Osmanlı halkının böyle bir idareye hazır olup olmadığına, halkın etnik yapısının böyle bir idareye imkân verip vermediğine bakmamışlardı. Nitekim iki defa îlân edilen meşrûtiyet netîcesinde Osmanlı idaresinde yaşıyan azınlıklar, daha ilk mecliste bağımsızlık istemeye başlamışlardı.
Jön Türklerin bir diğer ortak yönleri de, hemen hepsinin, Tercüme odası, Mühimme kalemi, Mâbeyn-i hümâyûn gibi muhitlerde yetişmiş ve birbirlerini tanımış olmaları idi. Ayrıca bir kısmı, saraya ve saltanata mensûb ailelerin çocukları, bâzısı Nâmık Kemâl gibi, bâzısı Subhi Paşazade Ayetullah, Necib Paşa torunu Mehmed ve Kânipaşazâde Rıfat gibi zengin tâife çocukları idi. Bu sebeple siyâsî ihtiras ve yükselme hırsı, kendilerinde adetâ aile mîrâsı idi. Jön Türklerin bir diğer önemli yanları da çoğunun mason, bir kısmının da inançsız olması idi.
Netice olarak bunlar Osmanlı topraklarındaki sulh ve sükûnu, dört bir yandan patlak veren ihtilâller, isyânlar, hükümet darbeleri ve savaşlar ile yok etmişler, çıkarılan kargaşa ve savaşlar ortamı içinde milletin felâketini hazırlamışlardır. Birinci Dünyâ Harbi, Jön Türkler hareketinin Türkiye’de sonu olmuş, daha önce yaptıkları gibi yine yurt dışına kaçmışlardır. Her ne kadar mahkemelerin karşısına çıkmaktan kurtulmuşlarsa da, milletin vicdanında yargılanmaya devam etmişlerdir.

ABDÜLHAMÎD HAN’A GÖRE JÖN TÜRKLER

“... Ve daha garib bir tecelliye bakınız ki, “Genç Osmanlılar”ı da “Jön Türkler”i de Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak isteyen büyük devletlerin hepsi arkalıyorlardı! Bu devletlerin gözünde ümit bu gençlerdeydi!.. Bunların dediği yapılırsa, Osmanlı İmparatorluğu kurtulacak, dediklerine kulak asılmazsa, batacaktı! İki kere istemeyerek de olsa, dediklerini yaptık ve işte battık!... Bârî son kalan bir avuç vatan toprağında yaşayanların gözleri açıldı mı?.. İnşaallah!..
Evlâdım sayılan bu vatan çocukları, benim, bir sarayın dört duvarı arasında gördüğüm hakikati, koskoca yeryüzünü gezip tozdukları hâlde nasıl görmediler; nasıl görmediler de ecdâd kanı ile sulanmış koskoca bir ülkeyi kendi elleriyle batırdılar!
Suçlamaya dilim varmıyor; fakat görüyorlardı ki, İngilizler, Fransızlar, Ruslar, hattâ Almanlar ve Avusturyalılar yâni bütün büyük Avrupa devletleri, menfaatlerini Osmanlı mülkünün parçalanmasında bulmuşlardır. Görüyorlardı ki bu devletler birbirleriyle dalaşıyorlar, ama Osmanlıları bölüşmekte anlaşıyorlardı. Anlaşamadıkları, kimin daha büyük parçayı yutacağı idi. Öyle olduğu hâlde, bu düşüncede olan devletlerin kendilerini arkalamalarından da mı bir mânâ çıkaramıyorlardı ?
Söyledim, yine söyleyeceğim, anlattım, yine anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki, Osmanlı ülkesi bir çok milletlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede meşrûtiyet, ülkenin unsur-i aslîsi için (temel unsur) ölümdür. İngiliz Parlamentosunda bir Hindli, Afrikalı, Mısırlı; Fransız Parlamentosunda bir Cezâyirli meb’ûs varmıydı ki, Osmanlı Parlamentosunda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp ve Arap meb’ûsu bulunmasını istemeye kalkıyorlar!..
Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini dâvasına vermiş vatan evlâdının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sâdece aldandılar, derim. Aldandılar ama, cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan evlâdı çekti! Hem öldüler, hem de vatandan oldular!
Kendilerine “Jön Türkler” denilen kimseler aslında üç-beş kişidir. Bunlar yıllarca Avrupa’da benim aleyhimde çalışmışlar, benim aleyhimde çalışmanın vatanın da aleyhinde çalışmak demek olduğunu düşünmeden yazmışlar, çizmişler, söylemişlerdir. Çıkardıkları gazeteleri gizlice memlekete sokmanın yolunu büyük devletlere arkalarını dayayarak buluyorlar, yabancı postahânelerden de yabancı uyruklu kimseler aracılığı ile çekip şuna buna dağıtıyorlardı. Yıllar yılı, ciddî sayılabilecek bir te’sirleri olmamıştır; ciddî sayılacak bir fikirleri olmadığı gibi...
Fakat ben buna rağmen, kendileriyle ilgilendim. Yabancı memleketlerde parasızlık yüzünden bâzı şeylere katlanmamaları için, gazetelerini satın almak bahanesiyle büyük yardımlarda bulundum, bâzı kimselerin memleketten para göndermelerine göz yumdum. Tek yabancıların maşası olmasınlar, muhalefetleri yanlış da olsa namuslu kalsın diye!..
Ahmed Celâleddîn Paşa’nın Mısır’da Ali Kemâl Bey’den aldığı mektubu görmüştüm. Bu mektup her hâlde Yıldız evrakı arasında saklıdır. Kimin nereden para aldığını isim isim yazıyordu. Bu mektupta, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. İshak Sukûtî, Dr. Bahaddîn Şâkir, Dr. Nâzım, Dr. İbrâhim Temo’nun Fransız ve İtalyan localarına bağlı olduklarını ve bu locaların yardımıyla yaşadıklarını, hattâ memleketteki ailelerine dahi bu localar eliyle para gönderildiğini yazıyor ve bunların vesikalarını gösteriyordu.
Avrupa’da, Mısır’da çeşitli namlar altında çıkan gazeteler ve buralarda gezinen gizli cemiyetin adamları, daha önce de söylediğim gibi, memlekete ciddî bir zarar vermediler. Fakat mason locaları, bütün tâkiblerimize rağmen? “İttihâd ve Terakkî’ye bağlı subayları harekete geçirince, bu âvâre insanlar birer bayrak hâline geldiler. İşte Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî cemiyetinin hikâyesi de budur.”
Abdülhamîd’in Hâtıra Defteri; sh. 60

TAHRİF EDİLEN HAKÎKATLER

İsmâil Hami Dânişmend diyor ki: “Târihte tahrif edilmiş bir çok şahsiyetler vardır: Bâzılarının kahramanlaştırılmasına mukabil, bâzıları da canavarlaştırılmıştır!.. İkinci Abdülhamîd işte bu ikinci zümredendir. Saltanatı devrinde muhalifleri tarafından yabancı memleketlerde ve hal’inden sonra düşmanları tarafından Türkiye’de yazılmış eserlerde bin türlü mübalağalarla yalnız kusurlarından bahsedilmiş ve gene bin türlü iftiralar atılarak kanlı ve korkunç bir tip hâline getirilmiştir. Meselâ Ermeni komitecilerinin Avrupa müdâhalesine sebeb olmak için yaptıkları hareketlerle ihtilâl teşebbüslerini tenkil etmiş olduğu için muhtelif memleketlerde bir takım müteassıb Türk düşmanlarının sultan Hamîd’e taktıkları bâzı çirkin lakaplar vardır: Bunların en meşhurları Fransız müverrihlerinden Albert Vandav’ın ortaya attığı “Le Sultan Rouge-Kızıl Sultan” ve İngiltere’deki “Whigs” partisinin meşhur reisi Gladstone’un savurduğu “The Great criminal-Büyük cani” sıfatlarıdır! Hıristiyanlık taassubuyla Anadolu’nun yarısını Ermenistan görmek isteyen bir takım Türk düşmanlarının bu gibi herzeler ve hattâ küfürler savurmaları pek tabiîdir: Fakat Ermeni komitecisine karşı Türk’ün hakkını koruduğu için müteassıb Fransızın ortaya attığı “Sultan Rouge” lakabını Türkçe’ye tercüme edip de Sultan Hamîd’e “Kızıl Sultan” diyen Jön Türklerin ve onları tâkib edenlerin yüz kızartıcı gaflet ve cehaletlerine ne denilebilir?”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Yeni Osmanlılar Târihi (Tasvîri Efkar, 1909-1910)
 2) XIX Yüzyıl Türk Edebiyatı Târihi (Tanpınar); sh. 194
 3) Yakın Çağ Türk Kültürü ve Edebiyâtı üzerinde Araştırmalar Yeni Osmanlılar (K. Bilgegil, Ankara-1976)
 4) Ziyâ Paşa Üzerinde bir Araştırma (K. Bilgegil, Erzurum-1970); sh. 70
 5) Târih Müsâhebeleri; sh. 183
 6) Âlî Paşa’nın Siyâseti (Ali Süâvî, İstanbul-1325); sh. 23
 7) İnkılâp Târihimiz ve Jön Türkler (E. Kuran)
 8) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-8, sh. 309
 9) Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri (Şerif Mardin, İstanbul-1986)
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 84
11) Hâtırât-ı Abdülhamîd; sh. 59
12) Türkiye’de Çağdaş Düşünce Târihi (H.Z. Ülken, İstanbul-1966) sh. 63