22 Aralık 2017 Cuma

ADLİYE TEŞKİLATI


Askerî ve sivil dâvalara bakan teşkîlât. Osmanlı Devleti’nde, dâvalara, devletin en yüksek dereceli hâkimleri olan kazaskerler ile onların emrinde çalışan kâdılar tarafından İslam hukukuna göre bakılırdı. Bu bakımdan Osmanlı adliyesi, İslâm adliye teşkilâtının bir numunesi idi.
İslâm adliye teşkilâtının temelleri, Resûlullah’ın (sallallahü aleyhi ve sellem) zamanında atıldı. İslâmiyet’ten önce, adaleti te’min edecek bir teşkîlât mevcûd değildi. Bu vazîfe, kabîleler arasında seçilen hakemler tarafından yürütülürdü. Ancak bu hakemler, verilen hükümleri tatbik etme gücünden mahrum olduklarından, kuvvetlinin sözü geçerliydi. İslâmiyet’in gelişiyle, ferdlerin ve kabîlelerin haklarını kendilerinin korumaları usûlü kaldırılıp, bu yetki merkezî bir otoriteye yâni devlet başkanına verildi. Asr-ı saadette, dâvası olan, Resûlullah sallallahü aleyhi veselleme müracaat ederek hallederdi. Bu sebeple, İslâmiyet’te dâvalara, ihtilaflı mes’elelere ilk bakan Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemdir. Peygamber efendimizin hazret-i Ömer, hazret-i Ali gibi Eshâb-ı kiramın büyüklerini dâvalara bakmaları için kâdı olarak tâyin ettiği de olmuştur. Ayrıca Yemen, Umman, Necrân gibi fethedilen yerlere tâyin ettiği vâliler, idarî işlerin yanında adlî işleri de yürütmüşlerdir. Muâz bin Cebel, Ebû Ubeyde bin Cerrah böyle sahâbîlerdendir. Eshâbına gittikleri yerde nasıl hükmedeceklerini de öğreten Peygamber efendimiz, lüzumunda son mercî ve temyiz makamı durumunda idiler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra Hulefâ-i râşidîn de, adalet işleri ile bizzat ilgilendikleri, baş hâkim durumunda oldukları gibi, muhtelif merkezlere görevli kâdılar ve vâliler de tâyin ettiler. Zaman zaman onlara yazdıkları talimatnamelerde, muhakeme usûlüne dâir mühim kaideler koydular. Hazret-i Ömer’in Basra vâlisi Ebû Mûsel-Eş’arî’ye gönderdiği talimatname bu bakımdan ehemmiyet arz eder. Besmele ile başlayan talimatnamenin bâzı kısımları şöyledir:
“Mü’minlerin emîri, Allahü teâlânın kulu Ömer’den Abdullah bin Kays’a (Ebû Mûsel-Eş’ârî)! Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kaza (hüküm vermek) muhakkak ki, muhkem bir vazîfe (farz), tâbi olunan bir âdet (sünnet) tir. Sana getirilen dâvalar üzerinde iyice düşün. Mes’ele senin yanında açıklığa kavuşunca, hükmünü ver ve derhâl icra et. İcra edilmeyen bir hakkın faydası yoktur. Duruşma sırasındaki bakışlarında ve bulunduğun yerlerde adaleti elden koma. Böylece ne zengin, ne fakir, adaletsizliğe uğrayacaklarından korkmasınlar. Dâvayı delil ile isbât etmek, dâvâlıya; yemin, dâvayı red edene düşer. Dâvayı hükme bağladıkdan sonra ertesi gün yanlış hüküm verdiğini anlarsan, seni hiç bir şey Hakk’a dönmekten alıkoymasın. Hakk’a dönmek, hatâda devam etmekten hayırlıdır. Getirilen dâvanın hükmünü Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde bulamazsan, ictihâd et. Kıyas yoluyla, Allahü teâlânın rızâsına uygun düşeceğini umduğun hükmü ver. Beyyine (delîl) getirirse, hakkını alır. Bu mühlet içerisinde delîl getiremeyen, yahut getirmeyenin aleyhine hüküm ver. İftira cezasına çarpılan, yalancı şâhidlikle tanınan ve akraba olanlar müstesna, müslümanlar, biri diğeri hakkında şâhidlikte bulunabilirler. Muhakeme sırasında insanlara karşı gazab ve hiddetten, bağırıp çağırmaktan ve işlerin çokluğundan sıkıntı duymaktan ve ekşi yüzlü olmakdan sakın. Allahü teâlâ, işlerinde rızâsından ayrılmayan kâdıyı insanlar tarafından gelecek tehlikelerden korur. Yaptığı işlere riyâ karıştıran, hüsn-ü niyeti olmayan kâdıyı Allahü teâlâ halk içinde rezîl eder. Allahü teâlâ ihlâs ile yapılan amelleri kabul eder. Allahü teâlânın ihsân buyuracağı mükâfatı ne sanıyorsun?”
Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i serîflerden sonra bu talimatname ve benzerleri İslâm muhakeme usûlüne esas teşkil etti. Ayrıca, İslâm adliyesinde kâdı ve diğer hüküm verme mevkiinde olanların dünyevî ve uhrevî müeyyide ve sorumluluklarla murakabe altına alındığı görülür. Nitekim, bir çok büyük âlim, kaza (hüküm verme) işinin ağır mes’ûliyetinden dolayı kabul etmekten çekinmiştir.
Gerek asr-ı saâdetde, gerekse Hulefâ-i râşidîn devrinde adliye alanındaki tatbîkâtlar, sonra gelen İslâm devletlerinde kurulan adlî teşkilâtlara esas olmuştur.
Emevîler ve Abbasîler de Hulefâ-i râşidîn devrindeki prensip ve muhakeme usûlünü tatbik ettiler. Abbasîler devrinde ayrıca, teşkilâtın büyümesi sebebiyle, bugünkü adalet bakanlığına karşılık, kâdılkudâtlık makamı kurulmuştur. İlk defa İmâm-ı Ebû Yûsuf, halîfe Hârûn Reşîd tarafından kâdılkudât olarak tâyin edildi. Bundan sonra başka şehirlere kâdıların tâyin, terfi ve vazifeden alınma işlemleri kâdılkudât tarafından yapılmaya başlandı. İhtiyaç hâlinde büyük şehirlere birden fazla kâdı da tâyin edildi. Bu usûl, Abbâsîlerde muasır ve daha sonraki İslâm devletlerinde de uygulanmıştır.
İslâm devletlerinde kâdının idare ettiği mahkemelerden başka, doğrudan veya kısmen adaleti te’min ile vazifeli teşkilâtlar da vardı. Bunlar: 1-Mezâlim mahkemeleri: Mevki ve nüfuz sahibi kimselerin, haksızlıklarına mâni olmak maksadıyle halîfe veya vezir, emir, vâli adına hüküm veren kâdıların baktığı mahkemelerdir. Halîfe ve vezîrin mahkemede bulundukları da olurdu. 2- Kazasker teşkilâtı: Askerî dâvalara bakardı. 3- Şurta(Polis) teşkilâtı: Mahkemelere yardımcılık yapan, verilen karârı infaz eden şurtanın, zaman zaman kaza (hüküm verme) durumunda bulunduğu zamanlar da olmuştur. Dînî ve sosyal bir vazifesi olan polisin herhangi bir haksızlık ve zulme meydan vermemesi için; âlim, dindar ve erkek olmasına dikkat edilirdi. 4-Hisbe teşkilâtı: Esas vazifesi, emr-i mâruf ve nehy-i anıl münker (iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek) olup, pek çok vazifesi yanında lüzumunda kuvvet kullanarak mes’elelerl hâlleder, ahlâk ve asayişle ilgili dâvalara bakardı.
Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu devletlerinde adlî işler kâdılar tarafından yürütülmüş, önceki tatbikatlardan farklı olarak mahkemeler askerî ve sivil olmak üzere iki kısma ayrılmış; askerî mahkemeye kazasker, sivil mahkemelere kâdılkudât bakmıştır.
Hulefâ-i râşidîn devrinden sonra İslâm devletleri arasında müstesna bir yeri olan Osmanlı Devleti ise, her konuda olduğu gibi, adliyesinde de İslâm hukukunun en hassas uygulayıcısı olmuştur. Zulmün payidar olmayacağını, zulüm üzerine kurulan devletlerin pek büyük olsalar da ömürlerinin kısa olacağının idrâkine varan Osmanlılar; “Adalet mülkün esâsıdır (temelidir)” kaidesini kendilerine prensip edinmişlerdi. Bizzat pâdişâhlar, tebeasının karşısında, adalet önünde boyun eğme büyüklüğünü gösterebilmişlerdi. Nitekim seferden dönerken, askerinin, ekinlerini çiğnediklerini şikâyet eden köylüye, Kânûnî Sultan Süleymân; “Peki bizi kime şikâyet edersin” deyince, köylü; “Seni kânuna şikâyet ederiz kânuna” demiş. Bu cevaptan çok memnun olan Kânûnî, böyle tebeası olduğu için Allahü teâlaya hamd etmiştir.
Yalnız insanlara değil, hayvanlara eziyet bile cezaî müeyyidelere bağlanmıştı. Nitekim bir kuşa eziyet ettiği görülen bir kuyumcunun amme suçu işlemekten tevkif edilip, kâdı (hâkim) huzuruna sevk edildiğini, Almanya’nın, Kânûnî Sultan Süleymân nezdindeki fevkalâde büyükelçisi Busbecp, hayretle nakleder. Çünkü Avrupa’da böyle bir şey suç sayılmamaktaydı.
Etrafındaki memleketlerin halkı arasında büyük bir itibâr kazanmış, hattâ balkanlardaki hıristiyanlar, fethe gelen Osmanlı sultanları hakkında; “Bu gelen pâdişâh, âdildir” demişlerdir. Böylece Osmanlı, yüksek adaleti ve müsamahası sayesinde farklı dinlere ve milletlere mensup insanları Osmanlılık çatısı altında birleştirmesini pek iyi bilmiş, altı yüz sene gibi dünyâ târihinde başka hiç bir devlete nasîb olmayan uzun bir ömür yaşamıştır.
Adalet teşkilâtını kurarken önceki İslâm devletlerinden de faydalanan Osmanlı Devleti, daha kuruluşunda İslâm hukukuna göre bu işi sağlam esaslara bağladı. Osman Gâzi, zamanının en tanınmış âlimlerini kâdı olarak tâyin etti. Orhan Gâzi zamanında da bu durum devam etti. Kâdıların her türlü müdâhaleden uzak bir şekilde hüküm vermelerine önem verildi. Kâdı olabilmek için yüksek dînî ilimler ile devrin modern fen bilgilerinin okutulduğu medreselerin yüksek kısmından me’zun olmak şartı vardı. Hükümlerin Hanefî mezhebine göre verilmesi kaide olmakla beraber, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezheblerine mensup kimseler de müracaat edebileceğinden, kâdının dört mezhebi iyi bilmesi lâzımdı. Bu îtibârla kâdılar, sahalarında mütehassıs, geniş bilgi ve kültür sahibi kimselerdi. Kâdı, isabetli karar verebilmek için, dâva mevzuunu iyi bilen bir veya bir kaç ehl-i vukûfu beraberinde bulundurur, hükümde yanlışlığa düşmemek için bulunduğu yerin müftîsinden de faydalanırdı. Müftî bir mes’elede dîninin hükmünün ne olduğunu bildirmekle me’mur olduğu hâlde, kâdı verdiği hükmün aynı zamanda uygulayıcısıydı. Bunun için, her kasaba ve şehirde güvenlik ve asayişten sorumlu polis durumunda olan subaşı ve maiyyetindekiler onun emrinde idi. Ayrıca kâdının emrinde mahkemedeki duruşmayı te’min için, getirip götürme işini gören muhzır denen me’murlar vardı. Bununla beraber kâdılar, bulundukları kazanın kaymakamı ve belediye başkanı olarak da geniş salâhiyetlere sahiptiler.
Şikâyeti olanlar, yazılı veya sözlü olarak mahkemeye müracaat ederler, dâva mahkemedeki kâdı siciline işlenir, altına şâhidlerin isimleri de ilâve edilirdi. Kâdı mes’eleyi inceledikten sonra, bir belge hazırlar, mühürleyip, dâva sahiplerine verirdi.
Kâdının verdiği hükmü, bölgenin en büyük âmiri ve hükûmetin temsilcisi olan beylerbeyi ve sancak beyleri bile değiştiremezlerdi. Kâdının verdiği hükmü temyize yetkili tek makam, İstanbul’da bulunan Dîvân-ı hümâyûn idi. Hâkimin karârı hakkında doğrudan Dîvân-ı hümâyûna olduğu gibi, pâdişâha da müracaat edilebilirdi. Yapılan şikâyetler mutlaka kısa zamanda incelenip, netîcelendirilirdi.
Osmanlı mahkemelerinde, adaletin kısa zamanda yerini bulmaması adaletsizlik ve zulüm sayılırdı. Osmanlı adliyesinin bu yönü dünyâca malumdur. Bu hususu yabancılar da îtirâf etmiştir. Meselâ; D’Ohson; “İki veya üç celse (oturum) nâdirdi. Ekserî dâvalar bir celsede hükme bağlanır.” Sir Paul Ricaut; “En mühim dâvalar bir saat içinde hükme bağlanır, hüküm derhâl infaz edilir, Avrupa’da olduğu gibi hükmü gecikdirecek oyunlardan hiç biri tatbik edilmezdi” demektedir.
İstanbul gibi kalabalık yerlerde dâvaların çabuk görülmesi için birden fazla mahkeme bulunurdu. Ayrıca nâib hâkimler geceleyin de dâvalara bakıp hükme bağlarlardı.
Zımmî denen gayr-i müslimler de âmme dâvalarında ve ağır cezaya dâir mevzularda kâdıya götürülürlerdi. Bir müslümanla bir hıristiyan arasındaki dâvaya mutlaka kâdı bakardı. Bununla beraber gayr-i müslimler medenî hukuka dâir aralarındaki ihtilâfları kendi mahkemelerinde halledebilirlerdi. Osmanlılar, devlet güvenliğini ilgilendirmeyen, asayişi bozmayan gayr-i müslimlerin iç mes’eleleri ile uğraşmazdı. Bununla beraber, kendi mahkemelerinin verdiği hükümden razı olmazlarsa, kâdıya müracaat etmekte de serbest idiler. Gayr-i müslimler Osmanlı Devleti’nde bu derece rahat içerisinde yasarken, bu dönemde, XIV. Louis Fransa’sında protestanlar öldürülüp evlerine asker yerleştirilmişti.
Eyâlet, sancak, kazâ ve nahiyelere kadar bütün yerleşim birimlerindeki kâdıların ilk âmiri kazasker idi. Kazasker, Selçuklularda olduğu gibi asker, ordu kâdısı demek olmayıp, ayrıca ordu kâdısı vardı. Birinci Murâd zamanında kurulan kazaskerlik makamına, ilk önce Bursa kâdısı Çandarlı Kara Halîl tâyin edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrinde, kazaskerlik, Anadolu ve Rumeli olmak üzere ikiye çıkarılmıştır. Rumeli kazaskeri, derece îtibâriyle Anadolu kazaskerinden önce gelirdi. On yedinci yüzyıla kadar kazaskerleri vezîriâzam, pâdişâhın tasdiki ile tâyin ediyordu. Bu târihten sonra ise, şeyhülislâmın seçip, vezîriâzamın pâdişâhın tasdikine sunması ile olmuştur. Kazasker, dîvânın üyesi ve devletin en yetkili makamlarından olup, icra ile birlikte muhakeme (yargı) vazifesini de yürütüyordu. Vatandaş dilediği zaman şikâyetlerini buraya yapabilirdi. Dîvânda hukukî dâvalar kazaskerler tarafından bakılırdı. Bu bakımdan Dîvân-ı hümâyûn en yüksek devlet mahkemesi durumunda idi. Kâdıların hükümlerini temyiz yetkisine sâhib idi. Dîvânda verilen kararlar kesin olup derhâl infaz edilirdi. Dîvânda görülen dâvalar, haberli veya habersiz pâdişâh tarafından dinlendiği için, mes’eleler büyük bir dikkatte ele alınırdı. Avrupa topraklarındaki kâdılar, Rumeli; Asya ve Afrika taraflarındakiler de Anadolu kazaskerine bağlı idi.
Kazaskerler Salı ve Çarşamba günleri hâriç, diğer günler konaklarında dîvân kurarak, kendilerini alâkadar eden mes’elelere bakarlardı. Yanlarında işlerini gören tezkereci, rûznâmeci, matlahcı, tatbikçi, mektupçu ve kethüda isimlerini taşıyan altı yardımcısı bulunurdu. Ayrıca muhzır ismi verilen dâvâlı ve dâvâcı kimseleri dîvâna getiren kimseler vardı.
Kâdı ve kazaskerlerden başka sadrâzam, beylerbeyi, sancakbeyi ve asker ağaları da kendileririni ilgilendiren dâvaları dinleyip, adaletin yerini bulmasına yardımcı olurlardı.
Adalet işleri titizlikle yürütülürken, son dönemlerde devletin diğer müesseselerinde olduğu gibi, adliye teşkilâtında da aksamalar görüldü. Bunların giderilmesi için zaman zaman adâlet-nâmeler ve fermanlar çıkarıldı.
1826 yılında Vak’a-yı hayrîyye ile her sahada, bu arada adliye teşkilâtında da ıslâhat hareketleri ve değişiklikler yapıldı. 1837 yılında sultan İkinci Mahmûd zamanında adlî işlere bakmak üzere bugünkü yargıtay ve danıştayın vazifesini gören Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye kuruldu. 1839 yılında Tanzîmât îlân edilince, Tanzîmât fermanının istediği kânun ve nizâmnâmeleri hazırlamak, lüzumlu değişikliklerin yapılması gibi işlere bakmak üzere, ayrıca 1854 yılında Meclis-i Tanzîmât kuruldu. Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin adı, Meclis-i ahkâm-ı adliye oldu. 1857 yılında Meclis-i Tanzîmât’a üye olan Ahmed Cevdet Paşa, başkanı olduğu bir komisyon ile birlikte arazi kanunnâmesini hazırladı. Bilâhare bu iki meclis birleştirilerek yine Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adlîye adını aldı. Üç kısmı ihtiva eden bu meclisin idare kısmı, mülkî ve mâlî işlere; adlî kısmı, bazı dâvalara; tanzîmât kısmı ise, kânun ve nizâmnâmelerin tedkîk ve tanzimine bakıyordu. Mecfis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliye, 1868 yılında tekrar Şûrâ-yı devlet ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye olmak üzere ikiye ayrıldı. Dîvân-ı ahkâm-ı adliye reisliğine ilk defa Ahmed Cevdet Paşa getirildi. Aynı yıl ismi, Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâreti diye değiştirilince, Cevdet Paşa nâzır ünvânını aldı (Bkz. Cevdet Paşa).
Bu sırada büyük bir hukukçu, tarihçi ve devlet adamı olan Cevdet Paşa’nın başkanlığını yaptığı ve devrin önde gelen âlimlerinden teşekkül eden komisyon, mahkemlerde kâdılara (hâkimlere) yardımcı ve kolaylık olmak üzere Mecelle-i ahkâm-ı adliye adı ile ilk Osmanlı medenî kânununu hazırladı.
Mecellemin tedvini bu sırada Fransız medenî kânununun değiştirilerek alınması görüşünde olan Avrupa hayranı Alî Paşa ve tarafdarlarına bir nevî cevap oldu. Mecelle, dünyâ kânun literatürü şaheserlerindendir. Kânun tekniği, kullanılan dilin kudreti ve ihtiyâçlara en iyi şekilde cevap vermesi bakımından hususiyet arz eder. Bilâhare ona şerhler (açıklamalar) yazılmış, bunları okuyan Avrupalılar, İslâm hukukuna ve İslâmiyet’teki sosyal bilgilerin inceliğine ve çokluğuna hayran kalmaktadırlar. Mecelle, Türkiye’de 1926 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyenin diğer kısmı olan Şûrayı devlet, kânun koyucu durumundaydı. 1868’den itibaren îtibârı artmış, 1908 yılında kânun koyma yetkisinin Meclis-i meb’ûsana geçmesiyle ehemmiyetini kaybetmiştir. Cumhuriyet döneminde, kânun koyma vazifesini Büyük Millet Meclisi üzerine almıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 274
 2) Türk Hukûk Târihi (C. Üçok, A. Mumcu, Ankara-1982); sh. 215
 3) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-6, sh. 134
 4) İslâm Adliye Teşkilâtı (F. Atar, Ankara-1988)
 5) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 83
 6) The Ottoman Empire (H. İnalcık, London-1973)

RODOS VE SEFERLERİ


Doğu Akdeniz havzasıyla Ege denizi ve Boğazlar bölgesi arasındaki yol üzerinde bulunması sebebiyle, târihte büyük değer kazanan Rodos adası, ada üzerindeki aynı adı taşıyan müstahkem şehir ve buraya yapılan seferler.
Bilinen târihinden itibaren çeşitli milletlerin ve son olarak da Bizanslıların hâkim olduğu ada, İslâmiyet’in doğuşundan sonra daha hareketli bir hâl aldı. Mısır, Suriye ve Anadolu topraklarına yakınlığı sebebiyle İslâm askerleri adaya bir çok seferler düzenlediler. İlk olarak hazret-i Muâviye 672 yılında Cünâde bin Ebî Ümeyye el-Ezdî kumandasındaki bir filoyu adaya gönderip fethettirdi ve İslâm askeri buraya yerleşti. Bu târihten itibaren sekiz yıl adada kalan bu kuvvetler, 680 yılında halîfe Yezîd’in emri ile geri döndüler.
Bundan sonra tekrar uzun müddet Şarkî Roma imparatorluğunun hâkimiyetinde kalan ada, on dördüncü asrın başlarında Memlûklü sultânı Kalâvûn’un oğlu Sultan Halîl tarafından Kudüs civarındaki son haçlı kırıntılarından bölgenin temizlenmesi sırasında Akka’dan kovulan Hospitaller şövalyelerin eline geçti. Bu şövalyeler, Rodos’a yerleşince kaleyi zamanının en kuvvetli kalelerinden biri durumuna getirdiler. Kudüs’e yöneltilmiş haçlı seferlerinin sona ermesinden sonra Latin-hıristiyan âleminin en kuvvetli bir ileri karakolu rolünü oynadılar. Şövalyeler, Anadolu ve Mısır’a karşı yöneltilmiş seferlerde, İzmir’in ele geçirilmesinde (1344), İskenderiye’nin yağmalanmasında (1365) ve Niğbolu seferinde (1396) faal rol oynayarak müslümanlara her türlü kötülüğü yapmaktan geri durmadılar, özellikle İskenderiye’nin yağmalanmasından sonra Memlûklüler adaya asker gönderdilerse de bunlar ehemmiyetsiz ve en fazla 15-20 gemiden meydana gelen filolar olduğundan başarı sağlayamadılar.
Bu başarıları üzerine kısa bir zaman içinde İstanköy, Kalimnos, Leryos, Sömbeki ve o mıntıkadaki diğer adaları ete geçiren şövalyeler, daha da kuzeye çıkarak İzmir civarındaki kalelerden birini de aldılar. Çelebi Sultan Mehmed Han, İzmir’i Aydınoğlu Cüneyd Bey’den aldığı zaman Rodos şövalyeleriyle uğraşmamak için bunlara İstanköy adası karşısındaki Bodrum kalesini vermişti. Çünkü Anadolu birliğini sağlamak için daha önemli işleri vardı.
Osmanlı Devleti’nin Rodos’a karşı ilk mühim teşebbüsü Fâtih Sultan Mehmed Han zamanına rastlar. Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçtiğinde cülûsunu tebrik için Rodos şövalyeleri elçi yollamışlar ve İstanbul’u fethinden sonra da hediyeler göndererek ticâret andlaşması imzalama isteklerini bildirmişlerdi. Ancak daha sonra papa üçüncü Calixtus’un teşebbüsü ile kurulan hıristiyan ittifakı içinde yer alan Rodos şövalyeleri, Ege denizinde faaliyette bulunan hıristiyan korsanları destekledikleri gibi, Türk kıyılarına taarruzdan ve müslüman halka zulmetmekten geri durmamışlardı.
Rodos şövalyelerinin bu taarruzlarına mukabele olmak üzere 1454, 1455 yıllarında adalara küçük filolarla baskınlar yapılmış ve Osmanlı Devleti’yle andlaşma yapmaya mecbur bırakılmışlardı. Bu andlaşmaya rağmen 1463’de başlayıp on altı yıl boyunca devam eden Osmanlı-Venedik harbinde devamlı Venedik’e destek veren şövalyelere iyi bir ders vermek isteyen Fâtih Sultan Mehmed Han, 1479 senesinde Rodos şövalyelerinden korsanlık teşebbüslerine son vererek, her sene Osmanlı Devleti’ne vergi vermelerini resmen istedi. Bunu kabul etmemeleri üzerine harb hazırlıklarına girişip 1480 ilkbaharında vezir Mesih Paşa kumandasında 180 pare gemiden meydana gelen bir donanmayı Rodos’a gönderdi.
Mayıs ayı sonlarına doğru altmışı kadırga ve diğer muhtelif sınıf gemiden meydana gelen yüz altmış gemiden teşkil edilmiş bir donanma, Mesih Paşa kumandasında gelip Rodos limanı önlerinde demirledi. Şehrin batı sahilindeki Triyanda tarafından Etyen tepesi civarına asker çıkararak faaliyete geçen Mesih Paşa, çıkarmaya engel olmak isteyen şövalyelerin taarruzlarını püskürtüp ağırlıkları karaya çıkardı.
Mesih Paşa önce denizden, sonra da karaya çıkardığı askerlerle Rodos kalesine karşı yaptığı müteaddit taarruzlar sonunda kaleyi iyice yıprattı. 28 Temmuz 1480’de yahûdî mahallesi tarafından başlattığı büyük taarruzda ise, surlardan açılan büyük gediklerden içeri giren askerler, bâzı burçlara bayrak dikmeye muvaffak oldular. Fakat kalenin elden gitmekte olduğunu gören şövalyeler, son bir gayretle kaleye giren askeri geri püskürttü.
Bir süre daha kuşatmaya devam eden Mesih Paşa, bir çok askerin telef olması ve kış aylarının yaklaşması sebebiyle kuşatmayı kaldırıp İstanbul’a döndü.
Rodos’a karşı yapılan bu harekâtdan bir sene sonra Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vefât etmesi ve ikinci Bâyezîd Han’a karşı taht kavgasına girip, yenilen şehzâde Cem’in Karamanoğlu Kasım Bey’in tavsiyesiyle Rodos’a sığınması, Rodos şövalyelerini büyük bir tehlikeden kurtardı. Memleket içinde karışıklık çıkmasını istemeyen sultan Bâyezîd-i Velî bu durumda Rodos şövalyelerine harp açamadığı gibi, Cem Sultan’ın kendisine karşı teşebbüse geçmesine meydan vermemek şartı ile şövalyelere her yıl büyük mikdarda para ödemeyi kabul etti.
Bâyezîd Han’dan sonra tahta geçen Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır’ı fethetmesiyle Rodos’un önemi daha da arttı. Anadolu’dan Mısır’a giden deniz yollarının emniyetinin tam olarak te’min edilmesi artık kat’î bir zaruret hâlini almıştı. Yavuz Selîm Han bu maksatla hazırlıklara girişilmesini emretti. Ömrünün vefâ etmemesi yüzünden, Rodos’un fethi oğlu Kânûnî Sultan Süleymân Han’a kaldı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han tahta geçtiğinde Canberdi Gazâlî isyânı ortaya çıkmış, Rodos şövalyeleri de bu âsî beylerbeyini top, silâh ve topçu mütehassısları göndermek suretiyle desteklemişlerdi. Bu isyânı bastırdıktan sonra 1521’de Avrupa’nın en müstahkem kalelerinden biri olan Belgrad’ı fethedip Macaristan’a büyük bir darbe vuran Kânûnî Sultan Süleymân Han, bu seferinden dönüşünde hemen hepsi kendi iç işleri ve siyâsî bir takım hâdiselerle uğraşan Avrupa devletlerinin durumundan istifâde ederek Rodos’u fethetmeye karar verdi. Ada fethedilirse, Anadolu-Sûriye-Mısır deniz yolu emniyeti ve hacıların güvenliği sağlanacak, Rodosluların sık sık Anadolu kıyılarında yaptıkları vurgunlarla müslümanlara zulümleri önlenecek, müslüman esirler kurtarılacak ve Akdeniz’in stratejik bir mevkiinde Osmanlı donanmasının barınabileceği bir üsse sâhib olunacaktı.
Kânûnî’nin bu niyetini öğrenen yeni üstâd-ı âzam Philippe Villiers de L’isle-Adam, şehir dışında bulunan ve çeşitli milletlerden toplanmış hıristiyanlığın en namlı askerleri olan şövalyelerinin en kısa zamanda Rodos’a dönmesini istemiş, kendilerine bir kaç yıl yetecek kadar yiyecek stoku yapmıştı. Ayrıca o devirde dünyânın en müstahkem kalesi kabul edilen surlarına da güveniyordu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Rodos seferine karar verdikten sonra kış mevsimini hazırlıkla geçirdi. Vezîriâzam Pîrî Mehmed Paşa tersanede yeni gemiler inşâ ettirdiği gibi, mevcûdları da tamir ettirdi ve uzun bir muhasaraya yetecek kadar harp levâzımâtı hazırladı.
Seferin serdârlığına ikinci vezir Mustafa Paşa tâyin edildi. 300 harb ve 400 nakliye gemisinden meydana gelen donanmanın sevk ve idaresi ise, Barbaros Hayreddîn Paşa’nın yanında yetişen meşhur amiral Kurdoğlu Muslihiddîn Reis’e verildi. 4 Haziran 1522’de İstanbul’dan donanmayla harekete geçen Mustafa Paşa, 24 Haziran’da Rodos’a geldi. Kânûnî Sultan Süleymân ise 16 Haziran’da kapıkulu ve sefere me’mûr olan eyâlet askerleriyle birlikte İstanbul’dan kara yoluyla harekete geçti.
Mustafa Paşa Rodos’a gelince gemi kaptanlarıyla ve bilhassa donanmanın idaresinden sorumlu olan Kurdoğlu Muslihiddîn Reis’le görüşerek, adanın yardımına gelmesi muhtemel Avrupa gemilerine karşı limanın îcâbeden yerlerine muhafaza gemileri koyduktan sonra, öküz burnu mevkiinden karaya asker çıkarmaya başladı. Çıkarma harekâtı muntazam ve hiç bir tehlikeye mâruz kalmadan yapıldı. Rodos şehrinin etrafına metrisler kazılıp getirilen büyük muhasaratopları buralara yerleştirildi. Pâdişâh’ın gelişine kadar geçen bir ay zarfında şehrin etrafında Osmanlı ordusunun iaşe, barınma ve her türlü istirahat ve hücum hareketlerini te’min edecek bütün vâsıtalar ve tedbirler alındı. Şehrin etrafındaki köy halkından alınan her şeyin parası ödeniyor, herhangi bir haksızlığa meydan verilmiyordu. Esasen adanın Ortodoks rum halkı, katolik şövalyelerden nefret ederlerdi. Yüzyıllardır şövalyelerin zulüm ve tazyikinden bıkıp usanan halk, Osmanlı ordusunu sevinçle karşılamış ve bir kurtarıcı gibi görmüştü.
Kânûnî Sultan Süleymân Han büyük kara ordusuyla Rodos’a gelişine kadar geçen bir aylık zamanda, Rodos şövalyeleri de geceli gündüzlü çalışarak müdâfaa tertibatını kuvvetlendirmişlerdi. Şövalyelerin üstâd-ı azamı Williers de L’isle-Adam, Osmanlı ordusunu müşkül durumda bırakmak için bir çok köyleri ateşe vermiş, kale dışındaki bütün binaları yıkmış, kalenin yedi mevkiinden her birini Sekiz Lisan şövalyelerine yâni Fransız, Alman, İngiliz, İspanyol, Portekiz, İtalya, Overn ve Provans şövalyelerine vermişdi. Kendisi de Galipler kapısı denilen mevkiin müdâfaasını üzerine aldı.
Her iki taraf hazırlıklarını sürdürürken Kânûnî Sultan Süleymân Han 1 Temmuz 1522’de Kütahya’ya geldi. Anadolu beylerbeyi Kâsım Paşa, Rumeli beylerbeyi Ayas Paşa, yeniçeri ağası Bâli Ağa ve Azablar ağası Ali Bey de Pâdişâh’ın kuvvetlerine katıldılar. Kânûnî 4 Temmuz’da buradan hareket ederken, Rodos’un İstanbul’dayken yaptığı teslim teklifini reddettiği ve Kara Mahmûd Reis’in Rodos’un yakınında, müstahkem, küçük bir ada olan Herke’yi zaptettiği haberlerini aldı. Buradan hareketle 26 Temmuz’da Marmaris’e gelen Kânûnî Sultan Süleymân Han 28 Temmuz’da beraberindeki yüz bin kişilik ordu ve bütün ağırlıklarıyla Rodos’a geçti. Geçer geçmez şövalyelere, teslim olurlarsa mal ve canlarına dokunulmayacağını, lüzumsuz yere kan dökülmesine sebebiyet verilmemesini teklif etti. Teklifin şövalyeler tarafından reddi üzerine, Ağustos’un birinci günü kale dövülmeye başlandı.
Bütün Ağustos ayı karşılıklı top ateşi ve yine karşılıklı lağım açmakla geçti. Açılan top ateşiyle kalede mühim tahribat yapılmasına rağmen, bu tahribat kısa zamanda düşman tarafından kapatılıyordu. Türk lağımcılarının devamlı Rodos burçlarının altına açtıkları lağımlar, Avrupa’nın en meşhur mühendisi olup şövalyelere yardıma gelen Gariele Martinengo’nun mukabil lağımlarıyla karşılaşıyor ve yer altında korkunç boğuşmalar oluyordu.
Bu sırada 4 Eylül günü İleki adasının da Kara Mahmûd Reis tarafından zaptı haberi geldi. Kahraman reis, kendisi de ön saflarda çarpışırken şehîd olmuş fakat ada ele geçirilmişti. 6 Eylül’de ise Rodos’un kuzeybatısında bulunan İncirli adası teslim oldu. Bu zafer haberlerinin arkasından Mısır beylerbeyi Hayıbay’ın 24 harb gemisi ile mühim mikdârda yardımcı kuvvet göndermesi askerin şevkini iyice arttırdı. Bir müddet sonra Hayıbay vefât edince Mısır beylerbeyliğine tâyin edilen Mustafa Paşa’nın yerine Ahmed Paşa serdâr oldu.
Bu günlerde Rodos kalesinin İngiliz burcunun güney kısmı başarılı bir Türk lağımı ile havaya uçuruldu. Açılan gedikten giren Türk kahramanları yedi şövalye bayrağı ele geçirdiler. Bu bölgede meydana gelen şiddetli çarpışmalarda düşmana büyük zâyiât verdirildi. Şövalyelerin topçu generali ile üstâd-ı âzamın alemdarı da ölüler arasındaydı. Eylül’ün on ikisinde yapılan bir hücumda bu burca beş zafer bayrağı dikildi. 24 Eylül’de yapılan umûmî hücumda yeniçeri ağası Bâli Ağa İspanyol burcuna girip Türk bayrağını burcun tepesine diktiyse de netîce alınamadı.
10 Aralık’a kadar şiddetli top atışları, lağımlar ve sık sık tekrarlanan umûmî hücumlarla kaleyi iyice yıpratan Kânûnî Sultan Süleymân Han, şövalyelerin üstâd-ı âzamına haber göndererek üç gün içinde kalenin teslimini istedi. Üstâd-ı âzam, böyle mühim bir mes’eleye karar verebilmek için daha uzun bir mühlet istedi. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın buna cevâbı müthiş oldu. Top atışları arttırılıp, muhasara daha da şiddetlendirilerek hücumlar sıklaştırıldı. 18 Aralık’ta yapılan bir umûmî hücumda şövalyeler şehir içindeki istihkâm ve hendeklerin arkasına çekilmeye mecbur kaldılar ve artık mukavemet etmenin imkânsızlığını da anladıklarından kaleyi teslim etmeyi kabul ettiler (20 Aralık 1522).
Teslim şartları arasında; şövalyelerin eşya ve top dışındaki silâhlarını alıp, on gün içinde Rodos’dan ayrılmaları, bu günler zarfında şehirdeki istihkâmların 4.000 yeniçeri tarafından emniyete alınması ve asıl kuvvetlerin iki kilometre mesafede beklemesi, şövalyelerin kumandanı ile beraber önemli elli kişinin bu süre zarfında rehîne olarak Osmanlı karargâhına gelmeleri, adada Türk hâkimiyeti kurulduktan sonra din ve mezheb serbestliğinin korunması, halkın beş yıl müddetle vergiden muaf tutulması gibi, Osmanlıların âlicenaplığını gösteren şartlar vardı. Kalenin boşaltma işlemleri esnasında Kanunî tarafından kabul edilen üstâd-ı âzam Villiers de L’isle-Adam Pâdişâh’ın elini öpmekle şereflendi. Kalenin boşaltma işlemlerinden sonra gemisine binip gitti. Rodos kalesi ile beraber on iki adanın tamâmı ve şövalyelere âid olan Bodrum da Osmanlı Devleti’ne bırakılmıştı. Osmanlı Devleti’ne 20.000’den fazla şehide mâl olan bu fetihten sonra, Kânûnî Sultan Süleymân Han 29 Aralık’da şehre girip kaleyi gezdi. 2 Ocak Cuma günü ise, câmiye çevrilen Saint Jean kilisesinde Cuma namazını kıldı. Nâmına okunan hutbeyi dinledi. Aynı gün adadan ayrılıp Marmaris’e geçti.
3 Ocak günü Aydın, Midilli, Karasi, Menteşe, Saruhan sancakbeylerine, Anadolu beylerbeyi Kâsım Paşa’nın nezâretinde Rodos’daki inşâat, îmâr ve iskân işleri bitinceye kadar adada kalmalarını emredip, İstanbul’a döndü. Rodos’a derhâl Türk göçmenleri yerleştirilmeye başlandı. Ada bir sancak merkezi yapılıp Cezâyir-i bahr-i sefîd eyâletine bağlandı. İlk sancakbeyi olarak Midilli bahriye sancakbeyi Mehmed Bey tâyin edildi. Bundan sonra bir çok câmi, imâret, mektep, medrese ve yol yapılıp ada îmâr edildi.
1671 yılında hac yolculuğuna çıktığında Rodos’a uğrayan Evliyâ Çelebi; şehrin içinde 18 müslüman-Türk, 4 rum ve 2 de yahûdî mahallesi olduğunu ve altı tanesinde Cuma namazı kılınan 36 adet câmi bulunduğunu kaydetmektedir. Bu câmilerin en meşhurları; Şadırvan Câmii, Ali Hilmi Paşa Câmii, Murâd Reis Câmii, Ağa Câmii, Hamza Bey Câmii, İbrâhim Paşa Câmii, Receb Paşa Câmii, Süleymâniye Câmii (Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından yaptırılmıştır) ve Sultan Mustafa Câmii’dir (Üçüncü Mustafa Han tarafından yaptırılmıştır). Rodos şehri dışında adadaki köylerde de Türk devrine âid câmiler bulunmaktadır. Câmiler dışında Rodos’da bugün de kullanılmakta olan hamam ve her mahallede muhtelif yerlere serpiştirilmiş çeşmeler önemli yer tutmaktadır.
Rodos adasında Osmanlı hâkimiyeti 390 sene sürdü. Bu müddet içinde Rodos mühim hâdiselere sahne olmadı. Fetihten on altı sene sonra Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Kerpe ve Kaşot adaları zaptedildi. Girid’in fethi için yapılan uzun muhasara savaşlarında Rodos, Osmanlı donanması için kıymetli bir üs rolünü oynadı. 1799 senesi başlarında Mısır’daki Napolyon Bonaparte’a karşı sevkedilen Osmanlı donanması da Rodos’da toplanmıştı.
Rodos, 1912 yılında yapılan Trablusgarb harbi sırasında İtalyanlar tarafından 5 Mayıs’da On iki ada ve Meis adasıyla beraber işgal edildi. Aynı yılın Ekim ayında Osmanlı-İtalyan murahhas hey’etleri arasında imzalanan Ouchy muahedesiyle İtalyan hükümeti, adayı Osmanlı Devleti’ne vermeyi kabul etti. Fakat bu sırada çıkan Balkan harbi sebebiyle iade muameleleri yapılamadı. Balkan harbinde Osmanlı Devleti’nin yenilmesi ve Yunanistan’ın da, İtalyanların işgal etmediği Sakız, Midilli, Limni vb. adaları işgal ve diğerleri üzerinde hak iddia etmesi üzerine işgal ettiği bu adalardan çekilmedi. Birinci Dünyâ savaşına Osmanlı Devleti’nin karşısında harbe katılan Yunanistan ve müttefiklerine adaların kendisine âid olduğunu kabul ettirdi. Türkiye de Lozan andlaşmayısla bu adalardaki haklarından vazgeçti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 75
2) Rodos’un Fethi (Genelkurmay Basımevi, Ankara-1979)
3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-6, sh. 23
4) Büyük Türkiye târihi; cild-3, sh. 335
5) Fâtih Sultan Mehmed’in Siyâsî ve Askerî Faaliyetleri; sh. 239
6) Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 5, 313
7) Hayat Târih Mecmuası; 1967/2, sayı-8, sh. 28
8) Tuhfet-ül-kibâr

RİDANİYE MUHAREBESİ


Osmanlı ordusunun kesin zaferiyle neticelenen Osmanlı-Memlûk meydan muhârebesi. Mercidâbık savaşını kazanarak Suriye’yi ele geçiren Yavuz Sultan Selîm Han, hemen Mısır üzerine yürümedi. Orduyu yeniden nizam ve intizâma koyup, Suriye sancaklarına sancak beyleri tâyin etti. Dört-beş ay gibi kısa bir zamanda Suriye’de Osmanlı teşkîlâtını kurdu. Daha sonra Suriye hâkimiyetini pürüzsüz bir neticeye ulaştırmak için Osmanlı Devleti aleyhine İran’la ittifak eden Memlûklüleri kesin olarak hâkimiyeti altına almak istedi. Mısır fethedilmedikçe, kazanılan zaferin muvakkat (geçici) olduğunu düşünerek Mısır’ın fethine karar verdi.
Yeni Memlûklü sultânı ve Mısır beyleri, Suriye ve Kilikya’nın Osmanlılar tarafından fethini muvakkat addediyorlar, Yavuz Sultan Selîm Han’ın, Cengiz ve Tîmûr kuvvetleri gibi Suriye ve Filistin’den döneceğini zannediyorlardı. Pâdişâh’ın Anadolu’ya dönmesini müteâkib ele geçirilen yerlerin istirdâd (geri alınabileceğini) edileceğini umuyorlardı. Fakat çok geçmeden yanıldıklarını anladılar.
Nitekim Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır’a hareket etmeden önce Çerkez Murâd Bey başkanlığında bir elçilik hey’etini Mısır’ın yeni hükümdarı Tomanbay’a gönderdi. Osmanlı elçisi Pâdişâh’ın mektubunu Tomanbay’a takdîm etti. Hoca Sa’deddîn Efendi’nin bildirdiğine göre, Yavuz Sultan Selîm Han bu mektubunda; boş yere müslüman kanı dökülmemesi için Tomanbay’ın kendisine tâbi olmasını istiyordu. Ayrıca her sene Mısır haracını göndermek ve Pâdişâh adına hutbe okutup para bastırmak şartıyla, kendisini Gazze’den îtibâren Mısır topraklarının vâliliğine tâyin edeceğini îlân ediyordu.
Tomanbay mektubu okuyunca, yapılan teklifleri kabul etmedi. Osmanlı elçilerini hürmet göstererek huzuruna kabul ettiği hâlde, elçiler huzurundan ayrıldıktan sonra, Memlûk emirlerinden Alanbay tarafından öldürüldüler. Bunun üzerine Alanbay dîvâna gelerek; “Elçilerin tekliflerinin nefsine ağır geldiğini, Mercidâbık’ta üstünlük te’min etmiş olan Osmanlıların şimdi de bu ağır teklifte bulunmaları karşısında dayanamıyarak elçileri bizzat öldürdüğünü bildirip, kendisini mazur göstermeye çalıştı.
Tekliflerin reddi ile elçilere böyle bir muamelenin reva görülmesi, Mısır seferi için bir sebeb oldu. Yavuz Sultan Selîm Han Mısır’a hareketinden önce Tin ve Sina çöllerini aşabilmek için bir takım hazırlıklar yaptı. Orduya lâzım olan suyu nakledebilmek için, iki bin deve satın aldı ve su koymak için kırba v.s. gibi lüzumlu malzemeyi te’min etti. Askeri Mısır fethine teşvik gayesiyle iki yüz yük akçe atıyye dağıttı. Vezîriâzam Sinân Paşa’yı da, Osmanlı ordusunun ilerlemesine ve çölü geçmesine engel olmak için çalışan Canberdî Gazâlî kumandasındaki Memlûklü kuvvetleri üzerine gönderdi.
Yavuz Sultan Selîm Han, bütün işleri tamamladıktan sonra, 15 Aralık 1516 târihinde Şam’dan hareket etti. Suriye-Mısır yolu üzerindeki Remle’ye geldiği zaman, Sinân Paşa’nın, Han-Yûnus meydan muhârebesini kazandığını öğrendi. Bu zafer sebebiyle orduda şenlik yapıldı. Ayn-ı Safa mevkiinde Sinân Paşa kendisine mülâki olduğu (katıldığı) zaman; Yavuz Sultan Selîm Han, vezîriâzamına kıymetli bir kılıç hediye edip, zaferi kazanan erlerine de hediyeler dağıttı.
Yavuz Sultan Selîm Han, Remle’den sonra buranın çok yakınında bulunan Kudüs’e uğradı. Yanında lalası Hasan Can ile İdris-i Bitlisî gibi âlimler de vardı, Kudüs-i şerîfde ziyaret edilecek yerleri ve bilhassa Dâvûd aleyhisselâmın kabrini ziyaret etti. Burada zafer için duâler etti ve fakirlere sadakalar dağıttı. Oradan Mescid-i Aksâ’ya giderek yatsı namazını kıldı. Geç vakitlere kadar Mescid-i Aksâ’da Kur’ân-ı kerim okudu, namaz kıldı. Çok duâ ederek gözyaşı döktü. Ertesi gün binlerce koyun ve sağır kestirerek sevabını Peygamber efendimize sallallahü aleyhi ve sellem ve diğer peygamberlere aleyhimüsselâm, Eshâb-ı kirama (radıyallahü anhüm), âlimlere, evliyâya, bütün müslümanlara ve dedeleri Osmanlı sultanlarına hediye etti. Etleri de Kudüs’te bulunan müslüman fakirlere dağıttı. Kudüs-i şerîfden ayrılan sultan Selîm Han, 9 Ocak’ta Sina çölüne geldi. Yavuz Sultan Selîm Han, burada iken Mısır seferi harekâtı hakkında, yanındaki devlet erkânıyla müzâkerelere başladı. Bu sırada vezir Hüseyin Paşa; ordunun yorgun olduğunu ve bugüne kadar yapılan fütûhatın kâfî geleceğini ileri sürerek, susuz çöllerden ordu geçirmenin imkânsızlığı sebebiyle geri dönmenin zamanı geldiğini ifâde etti. Ancak bir konu hakkında karar verilmeden önce dîvânda bütün üyelerin görüşlerini alan, fakat karar verildikten sonra bunun aksine söz sarfedenleri şiddetle cezalandıran Yavuz Sultan Selîm Han, derhâl Paşa’nın çadırının yıkılmasını emretti. Bu onun îdâmına işaret idi. Nitekim hemen îdâm edildi ve cesedi îdâm edildiği yere gömüldü. Pâdişâh’ın bu hareketi üzerine artık hiç kimsede itiraz imkânı kalmadı.
Mısır’a yürüyen Osmanlı ordusunun aşmak zorunda bulunduğu en büyük engel, Mısır ile Filistin arasındaki kum çölleriydi. Cihân pâdişâhı Yavuz Sultan Selîm Han’ın çelik irâdesi, müdhiş otoritesi, Peygamber efendimize olan sevgisi ve aldığı tedbirlerle bu büyük engel, Allahü teâlânın yardımıyla aşıldı. Tih sahrasının geçilmesi en güç yeri olan el-Ariş ile Sâlihiyye arasındaki kısmını, Osmanlı ordusu beş günde geçerek Sâlihiyye’ye ulaştı. Yavuz Sultan Selîm Han’ın Ridâniye’ye giderken ordunun ağırlıklarıyla bir günde 50 km. yürümesi harb târihinde bir rekordur. Osmanlı ordusu 21 Ocak’ta Kâhire’ye çok yakın Bîrket-üt-Hac mevkiinde konakladı. Mısır Seferi esnasında çölde ve Kahire yakınında Bedevi eşkıyalarının ve Memlûklülerin tecavüzkâr saldırılarına karşı tedbirler alınıp taarruzları önlendi.
Yeni Memlûklü sultânı Tomanbay, Sâlihiye’de cephe tutmak istemişse de emirler bunu kabul etmediklerinden, Ridâniye’yi kabule mecbur oldu. Ridâniye, Kahire şehrinin kuzeydoğusunda bir köy olup, şehre pek yakın bir mesafede bulunuyordu ve iyice tahkim edilmişti.
Burada yapılacak muhârebe, Mercidâbık muhârebesinden daha zor ve tehlikeli idi. Ridâniye cephesi; elli bin kişilik bir kuvvet, Frenklerden tedârik edilen iki yüz top, siper ve hendeklerle tahkim edilmişti. Tomanbay’ın harp cephesi, Kâhire’nin kuzeydoğusundaki El-Mukattam dağından solda Nil nehrine kadar dayanmıştı. Bu kadar müstahkem bir cepheye çarpacak olan Osmanlı ordusu darmadağın olabilir ve cepheyi yarsa bile pek büyük telefat neticesinde bir iş göremiyecek hâle gelebilirdi. Başka geçilecek saha da yoktu. Nitekim Tomanbay’ın hedefi, Osmanlıların taarruzunu topçu ateşi ile kırdıktan sonra, cundi askeri (hassa kuvvetleri) ve süvariler ile sarıp Osmanlı ordusunu tamamen imha etmekti.
Osmanlı ordusunun sağ koluna Anadolu beylerbeyi Mustafa Paşa, sol koluna Rumeli beylerbeyi Küçük Sinân Paşa tâyin edilip, merkezde vezîriâzam Hadım Sinân Paşa bulunuyordu.
Yavuz Sultan Selim, Tomanbay’ın tertibatını öğrendikten sonra, askerî dehâsını gösterecek olan bir plân tatbik etmek istedi. Evvelâ araziyi tedkîk ettirip düşmanın maksadını anladı ve ona göre tertibat aldı. Bu plâna göre; Mısır ordusuna cepheden yapılacak bir hücum, Osmanlı ordusu için çok tehlikeli olacağından, düşmanın ya gerisine veyahut yan tarafına taarruz edilecekti. Geriye uzanabilmek için, Nil nehrinin veya el-Mukattam dağının aşılması şarttı. Nil’i geçmek şimdilik mümkün değil ve köprü olsa da çok zordu. El-Mukattamdağını dolaşmak ise daha kolay görünüyordu.
Bu karar alındıktan sonra Yavuz, bizzat kendisi bir kısım süvari kuvvetleriyle 21-22 Ocak gecesi hareket ederek, el-Mukattam dağını dolaştı ve Memlûklü ordusunun gerisine düşerek, muhârebe düzeni aldı. Osmanlı topları sür’at ve maharetle uygun yerlere yerleştirildi. Sultan Selim Han, Memlûklülerin beklemediği bir istikâmetten taarruz etmekle Mısırlıları baskına uğratıp, tatbik edecekleri plânları bozarak, uzun zamandan beri büyük emekler ile hazırladıkları mevzii ve topları muhârebe dışı bırakacaktı. 22 Ocak sabahı harb başlamadan önce iki tarafın muhârebe düzeni bu hâldeydi.
Muhârebe 22 Ocak 1517 (29 Zilhicce 922) târihi sabahı erken saatlerde başladı. Mısır ordusunun önündeki Osmanlı alayı hücuma geçince, Tomanbay önceden mevzilerde hazır beklettiği topların ateşe başlamalarını emretti. Bu arada gerilerine sarkmış bulunan asıl Osmanlı kuvvetlerinin Allah Allah nidaları ile kendilerine hücum ettiğini görünce, şaşkına döndü. Topları mevzilerinde kalıp işe yaramadı. Memlûk kuvvetleri bir anda iki ateş arasında kaldı. Toplarını kullanamayan Tomanbay, şaşkınlığını üzerinden atarak karşı saldırıya geçti. Merkezdeki saflar birbirine girip, iki tarafta kıyasıya bir muhârebeye tutuştu. Yakın muhârebe ve boğuşma, kayıpları arttırdı. Osmanlı topçu ve tüfekçisinin ateşi altında mücâdele edip, pervasızca direnmeleri, Memlûklü kayıplarını daha da arttırdı. Memlûklülerin Osmanlı merkezine karşı ileri atılması üzerine, vezîriâzam Sinân Paşa kumandasındaki sağ kanat ve vezir Yûnus Paşa emrindeki sol kanat kuvvetleri taarruza geçerek Mısırlıların yan ve gerilerini kuşattı. Bu arada Tomanbay, kumandanlarından Alanbay ve Kurtbay’ı alarak iki yüz seçme askerle Pâdişâh zannettiği, askeri gayrete getiren Sinân Paşa’ya saldırdı. Pâdişâh’ı öldürürlerse Osmanlı ordusunun dağılacağını hesaplamışlardı. Sinân Paşa’nın kuvvetlerini yararak etrafını çevirdiler. Neticede Sinân Paşa şehîd düştü. Bu sırada ordunun sağ kanadında karışıklıklar baş gösterdi. Yavuz Sultan Selim Han derhâl buraya Bali Ağa kumandasında yardımcı kuvvetleri gönderip durumu normale çevirdi. Bu sırada Memlûklü kuvvetleri çoğu telef olmuş kalanlar da kurtuluşu kaçmakta bulmuştu. Muhârebe akşama doğru Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelendi. Memlûklü kuvvetleri Kahire ve oradan Sait istikâmetine çekildiler. Sultan Tomanbay da, Kurtbay ve bir avuç adamıyla kaçtı. Vezir Yûnus Paşa, Memlûklülere karşı zaferin kazanıldığını ve Tomanbay’ın kaçtığını Sultan Selîm Han’a bildirdiğinde; “Lala Lala! Mısır’ı aldık ama Sinân’ı kaybettik. Sinân’ı Mısır’a değişmezdim. Sinân’sız Mısır’da ne güzellik olur?” sözleri ile Sinân Paşa’nın yanındaki kıymetini belirtti. Ertesi gün vezîriâzam Sinân Paşa ve diğer şehîdler defnedildi. 24 Ocak 1517 târihinde Kâhire’ye girilip, Mısır’ın fethi tamamlandı.
Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelenen Ridâniye meydan muhârebesi, Osmanlı Devleti’ne ve dünyâ târihine pek çok maddi ve mânevi faydalar sağladı. Mısır, Arabistan yarımadası Osmanlı hâkimiyetine geçti. Kızıldeniz ve Hind Okyanusu’na inildi. Kuzey Afrika yolu açılarak Osmanlı hududu Atlas Okyanusu’na dayandırıldı. Hicaz ve Orta Doğu’daki mübarek makamlar Osmanlı hizmetine açıldı. Buralar nadide eserler ile süslendi. Yeni eserler ve ilâveler yapılarak istifâdeye sunuldu. Halîfelik, sultan Selim Han’a geçerek Osmanlı pâdişâhları saltanata ilâveten hilâfet makamına da sâhib olmalarıyla İslâm âleminin de lideri oldu. Ridâniye muhârebesi ve Mısır’ın fethinde, Osmanlılar ilk defa 1517 yılında yivli top kullandılar. Avrupa’da 1868’de Almanların kullandığı ilk yivli topların, Osmanlılarda on altıncı yüzyıl başlarında mevcûd olması, muhârebelerde kullanılmaları, teknikteki üstünlüklerini göstermesi bakımından önemlidir. Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır seferi; harekât plânları sevk ve idare, muhârebede tatbik edilen taktik ve strateji bakımından harb târihinin essiz numuneleri arasına girmiştir.

YAVUZ, SİNA ÇÖLÜNDE!..

Mücâhid Serdar, Karaduman’ın üzengilerinin üstünde doğruldu ve askerlerine son defa hitabetti: “Ey Cennet yolcuları! Ey can kardeşlerim!.. Bilirsiniz ki, müslüman Türkler muhârebe meydanında ve bütün ömürlerince yalnız ve sâdece Allahü teâlâdan korkarlar. Önüne çıkan hiç bir engel, onu Allah yolunda cihaddan alıkoyamaz. Sizler cenâb-ı Hakk’ın emirlerine uydukça, O’nun yardımıyla bu çölü geçmek de sizlere nasîb olur inşâallah.” Sonra atı Karaduman’ı kızgın Sina çölüne sürdü. Arkasından koca Osmanlı ordusu düğüne gider gibi alevli Sina çölüne daldı. Kum fırtınaları etrafı kasıp kavuruyordu. Gündüzleri dayanılmayacak kadar sıcak, geceleri ise dondurucu soğuktu. Ordu bu şekilde yol almaya devam ederek çölü yarıladı. Suyu herkes idareli kullanıyor, teyemmüm yapılarak namaz kılınıyordu. Bir ara Yavuz Sultan Selim Han hazretleri, birden bire Karaduman’dan yere atladı. Onu gören başta vezırâzam Sinân Paşa olmak üzere Anadolu ve Rumeli beylerbeyi de atlarından indiler. Rütbe rütbe bütün komutanlar, sipahiler, süvariler de yaya yürümeğe başladılar. Koca Osmanlı ordusu, piyade (yaya) bir ordu hâline dönüvermişti.
Üstelik Pâdişâh, çok saygılı bir şekilde ve önüne bakarak yürüyordu. Bütün vezirler, kumandanlar ve asker merak içinde kalmışlardı. Her zamanki gibi, Hasan Can’a müracaat ettiler. O da ne olduğunu anlıyamamıştı. Fakat öğrenmek için Selim Han’ın yanına yaklaştı; “Hayırdır inşâallah Sultânım! Bütün ordu merak eyler; “Devletlü Pâdişâhımız, acep niçin yaya yürürler? diye telâş ederler” dedi. Bu dünyâyı iki cihângire fazla gören büyük Sultan şöyle fısıldadı: “İki cihân sultânı Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem önümüzde yaya yürürlerken, biz nasıl at üzerinde olabiliriz Hasan Can?..” Bir müddet bu şekilde giden Selim Han, tekrar atına binince diğerleri de atlarına bindiler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Fetihnâme-i Diyâr-ı Arab (Silâhşör, Târih Vesîkaları Dergisi, Sene-1961)
2) Tâcüt-tevârîh; cild-2, sh. 354
3) Bedâyi-uz-zühûr; cild-5, Hicrî 926 Vekâyî
4) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-4, Sh. 1137
5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 288
6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 759
7) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 237
8) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 32
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 305
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 66

14 Aralık 2017 Perşembe

AMASYA ANTLAŞMASI


Osmanlı Devleti ile İran Safevî Devleti arasında yapılan ilk yazılı andlaşma. 29 Mayıs 1555’de yapılan bu andlaşma ile Osmanlı-Safevî savaşları sona erdi.
Esasen şiî îtikâdında olan ve Ehl-i sünnet îtikâdına sâhib Osmanlılara ters düşen Safevîler, ayrıca, Bizans taklitçisi hıristiyan devletlerin kışkırtmalarıyla uzun müddet Osmanlı’yı meşgul etmiştir. Osmanlı ordusu ne zaman Avrupa üzerine bir sefere çıksa, Safevîler derhâl arkadan vurarak cihâdına mâni oluyordu. Bu sebeble Osmanlı Devleti batıya yaptığı her seferden sonra bir de Safevîler üzerine sefer yapmak mecburiyetinde kalmıştı. Bu hâl, ilk iki halîfeye, Eshâb-ı kirama ve Ehl-i sünnet müslümanlara şiddetli düşmanlık yapan İran Safevîlerine karşı Yavuz Sultan Selîm Han’ın 28 Nisan 1514 senesi Cuma günü îlân-ı harb beyannâmesini göndermesiyle başladı. Bu mücâdeleler, Amasya andlaşmasına kadar 41 sene devam etti.
Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında devam eden savaşlar neticesinde, Osmanlı ordusu 1534’de Tebriz’i, 1535’de Bağdâd’ı aldı ve mücâdele gittikçe şiddetlendi. Bu sıralarda Osmanlı Devleti Avusturya ile yeniden savaşa girmişti. Şah Tahmasb, bunu fırsat bilerek elinden çıkan yerleri geri aldı. 1548’de İran üzerine sefere çıkan Kânûnî, Tebriz’i ve işgal edilen Van kalesini tekrar geri aldı. Kânûnî’nin karşısına çıkamayan Şah Tahmasb’a, Kânûnî, yazdığı bir mektubda şöyle diyordu. “... İmdi mertlik dâvası edenlere namertlikte zen gibi (kadın gibi) meydandan kaçıp, muhtefî olmak (saklanmak) düşmez!..” Osmanlı ordusu İstanbul’a döndükten sonra Şah Tahmasb yeniden ortaya çıkıp, Erciş, Adilcevaz, Bargir ve Ahlat kalelerini ele geçirmek için çalışırken oğlu da Erzurum taraflarını vuruyordu.
Kânûnî Sultan Süleymân Han 1553 senesi Ağustos ayında İran üzerine yeni bir sefere çıktı. Kışı Haleb’de geçirip, Diyarbekir, Erzurum ve Kavi yoluyla İran’a girdi. Şah Tahmasb yine ortada görünmedi. Netîcede Nehcevan, Revan ve Karabağ tarafları zabtedilerek Erzurum’a dönüldü. Kânûnî Erzurum’da iken Şah Tahmasb’ın bir elçi ve mektub göndermesi üzerine savaş durduruldu. Kânûnî Amasya’ya geçince, Tahmasb ikinci bir elçi göndererek andlaşma istedi. Bu teklif üzerine 29 Mayıs 1555’de Amasya andlaşması imzalandı.
Amasya andlaşması maddeler hâlinde şöyle idi:
1- Son olarak Osmanlı’ya geçen Ardahan, Zavşat (Arpaçay) ve Göle dolayları Osmanlısınırlarında kalacaktır.
2- Andlaşma İran tarafından bozulmadıkça, Osmanlı sınır kumandanları şartlara uyacak ve ihtilâf çıkaracak herhangi bir hâdiseye sebeb olunmayacaktır.
3- İran hacıları ziyaretlerini serbestçe yapacaklar.
4- Safevîler bütün halîfelere hürmetkar olacaklar. Taassub ile hareket etmekten vazgeçecekler.
Şiî Safevîlerin Osmanlıları üzen ve hiddetlendiren çirkin vasıflarının başlıcası; müslümanların iki gözbebeği olan ilk iki halîfe hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer’e iftira ederek dil uzatmaları idi. Osmanlı târihinde “Şeyhayna sebbü şetm” ifadesiyle bahsi geçen bu mes’ele, Ehl-i sünnet itikadında olan hakîkî müslümanları pek ziyâde üzüyordu. Kânûnî Sultan Süleymân Han şiîler ile savaşmak üzere İran seferine çıkarken, bu husustaki duygularını dile getiren bir gazel yazmıştı. İslâm’a destek olup onu duyurmanın Osmanlıya farz olduğunu, bu vazifeyi yapmaktan vazgeçerek oturmanın günâh olduğunu, bu yolda Ebû Bekr ve Ömer’in (radıyallahü anhümâ) dâima rehber olup yol gösterdiklerini, bu sebeple onlara düşman olanların üzerine asker çekmek gerektiğini aşağıya aldığımız gazelinin bir bölümünde açıkça söylemekten kendini alamamıştır.
Amasya andlaşması, Şah Tahmasb’ın 1576’da ölümüne ve İran’da karışıklıkların çıkmasına kadar, tam 21 sene yürürlükte kaldı.
Bize farz olmuş iken olmamuz İslâm’a zahir,
Nice biz oturalum bunca günâhı çekelüm,
Umarum rehber ola bize Ebû Bekr ü Ömer,
Ey Muhibbî yörüyüp, şarka sipahi çekelüm.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tabakât-ül-Memâlik (Celâlzâde Mustafa Çelebi, Üniversite Kütüphânesi, TY. 1584); sh. 213. 226
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-4, sh. 157
 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 361
 4) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 232
 5) Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri (Bekir Kütükoğlu, İstanbul-1962); sh. 5-6
 6) Târih (M. Selânikî, İstanbul-1281); sh. 90
 7) Osmanlı Devleti Târihi; (Hammer); cild-6, sh. 1685
 8) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 294

9 Aralık 2017 Cumartesi

ABDÜLKADİR CEZAYİRİ


İslâm mücâhidlerinden, ismi Abdülkâdir bin Muhyiddîn’dir. Şeriflerden olup, nesebi hazret-i Hasen bin Ali’ye dayanır. 1807 (H. 1222) senesinde Receb ayının yirmi üçüncü günü Cezâyir’in Maasker vilâyetinin Kaytana köyünde doğdu. 1883 (H. 1300) senesi Receb ayının on dokuzunda Dımaşk’ın (Şam’ın) Demir köyünde vefât etti. Şam’da Sâlihiyye’de Muhyiddîn-i Arabf nin (rahmetullahi aleyh) türbesine defnedilmiştir.
Abdülkâdir’in baba ve dedeleri Cezâyir’in Vehrân bölgesinde herkesin sevip saydığı, hürmet ettiği kimseler olup, büyük dedelerinden Seyyid Muhammed bin Abdülkâdir, Akdeniz’i bir Osmanlı gölü vapan büyük Türk denizcisi Barbaros Hayreddîn Paşa’ya Cezâyir’in fethinde yardım etmişti. Osmanlılar bu zâta ve oğullarına çok hürmet edip, îtibâr göstermişlerdir.
İlk tahsilini (eğitim ve öğretimini) Kaytana’da yapan Abdülkâdir Cezâyirî, Cezâyir ve Oran şehirlerinde büyük âlimlerden okudu. Üstün bir zekâya sahipti. Geniş bilgisi, fazilet ve takvâsıyla şöhreti her yere yayıldı. Bu manevî faziletleri yanında, cesaret, kahramanlık, ata binmek, silâh kullanmak ve diğer harp san’atlarında üstün maharet sahibi oldu.
Abdülkâdir Cezâyirî 1826 (H. 1242) senesinde babasıyla birlikte Mısır’a gitti. İslâm âleminin meşhur ilim merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyaret etti. Sonra Hicaz’a, oradan da 1829 senesinde önce Şam’a ve oradan Bağdâd’a geçtiler. Abdülkâdir Cezâyirî, Şam’da evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (rahmetullahi aleyh) ile görüşüp duâsına kavuştu. Daha sonra şerefli ailelerinin müntesib olduğu (bağlı bulunduğu) evliyânın büyüklerinden nur ve feyz menbâı Peygamber efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî’nin (rahmetullahi aleyh) mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret ettiler ve manevî yardım talebinde bulundular. Daha sonra Cezâyir’e dönüp, evvelâ münzevî (kendi hâlinde) bir hayât sürdüler. Bu sırada Cezâyir’in Fransızlar tarafından işgalini tâkib eden vak’alar kendilerini kabîlelerin başına geçmek ve vatanlarını müdâfâ etmek mecburiyetinde bıraktı.
Vehrân ve Müstefanen bölgelerindeki halk, Fransızlara karşı ayaklanarak babasını emîr seçince, babası bu işe oğlu Abdülkâdir’i lâyık gördü. Kendisi de Oran’daki Fransız kuvvetleri ile harbeden askerin kumandanı olarak cihâda iştirak etti.
Abdülkâdir Cezâyirî’nin henüz yirmi beş yaşında iken gösterdiği harikulade şecaat (kahramanlık) ve soğukkanlılığı herkesi hayran bıraktı. 1832 (H. 1248) senesi Receb ayında bütün Cezâyir’e emîr oldu. Yaptığı bî’at konuşmasında; “Eğer emîrliği (liderliği) kabul ediyorsam, bu, cihâd alanında düşmana karşı yürüyen ilk kişi olmak hakkını elde etmek içindir. Benden daha değerli ve kabiliyetli bulacağınız, îmânımızı müdâfâda hiç bir fedâkârlıktan kaçınmayacak başka biri çıkarsa, yerimi ona bırakmaya hazırım” diyerek cesaret, tevâzû ve ileri görüşlülüğünü ortaya koydu.
Abdülkâdir Cezâyirî Fransızlara karşı iki safhalı bir mücâdele yürüttü. Birincisi, 1832-1839 târihleri arasında, Fransız ordularını perîşân edip, şaşkına çevirdiği safha, ikincisi, 1839-1847 târihleri arasındaki siyâsî zaferler safhasıdır, Abdülkâdir Cezâyirî harp ve siyâsî yollarla bir çok bölgeleri ele geçirdi. Netîcede İskenderiyye veya Akka’da kalmak şartıyla, 1847 (H. 1263) senesinde General Lamoriciere’ye teslim olmak mecburiyetinde kaldı. O zamanki Fransız kralının oğlu ve komutanları sözlerinde durmayarak, onu hapsettiler. Sonra Emîr ve yanındakiler, Cezâyir vâlisi Duc d’Aumele tarafından Fransa’ya gönderildi. Bir müddet Toulon’da Lamalgue, sonra da Paris ve nihayet Anboise kalesinde bulunduruldu. Napolyon imparator olunca, Abdülkâdir Cezâyirî’ye müsâde edilip, İstanbul’a gönderildi. Abdülkâdir Cezâyirî, sultan Abdülmecîd Han’ın iltifatına kavuştu. Bursa’da kendisine tahsîs edilen konakta ikâmeti sağlandı. Abdülkâdir Cezâyirî, 1865 (H. 1272) senesindeki büyük zelzele sonrasında Şam’a gitti.
Abdülkâdir Cezâyirî, 1862 senesinde hacca gidip, iki sene sonra İstanbul’a döndü. Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişanı’yla taltif edildi. Daha sonra Şam’da ömrünü ilim ve ibâdetle geçirdi. Şan ve şöhreti doğuda ve batıda her yere yayıldı. Kerâmetleri görüldü. Kıymetli eserler yazdı. Bunlardan tasavvuf ilmine dâir yazdığı Mevâkıf kitabının her bir bölümü marifetlerle doludur. Şiirleri Nüzhet-ül-hâtır adlı kitabda toplanmıştır.
Muhârebeler sırasında, Fransız kumandanlarının ileri gelenlerinden General Dumas sonunda Abdülkâdir Cezâyirî’ye hayran kalmış ve onunla dost olmaya çalışmıştır. Ona İslâmiyet’le ilgili bir çok suâller sorarak, tatmin edici (doyurucu, olgun) cevaplar almıştır. Yirmiye yakın olan bu suâllerden biri de İslâmiyet’in kadına verdiği değer hakkındadır. Abdülkâdir Cezâyirî’nin Fransız generaline cevâbı, tam bir vakar ve nezâketle şöyledir:
“... Bu mes’elenin gerçek yüzü ve hakikati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde kadınlar büyük bir hürmeti ve değeri hâizdirler. Meselâ onlar zevcelerini pek severler ve onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarurî gereği ise hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Zevcelerine ancak kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihanet edip kötülük yaparlar.” Diğer bir hadîs-i şerîfde de Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü anhüm) hitaben buyurdular ki; “Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben, içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim.”Resûlullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, mübarek zevcelerini kendi mübarek elleri ile deveye bindirirlerdi. İslâm büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezâket ve edebleri sayılamıyacak kadar çokdur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşavere ederler. Birçok işleri zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev işlerinde reîsdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu erkeklerin işidir. Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.”

MÜMİNLERE YAKIŞAN

Abdülkâdir Cezâyirî’nin kumandan ve yardımcılarına gönderdiği mektuplar dikkate şâyân olup, bunlardan Muhammed Hasnâvî’ye yazdığı 1847 (H. 1263) tarihli mektubu şöyledir:
“... Şecaat, kahramanlık ve cömerdlîk sıfatlarıyla mevsûf olan ve Hak teâlâya tevekkül eden mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî, Allahü teâlâ sizin ve bizim hâlimizi yüceltsin. Dünyâ ve âhiretteki emellerimize kavuşdursun! Kıymetli, sabırlı mücâhid kardeşim! Allahü teâlâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin! Lütf ile hayırlar üzerinde muhafaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) şiârı, mü’minlerin mesleği ve asıl san’atıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü teâlâya hamdederim.
Gayret ve çalışmalarına sevâblar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde, sevgili Peygamberine hitaben cihâdın faziletini, kendi yolunda şehîd olmanın yüksek derecesini beyân ve ifâde buyurmuştur. Bunlar Üzerinde iyice düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah yolunda şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın fazileti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil’de de bildirilmiştir. Karşılığında Allahü teâlâ Cennet’i vâd buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi yolunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre kavuşacaklarını da müjdelemiştir. Kıymetli kardeşim, sözün kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyâ’nın hayrını dilemedikçe ona cihâd naslb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nimetin kadrini iyi bilmelisin. Dâima sizin işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı, bereketli bir zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Âmin...”
Muhammed bin Hasan Bay’a gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resulüne sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selamdan sonra şöyle demektedir:
“... Sizi tebrik etmek ve aramızdaki muhabbeti tazelemek düşüncesiyle vekilimizi gönderiyoruz. Muhakkak ki, mü’minler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi aynı ızdırâbı duyar. Hakîki mü’min, din kardeşi için sağlam bir destek ve yardımcıdır. Dâima birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise, ancak Allahü teâlânın razı olduğu şeylerde ve takva hususunda olmalıdır. Bu, Allahü teâlânın size emridir...”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-5, sh. 304
 2) Câmi-u kerâmât-il-evliyâ; cild-2, sh. 99
 3) El-A’lâm; cild-4, sh. 45
 4) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 605
 5) Kâmûs’ül-a’lâm; cild-4, sh. 3084
 6) Târih-ul-halef; cild-2, sh. 316
 7) İzâh-ul-meknûn; cild-1, sh. 326
 8) Brockelmann; Sup-2, sh. 886
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 35
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 274
11) Cühud-ul-Emir Abdülkâdir ve Hulefâihi fî Ted’îmil-cebhetiş-Şarkıyyeti; (Dr. Yahyâ bin Azîz, El-Arabî, 5. yıl, Şa’ban-1977 sayısı); sh. 1-42
12) Muâmelet-ul-Arabî li-zevcetîhi (Emir Abdülkâdir Cezâyirî, El-Arabî mecmuası, No: 219, Sefer-1397. (Şubat-1977); sh. 35-37