2 Ocak 2019 Çarşamba

KANUNNAME


İdarî, mâlî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine pâdişâhların emir ve fermanları ile vaz’ edilen (konulan) kânun ve nizamları ihtiva eden mecmua. Kanunnâmeler, daha önceki pâdişâhlar tarafından konulan kânun ve nizamların aynen veya hülâsa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi. Bütün İslâm devletlerinde hükümde birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı fer’î delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur. Müctehîd âlimlerin yetiştiği hicrî dördüncü asra kadar hâkim mevkîindeki müctehidler, ortaya çıkan mes’eleleri kendi ictihâdlarına göre hallediyorlardı. Bu asırdan îtibâren yalnız dört büyük müetehidin ictihâd ve usûlleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır. Bundan sonra, sorulan suâller bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır. Zamanla âlimlerin fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek fetva kitapları yazılmıştır.
Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnâmeler de çıkarılmıştır. Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir. Pâdişâhların bu nevî hüküm verme hususunda mesnedleri, dayanakları yine İslâm hukukudur. İslâm hukuku lüzum görüldüğünde pâdişâha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde, ulûlemre itaat emredilmiştir. Bu sebeple pâdişâhlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak hukukun çeşitli mevzularına âid kânunlar koymuşlardır.
Nitekim pazardaki bâc vergisinin mikdârı, tımarlı sipahilerin, hak ve vazîfeleri, kıyafet ve sikke mes’eleleri, pâdişâhın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir. Bu düzenlemelerde, muhitlerin dîne muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır. Bu husus emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Şer-i şerife muvafakati mukarrer olup, hâlen muteber kavanîn ve mesâil-i şer’iyyedir (Yüce İslâm kânununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kânun ve İslâmî mes’eledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır. Kemâl paşazade’nin bir fetvâsındaki; “Şer’an caiz değildir ve hem men olunmuştur Cânib-i sultândan” ifâdesi İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki muvafakati gösterir. Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir. Çünkü devletin temeli, İslâm’ı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur.
Osmanlı pâdişâhlarının İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlı’nın İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dînîdir ve dîne uygundur. Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kâdılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında pâdişâh tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir.
İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kânun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından mücerret ve umûmî bâzı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnîf ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi. Bunlar daha ziyâde, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti. Ayrıca bütün Osmanlı memleketlerine mahsûs umûmî kânunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş husûsî kânunlardı. Zâten Osmanlı Devleti’nde, idâri, mâlî mevzuatta bölgelere göre her biri ayrı bir teşkilât ve nizâm ile idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı. Bunlara ve vakıflar şeklinde, idârî-mâlî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi husûsî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umûmî bir teşkilât ve idare kânunu tertib etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu. Bu sebeple Osmanlıların, şeriata (islâmiyet’e) uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalarda, Mısır’da, Azerbaycan’da veya doğu vilâyetlerinde hemen fetihten sonra uyulacak kânunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizâm ve kânunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir. Bilhassa bir kısım Türk-islâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bâzan eski kânunların hiç değiştirilmeden aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sâdece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet’e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir. Denilebilir ki, Osmanlılar feth ettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riâyet etmişler, ancak lüzum duyuldukça onları yavaş yavaş tâdil ve ıslâh etmek suretiyle bütün memleket için umûmî ve müşterek bir nizâma doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır. Yine bu siyâset sayesinde hâkimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü ve kalbini de fethetmişler ve onları İslâmiyet’e daha kolay ısındırmışlardır.
İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kânunları, Fâtih Sultan Mehmed zamanında Kânunnâme-i âl-i Osmanadıyla tedvin edilmiştir (toplattırılmıştır). Nitekim Kanunnâme’nin hemen başında; “Bu kanunnâme atam ve dedem kânunudur ve benüm dahî kânunumdur” ifâdesi bunun açık delilidir. Fâtih kanunnâmesi üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, pâdişâha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kâdıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yâni dîvân, has oda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıb sahiplerinin gelirlerine dâir bilgileri ihtiva ediyordu. Son kısımda ayrıca gayr-i müslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hânedân mensûblarına dâir lakab örnekleri bulunmaktadır. Diğer taraftan, arazî ile ilgili kanunnâmeler, her pâdişâh değiştikçe ve yeni fetih ve ilhakları müteakip, tutulması âdet olan umûmî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu. Burada Osmanlı Devleti’nde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyanın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çifçileri alâkadar eden muhtelif vergilerin ehemmiyet ve mâhiyeti belirtilmekte idi.
Halkın eşya ve yiyecek fiatlarının tesbit ve teftişi hususlarını tâyin eden ihtisâb kanunnâmeleri ise, pâdişâhın emri üzerine, alâkalı zümre mümessillerinin iştirakiyle, mahallînde yapılan tedkîklere ve esnafın âdet ve nizâmlarını tesbit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir. Kanunnâmede alış-verişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilindirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiatların yükselip düşürülemiyeceği üzerinde durulmaktadır. Narh söz konusu edilirken sâdece tâyin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riâyet etmekle beraber; san’atına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir. Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini te’min eden şartlardan birinin çarşıpazarın intizâmına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki, Osmanlılar çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü sadrâzamın vazifeleri arasına almışlardır (Bkz. Narh ve İhtisâb maddeleri).
Fâtih Sultan Mehmed, ikinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selîm Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleymân zamanında en mükemmel şeklini almıştır. Bu kanunnâmede, Fâtih kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, ceza kânunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir. İkinci bölüm sipahilerin yükümlülüklerini ve sipahilerle ilgili kânunlara yer vermiş, sipâhîlerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve tımar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kânunlar da bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise, reâyanın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dâir hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyanın özel kânunları vardır.
Bu arada, Fâtih’den îtibâren bâzı pâdişâhlar döneminde geliştirilmek suretiyle tedvin edilen kanunnâmelerin hülâsa edilerek husûsî bir plâna göre tertip ve te’lif edilmeleri ile meydana getirilmiş mecmualar da vardır. Bunlar tatbikatta resmen müracaat edilecek bir kaynak durumunda değiller ise de ilmî bir eser olarak büyük kıymetleri vardır, bunların en zengin ve mükemmellerinden biri Hezârfen Hüseyin Efendi’nin Telhisü’l-beyân fî kavânîn-i âl-i Osman isimli eseridir. Hezârfen Hüseyin Efendi eserini yazarken, devlet dairelerindeki defter ve hesaplar ile kanunnâmelerden bilhassa târihlerden istifâde etmiştir. On iki bâb üzerine tasnif ve tertip edilen eserde; hazîne hesapları, muhtelif askerî, mülkî ve ilmî sınıfların kânun ve nizamlarıyla âdet ve teşkilâtları, saray ve dîvân-ı hümâyûn teşrifat ve nizâmları, şehzâdelerin evlenmeleri ve sünnet düğünleri münâsebetiyle yapılan merasimler, narh usûlleri, mâden ve tuzla nizamları yer almaktadır.
Bu şekilde meydana getirilen husûsî kanunnâmeler yanında zamanın pâdişâhının emri ve muhtelif kânunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir. Ancak bu kanunnâmeler de tatbikatta müracaat edilen asıl kânun metinleri olmaktan uzaktır. Gerçekten de bu tip kanunnâmeler devlet dâirelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kânunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umûmî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir. Ancak bâzan bunlar bir kanunnâme sureti de olabilmektedir.
Nitekim sultan dördüncü Murâd Han zamânında yazıldığı tahmin olunan ve derkenarlarından; vaktiyle selâhiyetti hukuk ve idare adamlarının elinde bulunduğu anlaşılan bir kanunnâme sureti bâb ve fasıllar hâlinde tertib edilmiş olup, özet olarak şu kânunları ihtiva etmektedir: Tımarlı sipâhîlere ve yörüklere âid mühim bâzı kânunlar; zina, dövme, sövme, katl, şarap içmek, hırsızlık ve bühtan kabahatlerinin cezaları ile ilgili maddeler, reâyanın tâbi tutulacağı hizmet ve mükellefiyetler; tatarın ve müsellemin tâbi olacağı hükümler yanında saray merasimleri, saltanat işleri ve vezirlerin maaş ve gelirleri.
Ayrıca bâzı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misâl ile îzâh edildiği de görülmektedir. Bunlar arasında bilhassa şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’ye âid olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tesbit ve îzâh eden fetvalar çok önemlidir.
Pâdişâhlar bu kânunları düzenlerken mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişare etmişler, bunlar arasında dâima ulemâdan üye (kazasker) bulunmuş, şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir.
Bu durum devletin zayıfladığı ve dış baskılarla îlân edilen Tanzîmât fermanına kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir. Tanzîmât’tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî dâvalarının şer”î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların dâvalarının halledilmesinde esas olmak üzere bâzı tâdiller de yapılmıştır. Hattâ bunun için Avrupai kânunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur. Cevdet Paşa ve tarafdârları bu kânunların Osmanlı Devleti’nin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir hey’et; metn-i metin ve Arazi kanunnâmesibilâhare Mecelle-i Ahkam-ı adliyye’yi hazırlamıştır. Bunların yanında 1840 ve (1650-51) tarihli ceza kânunları İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kânunlar grubunu teşkil eder. Bununla beraber, 1850 tarihliTicâret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kânunnâme-i Hümâyûn gibi kânunlar ise, batılı kânunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Mâlî Esasları Kânunları (Ö. L. Barkan; İstanbul-1943)
 2) Die Geschicets Schreiber der Osmânen Und İhve Werke (F. Babinger, Leipzig-1929); sh. 230
3) Hüdâvendigâri Sancağı ve Kanunnâmesi (Ö. L. Barkan)
4) Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi (Abdülkâdir Özcan, İstanbul-1982); sh. 7