Osmanlı sultanlarından ikinci Mehmed Han’ın 29 Mayıs 1453’de, Bizans İmparatorluğu’nun başşehrini almasıyla kavuşulan mübarek fetih. Türk-İslâm târihinde çok önemli bir yer tutan İstanbul’un fethi, İslâmiyet’le birlikte ortaya çıkan mukaddes bir ideâl, yüce bir gâyedir. Bu ulvî gâye uğruna önce Arablar, sonra da Türkler İstanbul surları önünde seve seve can verdiler.
İstanbul, 1453 senesine kadar çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından bir çok defa muhasara edildi. Peygamber efendimizin;“Kostantiniyye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ne güzel hükümdar ve onun askerleri ne güzel askerdir” hadîs-i şerîfi, bütün müslüman sultan ve kumandanlarının bu şehri fethetmek arzu ve gayretlerini harekete geçirdi. Müslümanlar, feth-i mübîni gerçekleştirmek için pek çok teşebbüste bulundular. İslâm âleminde dört halîfe, Emevîler, Abbasîler ve Osmanlılar devrinde en büyük ideâl hâline gelen İstanbul’un fethine ilk teşebbüs, üçüncü halîfe hazret-i Osman devrinde 655 senesinde yapıldı. Emevîler devrinde, hazret-i Muâviye, oğlu Yezîd kumandasında bir orduyu İstanbul’u muhasara için gönderdi. Bu muhasara da büyük sahabelerden hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî de bulunuyordu. 669 baharında kuvvetli bir şekilde muhasara edilen İstanbul, fetholunamadı. Hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî bu kuşatma sırasında dizanteriden vefât edip, İstanbul surları yakınına defnedildi. Emevî donanması 673 senesinde tekrar İstanbul önlerine geldi. Yedi sene süren bu muhasarada donanma kışın Kapudağ sahillerinde barınırdı. Muhasaralarda Bizanslıların Rum ateşi kullanmalarından dolayı muvaffak olunamadı. 714 senesinde büyük bir ordu ile İstanbul üzerine yürüyen Mesleme bin Abdülmelik ile Ömer bin Abdülazîz, 716’da karadan ve denizden şehri muhasara altına aldılar. Ancak muhasaranın uzun sürmesi dolayısıyla donanma ve kara kuvvetlerinin ikmâlsiz kalması, kışın şiddetli geçmesi ve Bizans entrikaları netîcesinde fetih gerçekleşemedi. Bu kuşatma esnasında, Bizans, İstanbul’da Dârülbalat adı ile içinde bir câmi bulunan konak yaptırmayı kabul etti. 781’de Abbasî halîfesi el-Mehdî, oğlu Hârûn Reşîd kumandasında bir orduyu İstanbul üzerine gönderdi. Boğaz içine kadar gelen ordu Bizans’ı haraca bağlayıp geri döndü.
Onuncu asırda, İslâmiyet’i kabul eden Türkler, büyük şevk ve îmân ile İstanbul’un fethini ulvî bir gaye olarak benimsediler. 1071 Malazgird zaferinden sonra Anadolu’ya yerleşen Türkler, iki sene gibi kısa zamanda Marmara denizi ve boğaziçi sahillerini ele geçirerek İstanbul’u tehdîde başladılar. On birinci asrın sonlarında Papa’nın öncülüğünde hıristiyanların mukaddes beldelerini müslümanlardan kurtarmak ve Türkleri Anadolu’dan atmak için düzenlenen haçlı seferleri İstanbul’un fethini geciktirdi.
1299’da Osman Gâzi’nin kurduğu Osmanlı Devleti pâdişâhları ve askerleri hadîs-i şerîfde müjdelenen ulvî gayeye ulaşmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gâzi ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gâzi’ye; “İstanbul’u al, gülzâr et” diyerek vasiyette bulunmuştu, İstanbul’un fethinin ilâhî bir vâd olduğunu bilen Osmanlı sultanları ısrarla bunun üzerinde durdular. 1391 senesinde sultan Yıldırım Bâyezîd Han İstanbul’u kuşattı. Abluka şeklinde devam eden bu kuşatma; İstanbul’da bir Türk garnizonu mahallesi, câmi, mahkeme kurulması ve kâdı (hâkim) ile her sene on bin altın harac verilmesi şartı ile kaldırıldı. Bizans’ın bu şartları yerine getirmemesi üzerine şehir 1395’de tekrar kuşatıldı. Haçlı ordusunun Niğbolu önüne gelmesi üzerine muhasara gevşetildi. Niğbolu zaferinden sonra Yıldırım Bâyezîd Karadeniz’den gelecek haçlı donanmasına mâni olmak için Şile’yi zabtetti ve boğaz içinde Anadolu (Güzelce) Hisarı’nı yaptırdı. 1397 senesinde muhasarayı şiddetlendiren Yıldırım Bâyezîd, Bizanslıların İstanbul’da bir Türk mahallesiyle şer’iyye mahkemesi ve câmi kurulmasını ve harac vermeyi kabul etmeleri üzerine muhâsarayı kaldırdı. Yıldırım Bâyezîd Han’ın son kuşatması 1400’de başlayıp, Tîmûr Han’ın Osmanlı topraklarına girmesi ile son buldu. Fetret devrinde İstanbul Mûsâ Çelebi tarafından kuşatıldı ise de, Bizans entrikaları yüzünden neticesiz kaldı. Sultan İkinci Murâd Han, 1422 senesinde İstanbul’u kuşattı. Dört ay kadar süren bu kuşatmada her türlü savaş taktiği ve zamanın teknik imkânları kullanıldı. Büyük velî Emîr Sultan’ın da sefere katılması ordunun maneviyâtını yükseltti. İstanbul’un düşmesi an mes’elesi hâline geldi. Meşhur Bizans entrikaları tatbik edilerek, Anadolu’da Osmanlı’ya karşı ittifak te’sis edilince, iki cephede savaşmanın güçlülüğü yüzünden muhasara kaldırıldı.
Osmanlı Türklerinin Trakya, Boğaz ve Kocaeli yarımadasını alması ile Bizans, İstanbul dâhil bir kaç şehirden ibaret kalmıştı. Toprak ve nüfûs azınlığına rağmen, Avrupa hıristiyanlarının hâmisi durumunda olan Bizans, Papa’nın desteğini görüyordu. Bizans kendisi için tehlike kabul ettiği Osmanlı Devleti’nin devamlı zararına çalışıyordu. Anadolu Türk beyleri, Bizans entrikaları doğrultusunda Osmanlı Devleti’ne taarruz ediyordu.
Çocukluğundan îtibâren devrin en büyük âlimlerinden manevî bir terbiye alarak, dînî ve millî kültür ve cihângirlik şuuru içinde yetiştirilen şehzâde Mehmed, İstanbul’u fethetmek ve böylece manevî müjdelere mazhâr olmak gayesinde idi. Bu sebeple henüz on dokuz yaşında iken 1451’de ikinci defa saltanat tahtına oturur oturmaz bu büyük ideâlini gerçekleştirmeye çalıştı.
Fetih öncesi Bizans’ın en önemli kuvvet ve ikmâl yolu olan boğazı, Osmanlı kontrolü altına almak maksadıyla Anadolu Hisârı’nın karşısına yerini bizzat kendisinin tesbit ettiği Rumeli (Boğazkesen) Hisarı’nın yapımını başlattı. Plânını da bizzat kendisinin yaptığı hisar, dört ay gibi kısa zamanda bitti. Bizanslılar iyice sıkıştırılıp, dış dünyâyla alâkalarının kesileceğini, hisarın yapımı devam ederken anlayıp hisarın yapılmasını durdurmak için elçi gönderip, teşebbüse geçmişlerse de, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hâkimiyet prensibinin esâsını teşkil eden târihi cevâbı, Bizanslıları o anda şaşkına çevirmişti. Bu cevapta; “Varna savaşı sırasında imparatorunuz Macarlarla birlik olup, babamın Rumeli’ye geçmesine engel olmak istediğinde, babam ne zorluklar çekmişti. Şimdi kendi arazim üzerinde gönlümün istediğini yapmama karşı gelmeniz için elinizde ne hak, ne de kudret vardır. İki kıyı da benimdir. Anadolu kıyısı benim, zîrâ ahâlisi Osmanlı’dır. Rumeli kıyısı da benimdir, çünkü savunmasını bilmiyorsunuz. Gidip efendinize söyleyiniz, böyle haberleri bir daha göndermesin.” Osmanlı sultânı, Mora’dan gelecek kuvvetlere karşı Turhan Bey’i, Avrupa’dan gelecek kuvvetlere karşı da akıncıları görevlendirdi. 1452-1453 kışı Edirne’de kuşatma hazırlıkları içinde geçti. Büyük toplar dökülüp tecrübe atışları yapıldı. Osmanlı sultânının balistik hesaplarını kendisinin yaptığı topların dökümü çok kısa zamanda bitirildi.
Osmanlı sultânı kuşatma hazırlıkları içinde iken, Bizans’a Karadeniz’den Venedik kadırgaları, Cenevizli kaptan Juanni Justiniani Langus, Sakızlı Maurise Cantoneo yardıma geldi. Bizans imparatoru şehir savunmasını Cenevizli kaptan Justiniani’ye verdi. Surun kenarındaki dolu vaziyetteki hendekler açılıp, yenileri kazıldı. Mezarlıktaki taşlarla surlar takviye ve tamir edildi. Şehir kapılarının muhafazası, yardım için gelen Venedikli ve Cenevizli komutanlara verildi. Haliç’deki meşhur zincir Venediklilere gerdirilerek, şehir deniz saldırısından korunmaya çalışıldı. Zîrâ İstanbul surlarının Haliç kısmı zayıf idi. Adaların tahkimi ve şehre erzak yığmakla kuşatmaya karşı savunma hazırlıkları yapan Bizans ordusu karmaşık bir yapıya sahipti. Bulgar, İtalyan, Fransız, Morali, Giritli, Alman ve İngiliz ücretli askerleriyle, Bizanslılardan meydana geliyordu.
Osmanlı ordusu 1453 senesi başlarında bütün harb hazırlıklarını tamamlayarak ağır topçu grubu ile Edirne’den yola çıktı. Toplar, Rumeli beylerbeyi Karaca Bey’in kumandasında on bin kişilik süvariyle iki ayda İstanbul önlerine getirildi. Anadolu ve Rumeli ordusuyla, Türk-İslâm âleminin her tarafından gelen şeyh ve dervişler, Aydınoğlu, Karamanoğlu gönüllü kuvvetlerinden meydana gelen Osmanlı ordusunun mevcudu yüz yirmi beş bin civarında idi. Devrin en modern silâh ve kuvvetlerine sahip Osmanlı sultânı ikinci Mehmed Han, yanında Akşemseddîn, Akbıyık, Molla Gürânî ve Molla Hüsrev gibi büyük âlimler olduğu hâlde 24 Mart Cuma günü, namazdan sonra Edirne’den hareket etti. Bu sırada Gelibolu’da bulunan kapdân-ı derya Baltaoğlu Süleymân Paşa 147 parçalık donanma ile İstanbul’a hareket etti. Osmanlı ordusu 1 Nisan’da Çekmece’ye, 5 Nisan’da İstanbul önüne ulaştı. Bayrampaşa deresi kenarında Maltepe sırtlarına Otağ-ı hümâyûn kuruldu. 6 Nisan Cuma günü bütün ordusuyla İstanbul surları önünde Cuma namazı kılan sultan Mehmed Han, kuşatma hattını kurdu. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar uzanan merkezde Sultan ve sadrâzam Çandarlı Halîl paşa, Yaldızkapı’dan Topkapı’ya kadar uzanan sağ kanadda Anadolu beylerbeyi İshak Paşa ve Mahmûd Paşa, Edirnekapı’dan Haliç’e kadar uzanan sol kanatta Rumeli beylerbeyi Karaca Paşa, Cenevizlilere âid Galata sitesi önünde vezir Zağanos Paşa yer alıyordu. Vezîr Mahmûd Paşa, sünnet-i seniyyeye uyularak, şehrin kan dökülmeden teslimini te’min için, Bizans İmparatoru on birinci Konstantinos Baledopos’a elçi olarak gönderildi. İstanbul’un derhâl teslimi hâlinde kan dökülmeyeceği, ahâlinin canına, malına hürmet edileceği teklif edildi. Bizans imparatorunun Osmanlı teklifini reddi üzerine, 6 Nisan Cuma günü açılan ateşle harekât başlatıldı.
Osmanlı kuşatma harekâtı başladığında, İstanbul’un nüfûsu yetmiş bin civarında olup, Bizans ordusu, ücretli asker ve yardıma gelen haçlı kuvvetleriyle yirmi bin kadar asker ve elli gemiden meydana geliyordu. Osmanlı topçusunun surları çökerten, kalblere dehşet veren ateşleri, Bizanslıları iyice korkuttu. Bütün ahâli bu durumda topyekün savunmaya iştirak etti. Her biri dört toptan meydana gelen on dört batarya, beş yüz-altı yüz kilogram gelen mermi ve granit top gülleler ile yüzyıllardan beri bütün haşmetiyle uzanıp yükselen İstanbul surlarından büyük gedikler açıyordu. Açılan gedikler, kısa zamanda tamir edilip, yeniden duvar hâline getiriliyordu. 12-17 Nisan günleri Osmanlı ordusunun bilhassa piyadelerin surlara yaklaşma gayretleri netîce vermedi.
Sultan tarafından, zamanın tekniğinden çok ileride sayılabilecek bir seyyar top dökümhânesi ordugâhın hemen yanında kurdurulmuştu. Açılan gediklerin, Bizanslılar tarafından derhâl tâmir edilmesi üzerine, Sultan, topların daha sık ateş etmelerini söyledi. Fakat top soğumadan yapılan ikinci bir atışta, toplardan biri parçalandı. Bu duruma üzülen Sultan, sabaha kadar düşündü. Sabahleyin topların atıştan sonra zeytinyağı ile yağlanmasını böylece soğutulup daha sık şekilde ateş edilmesini emretti. Bundan sonra top atışlarından çok iyi netîce alındı. Makinelerin yağla soğutulması, Fâtih’in keşfidir.
İstanbul’un savunması ve ikmâlini te’min için Papa tarafından gönderilen üç Ceneviz gemisi ile bir Bizans gemisi 20 Nisan günü Marmara’da görünür görünmez, kapdân-ı derya Baltaoğlu Süleymân Paşa on sekiz parçalık bir filo ile Yeşilköy-Bakırköy açıklarında karşıladı. Düşman gemilerine nazaran küçük olan Osmanlı donanması kafi bir neticeye gidemedi. Bu harbi, Zeytinburnu açıklarından at üzerinde tâkib etmekte olan sultan Mehmed Han’ın hırs ve üzüntüsünden dudakları çatladı. Sultan, atını denize sürdü ve elbiseleri ıslanıncaya kadar ilerledi. Maiyyetinde bulunanlar da Sultân’ı takib etti. Bu hâlde iken donanmaya emirler gönderdi. Bu muhârebede Venedik ve Bizans gemileri, Osmanlı kuvvetlerinin elinden kurtularak, o sırada çıkan uygun rüzgâr ile Haliç önlerine kadar gelip gerili bulunan zincirin açılması ile içeri alındılar. Muteber kaynaklara göre Osmanlı kaybı yüz kadar şehîd ve otuz yaralı idi. Bu hâl, Bizans’ın moralini yükseltti. Bu harbin sonunda Baltaoğlu Süleymân Bey görevden alındı, yerine Hamza Bey tâyin edildi.
21 Nisan günü Kabataş’a gelen sultan Mehmed Han, hazırlıkların daha önce başlamış olduğu hakkında kuvvetli delîller bulunan karadan donanma yürütme işine hız verdirdi. İstanbul’un Haliç’e kıyı olan kısmındaki surları çok zayıf olduğu için bu zafiyeti değerlendiren Sultan, Bizans’ı buradan da sıkıştırmak istiyordu. Böylece kuvvet dengesi Bizans aleyhine bozulacak ve yeni cepheler açılacaktı. Bu maksadla Fâtih Sultan Mehmed gemileri karadan yürütme işine karar verdi. O zaman bağ; bahçe ve çalılık yerlerden geçen bu yolu temizletip, gerekli tesviyelerini sür’atle yaptırdı. Yollar yapılıp, iri taşlar üzerine kalaslar döşenerek, iç yağı, sâde yağ ve zeytinyağı ile yağlanarak, yolun iniş ve çıkışlı yerleri ile virajlarına işin özelliğine uygun palanga, bucurgat ve sâir tesbit malzemeleri yerleştirildi. Donanmanın karadan katettiği yolun güzergâhı Tophane-Kumbaracı yokuşu-Tepebaşı-Asmalı mescid-Kasımpaşa şeklinde tesbit edilmişti, Yolun uzunluğu yaklaşık iki kilometre kadardı. 22 Nisan’da tatbikine girişilecek olan bu büyük teşebbüsün son hazırlıkları bir gün evveline kadar devam etti. 21 Nisan’da Galata surlarının kuzeyine yeniden yerleştirilen bataryalar, şafakla beraber Haliç’te zincirin gerisinde bulunan hıristiyan gemilerine ateş açtılar. Gülleler, Galata evleri üstünden geçerek hedeflerine ulaşıyordu. Aynı zamanda kara surları da dehşetli bir bombardımana tâbi tutuldu. Türk donanmasının yeni amirali Hamza Bey de zincir üzerine müteaddit hücumlar yaptı. Bu suretle Fâtih, 21 Nisan’daki faaliyeti gizlemeye çalışıyor, Bizanslıların dikkatini başka noktalar üzerinde toplamaya uğraşıyor ve Galata Cenevizlilerini de evlerinin üzerinden aşırdığı güllelerle korkutmak istiyordu. Onun için Cenevizliler hemen kendi surlarının kenarında yapılmakta olan yol hakkında düşünme imkânından mahrum kaldılar, bununla ilgilenemediler. Aynı günün gecesi yâni 21-22 Nisan Pazar günü gecesi 67 Türk gemisi karadan çekilerek Haliç’e indirildi. O devirde Bizans’ta hurafe çok yaygın olduğundan, sabaha karşı gemilerin sür’atle Haliç’e geldiğini görenler; “Bu müslümanlar bize sihir yapıyor” diye seyre daldılar. Gerçekten de Fâtih’in dâhiyane bir buluşu neticesinde gerçekleştirdiği bu muazzam projenin nasıl yapıldığı ve 70’e yakın bir geminin iki kilometrelik yolu aşıp bir gece içerisinde nasıl Haliç’e indirildiği bugün dahi anlaşılabilmiş değildir.
Bu sırada Osmanlı donanmasını Haliç’te gören Bizanslılarda büyük bir korku hâsıl oldu. Bizans imparatoru bir hey’et göndererek; ne kadar ağır olursa olsun bir vergi karşılığında kuşatmanın kaldırılmasını tekif etti. Sultan Mehmed Han da İstanbul kalesinin teslimi karşılığında imparatora Mora despotluğunu verebileceğini söyledi, imparator teklifi kabul etmedi. Bu arada Bizans’a savunmada yardımcı olan Venedik ve Cenevizlilerin arasında komuta ve savunma tedbirleri hususunda büyük anlaşmazlıklar baş göstermişti. Birbirini kaçmaya niyetli olmakla suçlamaya başladılar. Bizans ilk korkuyu atlatınca, âni bir gece baskınıyla Haliç’teki Osmanlı donanmasını yakmayı plânladı. Bu iş için Venedikli G. Cocco’ya vazîfe verildi. Cocco geceleyin hazırlanacak iki kadırga ile Kasımpaşa koyundaki Osmanlı donanmasını yakacaktı. Bu karârı öğrenen Galata belediye başkanı Anzolo Zaciria, Bizans liman reisi Diedo’ya haber göndererek, bu baskını bu gece yapmamalarını, başka geceye ertelerlerse geniş çapta yardımda bulunabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Bizans baskını 24 Nisan yerine 28 Nisan’a ertelendi. Galata belediye başkanı zaman kazanınca, durumu, güvendiği bir adamla Zağanos Paşa’ya bildirdi, öğrendiği haberi gayet gizli tutan Zağanos Paşa, Kasımpaşa’daki gemilere çok sayıda tüfekli asker ve kıyı topları koydurdu. Bu baskını teklif eden Venedikli Cocco zaferden emin bir şekilde baskına en önde katılmak istemiş ve kendi kadırgası ile Türklerin üzerine saldırmıştı. Hazırlıklı olan Türk gemileri derhâl güllelerini atmaya başladılar ve netîcede baskına gelenler başta Cocco olmak üzere kısa zamanda Haliç’in sularına gömüldüler.
Daha sonra Osmanlı kuvvetleri seri bir şekilde Haliç üzerine bir köprü kurmaya başladılar. Galata tarafından Humbarahâne ile Bizans tarafından bu günkü Defterdâr arasına kurulmaya başlanan bu köprünün genişliği beş buçuk metre kadardı. Cenevizlilerden satın alınan boş şarap fıçıları ile bâzı küçük kayıkların üzerine geniş kalaslar bağlanarak, bir ucu serbest olarak inşâ edilen köprüyü akılları almayan Bizanslılar; “Su üstünde yürüme sihiri” diye değerlendirdiler. Bu köprü İstanbul’un fethine kadar asker ve malzeme naklinde kullanılıp, yanlarına konan küçük toplarla da zayıf Bizans surları döğüldü.
Kuşatmanın hızla devam ettiği sırada Sultan, büyük velî Akşemseddîn’den devamlı ve ısrarla bilgi ve işaret istiyordu. Veliyyüddîn Ahmed Paşa’yı bir, gün Akşemseddîn’e göndererek; “Şeyhe sor, kale feth olunacak ve düşmana karşı muzaffer olacak mıyız?” dedi. Buna Akşemseddîn şöyle cevap verdi; “Ümmet-i Muhammed’den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kalesine müteveccih oldu (hücum etti). İnşâallahü teâlâ feth olur.” Fâtih, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyyüddîn Ahmed Paşa’y tekrar Akşemseddîn’e gönderip; “Vakti için bir işaret vermezler mi?” dedi. Akşemseddîn murakabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübarek yüzü terledi. Sonunda başını kaldırarak; “İşbu senenin Rebi’ul-âhir ayının yirminci günü, seher vaktinde, sıdk-u himmetle filân cânibden (taraftan) hücum etsinler! Ol gün feth ola!.. Kostantinıyye, sedâ-i ezan ile dola...” dedi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han kuşatmayı arttırdı.
18 Mayıs’a kadar kara ve denizde devam eden muhârebeler, yeni bir kuşatma silahının surların kenarında kullanılması ile tekrar kızıştı. Osmanlı kuvvetleri geceleyin, ağaçtan yapılmış, İstanbul surlarından daha yüksek yürüyen bir kuleyi surlara on adım mesafeye getirdi. Sabahleyin bunu fark eden Bizanslılar bu kuleden çok korktular. Bir gecede yapılan bu kulenin iskeleti iki kat deve derisi ile kaplanıp, ateşe karşı mukavim olması için arası toprakla doldurulmuştu. Üst katlarına merdivenle çıkılan ve yürüyen kulenin gövdesinde ateş açma pencereleri vardı. Sura yaklaşan kuledeki askerler yıkım yaparken, etraftaki askerler de hendekleri dolduruyorlardı.
23 Mayıs’ta surlarda açılan gediklerde Bizans askerlerinin savunmada gösterdikleri yılgınlık üzerine, sultan Mehmed Han, bir defa daha teslim teklifinde bulundu. Bu maksadla İsfendiyâroğlu Kasım Bey’i elçi gönderdi. Elçi, Sultân’ın; “Umûmî taarruzun doğuracağı felâket ve dehşeti takdir edersiniz. Şehri mâmur; insanları sağ salim bırakmak isteriz. İmparator bütün mal ve hazînesi ile istediği yere çekip gidebilir. İstanbul halkından da isteyenler her şeyini alıp gidebilirler. Kalmak isteyenler mal ve mülklerini muhafaza edebilmek hakkına sahip olacaklardır, imparatora Mora despotluğu verilecektir” şeklindeki isteklerini bildirdi. Ayrıca, dostça bunların kabulünü husûsen rica etti. İmparatorun cevâbı; “Sultan barış istiyorsa muhasarayı kaldırsın, ne kadar ağır olursa olsun istenen vergi verilecektir. Şehri teslim etmeye yetkim yoktur” şeklinde oldu. Osmanlı elçisinin ordugâha döndüğü 26 Mayıs günü, Macar kralı Vladislas’ın elçilik hey’eti gelerek; “Bizans kuşatmasının kaldırılmasını, eğer kaldırılmayacak olursa, Macaristan’ın Bizans tarafında yer alacağını, ayrıca batılı hıristiyan devletlerinin gönderdiği büyük bir donanmanın İstanbul’a yaklaşmakta olduğunu bildirdi. Osmanlı karargâhında bâzı bozguncu sözler dolaşmaya başladı. Çandarlı Halil Paşa’nın düşüncesi kuşatmanın kaldırılması yönünde idi. Sultan ve Zağanos Paşa ise derhâl umûmî hücumun yapılması fikrinde idiler. Toplanan harb meclislerinde tereddütler hâsıl oluyordu. Sultân’ın hocası olan büyük âlim Akşemseddîn tarafından Pâdişâh’a yazılan bir arzda; “Sert ve enerjik” davranılması öğütleniyordu. Bunun üzerine toplanan son harb meclisinde, daha fazla beklemenin ordudaki bozguncu dedikoduları arttıracağı düşüncesi ile hemen taarruz kararı alındı. Bu arada Zağanos Paşa, Hadım Şehâbeddîn Paşa, Turhan Bey, Akşemseddîn ve Molla Gürânî bu karârı destekler mâhiyette asker arasında maneviyâtı yükseltici konuşmalar yaptılar.
26 Mayıs’dan îtbâren Osmanlı ordugâhında büyük şenlikler başladı. 28 Mayıs günü gün batması ile birlikte bütün Osmanlı birlik ve gemileri mum donanması yaptılar. Bizans bir ışık çemberi ile çevrilmişti. Her yerden tüyleri ürpertecek tekbir sesleri geliyordu. Bizans halkı bu ışık ve seslerden dehşete düştü. Gece yarısı mum donanmasının her tarafta birden bire sönmesi, Bizanslılar üzerinde daha büyük bir yıkıntı meydana getirdi. Sehere yakın Osmanlı topçusu hazırlık ateşine başladı. 29 Mayıs’da sultan Menmed Han, sabah namazından sonra güneş yükselince iki rek’at namaz kılarak kılıcını kuşanıp ata bindi ve gece yarısından beri surları döğen Osmanlı topçusunun hedefi iyice yumuşattığına kanâat getirerek askerlerine; “Şimdi parlak bir cihâd için birbirinizi teşvik ediniz, zafer için üç şart esastır. Niyetinizi hâlis edip, emirlere itaat ediniz. Yâni tam bir sükûnet ve intizâm ile verilen emirleri eksiksiz icra edip, yaptırınız, îmânınızın verdiği galeyan ile muhârebeye koşunuz. Bu işte liyâkatinizi ortaya koyunuz. Zillet geride, şehâdet ileridedir. Bana gelince, sizin başınızda döğüşeceğime yemîn ederim. Herkesin ne suretle hareket ettiğini bizzat tâkib edeceğim” deyip, hücum emrini verdi. Allahü teâlânın rızâsı için cihâda niyet etmiş olan Osmanlı askeri; “Ya Cennet! Ya İstanbul!” diyor ve iki yerden başka bir makama gitmek istemiyordu. İslâm mücâhidleri arkadaşlarının yaralanmasına, şehîd olmasına aldırmadan; “Allah Allah” nidalarıyla hücuma geçti. Ellerine geçirdikleri her türlü vâsıtalarla surlara tırmanmaya çalışıyorlardı. Fethin bir süre gecikmesi üzerine yerinde duramayan Fâtih, Akşemseddîn’i davet etti. Fakat o, taarruz başlamadan önce çadırına girerek rahatsız edilmemesini söylediğinden, kimse çadıra giremedi. Bunun üzerine Sultan kendisi gitti. Çadır sıkısıkıya kapatılmıştı. Çadırın bir kenarından baktığında içinde hiç bir şey yoktu. Akşemseddîn kuru toprak üzerinde diz çökmüş, ellerini açmış Allahü teâlâya yalvarıyor, zamanın sahibini, en büyük evliyâsını imdada göndermesini arzuluyordu. Sultan Mehmed Han da elini açıp; “Âmin” dedi. Her ikisinin gözlerinden yağmur gibi yaşlar aktı. Sultan Mehmed Han oradan ayrılıp otağına doğru gelirken, Bizans surlarına baktı. İslâm askerinin önünde; beyaz elbiseli, yeşil sarıklı başka bir ordunun daha hücum ettiğini gördü. Başlarındaki kumandana dikkatle bakıp, vasıflarını zihnine yerleştirdi. Çok geçmeden Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ve oracıkta şehîd edildi. Osmanlı kuvvetleri muhtelif bölgelerden dalga dalga İstanbul’a girmeye başlamışlardı. Bizans halkı Ayasofya kilisesine sığınmaya çalışıyordu. Dalga dalga gelen Osmanlı askerleri kısa zamanda İstanbul’un her yerine hâkim oldu. Kiliseye sığınan ahâliye, güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmeye lüzum görmeyip, onlara dokunmadılar.
29 Mayıs Salı günü öğleye doğru kır atının üstünde beraberinde hocaları ve ordu kumandanları olduğu hâlde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren Pâdişâh’ın yanında, çok sevdiği hocası Akşemseddîn de vardı. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed Han çok genç olduğu için herkes Akşemseddîn’i pâdişâh sanıyordu. Ona demet demet çiçek sunuyordu. Akşemseddîn, Genç pâdişâhı göstererek; “Sultan Mehmed ben değilim, odur” dedi. Sultan Mehmed de; “Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim ama o benim hocamdır. Şehrin manevî fâtihidir” dedi. Sultan, Türk askerlerinin kale burçları dâhil her taraftan göklere yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında, Ayasofya önüne geldi. Genç Sultan, yerlere kapanan ahâli, rahip ve eski Ortodoks patriğine karşı; “Kalkınız! Ben sultan Mehmed, size ve bütün ahâliye söylüyorum ki, bu günden îtibâren hayâtınız ve hürriyetiniz hususunda benim gazabımdan korkmayınız” diye hitâbda bulundu.
Cenevizliler dâhil bütün san’at ve ticâret erbâbıyla ahâlinin din, mezheb hürriyetini te’min eden bir ferman yayınlayan sultan Mehmed, Ayasofya’nın Cuma gününe kadar câmi hâline getirilmesini emretti. Maiyyetiyle Ayasofya’ya gelen Fâtih, İstanbul’da ilk Cuma namazını burada kıldı. 655’den 1453’e kadar devam eden bir ideâlin (Feth-i mübîn) gerçekleştirildiği, fetihnamelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyâya ilân edildi.
İstanbul kuşatması 6 Nisan’dan 29 Mayıs’a kadar elli dört gün sürdü. Kuşatma sırasında ölen Bizanslıların sayısı dört binin üzerinde olup, elli binden fazla Bizanslı esir edildi. Osmanlıların kayıpları ise beş binin üzerinde idi. Fetih ile Osmanlılar çok mikdarda ganîmet ele geçirdiler.
İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcudiyeti ve siyâseti ile dâima bir tehlike teşkil eden, bin yüz yirmi üç senesi İstanbul’da geçen bin dört yüz seksen senelik Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devleti’nde yükselme devri başlayıp, çihân-şümul hâkimiyet fikri gelişti. İnsanlığı îmân birliği içinde bir tek devlet ve hükümdar hâkimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi. Fetihle beraber İstanbul sefahat yeri olmaktan çıkarılarak ilim ve kültür merkezi hâline getirildi. Osmanlılar her gittiği yerde olduğu gibi, İstanbul’da da medrese ve kütüphâneler açtılar.
Fâtih Sultan Mehmed’in eliyle kazanılan bu mübarek zafer, târihî kaynaklarda dâima feth-i celîl ve feth-i mübîn adları ile anılmıştır. Latin istilâsından sonra gittikçe harabeye dönen, nüfûsu elli bin civarına inen bu bin yıllık şehir, ahlâkı ve maneviyâtı ile de perişan bir vaziyette idi. Bu sebeple fetih, şehre hayat ve medeniyet getirmiş, İslâm medeniyeti ve yüksek ahlâk ve nizâmının da merkezi olmuştu. Gökkubbeye uzanan muhteşem câmileri, Allahü teâlâya niyazı temsil eden zarif minareleri, her köşesini dolduran evliyâ ziyâretgâhları ile bu mübarek belde gerçekten İslâm’ın kudsiyetine kavuşmuştur. Şehir, ilim, kültür eserleri, sarayları, hayır, ticâret ve san’at müesseseleriyle sâdece Türk-İslâm medeniyetinin değil dünyânın da en büyük merkezi olmuştu.
İstanbul’un fethi dünyâ ve medeniyet târihi bakımından da çeşitli müsbet neticelere sebeb oldu. Katolik ve Ortodoks taassubu ve çeşitli fikirler ile birbirlerine karşı amansız mücâdeleye giren hıristiyan âlemi her türlü insanlık dışı işkencede bulunup, katliâm yapıyorlardı. Meselâ dördüncü haçlı seferi (1202-1204) sonunda İstanbul’da İmparatorluk kuran Latinler; şehirdeki dindaşlarını soyup, halkı işkenceyle öldürüp, Bizans saraylarından, mâbedler ve ahâlinin evlerine varıncaya kadar yağmaladılar. Fetihten önce İstanbul ahâlisi, devlet adamları ve papazlardan bâzıları, lâtin şapkası yerine Osmanlı sarığı görmeyi tercih ediyorlardı. Türkler İstanbul’u fethedince, halka kötü muamelede bulunmadılar. Sultan Mehmed Han’ın emriyle şehir temizlenip, emniyet ve âsâyiş korundu. İstanbul’un imârına başlanılarak, şehir için lüzumlu eserler inşâ edildi. Her din, milliyet ve fikirden insanları iskân edilip, yaşanılan bir şehir hâline getirildi. Türklerin ve hükümdarlarının insanca davranması neticesinde, insan haklarının en başında gelen vicdan hürriyeti te’sis edildi.
İnsanların en büyük ihtiyâcı olan hak şuuruyla adalet nizâmı, Avrupa’da hıristiyan âlemine Türk idaresi sayesinde girdi. Hıristiyan âlemi, kâdı (hâkim) karşısında hükümdarla gayr-i müslim bir vatandaşın bile muhakeme edildiğini İslâm ve Türk adaletinin sarsılmaz kaidelerine şâhid oldu.
Topçuluk tekniğinde dünyâ târihini değiştirecek ilk büyük zafer İstanbul’un fethinde görüldü. Avrupa kralları top sayesinde, otoritelerini hiçe sayan derebeylik usûlünü kaldırdılar. Merkezî otorite ve millî birlik esâsına göre kuvvetlenip kurulan devletler, Avrupa haritasında kalıcı sınırlar meydana getirdi. Doğu ticâret yollarının bütünüyle Türk ve İslâm ülkelerinin eline geçmesi, Avrupalıları ihtiyâçlarını te’min için yeni yollar aramaya sevk etti. Ticarî yollar aramak için keşiflere çıktılar. Yeni ülkeler keşfettiler. Gemicilik gelişip, denizaşırı ülkelere açıldılar. Keşif ve buluşlar yapılarak teknik, kültür ve medeniyette büyük gelişmeler oldu ve Avrupa Devletleri sömürgeciliğe yönelerek, yeni ülkelerin zenginliklerini memleketlerine taşıdılar.
İstanbul’un fethi hakkında Pirenne; “Bu sırada Avrupalılar, müslüman âlimler vâsıtasiyle dünyânın yuvarlaklığını, öğrenmişler ve coğrafyada ilerlemişlerdir. Barutun herkesçe kullanılması, müslümanlardan pusulanın öğrenilmesi, topun İstanbul’un fethinden sonra bütün Avrupa’ca kabulü ve gemilere top konulması, Türk fetihleri ile boğulan ve doğu yolu kesilen Avrupa’yı denize doğru can havli ile atılmaya, yeni yeni yollar bulmaya, tükenmiş altın stoklarını telâfiye çalışmaya sevk etmiştir” demektedir.
Fâtih devri üzerinde çeşitli araştırmalarıyla ün yapan, Babinger; “Cihân târihinde bir dönüm noktası meydana getirecek olan bu saatin, te’siri her yerde hissedildi ve Batıda bu hâdisenin doğurduğu muazzam akis herkesi, İstanbul’un memleketler değer bir belde olduğuna inandırdı. İki kıt’anın hududunda bulunan İstanbul’un fethi... Böylece 1453 senesi modern çağlar ile Ortaçağ arasında hatt-ı fasıl olarak haklı bir şekilde tesbit edildi” sözleri ile fethin önemini belirtmekte, yeni bir çağ açıldığını anlatmaktadır.
P. Faurede; “Fâtih’in, İkinci Bâyezîd’in ve Yavuz Sultan Selîm’in müsamahasına çok şey borçlu olan rönesans, İstanbul’un fethi ile başlar” diyerek fethin Avrupa için olan önemini ifâde etmiştir.
29 Mayıs 1453’deki İstanbul’un fethi ile Osmanlı Devleti, cihânşümul hâle geldiği gibi, İstanbul, Osmanlı Devleti’nin başşehri olup, kültür ve medeniyetin beşiği hâline geldi.
İstanbul’un fethi genel olarak şöyle değerlendirilebilir:
A. Savaş Öncesi Hazırlıklar:
1) Fâtih Sultan Mehmed, savaşa başlamadan önce, orduyu düzeltmiş ve yeniçeri ağalarını değiştirmek suretiyle disiplin altına almıştı.
2) Kesin sonuçlu savaştan önce, savaş bölgesine yardımın gelmesi umulan yerlerin ele geçirilmesi, tıkanması veya yardım edemeyecek duruma getirilmesi yarar sağlamıştı. Bu gaye ile:
- Rumelihisarı yaptırılmış, Karadeniz bölgesinden yardımın gelmesi ve ikmâlin yapılması önlenmişti.
- Savaştan önce Mora yarımadasına kuvvet gönderilerek, harp süresince kımıldayamayacak duruma getirilmişti.
- İstanbul dolaylarındaki küçük kaleler alınmıştı.
3) Venedik’ten başka, bütün devletlerle dostluk andlaşması imzalayarak, Bizans’ın yalnız kalması, Galata Cenevizlilerinin tarafsızlığı sağlanmıştı.
4) İsyanlar bastırılmış, Anadolu’daki beylikler itaat altına alınmıştı. Böylece, savaş sırasında çıkması muhtemel gaileler kaldırılarak birlik sağlanmıştı.
5) İstanbul surları incelenmiş, eski kuşatma usûlleri gözden geçirilmişti. Böylece, surların zayıf yerleri tespit edilmiş, gereken araç ve gereçler sağlanmış; İstanbul surlarını yıkabilecek güçte toplar döktürülmüştü.
6) İstanbul’un dış dünyâ ile alâkasını kesmek için donanmaya önem verildi.
7) Bizans ordusuna göre sayı ve nitelik bakımından üstün bir ordu hazırlanmasına önem verilmişti.
B. Savaş Sırasındaki Çalışmalar:
1) Düşman kuvvetlerini dağıtmak için, gemiler Haliç’e indirilmiş, bundan dolayı Bizanslılar, Haliç surlarına da kuvvet ayırmak zorunda kalmışlardı.
2) Donanmanın Marmara surlarını kuşatmasıyla hem denizden yardım önlenmiş, hem de bu kesime kuvvet ayrılması sağlanmıştı.
3) Haliç’teki zincirin gerisindeki gemilerin batırılması için, Fâtih Sultan Mehmed tarafından, dik mermi yollu top (havan) düşünülmüş ve döktürülmüştü.
4) Fâtih Sultan Mehmed, ön hatlara kadar ilerleyerek hem askerin moralini yükseltmiş, hem de aldığı tedbirlerle ihtiyatı zamanında kullanarak başarının gelişmesini sağlamıştı.
5) Topları gereken bölgelere toplayarak, ateş sıklet merkezini kurmuştu.
C) İstanbul’un Fethinin Osmanlılara Sağladığı Siyâsî, Askerî ve ekonomik faydalar;
1) İstanbul boğazı ve Bizans, Osmanlı topraklarından Anadolu ve Rumeli’yi birleştirmede bir engeldi. İstanbul’un ele geçirilmesi, iki bölümden (Anadolu ve Rumeli) meydana gelen Osmanlı İmparatorluğu’nu birleştirmiştir.
2) Ortodoks kilisesi, tekrar bağımsızlığa kavuşturulmuş ve böylece hıristiyan birliğinin kurulmasına engel olunmuştur.
3) İnanç serbestliğinin sağlanmasiyle ehli salibin yeniden kurulması ve dolayısiyle büyük savaşların açılması önlenmiştir.
4) Rum ve Cenevizlilerin ticarî faaliyetlerinin serbest bırakılması ile ekonomik düzenin bozulmasının önüne geçilmiştir.
5) Bir ülkenin veya memleketin devamlı elde tutulmasının, o yerde nüfûs çoğunluğu sağlanamadıkça gerçekleşemeyeceğini gören Fâtih Sultan Mehmed, Anadolu’dan ve Rumeli’den getirdiği Türkleri yerleştirerek, İstanbul’u Türkleştirmiştir.
6) Fâtih, Bizans’taki yerli ve yabancı san’atkâr ve bilginleri korumuş ve bunlardan yararlanmıştır.
KURULDUĞUNDAN BERİ İSTANBUL KUŞATMALARI
(Abluka mahiyetindeki teşebbüsler hâriçtir)
1. M.Ö. 477’de Pausanias tarafından Plate muhasarasından sonra,
2. M.Ö. 410’da Alkibyad tarafından,
3. M.Ö. 340’da Makedonyalı Filip’in generali Leon tarafından,
4. M.S. 197’de imparator Septim Severus tarafından,
5. 313’de Sezar Maksiminus (Maximinus) tarafından,
6. 315’de Büyük Konstantin tarafından,
7. 616’da İran İmparatoru Keyhüsrev-II tarafından,
8. 626’da Avar hakanı tarafından,
9. 655’de hazret-i Osman devrinde hazret-i Muâviye tarafından,
10. 668’de hazret-i Muâviye’nin oğlu Yezîd tarafından (Bu seferde hazret-i Eyyûb-el-Ensârî şehîd olmuştur).
11. 673’de Süfyân bin Avf tarafından,
12. 715’de Mesleme komutasındaki ordu tarafından,
13. 739’da Abdülmelik’in oğlu Süleymân tarafından,
14. 764’de Bulgar kralı Pağanus tarafından,
15. 781’de Hârûn-ür-Reşîd komutasındaki ordu tarafından,
16. 793’de Abdülmelik tarafından,
17. 812’de Islav despotu Krumus tarafından,
18. 820’de Islav despotu Tomas tarafından,
19. 866’da Ruslar (Askoldodir) tarafından,
20. 914’de Bulgar kralı Simeon tarafından,
21. 1048’de Asi Turniçyüs tarafından,
22. 1081’de Aleksios Komnenos tarafından,
23. 1204’de, Lâtinlerden mürekkep dördüncü haçlılar ordusu tarafından,
24. 1261’de İznik Rum Devleti İmparatoru Mihâel Paleologos- VI tarafından,
25. 1395’de Yıldırım Bâyezîd tarafından,
26. 1402’de Yıldırım Bâyezîd tarafından,
27. 1411’de şehzâde Mûsâ Çelebi tarafından,
28. 1422’de Murâd-II tarafından,
29. 1453’de Mehmed-II tarafından.
HİÇ BİR ENGEL, BİZİ YOLUMUZDAN DÖNDÜREMİYECEKTİR
Sultan Mehmed Han’ın, Edirne Sarayı’nda topladığı dîvânda yaptığı târihî ve uzun bir nutku, bu yaşta ne derece geniş bir bilgiye derin bir şuura ve isabetli bir görüşe sâhib olduğunu göstermektedir:
“Elimizde bulunan bu devlet, ecdadımızın nice cihâd, cidal ve emekleri ile kazanılmış ve bize miras kalmıştır. Yaşlılarınız bu cihâd ve savaşlara şâhiddir ve bizzat onlara katılmışlardır. Gençleriniz de bunların gazâlarını babalarından dinlemişlerdir. Bu uğurda pek çok yiğit ebedî âleme intikâl etti. Yürekleri yüce hislerle dolu ve korkudan âzâde olan atalarımız en müthiş tehlikelere göğüs gererek büyük işler gördüler.
Ey yaşlı fedakârlar ve yiğit gençler! Bütün bu fetihlerin kolayca olmadığını ve emeksiz devlet elde edilmediğini bilirsiniz. Bu uğurda nice kanlar döküldü, yaralar açıldı. Ne kadar dul ve yetimlerin gözyaşları aktı. Nice engin dereler, coşkun ırmaklar, yalçın kayalar, sarp dağlar ve boğazlar aşıldı. Nice geceler uykusuz, gündüzler istirâhatsiz ve tehlikeli geçti. İşte ecdadımız bu fevkalâde zorluklara katlandı. Düşman karşısında bâzan muvaffak olunamadı. Fakat hiç bir zaman istikbâlden ümid kesmediler ve gâlib gelinceye kadar uğraştılar. Dâima cihâd yolunda kaldılar. Felâket zamanlarında kederlenmez ve zafer anlarında da aşırı sevinç duymazlardı. Bu sayede şanlı bir devlet kurdular; cihâna da hamiyyet ve adaletin örneğini verdiler. Bize de her yanı ile mükemmel bir devlet bıraktılar.
Şimdi bize düşen vazife, devletimizin şânını yüceltmek ve atalarımıza hayırlı halef olduğumuzu meydana koyarak ruhlarını şâd etmektir.
Sizlere tarife lüzum yoktur. İstanbul, memleketimizin ortasında müstesna bir beldedir. Uzun müddet bizlerle savaşarak zayıflamış ve nüfusu boşalmıştır. Rum hükümetinin bize verdiği zararları, çıkardığı zorlukları ve çevirdiği dolapları hep bilirsiniz. Dedem Bâyezîd’e karşı Fransız, Cermen, Macar ve Ulah’ı kışkırtıp, askerlerini Tuna’dan gemilerle geçirip devletimizi yıkmak, bizi Rumeli’den ve hattâ Anadolu’dan çıkarmak istemedi mi? Bereket versin dedem onları Allah’ın yardımı ile Tuna’nın dalgalarına dökerek devletimizi kurtardı. Yine dün babam hakana karşı yaptığı hilelere bugün de devam etmekte ve fırsat kollamaktadırlar. Bu şehir (İstanbul) fethedilmedikçe, Bizans’ın fesadı ve bize karşı çıkaracağı tehlikeler devam edecektir. Zîrâ memleketlerimizi ortadan parçalayan bu şehir rumlar elinde kaldıkça devletimiz emniyette olamayacaktır. Eğer rumlar şehrin muhafazasını başka kuvvetli askerlere bırakırsa, bu bizim için daha tehlikeli olur. Biz muhârebe vâsıtaları, gemi ve askerlerimizle düşmana karşı çok üstünüz. Bu sebeple ya şehri kuşatıp hücumla alacağız veya uzun bir muhasara ile teslime mecbur edeceğiz. Sür’atle harekete geçip düşmanın devletimizin ortasında tahrik ve fesadına fırsat vermeyelim ve ecdadımıza lâyık olduğumuzu cihâna gösterelim. Bizi hiç bir engel yolumuzdan döndüremeyecek ve hiç bir kuvvet satvetimize dayanamayacaktır. Ben ordunun başında, sizinle beraber, birinci safta bulunacak ve hizmetlerinizi tebcil ile birlikte mükâfatlandıracağım.”
Târihî ve siyâsî durumu fevkalâde güzel bir şekilde ortaya koyan bu konuşma sonunda, İstanbul’u alma fikri ittifakla kabul edilerek sefer hazırlıkları başladı.
ÜÇ KÖS TOKMAĞI VUR!..
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir Perşembe günü öğleden sonra, aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, atına binip, Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden birkısmı da kendisini tâkib etti. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz” buyurdu. Sonra atını Abbas sahrasına sürdü. Mevlâna Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etti. Abbas sahrasına varınca, atının üstünde sağa-sola gidip geldi. Sonra da birden bire gözden kayboldu. Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk sultânı Muhammed Han (Fâtih) kâfirlerle harb ediyordu. Benden yardım istendi ve yardıma gittim. Allahü teâlânın izniyle galip gelinip zafer kazanıldı” buyurdu.
Fâtih Sultan Mehmed Han, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gelişini şöyle anlatır: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında Allahü teâlâya yalvarıp, zamanın kutbunun imdadıma yetişmesini istedim. O anda beyaz at üzerinde bir zât yanıma geldi. “Korkma!” buyurdu. Bende;” Nasıl endişelenmeyeyim küffâr askeri pek çok” deyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktığımda büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, kösün tokmağına üç defa vur. Orduna hücum emri ver” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. Oda bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı. İstanbul’un fethi gerçekleşti.” Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethederken cümle evliyânın ve rûhâniyetlerinin yardımını gördüğü pek açık bir hakikattir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Evliya Çelebi Seyahatnamesi; cild-1 sh. 65
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 343
3) Osmanlı Deniz Harp Târihi; cild-1, sh. 129
4) İstanbul’un Fethi (Feridun Dirimtekin)
5) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 232
6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 255, cild-12, sh. 7
7) İstanbul’un Fethi (Türk Silâhlı Kuvvetler Târihi); cild-3, sh.1
8) Tâc-üt-Tevârih; cild-2, sh. 268
9) Netâyic-ül-vukûat; cild-1, sh. 43
10) Neşri Târihi; cild-2, sh. 689
11) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-2, sh. 532
12) Fetihnâme-i İstanbul; (Kıvâmî)
13) Mahrûse-i İstanbul Fetihnamesi; (Tâcizâde Ca’fer Çelebi)