15 Aralık 2018 Cumartesi

KABAKÇI MUSTAFA


Sultan üçüncü Selîm Han’ı tahttan indiren âsîlerin ele başısı. Kastamonuludur. Mayıs 1807’de Osmanlı sultânına karşı yabancıların da desteği ile harekete geçen âsîlerin lideri olup, isyândan önceki hayâtı karanlıktır. Kabakçı Mustafa, üçüncü Selîm Han’ın tahttan indirilmesindeki rolü ve ondan sonraki tutarsız hareketleri yüzünden Temmuz 1808’de Alemdâr Mustafa Paşa’nın adamları tarafından Boğaz’daki evinde öldürüldü. 25 Mayıs 1807 günü başlattığı isyânıyla meşhur oldu.
Kabakçı Mustafa isyânının sebepleri çok çeşitlidir. On sekizinci asrın sonlarında Osmanlı Devleti dışta ve içeride çeşitli düşmanlarla mücâdele ediyordu. Nizam ve disiplini kalmamış olan yeniçeri ordusunun gayretsizliği neticesinde bu savaşların büyük bir bölümü mağlûbiyetle neticeleniyordu. Bu sebeple sultan üçüncü Selîm Han 1789’da saltanata geçince, ilk olarak Nizâm-ı cedîd adı verilen ıslâhat hareketlerine girişmişti. Bu ıslâhatların en önemli bölümünü ise yeniçeri ordusunun yanında ikinci talimli ve düzenli modern bir ordunun (nizâm-ı cedîd ordusu) kurulması teşkil ediyordu. Nitekim evvelâ İstanbul’da sonra da Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde kurulan Nizâm-ı cedîd-askerleri, ilk defa olarak, Mısır seferi sırasında Akka önünde Napolyon’a karşı başarılar kazandı. Ancak Nizâm-ı cedîdin kuruluşundan itibaren düşmanlık besleyen yeniçeri ocağının kini bu başarılardan sonra daha da arttı. Devlete zararları bir yana hiç bir faydalan dokunmayan; âdetleri, savaşta düşman önünden kaçmak, sulh zamanında eşkıyalık, kabadayılık ve esnaflık yapmak olan yeniçeriler, son günlerinin yaklaştığını iyice hissediyorlardı.
Bu arada sultan Selîm Han’ın ıslâhat fikirlerine karşı çıkan bâzı devlet adamları da yeniçerilerin bu huzursuzluğundan faydalanarak onları teşvik ve tahrik etmeye başladılar. Bu devlet adamlarının başında, vezir Köse Mûsâ Paşa ile şeyhülislâm Topal Atâullah Efendi geliyordu. Nitekim 1807’de Rusya ile Osmanlı Devleti arasında çıkan harp bunlara aradıkları fırsatı verdi ve derhâl nizâm-ı cedîdi ortadan kaldırmak için harekete geçtiler. Akka mağlûbiyetini bir türlü unutamayan, bu sebeple Nizâm-ı cedîde karşı özel bir kin duyan Fransızların İstanbul sefiri Sebastiani de isyânı el altından teşvik ediyordu. İlk olarak Köse Mûsâ Paşa, Mayıs sonlarına doğru, Karadeniz boğazında muhafız yeniçeri yamaklarına Nizâm-ı cedîd elbisesi giydirilmesi için Boğaz nâzırı Mahmûd Efendi’yi görevlendirdi. Fakat yamakların yanına gönderdiği Özel me’murlarda, bu tedbirin pâdişâh tarafından alındığını ve “Nizâm-ı cedîd elbisesi giyerseniz dinden çıkarsınız, giymezseniz tardedileceksiniz. Belki Nizâm-ı cedîd sizi öldürecek” fitnesini yaydı.
Bunun üzerine daha önce teşkilâtlanmış olan yamaklar; “Biz atalarımızdan beri yeniçeriyiz, nizâm-ı cedîd elbisesi giymiyoruz” diye ayaklandılar. Neticede yamakların ağaları olan Halîl Haseki durumu haber alarak, yatıştırmak istedi ise de, orada öldürüldü. Artık isyân başlamıştı. Bunu öğrenen Boğaz nâzırı Mahmûd Efendi, iskeleden kayıkla Büyükdere ocağına sığınmak için yola çıktı. Arkadan yetişen yamaklar onu ve hizmet erini de öldürdüler. Mahmûd Efendi’nin mühürdarı, İstanbul’a gelen kayıkçılardan hâdiseyi öğrenince, kethüda İbrâhim Efendi’ye haber verdi. Bâb-ı âlî vaziyeti öğrenince bir toplantı yaparak durumu görüştü. Kaymakam Mûsâ Paşa’nın; “Bir kazadır olmuş, yamaklar da yola gelmek üzeredir” demesi üzerine sultan üçüncü Selîm, gerekli tedbirlerin alınarak eşkıyanın dağıtılmasını ve zararlarına son verilmesini emretti. Neticede yamakları yumuşatmak ve yatıştırmak üzere bir hey’et gönderilmesi kararlaştırıldı. Gönderilen hey’et onlara nasîhat yerine gayret ve cesaret verdi.
Bu durumdan cesaret alan âsîler, Büyükdere çayırında toplanarak Kabakçı Mustafa’yı lider seçtiler. Müslüman ve hıristiyan her kim olursa olsun hiç bir kimsenin ırz, can ve malına dokunulmamak, eğer dokunan olursa îdâm olunmak ve şeyhülislâm tarafından tasdik edilmedikçe birşey istememek, Atmeydanında toplanarak Bâb-ı âlî’den yapılacak isteklerine izin verilmedikçe dağılmamak üzere aralarında yemin edip, İstanbul’a doğru hareket ettiler. Rastladıkları serseriler de âsîlere katılıyordu. Tarabya’ya geldikleri vakit sayıları bine yaklaştı. İsyancılar Balta limanı ve Bebek’ten geçerlerken Levend çiftliğinden bir bölük Nizâm-ı cedîd askeri indirilip, dağıtılabilecekleri hâlde, Köse Mûsâ Paşa nizâm-ı cedîd askerlerine kışlalarından çıkmamaları emrini gönderdi. Tophane’den geçen âsîlere karşı koymaya hazırlanan Topçu ocağına, Köse Mûsâ Paşa; “Karşı gelinmesün, bu iş cümle ittifakıyledür” haberini gönderdi. İsyancılara önce topçular sonra da cebeci ocağı katıldı. Kabakçı Mustafa, âsîleri Atmeydanı’nda topladı. İsyanın bu hadde gelmesi üzerine sultan Selîm Han, müslüman kanı dökülmesini istemedi ve; “Bu işlere sebep, benim hilmimdir! (Yumuşak huyluluk)” dedi. Köse Mûsâ Paşa, âsîleri teskin edeceğini Sultân’a bildirerek, nizâm-ı cedidin kaldırıldığına dâîr bir hatt-ı hümâyûn çıkarttı. Bu arada Mûsâ Paşa, Kabakçı’ya on bir kişinin isimleri bulunan bir liste gönderdi. Kabakçı, âsîlere; “Bu on bir kişi memleketi harâb edenlerdir, ölü veya diri pâdişâhtan bunları istemeliyiz” dedi. Asîler, Kabakçı’nın bu fikrini kabul ettiler. Sultan Selîm Han, fazla kan dökülmemesi için isyâncıların bu isteğini yerine getirdi ve sarayda bulunanları teslim etti. Zîrâ Sultan onların bu isteklerinin yerine getirilmediği takdirde, zorla saraya girip isteklerini gerçekleştireceklerini biliyordu. İsyancılar, listede ismi geçenleri çeşitli işkencelerle katlettiler. Fakat yamakları isyana teşvik eden devlet ricali bu kadarını kâfi görmedi ve tekrar onları kışkırtarak Pâdişâh’ın tahttan indirilmesini istemelerini telkin ettiler.
Kabakçı Mustafa, şeyhülislâmı Atmeydanı’na davet ederek; “Sultan Selîm’in saltanatta istiklâli yok. Hükümeti bir takım zâlimlerin eline verdi. Hükümete getirdikleri de fukaraya ve reâyâya zulüm yapıyorlar. Böyle bir pâdişâhın hilâfeti caiz midir?” diye sordu. Şeyhülislâm; “Değildir” diye cevap vererek hal’ fetvasını yazdı. Bunun üzerine âsîler; “Sultan Selim’i istemiyoruz, sultan Mustafa efendimizi istiyoruz” diye bağırmaya başladılar. Bir hey’et hal’ fetvasını pâdişâha götürdü. Selîm Han, derin bir acı ile pâdişâhlıktan çekildiğini bildirdi.
Sultan Selîm Han’a saltanattan ferâgattan önce ordu-yı hümâyûnu İstanbul’a çağırarak isyanı bastırması teklif edilmişti. Bu teklife verdiği cevap “Olmaz, sonra Rus orduları Çatalca’ya kadar gelir” oldu. Böylece en büyük felâket ânında dahi devlet ve memleketi düşünerek hareket etti. Osmanlı tahtına yeğeni dördüncü Mustafa Han geçti, istekleri yerine gelen isyâncılar dağıldı.
Kabakçı Mustafa’ya, turnacı başılık rütbesi, yardımcılarından Arnavut Ali’ye Anadolu kaleleri nezâreti ve ağalığı, Bayburtlu Süleymân’a tersâne-i âmire sancağı kaptanlığı verildi. Köse Mûsâ Paşa, öldürülen devlet adamlarının hazîneye devredilmesi gereken mal, mülk ve yalılarına sahip çıktı. Böylece ihtilâlcilerle el birliği yapanlar istedikleri maddî menfaatleri de sağladılar. Bundan böyle devlet işlerine karışmamaları, şartıyla, yeni sultan tarafından yeniçerinin kabahatli tutulmayacağını bildiren bir hatt-ı hümâyûn yayınlandı. Kabakçı Mustafa’nın başarılı olması Tuna’da Ruslarla savaşan ve Yeniçerilerden kurulu orduda büyük bir sevinç meydana getirdi. O sırada orduda bulunan yenilik tarafdârı devlet adamları Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa’nın yanına sığındılar.
Kabakçı Mustafa isyânı, Osmanlı Devleti’ne maddî ve manevî bir çok zararlar verdi. Devletin ilerlemesi için gerekli olan kabiliyetli devlet adamlarının öldürülmesi kayıpların en büyüğü idi. Büyük emekler harcanarak kurulan Nizâm-ı cedîd’in kaldırılması ise maddî yönden olan kayıplardandır. İsyandan kısa bir süre sonra Rusçuk âyânı Alemdâr Mustafa Paşa, İstanbul’a gelerek ihtilâlin ele başılarını öldürdü ve sultan İkinci Mahmûd Hân’ı tahtta geçirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-5, sh. 77
2) Kabakçı Mustafafa (A. Refik, İstanbul-1331)
3) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 132
4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 85
5) III. Selîm’in Biyografisi (Ahmed Cevâd Eren, İstanbul-1964); sh. 61
6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2810
7) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 402
8) Büyük İslâm Târihi; cild-11, sh. 339
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 92

OSMANLI EDEBİYATI




Osmanlı Devleti zamanında ortaya konan edebiyat. Selçukluların dağılmasına kadar bir varlık gösteremeyen ve sâdece konuşma dilinde kalan Oğuz Türkçesi, Türkiye Selçuklu Devleti’nin yıkılması üzerine, ortaya çıkan beyliklerin hükümet merkezlerinde birden bire serpilmeye başlamış ve yeni yeni kültür merkezleri ortaya çıkarmıştır. Orta Türkçe’nin Oğuz kolu böylece Selçuklu Türkçesinden sonra yerini, Osmanlı Azerî sahası Türkçesini birleştiren Eski Anadolu Türkçesine bırakmıştır.
Beylikler devrinde Anadolu’nun çeşitli yerlerinde kültür merkezleri teşekkül etmiş, halkın kültüre yönelmesi; tebeanın terbiyesi için müellifleri Türkçe yazmaya zorlamış, beyler de bu hâle yardımcı olmuşlar ve Türkçe’ye gereken değeri vermişlerdir. Karamanoğlu’nun Türkçe üzerinde durmasına rağmen beylikler içerisinde kültür faâliyetlerinin en fazla olduğu beylikler, Germiyan ve Osmanlı beylikleri olmuştur. On üçüncü asrın son çeyreğinde Türkçe, resmî yazışma dili olarak kendisini göstermiştir. Müelliflerin Türkçe eser yazmaları başlıca şu sebeplere bağlı idi: 1- Pâdişâhların ve emirlerin isteği ile Türkçe eser yazmaları ve bunlarla kültür faaliyetlerini desteklemeteri, 2- Tamâmen Türk olan tebeanın Türkçe öğrenme istekleri, 3- Tarikat büyüklerinin halkı irşâd maksadı ile Türkçe yazıp, söylemeleri, 4- Müellifin, mensubu bulunduğu millete ilim yönünden hizmette bulunması, hayır duâ ile anılma ve unutulmama düşüncesi, 5- Meslek gayreti, 6- Mevzuda çeşitlilik ortaya koyma düşüncesi, 7- İbret için eser yazma, 8- Müelliflerdeki Türkçe şuuru.
On üçüncü asırda verilen eserler pek az olmasına rağmen çeşitli bölgelerde bir parıltı durumunda kalır. Anadolu’da Türk Edebiyatının ne zaman başladığını kestirmek zordur. Selçuklular zamanında bir sözlü edebiyatın varlığı dâima mevcuttu. Fakat Anadolu’da ilk eserlerin neler olduğu bilinmemektedir. Devrin içinde bulunduğu kargaşa, bütün yazılanların kaybolmasına sebeb olduğu sanılmaktadır. II. Murâd Han zamanından îtibâren Anadolu’da Türk birliğinin kurulmasından sonra bütün kültür faaliyetleri Osmanlı sarayına taşındı. Türklüğün en büyük yazı dili olan Oğuz Türkçesi ile, sayısız eserler vücûda getirilerek, Osmanlı, Türk kültürünün hâmisi olarak târihteki yerini aldı. Türk dili devlete izafeten Osmanlıca olarak adlandırıldı.
On üçüncü asırda karşılaşılan simaların başında, eserlerinde yer yer Türkçe kelimelere ve mülemmâlara yer veren Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) görülmektedir. Bunu takiben oğlu Sultan Veled’in (1226-1312) Türkçe manzumeler yazması, ayrıca hakkında çok fazla bilgi bulunmayan, Bahâeddîn Veled’in talebelerinden olduğu söylenen Ahmet Fakih’in, dünyânın geçiciliğini ve rüya olduğu konu edilen 83 beytlik Çarhnâme’si ile Evsâf-ül-mesâcid adlı Mesnevîleri bu asırda zikredilmesi gereken eserlerin başında gelmektedir. Bunun yanında, Şeyyâd Hamzanın Yûsuf ile Zelîha’sı ile Dâsitân-i Sultan Mahmûd Mesnevîsi zikre değer eserlerdir. Diğer taraftan tasavvufî ve dînî konuları işlemekle beraber, İran şiirinin özelliklerini taşıyan gazellerinde mazmunlara yer vererek Osmanlı edebiyatının temelini ve nüvesini teşkil eden ve dîvân şiirinin ilk temsilcisi sayılan Hoca Dehhânî bu asrın önemli şairlerindendir: Yine bu asırdaBattalnâme, Dânişmendnâme yazıya geçirilmiştir.
On üçüncü asrın ikinci yarısından sonra, yalnız devrinin değil, her zaman ve her yerde kendisini kabul ettiren edebiyatımızın en büyük şâirlerinden olan Yûnus Emre yetişmiştir. Selçuklu devri sonu ile Osmanlı devri başında yaşıyan, şiirlerine mecmualarda rastlanan Yûnus Emre’nin nereli olduğu belli değildir. Yadigâr olarak bıraktığı, dili çok açık ve anlaşılır olan Dîvân’ından, onun tahsilli, İslâmî ilimlere vâkıf bir Türk dervişi olduğu ve bir çok yerleri dolaştığı anlaşılmaktadır. Eserlerinde ilâhî aşkı, varlık-yokluk ile hayât ve ölümü işleyen, Yûnus Emre kadar ölümü içli ve samîmi anlatan şâir çok azdır. Yâlnız kendisinden sonra bâzı Yûnuslar ortaya çıkmış ve şiirleri onlarınki ile karıştırılmıştır.
On dördüncü asırda, on üçüncü asra göre eserlerin bir hayli çoğaldığı, konu ve türde çeşitliliğin arttığı görülmektedir.
Bu yüzyılda Yûnus Emre’nin Dîvân’ından başka dîvânlar görülmeye başlandı, özellikle Mesnevî alanında yazılan eserler, bu devrin edebî hareketine çeşitlilik ve canlılık kazandırmıştır. Gerçekte bu asır, klasik edebiyatının kuruluş devridir. Dînî, tasavvufî, ahlâkî konular dışında eser veren şâirler çoğalmış ve din dışı Mesnevîler bir hayli fazla yazılmıştır. Manzum aşk ve mâcerâ hikâyeciliğine yer verilmesi, mesnevî tarzının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. Yûnus Emre’nin 1307’de yazdığı 562 beytlik Risâlet-ün-nüshiye’si asrın ilk Mesnevîsidir. Dînî destânî Mesnevîler, edebî ve ilmî mâhiyetteki Mesnevîlere nisbetle daha fazla görülür. Bu asırda yazılan Mesnevîlerin sayısı, ele geçmeyenler hâriç elli sekizi bulmaktadır. Bu Mesnevîlerden bâzıları beyler adına yazılmıştır. Bunlar arasında Maktel-i Hüseyn, Felahnâme, Tabiatnâme, Hurşidnâme ve İskendernâme sayılabilir.
Bu yüzyılda Türkçecilik şuuru ile karşılaşılmaktadır. Şâirlerin hemen hepsi bu açıdan eserlerini vermeye çalışmışlardır. Türkçe hakkında eserlerinde çeşitli görüşlere yer vermişlerdir. Bu yüzden Anadolu’da, bir millî edebiyat çağının açılmasında rol oynamış ve millete değer vererek kalıcı eserler bırakmayı başarmışlardır.
Anadolu sahasında olmaları bakımından siyâsî birliğin yanında ve sonradan Osmanlıların gayreti ile kültür alanında sağlanan birlik gozönüne alınarak, bu asrın bütün şâir ve müelliflerini, hangi sahada olursa olsunlar, Osmanlı Türk edebiyatının bir başlangıcı olarak almak gerekmektedir. On dördüncü asırda yazılan Mesnevîler kısmen, kurulmakta olan Dîvân edebiyatı ile Halk edebiyatı arasında gerek mevzu, gerekse tür itibariyle bir köprü teşkil eder. Bunun yanında bir millî birlik arayışı da devrin eserlerinde görülür. Ayrıca dînî konular ağır basar. Bütün bunlardan ayrı olarak Dede Korkut Hikâyeleri önceki asırda teşekkül etmesine rağmen bu asırda yazıya geçirilmiştir.
On beşinci asırda Osmanlı edebiyatı gelişerek yaygın bir temele yerleşmiştir. Bu asrın başında Ankara savaşı (1402) gibi arzu edilmeyen bir hâdisenin bulunması, Anadolu siyâsî birliğini geciktirdiği gibi, kültürdeki dağınıklığın da devamına sebeb olmuştur. On beşinci asrın önceki asırlardan farkı edebiyatta Mesnevî türünün devam etmesinin yanında, nesir eserlerin ve dîvânların fazlalaşması, millîliğe önem verilerek târih şuuru açığa çıkarak, Osmanlı târihinin yazılmaya başlanmasıdır. Bu asırda da dînî mesnevîler ağırlık kazanır. Bunların başında Ahmedî’nin ve Süleymân Çelebi’nin Mevlid’i gelmektedir. Ayrıca didaktik olan ve nasîhatnâme türünden eserler de görülmektedir. Ayrıca tasavvufî eserler de mevcuttur.
Sultan İkinci Murâd Han’ın devrine kadar, mesnevî alanında verilen eserler yirminin üstündedir. Bu asırda ve bütün bir Osmanlı Türk edebiyatında varlığını sürdürecek ve günümüze kadar Türk milleti tarafından tutulacak eserlerin başında, Süleymân Çelebi’nin 1410 yılında tamamladığı ve Bursa’da yazdığı Mevlid’i (Vesîlet-ün-necât) gelmektedir. Bu asır eserlerinin arasında Yazıcı Salih’in Şemsiyye’si, Ahmedî’nin;İskendernâme, Çemşîdü Hurşîd ve Tervîh-ül-Ervâh’ı yanındaCamasbnâme Tercümesi, Vasiyet-i Nûşinrevân, Mensûrnâme, Tıbb-i Nebevî Tercümesi sayılabilir.
Sultan İkinci Murâd Han bu asrın ikinci çeyreğinde ilim ve kültür hayâtına büyük bir canlılık getirmiştir. San’ata, ilme ve fenne düşkünlüğü, şairliği, ilim adamlarına verdiği kıymet sayesinde artık Osmanlı sarayını Türk ve İslâm dünyâsının merkezi hâline getirmeye başlamıştır. Kuruluşundan beri devletin hayâtında görülen kültür faaliyetleri ancak İkinci Murâd Han devrinde şahsiyetini bulmuş ve pek çok eserin millî açıdan te’lif ve tercüme edilmesine, hattâ bu pâdişâh adına manzum ve mensur pek çok eserin yazılmasına ve Osmanlı Edebiyatının gelişmesine sebeb olmuştur. Devrinde Osmanlı sarayı, ilmin ve san’atın merkezi hâline gelmiştir. Murâd Han’ın etrafında Hacı Bayram-ı Velî, Emîr Buhârî gibi devrini ahlâkî yönden dirilten ve cemiyetin terbiyesini üstlenen büyükler, Molla Yegân, Molla Gürânî, Alâaddîn-i Tûsî, Şerâfeddîn-i Semerkandî, Acem Sinân, Alâaddîn Ali Arabî, Fahreddîn-i Acemî ve Seydî Ali Acemî gibi Arabistan’dan, Türkistan’dan ve Kırım’dan gelmiş âlimler yer almıştır.
Tezkirelerin kaydettiğine göre, Osmanlı pâdişâhları arasında ilk şiir söyleyen de ikinci Murâd Han’dır. Zamanında Türk-Siyâsî birliğinin kurulmaya başlanması ile kültür ve san’at faaliyetleri Osmanlı sarayına taşınmıştır. Devrinde yazılan mesnevîler konu itibariyle daha ziyâde dînî, tasavvufî, aşk ve mâcerâ, târih-hamâsî, ahlâkî ve dînî, destanımsı-efsânevî, nasîhatâmiz, ansiklopedik ve mizahîdir. Bunlara örnek olarak Balıkesirli Devletoğlu Yûsuf’un Kitâb-ul-Beyân’ı, Muhammed Hatiboğlu’nun Ferahnâme’si, Şeyh Elvân-ı Şîrâzî’nin Gülşen-i Râz’ı, Yûsuf Sinâneddîn’in Hüsrev ü Şîrîn’i sayılabilir. 126 beytten meydana gelen ve Şeyhî tarafından yazılan Harnâme’de, Osmanlı edebiyatı içinde ilk defa mizaha ve hicve yer verilmiştir, İlhamını Arapça bir atasözünden alan Şeyhî, eserinde tabiî ve canlı bir dil kullanmıştır. 1436’da Muinüddîn bin Mustafa tarafından yazılan Mesnevî-i Murâdiyye, 14.404 beytten ibaret olup, devrin en hacimli eseridir ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin birinci defterinin tercüme ve şerhidir. Sultan İkinci Murâd zamanında yazılan ve mevzuu bakımından dikkati çeken tek eser Gelibolulu Zaîfî tarafından yazılan ve Sultan’ın savaşlarına yer veren Gazâvât-i Sultan Murâd İbni Muhammed Han adlı eseridir.
On dördüncü asrın diğer eserleri arasında Kasım bin Muhammed Karahisârî’nin İrşâd-ül-mürid ilel-Murâd’ı, Kemâleddîn bin Îsâ el-Dumeyrî’nin Hayât-ül-Hayavân’ı, Mansûr bin Muhammed Şirvânî’ninTuhfe-i Murâdî’si, Mercimek Ahmed’in Kâbusnâme Tercümesi,Yazıcıoğlu’nun Târih-i Âl-i Selçuk’u, İbn-i Celâleddîn’in İbn-i Kesir Târihi Tercümesi, Muhammed bin Kâdı Manyas’ın Aceb-ül-U’câb’ı, Arif Ali Molla’nın Dânişmendnâme’si, Mustafa bin Seyyid’in Cevâhirnâme-i Sultan Murâdî’si, Mehmed bin Abdüllatîf’in Bahr-ül-Hikem’i, Hızır bin Abdullah’ın Kitâb-ül-Edvâr’ı, Mü’min’in Tâhire-i Murâdiyye’si ileMiftâh-ün-nûrve Hazân-is-sürûr adlı eserlerin zikredilmesi gerekir.
On beşinci yüzyılda Osmanlı sarayının kudretli şâiri Şeyhî idi. Sultan İkinci Murâd’dan sonra Şeyhî, yerini Ahmed Paşa’ya bıraktı. Fâtih zamanında Osmanlı Türkçesi’nin en güzel sesini aksettiren Ahmed Paşa, Sultân-üş-şuarâ (şâirlerin sultânı) ünvânını almıştır. İnce, zarîf, nüktedân, keskin zekâlı ve hazır cevap bir şâir olan Ahmed Paşa, aynı zamanda Fâtih’in sohbet arkadaşı idi, Ahmed Paşa ile Osmanlı edebiyatına nazîrecilik de girmiştir. Yine târih düşürme san’atı da onda önemli yer tutmaktadır. Bu asırda Necati, Türkçe’yi en güzel bir şekilde kullanan şâirlerin başında gelir. Bu yüzden sesi asırlara hâkim olarak te’siri devam etmiştir. Devrin diğer şâirleri arasında Hümâmî, Atâyî, Safî, Cemâli, Adnî, Nisanî, Melihî, Sadî-i Cem, Mesîhi ve Aydınlı Visâlî sayılabilir.
On beşinci asırda dîvânların çoğalmasına karşılık mesnevî edebiyatı da varlığını devam ettirmektedir. Yûsuf ile Zelîha, Kıyâfetnâme, Tuhfetü’l-Uşşak, Leylâ ve Mecnûn ve Mevlid adlı eserlerden meydana gelen Hamse sahibi Akşemseddînzâde Hamdullah Hamdi, mesnevî yazanların başında gelmektedir. Devrin diğer bir mesnevî şâiri de Edirneli olan ve Revânî diye de anılan meşhur İlyas Şücâ Çelebi’dir. Dîvân’ından başka İşâretnâme adlı bir Mesnevîsi vardır. Şiirlerinde mahallî renklere rastlanılan Revânî’nin İşâretnâme’si ile Osmanlı edebiyatında yeni bir konu işlenmiştir. On altıncı asrın başlarında konulardaki çeşitlilik daha da genişleyerek, Osmanlı edebiyatı çok fazla bir gerçekçiliğin içine girmiştir. Ayrıca Sinân Paşanın Tazarrûnâme’si, Maarifnâme’si ve Tezklret-ül-evliyâ’sı ile Ali bin Hüseyin’in Tâc-ül-Edeb adlı eserleri bu asırda yazılanlar arasında saymak gerekir.
On beşinci asırda Halk edebiyatı olarak Hacı Bayrâm-ı Velî ile başlayan bir ekol, daha ziyâde tekke içi edebiyatı olarak devam etmiştir. Din dışı mevzularda ise, Osmanlı destanları, bir destan havası içinde, efsânevî Osmanlı târihini işleyerek Halk edebiyatı sahasında yeni bir çığır açmıştır. Fakat bunların bâzıları tam olarak ele geçmemiştir.
On altıncı asır, şâir pâdişâhlarla devam eder. Bu durum, taşrada şehzâde mahfillerine kadar genişlediği gibi, şiirlerinin bir kısmını Osmanlı Türkçesi ile terennüm eden ve Osmanlı Devleti’ne bağlı Kırım hanları sarayına kadar uzanmıştır. Böylece hükümdarların ilimden ve şiirden kültür faaliyetlerine katılıp hoşlanmaları, âlimleri ve şâirleri etrafına toplamalarına sebeb oldu. Devletin bu asırda ulaştığı sınırlar göz önüne alınınca, gerek mahallî ve taşralı, gerekse İstanbul içinden edebiyatın hemen her sahasında saymakla bitmez şâirlerin yetişmesi devrin bir başka hususiyetidir. Ayrıca bu asırda sakînâmeler, kırk hadîsler, şehrengizler, gazâvâtnâmeler ve bu cinsten eserler olan Selîmnâmeler, Süleymânnâmeler, hicivler, tarîkler, makteller, şikâyetname gibi mektûblar, işleniş tarzı ne olursa olsun, bir mevzu genişliğine sebeb olmuşlardır.
Başta Dîvân’ı olmak üzere, Şevâhüd-ün-Nübüvve, Ne-fehât-ül-üns,İbretnâme, Şeref-ül-insan, Maktel-i İmâm-ı Hüseyn, Hüsn ü dil, Letâif gibi eserlerin yazarı olan Mahmûd Lâmiî (1472-1532) bu asır edebiyâtçılarındandır. Tokatlı Kemâlpaşazâde ise, on altıncı asrın ikinci çeyreğinde Dîvânı, Esrarnâme tercümesi, Yûsuf ile Zelîha ve ikinciBâyezîd’in işareti üzerine yazdığı Tevârih-i Âl-i Osman adlı eserleri ile dikkati çeker. Asrın; cild cild gazel yazan, bir noktada Bakî gibi kudretli şâirlerin yetişmesini sağlayan şâiri Zâtî’dir (1471-1546). Sahaflar’daki dükkânını, şiir mahfili hâline getiren Zatînin en büyük eseri Dîvân’ıdır. Ayrıca Mesnevî olarak Şem’ü Pervane, Ahmed ü Mahmûd, Siyer-i Nebîve Mevlid gibi eseri vardır.
Kânûnî Sultan Süleymân devrinde taşradaki sesler de İstanbul’da yankılanmıştır. Bunlardan birisi, Azerî Türk edebiyatı içinde dil bakımından yer alsa bile, gönüldeki bağla İstanbul’a bağlanan Fuzûlî’dir. Diğeri ise, Vardar yenicesinden seslenen Hayâlî’dir. Otuz civarında eser veren Fuzûlî’nin Bağdâd gibi büyük bir kültür merkezinde yaşamasının, eserlerinin çeşitliliğinde ve konuları işleyişindeki derinlikte önemli bir te’siri olmuştur. Dîvân’ı yanında Leylâ ile Mecnûn ve mensur Hadîkat-us-Suedâ’sı mühim eserlerdendir. Ayrıca mektûbları zikre değer.
Bu asırda mizah edebiyatının temsilcisi, genç yaşta hayâtını kaybeden şâir Figânî’nin sâdece bir Dîvânçe’si vardır. Trabzonlu olan bu şâir, 1532 senesinde bir iftiraya kurban giderek öldürülmüştür. Gazâlî de bu yönü ile tanınan asrın diğer bir şâiridir. Asrın üçüncü çeyreğinde ölen Emrî de, muamma ve târih düşürmeye hevesli olmasına rağmer, hiciv şiiri yazan şâirler arasında yer alır. Ayrıca bu devrin dîvân sahibi olan iki büyük şâiri Nev’î ile Rûhî-i Bağdâdî’dir. Kırk yaşına geldiği zaman şâir, cengâver kudretli büyük bir hükümdarın ölümüne ağlayan ve mersiyesi ile canlı ve içli bir şekilde bu hâdiseye yer veren, devrin ünlü hocalarından ders gören, medrese havasının çekiciliğine kapılan ve yetişmesi ile şeyhülislâmlık makamına liyâkat kesbeden, hâsılı asrın ikinci yarısını dolduran ve Kânûnî Sultan Süleymân Han’a candan bağlı olan şâir Bakî (1526-1600) asrın Sultân-üş-şuarâsıdır. Söz dizmede ve seçmede ona yetişen şâir yoktur. San’atı yüce, hissi ve duyuşu derin olan Bakîyi daha sonra taklid eden şâirler çıkmış ve Bakî mektebi kurulmuştur. İmparatorluğun dört bir yanından ses veren şâirler onun gibi söylemeye gayret ederek bu mektebin devamını te’min etmişlerdir. Dîvân’ından başka Meâlimü’l-Yakîn, Fezâilü’l-Cihâd gibi mensur eserleri vardır.
Mesnevi edebiyatı on altıncı yüzyılda görülen dîvânlarla eşit durumdadır. Kara Fazlı (? -1563), Nahlistân adlı mensur hikâyesi yanında, Lehcet-ül-Esrâr, Hümâ ve Hümâyûn ile Gül ü Bülbül adlı Mesnevîleri yazmıştır. Bu asırda Mesnevî türünde Azerî İbrâhim Çelebi’nin Nakş-ı Hayâl, Ravzât-ül-Envâr’ı, Bursalı Cenânî’nin Mahzen-el-Esrâr’ı, Riyâz-ül-Cinân ve Cilâ-ül-Kalb adlı mesnevîleri ve Lârendeli Hamdî’nin Kıssa-i Leylâ vü Mecnûn’u sayılabilir.
Bu asrın Gencine-i Rab, Kitâb-i Usâl, Yûsuf ü Züleyhâ, Şah u Gedâ ve Gülşen-i Envâr adlı mesnevîleri ile hamse sahibi olan Taşlıcalı Yahyâ Lâmii Çelebi’nin yanında mesnevîleri ile ayrı bir yer tutar.
On altıncı asırda nesir sahasında belli başlı eserler târih ve tezkire alanında verilmiştir. Bu sahada Kemâlpaşazâde Şemsüddîn Ahmed’in Tevârih-i Âl-i Osman’ı, Tosyalı Celâlzâde Mustafa Çelebi’nin (1494-1517) Tabakât-ül-Memâlik fî Derecet-il-Mesâlik’i, Lütfî Paşa’nın (1488-1563) Asâf-nâmeve Tevârih-i Âl-i Osman’ı, Selânikî Mustafa Efendi’nin Rûznâme-i Hümâ-yûn’u, Hoca Sâdeddîn Efendi’nin Tâc-üt-Tevârih adlı eserleri yer almaktadır. Devrin başka bir tarihçisi Gelibolulu Ali’dir. En mühim eseriKünh-ül-Ahbâr’dır.
Beylikler devrinden on altıncı asra kadar hemen her sahada gittikçe genişleyen Osmanlı edebiyatında, şiir mecmûalarıyla başlayan zevk üstünlüğü, bu asırda tezkirelerin ortaya çıkmasına sebeb olmuştur. Tezkirecilik daha önceleri İran ve Çağatay Türkçesi edebiyatlarında görülmüştür. Osmanlı tezkirecileri bilhassa kendilerine örnek olarak,Devletşâh ve Nevâî tezkirelerini seçmişler ve bu klâsik tarzın takipçisi olmuşlardır. Bu asrın tezkirecilerinin başında dîvân sahibi olan Sehî (öl. 1548) Heşt Behişt adlı tezkiresiyle ilk sırada yer alır. Latîfî’nin (1491-1582) kendi adı ile anılan Latîfî Tezkiresi, Âşık Çelebi’nin (1520-1572)Mesâir-üş-şuarâ’sı, Kınalızâde Hasan Çelebi’nin Tezkiret-üş-şuarâ’sı, Gelibolulu Ali Efendi’nin Künh-ül-Ahbâr adlı eserinin son bölümü, Ahdî’nin Gülşen-i Şuarâ’sı bu asırda yazılan tezkirelerin başlıcalandır. Ayrıca Mecmâ-un-nezâir ve Câmi-ül-meâni gibi antolojiler de bu asırda görülen şiir mecmualarıdır.
Bu yüzyılda ayrıca seyahat edebiyatı da başlamıştır. Seydi Ali Reis (öl. 1562) bu sahada Kitab-ül-Muhit ve Mir’at-ül-Memâlik adlı eserleri yazmıştır. Bundan başka Pîrî Reis’in Kitâb-ı Bahriye’si bu asırda yazılmıştır. Bu asırda da Halk edebiyatında, tekke şâirleri ön plânda yer almaktadır. Bunlar arasında Şeyh İbrâhim Gülşenî, Ahmed-i Sârbân ile Ümmî Sinân’ın önemli mevkileri vardır. Ayrıca Muhyiddîn Üftâde (öl. 1580) Seyyid Seyfullah Halveti ve İdris-i Muhtefî (öl. 1615), bu asırda yetişen mutasavvıflar arasında yer alır. Bunların hepsi devlete bağlı, millete inanan, bir bakıma halkın terbiyesini üzerine alan tekke şâirleridir. Fakat bu asrın azılı Osmanlı düşmanı ve ihtilâlci şâir Pîr Sultan Abdal’ın halk edebiyatında devlete ihânet yönünden ayrı bir yeri vardır.
Halk edebiyatı içinde bu asrın zikre değer diğer şâirleri; Kul Mehmed, Öksüz Dede, Çıldırlı Hayalî ve Köroğlu’dur. Bir celâlî eşkıyası olduğu söylenen Köroğlu, kendi adı ile anılan Köroğlu Destanı’nın kahramanıdır. Te’sirleri on yedinci asır Osmanlı saray edebiyatına da ulaşan bu edebiyat sayesinde, dîvân şiirinde bile mahallîlik ortaya çıkmış, hattâ devrin Nedîm gibi ünlü şâirleri bu cereyanın içinde türkü bile yazmıştır.
On yedinci asırda halk edebiyatı, yine tekke ve saz kolu olmak üzere iki kolda genişlemiştir. Bu yüzyılın tekke edebiyatı içinde yer alan başlıca şahsiyetleri; Âdem Dede, Azîz Mahmûd Hüdâî ve Niyâzî-i Mısrî’dir. Bu şâirlerin hepsi bir tarîkate mensup olup, evliyânın büyüklerindendirler. Onlar meydana getirdikleri mahfillerde, halkı irşâd ve terbiye yönüne gitmişler ve te’sirli şiirler söyleyerek eserler meydana getirmişlerdir. Âdem Dede, mevlevî olup, zekî, nüktedân, arif ve hoşsohbet bir zât idi. Arapça ve Farsça şiirlerinin yanında, Türkçe gazelleri de vardır. Onun en mühim özelliği Mevlevîlik içinde hece ile Yûnus tarzında şiirler söylemesidir. Azîz Mahmûd Hüdâî ise, Celvetiye yolunun kurucusudur. Dîvân’ından başkaNefâis-ül-Mecâlis ve Câmi’ül-Fezâil adlı eserleri vardır. Niyâzî-i Mısrî, Halvetiyye yoluna mensup olup, Mısır’da tahsîl gördüğü için Mısrî denilmiştir. Yûnus Emre’nin on yedinci asırdaki sesi olup bâzı şiirlerini şerh etmiştir. Arapça ve Türkçe çeşitli eserleri mevcuttur.
Osmanlı saz şâirleri ise bu asırda alabildiğine çoğalmıştır. Muhtelif askerî topluluklar içinde saz şâirleri yetiştiği gibi, ülkenin dört bir tarafında pek çok saz şâiri çıkmıştır. Saz şâirleri arasında en önde geleni, Karacaoğlan’dır. Şiirlerinden anlaşıldığı gibi, onun bütün devletin topraklarını dolaştığı görülmektedir. Zekî ve hisli bir Türkmen olan Karacaoğlan, halk dilini ve halk zevkinin bütün inceliklerini konuşturmuştur. Şiirinde içtimaî mes’eleler, âdetler, gelenek ve görenekler yer aldığı gibi, san’atlı söyleyişi, tasvirlere ve mecazlara yer vermiştir. Gevheri ve Âşık Ömer de devrin halk şâirleridir. Gevheri, devrinin sosyal hayâtına ve cemiyet dâvalarına fazla ilgi duymadığından, âşıkane duygularla söylediği şiirlerle tanınmıştır. Koşma, semaî, türkü ve türkmânî gibi şiirlerinde dîvân şâirlerinin kullandığı kelime ve kâfiyelere yer vermiştir. Âşık Ömer, savaşlara katılmasının verdiği bir hâlle; Rus, Avusturya ve Venedik harplerine âid manzumeler yazmıştır. Gezici bir şâir olması, Âşık Ömer’in diğer bir yönüdür. Şiirlerine nazireler söylenmiştir. Bu asırda yetişen şâirler arasında Kuloğlu, Kâtibi, Kayıkçı Kul Mustafa, Öksüz Ali, Keşfi, Üsküdâri, Memioğlu, Şâhinoğlu, Mecnûn da sayılabilir. Yine bu asırda Kerem ile AslıÂşık Garip gibi hikâyeler teşekkül etmiş, Karagöz ve Kukla oyunu ortaya çıkmıştır.
On yedinci asırda dîvân şiiri, devletin duraklama devrine girmesine rağmen yükselmesine devam etmiştir. Bu asrın pâdişâhları da şiiri elden bırakmamışlardır. Adlî mahlasını kullanan sultan üçüncü Mehmed ile şiirlerinde Peygamber efendimize duyduğu derin muhabbet ve saygıyı eksik etmeyen ve Bahtî mahlası ile şiirler yazan sultan birinci Ahmed, Fârisî’yi en iyi şekilde kullanan sultan İkinci Osman bu devrin şâir hükümdarlarıdır. Bu asrın en büyük şâiri Nefî’dir (1575-1635). Şiirlerinde şimşekler çakan bu şâir, kelime seçmede çok mahir olup, şiirde ses unsuruna değer vermiştir. Şiirin mânâ ve söyleyiş bakımından kusursuz olması gerektiğine inanan Nef’î, dîvân şiirine heybetli söyleyiş kazandırmış, şiir lisânına kulağa hoş gelen bir âheng ve ses vermeye muvaffak olmuştur. Bu belki şâirin keskin ve ince zekâsının akisleridir. Kasîdeciliği ise, bir başka meşhur tarafıdır. Bu alanda edebiyatımızın en önde gelen simâsı olup, klasik edebiyatta kasîde üstadı olarak bilinir. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi (1561-1644) güzel ve zarif gazelleriyle devrin diğer bir dîvân şâiridir. Bu ilim ve devlet adamının aydınlığa açılan hür bir san’at havası vardır. Dîvânındaki şiirler on yedinci asır Türk san’at dünyâsının duygu ve düşüncelerini aksettirmektedir. O, asrında Bakî ile Nedîm arasında bir köprüdür. En önemli eseri Dîvân’ıdır. Sâkinâme’si 77 beytlik küçük bir Mesnevîdir. Fetvaları Fetevâ-yı Yahyâ adlı bir eserde toplanmıştır.
Dîvân şiirinin üstad şâirleri arasında yer alan Nailî (öl. 1606) asrın kudret ve şiire mânâ derinliği veren şairlerindendir. Şiirlerine nazireler söylenmiştir. Şeyhülislâm Bahâî Efendi (1604-1653), devrin bir başka şâiridir.
Asrın önde gelen iki mevlevî şâiri Neşâtî (öl. 1674) ve Cevrî’dir (öl. 1654). Neşâtî, Edirne Mevlevî tekkesinin şeyhi olup, Nefî’nin te’sirinde şiirler söylemiştir. Cevrî ise, Celâleddîn-i Rûmî’ye candan bağlı derviş, çalışkan ve san’atkâr bir şâirdir. Dîvân’ından başka, Hilye-i Çihâryâr-i Güzîn, Ayn-ül-Füyûz adlı eserleri vardır.
Vecdid (öl. 1660), Fehim-i Kadim (öl. 1648), Nedîm-i Kadîm (öl. 1670), asrın diğer dîvân şâirleridir. Bu asırda Azmîzâde Hâletî, rubâî tarzının üstadıdır. Dîvân’ından başka Sâkînâme’si ve Münşeat’ı vardır.
Yaşı bakımından on sekizinci asrın ilk çeyreğine de taşan Nâbî, on yedinci yüzyılın terbiye ve tefekkür ekolünü açan şâirdir. Şiirlerinde açık fikre ve didaktik bir düşünceye yer vermiştir. Bu itibârla onda bir sadelik görülür. Rindâne ve süfiyâne söyleyişe sahiptir. Farsça şiirler de yazmıştır. Dîvân’ı,Hayriyye, Sûnâme ve Hadîs-i Erbâîn Tercümesi manzum;Fetihnârae-i Kemaniçe, Tuhfet-ül-Harameyn, Zeyl-i Siyer-i Veysî veMünşeat adlı eserleri ise mensur eserleridir.
Bu yüzyılın Mesnevî edebiyatında Nevîzâde Atâyi (1583-1636), ön sıralarda yer alır. Hamse’si; Âlemnümâ, Nefhat-ül-Ezhâr, Sohbet-ül-Ebkâr, Hefthân ve Hilyet-ül-Efkâr adlı eserlerden meydana gelmiştir. Yine bu asırda Mirâciye ve Şehname’si ile Mesnevî edebiyatı içinde görülen Ganîzâde Nâdiri (öl. 1626) bu sahada üzerinde durulması gereken bir şâirdir. Asıl adı Alâeddîn Ali olan Bosnalı Sabit, bu asırda Nâbî mektebinin te’sirinde kalan bir başka mesnevî edebiyatı şâiridir. Dîvân’ı bulunmasına rağmen, şöhretini Mesnevîler ile yapmıştır. Zafernâme en önemli Mesnevîsidir. Derenâme ve Berbernâme adlı Mesnevîleri daha ziyâde avâmîdir.
Bu asrın nesrinde ön sırayı işgal edenler şiir dili yönünden sadelik gösteren Nergisî (öI. 1635) ve Veysî’dir (1561-1628). Nergisî mensur olarak bir hamse kaleme almıştır. Eserlerinde hiç alışılmamış ve kullanılmamış kelimelere yer veren Nergisî, söz güzelliğini san’atlı söylemede aramıştır. Devrin nesir sahasının kurucusu ve öncüsü olarak kabul edilir. Alaşehirli Veysî de nesirle şöhret bulmuştur. Şiirlerinde daha çok devrin içtimâi mes’elelerine yer vermiştir. Dürret-üt-Tâc fî Sâhib-il-Mi’râc adlı siyer kitabından başka, Vâkıanâme, veya Hâbnâme-i Veysî adlı eserleri vardır. Dîvân’ının dili nesrine göre açık ve sâdedir. Nesir sahasında önemli şahsiyetlerden biri de Kâtip Çelebi’dir (1609-1660). İlme bağlı ve ilmin zevkini tadan bir şahsiyettir. Cihânnümâ, Keşf-üz-Zünûn, Fezleke veMîzân-ül-Hak onun bıraktığı en mühim eserlerdir.
Seyahat edebiyatı içinde yer alan Evliyâ Çelebi; ilmî, edebî ve târihî bir şahsiyete sahiptir. On cildlik seyâhat kitabı ile Osmanlı Devleti’nin her tarafından bilgiler getirmiştir.
Yine bu yüzyılın nesir sahasında yetişen diğer şahsiyetleri târihî eser yazanlar olup, bunların başında Târih-i Peçevî’nin yazarı Peçevî İbrâhim Efendi gelmektedir. Mustafa Nâimâ (1655-1716) ise kendi adı ile anılan eserine Ravzat-ül-Hüseyn fî Hülâsât-i Ahbâr-ı Hafakayn adını vermiştir.
Asrın kritiğini yapan eserler olarak karşımıza çıkmalarına rağmen, bu asırda görülen tezkireler on altıncı asır tezkirelerine kıyasla az sayıda kalırlar. Nesir sahasında yer alan bu eserlerin başlıcaları; Riyâzî Mehmed Efendi’nin (1572-1644) Riyâz-üş-Şuarâ’sı Kafzâde Fâizî’nin Zübdet-ül-Eş’âr’ı, Ali Güftî’nin (öl. 1677) Teşrîfât-üş-Şuarâ’sı, Âsım’ın (öI.1676)Zeyl-i Zübdet-ül-Eş’âr’ı sayılabilir.
Yine on yedinci asrın nesir sahasında yazılan diğer önemli eserleri arasında mesnevî şerhleri de yer almaktadır. Devrin ilk büyük mesnevî şerhi, Ankaravî İsmâil Rüsûhî Efendi’nin eseridir. Rusûhi mahlası ile şiirler yazmasının yanında yedi cildlik mesnevî şerhinden başka, Câmi-ül-Ayât, Fakih-ül-Ebyât, Miftâh-ül-Belâga, Misbâh-ül-Fesâha ve Minhâc-ül-Fukarâ adlı eserleri de vardır. Sarı Abdullah Efendi (15841660)’de asrın mesnevî şârihlerindendir.
On sekizinci asırda Osmanlı edebiyatı, devletin düştüğü iç ve dış sarsıntılara rağmen, on yedinci yüzyıldaki kuvvet ve kudretinden bir şey kaybetmemiştir. Sâdece bu asır edebiyatında cemiyete dönüklük ve bir mahallilik cereyanı görülmektedir. Bu devirde san’ata düşkün ve milletin refahını te’mine çalışan hükümdarlar da bulunmaktadır. Bu pâdişâhların hayatlarında ve zamanlarında cereyan eden hâdiseler de birbirlerine benzerlik gösterir. Asrın ilk çeyreğinde, şâir ve san’ata düşkün olan sultan üçüncü Ahmed, Osmanlı Devleti’nin başında bulunmaktadır. Asrın sonunda ise, san’ata ve şiire düşkün dîvân sahibi bir şâir olan sultan üçüncü Selîm Han devletin başındadır. Ne yazık ki her iki pâdişâh da isyânla tahttan indirilmiştir.
Sultan üçüncü Ahmed zamanında Melik-üş-şuarâ ve Reis-i Şâirân ünvânları ile taltif edilen Osmanzâde Tâib (öl. 1724) ile Seyyid Vehbi (öl. 1736), Neylî, Kâmi (öl. 1724). sultan üçüncü Ahmed’in nedimlerinden Ahmed Devri (öI. 1722), Nâbî ve Rûhî ekollerinin bir nevî takipçisi olan Sami, İstanbullu Nazım, Selîm Efendi (1661-1725), Dâmâd İbrâhim Paşa, İzzet Ali Paşa (öl. 1739) ve Şâir Nedim (öI. 1730) gibi san’atkârlar yer almaktadır. Bunların hemen hepsi açık lisana yönelen ve mahallileşme cereyanına açık şâirlerdir. İçlerinden Nedim, çağında sönük bir şâir olarak görünse bile, yerli bir edebiyat cereyanının kudretli temsilcisidir. Lisanı temiz ve ahenklidir. Sâde ve samîmi bir söyleyişe sahiptir. Bir bakıma şiirlerinde semt semt İstanbul’u verir. Bu onun zarif bir İstanbul çocuğu olmasından ileri gelmektedir. Halk edebiyatında on yedinci yüzyılın Karacaoğlan’ı ne ise on sekizinci asrın Dîvân edebiyatında Nedim de o mesabededir. Hece vezni ile söylediği türküsü onu bir açıdan Halk edebiyâtına yöneltmiştir. Asrın zîneti olan diğer şâirler, Tokatlı Kânî (1712-1792), Râsih, Koca Râgıb Paşa (1699-1765), Fıtnat Hanım (öI. 1780) ve Şeyh Gâlip’tir (1757-1799). Bunlar arasında Koca Râgıp Paşa ile Şeyh Gâlib’in müstesna yeri vardır.
Râgıp Paşa, mânâ derinliği veren beytleri ile Türk tefekkür edebiyatında müstesna bir mevkîye sahiptir. 1756 târihinden îtibâren ölünceye kadar sadrâzamlık yapmış ve sarayın dâmâdı olmuştur. Dîvân’ı veMünşeat’ından başka, Fethiyye-i Belgrad adlı siyâsî bir risalesi vardır.
Osmanlı-Türk edebiyatının bu asırdaki en kudretli temsilcisi Şeyh Gâlib’dir. O, aynı zamanda Türk dîvân edebiyatının da en son temsilcisi sayılmaktadır. Şiirlerinde mânâ, duygu, tarz bakımından Bakî, Nefî, Fuzûlî, Nedîm, Nâbi gibi geçmiş Osmanlı şâirlerinin etkisi vardır. O, şuarânın büyüklerini hakkıyla tanımış ve herbirinin verdiği hava ile şiirlerini ortaya koymuştur. Gâlib’in bir tarafı da halk edebiyatına yöneliktir. Bu, on yedinci asır tekke şâiri Âdem Dede’nin te’sirinden kaynaklanmaktadır. Târih manzumelerinin yanında Dîvân’ı ve Hüsn ü Aşk adlı bir Mesnevîsi vardır. Bu îtibârla o asrın mesnevî edebiyatı içinde yer alır.
Mesnevî edebiyatı bu asırda varlığını Süleymân Mehmed Nahîfî (öl. 1778), Sünbülzâde Vehbî (öI. 1809), Enderûnlu Fâzıl (öl. 1810) gibi şahsiyetlerle sürdürmüştür. Nahîfî daha çok Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin Mesnevî-i Şerifini aynı vezinde tercüme etmiştir. Ayrıca Dîvân’ı, Kasîde-i Bürde Tahmisi ve Şerhi, Bânet Suâd Tahmisi ve Hilyet-ül-Envâr’ı sevilen ve çok okunan eserleridir. Sünbülzâde Vehbi, Reisi şâirân ünvânını alan bir dîvân şâiridir. Ancak Nâbî yolunda oğlu Lütfullah için yazdığı Lütfiyye’si ile mesnevî şâirleri içinde yer atır. Ayrıca Farsça-Türkçe lügat olan Tuhfe-i Vehbî’si ile Arapça’dan Türkçe’ye Nuhbe-i Vahli’sini yazmış ve bir bakıma lügatçilik sahasında yer işgâl etmiştir. Her iki lügat da manzumdur. Bu asrın bir başka mesnevî şâiri Enderûnlu Fâzıldır. Hûbânnâme, Zenân-nâme ve Çenginâme adlı eserleri vardır. Fâzıl, eserlerinde daha çok mahallîdir. Nedîm tarzını kendisine göre devam ettirmiştir. Sâhibzâde Feyzullah da asrın bir başka mesnevî şâiridir.
Yüzyılın târih yazarları ise, eserlerini mensur olarak vermişlerdir. Eserleri daha ziyâde kendi isimleri ile anılır. Râşid’in (öl. 1735) târihinden başkaSıhhatnâme ve Fütûhâtnâme’si vardır. Münşeat’ı iki ayrı mecmuada toplanmıştır. Kendi adı ile anılan Râşid Târihi ise, Nâimâ’nın bir devamı durumundadır. İlmi, efendiliği, hoşsohbeti ve zekîliği sayesinde sevilmiş olan Çelebizâde Âsım (1685-1760) hem şâir hem de hattattır. Dîvân’ı,Münşeat’ı ve Acâib-ül-Letâif adlı küçük bir tercümesi vardır. Çelebizâde Târihi ise, meslekî îcâbı ortaya konmuştur. Silâhdâr Fındıklılı Mehmed Ağa’nın (1658-1724) en mühim eserleri Zeyl-i Fezleke ile Silâhdâr Târihi’dir Defterdâr Mehmed Paşanın Zübdet-ül-Vakâ-i ve Vâsıf Efendi (öl. 1806) Mahâsin-ül-Âsâr ve Hakâ-yık-ut-Ahbâr adlı târihleri bu asrın önemli târih kitaplarıdır.
Tezkireler bu asırda da varlıklarını devam ettirirlerse de on yedinci asır tezkirelerinden pek farklı değildir. Safâî’nin Safâî Tezkiresi, İsmâil Behiç Efendi’nin Güldeste-i Rıyâz-i İrfân’ı ve Nühbet-ül-Âsâr bi Zeyl-i Zübdet-ül-Eşâr’ı, Sâlim’in Salim Tezkiresi, Râmiz’in Âdâb-ı Zürefe’si, Saffet Mustafa Efendi’nin Saffet Tezkiresi, Akif Bey’in Mir’ât-ı Şiir’i bu alanda yazılmış eserlerdir.
Bu asırda seyahat edebiyatı içinde sefaretnâmeler ortaya çıkmıştır. Bunların yazarları eserlerinin adından da anlaşılacağı üzere yabancı ülkelerde sefirlik vazifesinde bulunmuşlardır. Yirmi sekiz Çelebi Mehmed Efendi, Sefaret nâme-i Fransa adlı eseri ile bu sahada ön plânda gelir. Ahmed Resmî Efendi (1700-1738)’de Prusya Sefâretnâmesi’ni sâde, renkli ve gerçekçi bir şekilde yazmıştır.
On sekizinci asırda halk edebiyatı Tekke kolu Diyârbekirli Ahmed Mürşidî ve Erzurumlu İbrâhim Hakkı hazretleri ile temsil edilir. Ahmed Efendi’nin eserinin adı Pendnâme olup, on bin beyte yakındır. İbrâhim Hakkı hazretleri ise, İlâhînâme olarak adlandırdığı Dîvân’ında şiirlerini. toplamıştır. Ayrıca Mârifetnâme’si büyük bir ilimler ansiklopedisidir. Her iki şâir de şiirlerinde, heceye yakın aruz kalıplarını kullanmışlardır.
Saz şâirleri bu devirde daha çok savaşları konu almışlardır. Bunlardan Âşık Remzi, Âşık Mustafa, Âşık Kâmil, Derviş Mûsâ, Aşık Mehmed, Âşık Nûrî önde gelen şâirlerdir. Devrin iç mes’elelerini dile getiren şâirlerin başında Hükmî mahlasını kullanan bir halk şâiri görülür. Yine bu yüzyılda Cezâyir Mağrîb ocaklarında vazifeli ordu şâirleri vardır. Benli Ali, Kara Hamza, Mağriboğlu ve Seferlioğlu bu ocağa mensup şâirlerdir. Bu devirde ayrıca azınlıklar, bilhassa ermeniler arasından aşug adı verilen halk şâirleri de yetişmiştir. Âşık Mecnûnî, Âşık Vartan ve Âşık Cüvân bunlardan bâzılarıdır.
Osmanlı Devleti, on dokuzuncu asra karışıklıklar içinde girmiştir. Devlet düzenli ordudan mahrumdur. Artık yeniçeri ocağı asker olmaktan çıkmış, devletin başına gaileler açmaktadır. Avrupa’nın durumu da gün geçtikçe Osmanlı aleyhine gelişmekte idi. Sultan İkinci Mahmûd Han zarurî olan yeniliklere devletin kapısını açmıştı. Onun ilk işi yeniçeri ocağını kaldırarak Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediye adında yeni bir ordu kurması oldu. Çeşitli mektepler açarak yeniliğe ayak uydurmaya çalışılan bu devirde, kıyafet inkılâbı yapılmış ve Takvîm-i Vekâyî adında bir gazete çıkarılmıştı. Bu yenileşme hareketlerinin arkasından Hâriciye nâzırı Mustafa Reşîd Paşa, İstanbul’da 1839 Kasım’ında, Gülhâne hatt-ı hümâyûnunu okuyarak Tanzîmât’ı ilân etti. Encümen-i Dâniş, daha sonra da Cemiyyet-i İlmiye-i Osmâniyye gibi Akademi mesabesinde ilmî cemiyetler kuruldu. Mecmûa-i Fünûn neşre başladı.
Başta Mustafa Reşîd Paşa, Âlî Paşa ve Keçecizâde Fuâd Paşa gibi batı kültürü ile yetişen diplomat ekibler ile bu kültüre bağlı muallimler yetişti. Yeni ilimlerin kelime hazînesini Mütercim Âsım’in çalışmaları karşıladı. O devrin büyük lügatcısı idi. Burhan-ı Kâtı’ı üçüncü Selîm Han’a, Kâmûs’u da ikinci Mahmûd Han’a sunmuştur. Münşî ve tarihçi idi.
Bu asırda gazetecilik, devrin bir başka yönünü veriyordu. Böylelikle her şey halka intikâl ediyordu. İlk gazeteyi Villiam 1840 senesinde çıkarmaya başlamıştı. 1860’da ise, Agâh Efendi, Tercümân-ı Ahvâl’i çıkardı. Bunu Şinâsî ile Agâh Efendi’nin birlikte çıkardıkları Tasvîr-i Efkâr adlı gazete tâkib etti.
Asrın dîvân şâirleri arasında başta Adlî mahlası ile şiirler yazan sultan İkinci Mahmûd gelmektedir. On sekizinci yüzyıl şâiri Nedîm’e benzer bir söyleyişle Enderûnlu Vâsıf (öl. 1824) dikkati çekerse de başarısı azdır. Keçecizâde İzzet Molla (1785-1829) kendi hayâtını ve yolculuğunu eserine katar. Mihnet-i Keşan’ı hicve kaçan ve hâdiseleri gülünç gösteren bir eserdir. Bahâr-ı Efkâr ve Hazân-ı Âsâr adlı iki dîvânı vardır. Akif Paşa devrin şâirlerinden olup, Dîvân edebiyatının kendi tekâmülü içinde yetişen bir şâirdir. Hece vezni ile yazdığı mersiyesi onu halk şiirine çeker. Dîvân sahibi şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey de eski edebiyatın bir uzantısı olarak görülür. Eski şiir bu asırda Encümen-i şuarâ şâirleri ile devam etmiştir.
Bu asrın kadın şâirleri Leylâ Hanım, Şeref Hanım, Âdile Sultan’dır. Nesirde Esad Efendi vardır. O vak’anüvis bir tarihçidir. Dîvân’ı, Târihi, Üns-i Zafer’i ve Şuarâ Tezkiresi vardır. Tezkiresinin adı Behçe-i Safâengiz’dir. Asrın diğer şuarâ tezkireleri Şefkat’in tezkiresi, Ârif Hikmet Bey’in yarım kalmış bir eseri, Dâvûd Fâtih Efendi’nin Hâtimet-ül-Eş’âr’ıdır.
Halk edebiyatı; târihi ve an’anevî ictimâiliğini bu asırda da devam ettirmiştir. Klâsik halk şiirini devam ettiren şâirler bulunmasına rağmen, aruzlu yazılmış gazeller, dîvânlar, müseddesler de söylemişlerdir. Hattâ şiirlerinde dîvân şiirinin dilini, mazmunlarını kullanan şâirler de mevcuttur. Mevzu itibariyle Kırım, Sivastopol ve Silistre gibi Ruslarla yapılan savaşlardan Nizip harbine kadar iç ve dış hâdiselerin hepsi halk şiirine aksetmiştir. Ayrıca taklitli karakter örneği koyan sosyal satir örneği, Karagöz gibi halk hikayecilerinin ortaya koydukları çeşitli tipler, roman bilhassa tiyatro dalında Avrupaî Türk edebiyatına te’sir etmiştir. Orta oyunu ise bilhassa bu asırda rağbet görmüş ve yayılmıştır. Ferhad ile Şerife Hanım hikâyesi gibi çeşitli halk hikâyelerinin doğduğu ve destanların söylendiği de bir gerçektir. Asrın tanınmış saz şâirleri ise, Bayburtlu Zihnî (1795-1859), Erzurumlu Emrah (öl. 1860), Aşık Dertli (1772-1845) ve isyâncı şâir Dadaloğlu’dur (öl. 1868).
Asrın ikinci yarısından îtibâren Osmanlı-Türk edebiyatı artık batı te’sirinde, romandan tiyatroya kadar çok fazla eser verecek ve cemiyet hayâtında gazete büyük yer tutacaktır.
Tanzîmât, Osmanlı edebiyatında Avrupaî bakımdan bir başlangıç noktası olarak görülür. Şinâsî, Nâmık Kemâl ve Ziyâ Paşa, Tanzîmât devrini meydana getiren ilk şâir, gazeteci ve yazarlar olmalarına rağmen, bir taraftan da eski edebiyata dönerler. Gazel ve kasîde tarzını kullanmalarına rağmen, şiirlerinin muhtevası yenidir. Nâmık Kemâl eski şiir an’anesine göre bir dîvân ortaya koymuştur. Şinâsî daha çok gazeteci olarak görülür. Gazetede çıkan makalelerinden başka, Müntehabât-ı Eş’âr’ı, Şâir Evlenmesi, Durûb-i Emsâl-i Osmâniyye gibi eserleri vardır. Ziya Paşa (1829-1880) bir tarafıyla dâima eskiye bağlıdır. Külliyât-ı Ziya Paşaadıyla şiirleri Süleymân Nazif tarafından toplanmıştır. Zafernâme,Paşa’nın hiciv üslûbu ile yazdığı ve Âlî Paşa’yı hedef aldığı bir diğer eseridir. Nâmık Kemâl’e gelince, bunların içinde en çok eser verenidir. Bakî te’sirinde yazdığı Vatan kasîdesi az çok kendi rûh hâlini verir. Nâmık Kemâl tiyatro sahasında Vatan Yahut Silistre, Gülnihal, Akif Bey, Kara Belâ; roman sahasında İntibah, Cezmi gibi eserlerin sahibidir. Nesir sahasında Rüya, Celâl Mukaddimesi, Me-Prison Muâhezenâmesi, Renan Müdâfaanâmesi, Mektuplar, Evrâk-i Perîşân ve Osmanlı Târihi diğer eserleridir.
Tanzîmât edebiyatının ikinci devresini Ekrem-Hamîd-Sezâi mektebi teşkil eder. Recâizâde Mahmûd Ekrem (1847-1914) daha çok üstâd Ekrem olarak anılır. Şiirlerinden başka hikâye, roman ve tiyatroları vardır.Nağme-i Seher, Yâdigâr-ı Şebâb ve üç parçadan ibaret olan Zemzemeşiir kitaplarını meydana getirir. Pejmürde’si daha çok mensûreleri ihtiva eder. Romanın adı Araba Sevdası’dır. Abdülhak Hâmid’in (1857-1937) ilk şiir kitabı Hep Yahut Hiç adını taşır. Belde, Sahra, Makber, Ölü onun diğer şiir kitaplarıdır. Şiirlerinde yeni şekillere yer vermiştir. Makber adlı eseri, Türk mersiye edebiyatının şaheseridir. Osmanlı Devletinin yıkılışını ve Cumhûriyet’in ilk on dört senesini gören bu şâirin; Mâcerâ-yi Aşk, Sabr u Sebat, Duhter-i Hindû, Nesteren, Târık, Tezer, Eşber, Sardanapal Lîberte, İbn-i Mûsâ, Abdüllah-üs-Sagîr ve Finten gibi tiyatro eserleri vardır. Ancak tiyatrolarının sahneye ayarlanması oldukça güçtür. Târih ve millet şuuruna yer vermesi eserlerinin başka bir yönüdür. Sâmipaşazâde Sezâî bu iki edibin yanında daha sönük kalır. Sergüzeştadlı romanı mühimdir.
Bu devrede Ekrem-Muallim Naci çatışması ortaya çıkmıştır. Bu daha çok eski-yeni çarpışması olarak adlandmlmışsa da, Naci şiirde Ekrem kadar yenidir. Her ikisini de tâkib eden gençler vardır. Naci, Ekrem Bey’inZemzeme’sine, Demdeme ile karşılık vermiştir. Ayrıca Istılâhât-ı Edebiyye’yi yazmıştır. Naci’ye asrın en büyük pâdişâhı sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Târihnüvis-i Âl-i Osman ünvânı verilmiş, maaş bağlanmış ve nişan tevcih edilmiştir. Naci’nin en mühim hususiyetlerden biri şiirinde açık dil kullanmış olması ve şarklı kalmasıdır. Medrese Hâtıraları’nı, Muhâberât ve Muhâverât’ını, Ömer’in Çocukluğu’nu hep bu açık dille yazan Muallim Naci’nin, bâzı şiirleri, Recâizâde Mahmûd Ekrem tarafından Tâlim-i Edebiyat adlı esere alınmıştır. Yetişmesinde manevî bir terbiyenin bulunması, kuvvetli inancı; şarkla garbı mukayeseye iktidarı, millî olmasını ve edebiyatımızın kendi içinde yenileşmesini isteyen bir şahsiyet olmasını te’min etmiştir. Şiirlerinde zenginlik ve millîlik göze çarpar. İlk şiirlerini Tuna gazetesinde neşretmiştir. İlk şiir kitabı ise,Ateşpâre’dir. Şerare, Fürûzân, Sünbüle diğer şiir kitaplarıdır. Hamiyetveya Mûsâ bin Ebü’l-Gazan ve Zatûn Nitakayn adlı eserinin mevzuu İslâm târihinden alınmıştır. Ertuğrul Bey Gâzi manzum eseri ise, Kayı Türklüğü’nün Anadolu’ya gelip yerleşmesini işler. Bu onun millî târihe olan hürmetinin aksidir. Osmanlı şâirleri, Esâmii Islâhât-ı Ebediyye diğer eserleridir.
Recâizâde’yi tâkib eden gençler, Tanzîmât edebiyatının ikinci nesli Servet-i Fünûn edebiyatı arasında bir köprü vazifesi görürler. Ara nesil olarak adlandırılan bu grup, daha çok edebî faaliyetlerini dergilerde gösterirler.
1861-1862 senelerinde devrin dîvân şiiri ile uğraşan şâirleri Encümen-i şuarâyı kurmuşlardır. Encümenin her hafta Salı günü Hersekli Ârif Hikmet Bey’in evinde toplantıları olurdu. Buraya devam eden şâirler, Osman Şems Efendi, Manastırlı Hoca Nailî, Manastırlı Faik, Ekrem Bey’in kardeşi Recâizâde Celâl, Ziya Bey, Nâmık Kemâl, Kâzım Paşa, Hâlet Efendi, Hakkı Efendi, Hersekli Ârif Hikmet ve Faik Memdûh’tan ibaretti.
Edebiyât-ı Cedide olarak adlandırılan Servet-i Fünûn edebiyatı şiirde Mehmed Tevfik Fikret ile Cenâb Şahâbeddîn, nesirde ise Hâlid Ziya ile temsil edilmiştir. Bu zümre içinde Süleymân Nazif (1869-1927), Faik Ali (1876-1950), Ali Ekrem (1867-1937), Süleymân Nesîb (1866-1917), Hüseyin Suâd Yalçın (1867-1942), Hüseyin Siret (1872-1959), Ahmed Reşîd Bey (1870-1956), Celâl Sâhir (1838-1935), şiir sahasında eser veren şâirlerdendir. Hâlid Ziya (1865-1945), Mehmed Rauf (1874-1931), Hüseyin Câhid (1857-1957) roman ve hikâye alanında buzümrenin önde gelen şahsiyetlerindendir. Ayrıca Cenab Şehâbeddîn, nesri ile de dikkati çeken bir şahsiyettir.
Tanzîmât devrinin eskserî paşaları da Avrupa edebiyatının içinde yer almışlardır. Yalnız Cevdet ve Münif Paşalar bu devrin ilim ve irfanına çok şeyler ilâve etmişlerdir. Cevdet Paşa, büyük bir gayret, ilmî mesaî sayesinde dev eserler ortaya koymuştur. Münif Paşa Mecmûa-i Fünûn’u çıkarmış ve tedrisât üzerine eğilmiştir. Süleymân Nazîf gibi Servet-i Fünûn içinde yer alan ve Rızâ Tevfik gibi şâirler, daha sonra şiirlerinde, geçmiş günlerin hasreti ile sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan af dileyen şiirler yazmışlardır.
Avrupaî Türk edebiyatının kadın şâirleri de vardır. Nigâr Hanım (1862-1918), Fatma Aliye Hanım (1864-1924), Abdülhak Nihrünnisâ Hanım (1865-1943) bunların başında gelirler. Emine Saniye Hanım ise, devrin kadın muharrirlerindendir.
Bu asırda halk için eser yazan muharrirlerin başında Ahmed Midhat Efendi (1844-1913) gelmektedir Ebüzziyâ Tevfik (1843-1913) ise, Türk matbaacılığının unutulmaz simasıdır. Matbaacılıkta, devrin pâdişâhı ikinci sultan Abdülhamîd Han geniş imkânlar tanımış, ikinci Murâd Han’la başlayan kültür faaliyetleri onunla dünyâya yayılmış, Osmanlı-Türk edebiyatı, ilim ve kültürüne âid eserlerin pek çoğu bu büyük kültür Pâdişâhının hizmeti ile basılmıştır.
İlk roman ve hikayecilerin arasında Nâbizâde Nâzım’ın da büyük yeri vardır. Mizancı Murâd, hem târih hem roman yazarı olarak görülür. Ahmed Vefik Paşa (1823-1871) tiyatroda, bilhassa adaptasyon sahasında hizmetleri görülenler arasında yer alır. Ayrıca devrin milliyetçilik hareketleri içinde de bulunur. Süleymân Paşa (1838-1892) Ali Süâvî (1839-1878), büyük lügât ve ansiklopedi yazarı Şemseddîn Sami (1850-1904) bu akım içinde yer alırlar. Ancak Osmanlı Müelliflerinin yazarı Bursalı Tâhir Bey (1861-1926), Necib Âsım (1861-1935), Veled İzbudak (1869-1950), Ahmed Hikmet Müftüoğlu (1870-1927), Mehmed Emip Yurdakul (1869-1944) bu cereyanın belli başlı san’atkârları durumundadırlar.
Servet-i Fünûn’dan sonra ise, popüler edebiyatı, Hüseyin Rahmi (1864-1944) ve Ahmed Râsim (1864-1932) devam ettirirler.
Yirminci asır Osmanlı-Türk edebiyatının belli başlı edipleri Cumhuriyet devrinde de yaşarlar. Bu asrın şiirle uğraşan tek pâdişâhı sultan beşinci Mehmed Reşâd’dır. Asra girerken Fecr-i Atî Edebî zümresi ile karşılaşılır. Bu zümre içinde Şehâbeddîn Süleymân (1855-1967), Tahsin Nâhid (1887-1918), Müfid Râtık (1887-1917), Emin Bülend (1886-1942), İzzet Melih, Fâzıl Ahmed Aykaç (1887-1967) ve M. Behced Yazar yer almışlardır. Bu asrın millî edebiyat cereyanı içinde Ömer Seyfeddîn (1884-1920), Ali Cânîp Yöntem (1887-1976), Ziya Gökâlp (1876-1924), Fuâd Köprülü (1890-1966), Hamdullah Suphi (1886-1966) yer alırlar. San’atta ve şekilde milliyetçiliği ise Enis Behic (1891-1949), Hâlid Fahri (1891-1971), Orhan Seyfi (1890-1972), Yûsuf Ziya (1895-1947) âşık tarzı te’sirlerle şiirler yazar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) XIII XVI. Asır Dil Yadigârlarının Türkçe yazılış sebepleri (Kemâl Yavuz) Türk Dünyâsı Araştırmaları Dergisi-1983 Sayı: 27
2) Sultan II. Murâd Devri Mesnevîleri (Amil Çelebioğlu) Erzurum-1976
3) Kenz-ül-Küberâ ve Mehekk-ül-Ulemâ (Kemâl Yavuz) Erzurum-1982
4) Türkçeyi Devlet Dili Yapanlar (Kemâl Yavuz) Türkiye Gazetesi, 3 Haziran 1983
5) Osmanlı Târih Yazarları ve Eserleri (Franz Babinger)
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 57
7) Resimli Türk Edebiyat Târihi
8) Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri (Kenan Akyüz)
9) XIX. Asır Türk Edebiyat Târihi
10) Ziya Paşa (K. Bilgegil)

OSMAN BEDRETTİN


Evliyanın meşhurlarından. 1858 (H. 1274)’de Erzurum’da doğdu. 1922 (H. 1340)’da Harput’ta vefât etti. Türbesi, Harput’ta Meteris kabristanındadır. Kars’ta üçüncü tabur imâmlığı yapması sebebiyle İmâm Efendi lakabıyla tanındı. Asıl ismi, Osman Bedreddîn’dir. Babası Seyyid Selman Sukûtî’dir. Küçüklüğünde babasının eğitimi ve terbiyesi altında kıymetli bir cevher ve edeb timsâli olarak yetişti. Dokuz yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberlemekle şereflendi. Sonra da Erzurum medreselerinde; sarf, nahiv dersleri alarak Arabî öğrenmeye başladı. Kısa zamanda akranı arasında seçkin ve sevilen bir talebe oldu. Arabî’de âlet ilimlerini öğrendikten sonra; tefsîr, hadîs ve fıkıh gibi ilimlerde temel metinleri okudu. Hucurât sûresinin tefsirini okuyunca, orada buyrulduğu üzere yaptığı amellerin bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle silinmesinden, boşa gitmesinden korkarak çok az konuşmaya başladı. Onun bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine; “Sessizce Hâfız Osman Bedreddîn” dediler. Üstün hâlleri, kabiliyeti ve mes’eleleri kavrayışı, etrâfındakilerin dikkatini çekiyor ve çok seviliyordu.
Hocalarından Mehmed Tâhir Efendi bir gün ona; “Molla Hafız! Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbur kaldım. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla olan bir hocanın dersine devam etmen gerekiyor. Bu günden itibaren ders veremeyeceğim” dedi.
Bunun üzerine Osman Bedreddîn hazretleri; “Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim yâ Muîn” diyerek, Allahü teâlâya duâ etti ve medreseden ayrıldı. İlimde daha yüksek bir müderris arıyordu. Aslında zahirî ilimlerde yetişmiş, bâtınî, tasavvuf ilminde yetiştirecek bir rehber arıyordu. Onun bu arayışı sırasında Buhârâ’dan bir büyük âlim onu yetiştirmek için gelmek üzere idi. Şöyle ki; Buhârâ’daki Câmi-i kebîrde halka vâz ve nasîhat eden Seyyid Ahmed Merâmî, âni olarak ve habersizce Buhârâ’dan ayrılıp Erzurum’a gitmek üzere yola çıktı. Sevenleri bunun farkına varınca çok üzüldü. Fakat bu işin mânevi bir işaretle olduğunu anlayanlar halkı teselli ettiler.
Uzun, ince boylu, beyaz sakallı ve mübarek bir zât olan Seyyid Ahmed Merâmî, Erzurum’a varınca Hasankale’nin Bevelkâsım köyüne gidip, bu köyün, imâmlık vazifesini üzerine aldı. Hoş sohbetiyle çok sevilip, sayıldı. İlmi ve şöhreti kısa zamanda bütün çevreye yayıldı. Bu arada yana yana kendisine rehberlik edecek bir hoca arayan Osman Bedreddîn hazretleri de o zâtın ismini ve medhini duydu. Bunun’üzerine huzuruna kavuşmak için derhâl yola çıktı. Bevel-kâsım köyüne verınca, aradığı zâtı bir namaz vaktinde câmide buldu. O, câmiye girer girmez, Seyyid Ahmed Merâmî bu gencin, kendisine yetiştirmesi için işaret edilen genç olduğunu anladı. Namazdan sonra; “Merhaba, hoşgeldin Hâfız Osman Bedreddîn” dedi. Bunun üzerine Osman Bedreddîn hazretleri birdenbire ürpererek, hayretler içinde yaklaşıp elini öptü. Sonra kendisinden ders almak istediğini arzetti. Bu arzusuna şöyle cevap verdi: “Buhârâ’dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez olur muyuz?” Sonra onu yanına alıp evine götürdü. Eve varınca, Osman Bedreddîn’in ilimdeki derecesini anlamak için bir kaç ibare Arapça metin ve hadîs-i şerif okuyup bunların mânâsını sordu. Aldığı fevkalâde cevaplar üzerine çok memnun olup, onu ve yetiştiren hocasını medhetti. Sonra şöyle buyurdu: “Şunu bilesin ki ilmin uçsuz bucaksız yolu, neticede insanı Hakk’a ulaştırır. İlmin muhtelif sahneleri ve safhaları vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim, tasavvuf ilmidir. Meâlen; “Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir” buyrulan âyet-i kerîmenin tefsirine göre Hâlık ile mahlûk arasında kavuşturucu bir rabıta vardır. Bundaki mânâ ve hikmet; kul, Hâlık’ını unutmazsa bitmez tükenmez nimetlere kavuşur. Bu mânânın tekâmül ve tesânüdü ise, huzurdur. Huzur, Allahü teâlâyı hiç unutmamak demektir.” Hâfız Osman Bedreddîn’in bunları büyük bir dikkat ve şevkle dinlediğini gören o zât, onun istek ve meylini iyice anladı. Bundan sonra ders alacağı günleri tesbit etmek istedi. Hâfız Osman Bedreddîn her gün gelip ders almayı arzu ve teklif edince, her gün gelip ders alması kararlaştırıldı ve Osman Bedreddîn Erzurum’a döndü. Her gün Erzurum’dan Bevelkâsım köyüne gidip ders alıyor sonra dönüyordu. Şöyle ki, Erzurum ile Alvar köyü arası üç saatlik mesafe idi. Gece yarısı kalkıp yola düşer, sabah namazını Alvar köyünde kıldıktan sonra Bevelkâsım köyüne gider ders alırdı. Yaz, kış, tipi, fırtına, yağmur ve kar demeden her gün muntazaman derse devam etti. Feyz ve ilham aldığı bu hocasının derslerine devamı yıllarca sürdü. Erzurum ile Bevelkâsım köyü arası ona hiç mesabesinde idi. Bu yolda karşılaştığı meşakkatlere ve zahmetlere hiç aldırmıyordu.
Bir kış günü yine bu yolda giderken, Nebiçayı dolaylarında aniden şiddetli bir tipiye tutuldu. Son derece bunalıp, çaresiz kaldı. Tipi gittikçe şiddetleniyordu. Tipinin şiddetinden bir adım ilerisi görülmüyordu. Hâfız Osman Bedreddîn hazretleri bu dehşet verici durum karşısında, Allahü teâlâya sığınarak yere diz çöküp oturdu. Annesinin kendisine ninni yerine okuyarak büyüttüğü şu ilâhîyi yavaş bir sesle tevekkül içinde okumaya başladı:
Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler,
Arif ânı seyreyler,
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.
Çaresiz bir hâlde şiddetli tipi arasında oturmakta iken, aniden karşısına beyaz at üzerinde nur yüzlü bir genç çıktı. Selâm verdikten sonra terkisine bindirdi. Sonra; “Yolcu kardeş çok üşümüşsün” dedi. Meşin bir kırba (su kabı)’ndan şerbet içirdi. “Dağarcığımızda nasibiniz ne varsa ondan da arzu ettiğiniz kadar yiyiniz” diyerek dağarcığı uzattı. Hâfız Osman Bedreddîn dağarcığı tutup içinden bir hurma aldı. Kendisine yardımcı olan beyaz atlı, Hızır aleyhisselâm idi. Bu kanaatkar hâlini görüp, sırtını okşayarak; “Nasibin açık olsun. Feyzin bereketli olsun. Sana gelen mısâfirler senin gibi kanaatkar olsun. Sofran mübarek olsun. Hocana selâm söyle” dedi ve gözden kayboldu. Hâfız Osman Bedreddîn ise, kendini hocasının kapısının önünde buldu. Tipi hâlen ortalığı kasıp kavurmakta idi. Bu sırada hocası Seyyid Ahmed Meramı onu düşünüp duâ ediyordu. Âniden kapı çalındı. Hocası onu karşısında görünce Allahü teâlâya çok şükretti. Hocası hâlinden ve başından geçenlerin farkında idi. Sorup anlattırdıktan sonra, bunu gizlemesini söyledi. Sonra da; “Şunu bilesin ki, ilm-i zahir ile İlm-i bâtın birleşerek âid olduğu kalbde merkezleşti. Allahü teâlâya hamd ve sena olsun, size de mübarek olsun, Benim vazifem burada tamam oldu. Ben irşada me’mûr değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkâmı size bildirmekle vazifeli idim. Biz memleketi, memleketdekiler de bizi arzuluyor. Vâris-i enbiyâ meşârık-ı evliyâ (hissedar) olarak bir mürşîd-i kâmil aramaya hak ve selâhiyet kazandınız. Cenâb-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun” dedi. Artık o günden sonra onunla olan dersleri sona erdi.
Osman Bedreddîn hazretleri hocasından ayrıldıktan sonra hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlatacak olan bir mürşîd-i kâmil aramaya başladı. Bu arayışı sırasında içindeki aşkın aleviyle yanıp tütüyor ve yalnız kaldıkça ağlayarak Allahü teâlâya yalvarıyor, içli göz yaşları döküyor. Annesi çevrenin bir takım sözleri sebebiyle onun hâlinden endişe ediyordu. Kocasına bu durumu anlatınca; “Oğlumuz, Allahü teâlânın ve Resûlullah’ın aşkıyla yanıyor. Bırak ağlasın. Böyle bir evlâdımız olduğu için iftihar et. Kendini üzme, Osman, selâmet seâdet üzeredir. Allahü teâlâ onu muradına erdirsin” dedi.
Osman Bedreddîn hazretleri, kendisine rehberlik edecek âlim bir zât aradığı sırada yirmi yedi yaşında idi. Bu sıralarda Erzurum, Rusların hücumuna uğradı. 8 Kasım 1877’de vuku bulan, bu savaş, târihde doksanüç harbi adıyla bilinir. Azîziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silâhlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdâfaa yapma hazırlığı içinde idi. 8 Kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihâd için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp, balta, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı. Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Câmii şerifi minaresinden sabah ezanı okunmaya başladı. Bu ezanı Osman Bedreddîn hazretleri okuyordu. Ezan, ihlâs ve sadâkatle öyle okunuyordu ki, Erzurum’un dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezanı tekrar ediyordu. Ezan sesi dalga dalga yayılıyor, ufukları aşıyordu. Bu ezan halka bambaşka bir şevk ve cesaret vermişti. Okuyanda bir başka hâl vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesaretle Allah Allah nidalarıyla, Azîziye tabyalarını işgal etmiş olan Moskofların üzerine hücum etti. İlk hücumda Moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu miralay Bahri Bey, halkı gazâya teşvik için haykırıyor; “Urun kardaşlarım, dadaşlarım urun” diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Azîziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.
Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyâcana getirerek ezân-ı Muhammedi’yi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yaverlerine emretti. Etrafa dağılan yaverler ve çavuşlar ezanı okuyan zâtı arayıp buldular. Bu zât, Erzurum’un Abdurrahmân Ağa mahallesinden Hoca Selman Sukûtî Efendi’nin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn idi. Bu husus Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’ya arzedilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt İsmâil Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecanla Paşa’nın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: “Paşam, ezanı okuyan zâtı tanıdım. Erzurumlu miralay Bahri Bey’in kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti, Elinde silâh yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hâl idi. Çok dikkatle seyrediyordum. Bu zâtta manevî bir hâl var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazâya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kâdın şöyle diyordu: “Hadîce bacı, bak görüyor musun? Selman Efendi’nin oğlu Hâfız Osman Bedreddîn Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor.” Ben bu sözü duyunca bu sefer daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hâdiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın velî bir zât olduğunu anladım ve kerâmetini gözlerimle gördüm.”
Gâzi Ahmed Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; “Bre paşa kardaş niçün demezsiniz ki hu cenkde üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle berâberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsânıdır” dedi. Bunun üzerine Kurt İsmâil Paşa şöyle ilâve etti: “Şu anda o, şehîd düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Bey’in başındadır” dedi. Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen Hâfız Osman Bedreddîn hazretleri yirmi sekizinci alayın üçüncü taburu imâmlığına tâyin edildi ve artık “İmam efendi” diye tanındı.
Bu vazifede iken evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin Oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Mevlânâ Hâlıd-i Bağdadî hazretlerinin halîfeterinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhur Şeyh Hayât’ın talebelerinden Hacı Fehmi efendiler ile sohbet etti 1882’de vazifeli olduğu tabur Palu’ya taşındı. Burada asıl hocasına kavuştu. Bu mübarek zât Mahmûd Sâminî idi. Daha Hâfız Osman Bedreddîn gelmeden önce, onun hâllerini kapalı olarak talebelerine bildirdi. Zaman zaman işâretler vererek; “Maşallah dokuz yaşında Hâfız ve fâtih olmak her kulun kârı değildir” derdi. Yine bir gün; “Fesubhânallah, ilme olan gayreti hocalarını çalışmaya mecbur ediyor.” Aradan bir müddet geçince onun hakkında yine şöyle buyurmuştur: “Hikmet-i Hüdâ onu okutmaya Buhârâ’dan âlim, fâdıl ve mutasavvıf bir hoca me’mur edildi. Allah Allah, bu ne saadet bu ne bahtiyarlıktır ki, Hızır aleyhisselâmın kırbasından şerbete, dağarcığından lokmaya kavuşmak. Moskof’un kafasına taşla darbe vurmak...” Talebeleri hayretle dinledikleri bu sözlerde kime işaret edildiğini merak ediyorlardı. Fakat açıklamıyor, sâdece işaret veriyordu.
Mahmûd Sâminî hazretleri bu işaretleriyle bir gün kendi sohbetine kavuşacak olan Hâfız Osman Bedreddîn hazretlerinin hayâtını ve başından geçen önemli hâdiseleri safha safha anlatıyor ve onun gelmesini bekliyordu. O günlerde Hâfız Osman Bedreddîn hazretleri bir rüya gördü. Rüyasında hiç tanımadığı bir zât şöyle dedi: “Hafız kurban! Ben, seni bekliyorum. Sen de bizi arıyorsun. Sana verilmesi gereken emânetin altında kudret ve kuvvetim azaldı. Gözüm yoldadır. Bu kadar saklanmaya ve naz etmeye sebep nedir? Yeter artık gel bana!” Bu rüyadan sonra merakla, rüya rahmanî mi diye düşünmeye başladı. Kendini davet eden zât kimdi ve nerede idi? Ertesi gün bir rüya daha gördü. Rüyasında dört mübarek zât ile karşılaştı. Bu zâtlar, Behâeddîn Buhârî, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, Ali Sebtî ve Vehbî-yi Hayyâtî yâni Terzi Baba hazretleri idiler. Ona şöyle buyurdular: “Aradığını Palu’da bulacaksın. Palulu Şeyh Muhammed Sâminî’nin dâvetine icabet et!” Bu işaret üzerine Palu’ya hareket etti. O yolda iken Muhammed Sâminî hazretleri de dergâhından Palu’ya gidip, beklediği talebenin kendisine gelmekte olduğunu söyleyerek talebeleri ile birlikte karşılamaya çıktı. Karşılaştıkları yerde onu şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. Sonra onu dergâhına götürüp misâfir etti. Karşılıklı sohbetlerini dinleyen diğer talebelerin kalblerindeki; iman, muhabbet, teslimiyet, huzur, sabır artıyordu. Hâfız Osman Bedreddîn önce inâbeye (ondan tasavvufu almaya) yaklaşmadı. Mahmûd Sâminî hazretlerinin tütün içmesi ve rahatsızlığı sebebiyle gözlerinin çapaklanması dikkatini çekmişti. Sabırla bekliyordu. Hocası onun bu sabrı karşısında artık zahirî perdeyi kaldırıp bir gün şöyle buyurdu: “Hafız kurban! Misafirlik üç gündür. Senin misafirliğin on günü geçti. Yemek için çalışmak lâzımdır. Haydi bakalım bostanımızı sulama sırası sendedir.” Bu bostan, Sâminî hazretlerinin eliyle yetiştirdiği ve helâl lokma kazandığı bir bostandı. Burada kendi emeği ile sebze yetiştirir, misafirlerine ikrâm ederdi.
Hafız Osman Bedreddîn, verilen emir üzerine bostanı sulamaya gitti. Havuzun suyunu saldı. Fakat daha bir evlek sebze sulamadan havuzun suyunu bitmiş gördü. Gidip durumu hocasına bildirdi. Mahmûd Sâminî hazretleri; “Hafız kurban, kocaman havuzun suyu bir evlek de mi sulamadı? Dikkat et hafızım, gören gözle bak. Havuz dolu duruyor. Git vazifeni yap!” dedi. Tekrar havuzun başına gitti. Bir de baktı ki havuz su ile dolu. Bu işte hocasının kerâmeti olduğunu anladı. O gün bostanı tamamen suladı.
Aynı gün ikindi vakti hocası; “Hafız, yarın çok misafirimiz gelecek. Bostana git biraz patlıcan topla, mutfağa bırak” dedi. Bu sefer aldığı emir üzerine patlıcan toplamaya gitti. Ancak bostandaki patlıcanların henüz çiçek açmış ve yetişmemiş olduğunu gördü. Geri dönüp bu durumu hocasına bildirdi. Patlıcan yetişmemiş deyince, hocası; “Hafız, Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git patlıcanları yetişmiş bulacaksın” dedi. Gidip bakınca gerçekten çuval çuval patlıcan yetişmiş olduğunu gördü. Bu işte de hocasının kerâmeti olduğunu anladı. Ancak bir taraftan da neden tütün içiyor diye düşünüyor, bir türlü teslim olamıyordu. Bu düşüncesi ve tereddüdü o dereceye vardı ki, artık ayrılıp gitmeye karar verdi. Bu karârı verdiği günün sabahı, Mahmûd Sâminî hazretleri sabah namazını kıldırdıktan sonra, aralarında Hâfız Osman Bedreddîn’in de bulunduğu cemâate karşı dönüp oturdu. O gün hâli değişik, üzgün ve biraz da celalli bir hâlde idi. Mihrâbda bir müddet o hâlde durduktan sonra şöyle söze başladı: “Azîz kardeşlerim, bir dertli derdini tabîbe anlatmayıp gizlerse, derdine derman bulamaz. Bir âşık, aşkını maşukuna açmazsa o maşuk (sevgili) aşkını bilemez. Tasavvufda gurur yasaktır. Teslimiyet şarttır. Aşkın mecazi köprüsünü geçenler, aşk-ı hakîkîye erenlerdir. Buna erenler ise, Hakk’a inanıp bir rehbere bağlananlardır. Size bir misâl vereyim. Bir zât hazret-i Hızır elinden şerbet içmekle, bir kaç hocadan icâzetsiz izin almakla, erenler imtihanına manen katılıp beline kemer bağlamakla yolu katedemez. Bu gibiler aşılanmamış bir ahlat ağacına benzer. Meyvesi acımtırak ve lezzetsiz olur. Onu aşılamak lâzımdır. Bâzı insanlar işte böyledir. Kendi hâlinde yetişen bir çiçek misk gibi kokar fakat ne yazık ki ormandadır. Ondan kimse faydalanamaz. Beşeriyete hizmet lâzımdır. Beşeriyet latîf ve güzel kokuya muhtâctır.
Bir fakir derviş, tütün içer diye sevdiği kimse ondan kaçar. Bunlar birer hikmet ve esrardır. Sürüden ayrılanı kurt kapar. Fırsat elden kaçar. Olacak olur çarnâçar, kalbini ister geniş ister dar tut. Gönül ister ki hoş olalım. Bakınız Kaygusuz Abdal nasıl söylemiş:
Sana gizli bir sözüm var, gel gönüle gir gönüle.
Sen senliğini elden bırak, gel gönüle gir gönüle.
Bulalım dersen feth-i bâbın, gel gönüle gir gönüle.
Bulam dersen aşk kenânın, gel gönüle gir gönüle.
Siyahı ko, akı tut, anma işe şer katanı,
Zikret müdam yaradanı, gel gönüle gir gönüle.
Zühd zâhid duzağıdır, ilim, ilmin bağıdır,
Gönül evi hak evidir, gel gönüle gir gönüle.
Kaygusuz bu böyle olur, Hakk’a doğru yola varır,
Bulanlar gönülde bulur, gel gönüle gir gönüle.
Sohbetini dinleyenler, başlarını eğmiş sessiz bir hâlde oturuyorlardı. Asıl muhâtab ise, Hâfız Osman Bedreddîn idi. O da bunu gayet açık bir şekilde anlamıştı. Çünkü diğerlerinin bilmediği bir çok hâllerini saymıştı. Bu, hocasının bir kerâmeti idi. Hocası sohbetten sonra evine gidip, akşama kadar çıkmadı. Hâfız Osman Bedreddîn ise sohbeti dinleyince gitmekten vazgeçip tam bir teslimiyetle Mahmûd Sâminî hazretlerinin yanında kalmaya kesin karar verdi. Kendi kendine; “Sâminî hazretleri tütün içebilir bana ne” dedi. Sonra; “Yâ Rabbî! Âciz ve bîçâre kulun Bedrî’yi gafletten uyandır. Selâmete erdir” diye duâ etti.
O gün imâmlığı kendisi yaptı. Talebelerden biri, Sâminî hazretlerinin ileri gelen talebelerinden Miyadinli Mehmed Efendi’ye; “Hoca efendi mihrabı neden bu Hâfız misafire bıraktı” diyerek sorunca; “O, daha mürşid görmeden ilk devreyi kendi güzel ahlâkı ve istidâdı ile bir hamlede atlamıştır” cevâbını verdi.
Mahmûd Sâminî hazretleri, o günü talebelerinden ayrı olarak evinde geçirdikten sonra, tekrar yanlarına çıktı. Mescidde iken Osman Bedreddîn de mescide girdi. Bu sırada bir talebesine; “Mustafa! Mustafa! Hafızı bana gönder” diye heybetli bir sesle bağırdı. Bu heybetli sesi işitenler heyecana kapıldılar. Hâfız Osman Bedreddîn de birden bire titremeye başladı. Telaşla hocasına koştu. Vilâyet heybeti onu titretiyordu. Huzuruna varınca, onu tutup riyazet odasına soktu. Artık o, tam bir teslimiyet içinde hocasının elini öperek bağlılığını arzetti. Sonra; “Burada ne kadar kalacağım” diye suâl edince, şöyle cevap verdi: “Allahü teâlânın dilediği kadar, bir an, bir gün, kırk gün, belki kırk yıl. Bu bir harman, bir meydan, bir devrandır. Devran da meydan da harman da senin. Zaman Mahsul zamanıdır. Yiğitlik şimdi belli olur, manevî dereceleri katetme zamanıdır. Dikkat lâzımdır.
Hafız! Hazret-i Hızır’ın şerbeti fadlına; Ahmed Merâmî hocanın emekleri ise, ilmine ve aşkına sebeb oldu. Büyüğümüz Muhammed Behâeddîn hazretleri ve diğer büyükler rehberlik ederek senin bize gelmeni işaret ettiler değil mi? “Erzurum’da Ayaz Paşa Câmii minaresinde okuduğun ezân-ı Muhammedi, maneviyât âleminin erenlerini cihâda davet etti. Yer gök sarsıldı. Bütün evliyâ, şühedâ ve sâlihlerin ruhları Erzurum semâlarında toplandı.
Hafız! Moskofları, taşla kovaladığın zaman biz de orada idik. Bunlar hep evliyâlığın cilveleridir. Marifet, hakikatler, ötesindeki hakikate ermektir. Metin ol. Allahü teâlâ yardımcındır...”
Osman Bedreddîn, kısa zamanda tasavvufda yetişip kemâle erdi; on sekiz günde icazet aldı. Vazifesi sebebiyle de üç-dört sene Palu’da kaldı. Bu arada hocasının sohbetlerinde bulundu. Daha sonra vazifesi îcâbı askerî taburla birlikte Dersim’e gitti. Bir kaç sene Palu kasabasında vazifeli kaldı. Taburu Dersim’den Çemişgezek’e gönderilince, senelerce orada hizmet etti. 1909 senesinde emekliye ayrılıp Harput’a yerleşti. Bundan sonra tamamen ilimle meşgul oldu. Derslerinde ve sohbetlerinde bulunan pek çok zâtı tasavvufda yetiştirdi. Pek çok insanı da cehaletten kurtarıp, sâlih kimseler hâline getirdi. İlme, marifete ve feyze susamış iki yüz bine yakın kimse onun feyz pınarından kana kana içti. Rüşt, hidâyet ve marifete kavuştu.
Sohbetlerinde siyâsî ve boş şeyler asla konuşulmazdı. 1911 senesinde Harput’un ileri gelenlerinden pek çok zâtla birlikte, hacca gitti. Bu Hicaz seferinde; Şam, Mekke ve Medîne âlimleri kendisine çok hürmet ve ikrâmda bulundular. Hayâtı boyunca dâima insanları saadete kavuşturmak için çalıştı. Vâz ve nasihat etti. Vefâtından bir kaç gün evvel vasiyetini yazdı. Vefât ettiğinde, halk arasında çok sevildiğinden, cenazesinde büyük bir kalabalık toplandı. Harput’ta Meteris kabristanına defnedildi. Bilâhare kabri üzerine türbe yapıldı. Ziyaret edilmektedir. Gülzâr-ı Sâminîadındaki mektübâtı ve Gülbün-i irşâd ve Mecâlis-i Samîniyye adındaki beş cild kasideleri vardır. Sohbetleri üç kitab hâlinde basılmıştır.

HOCA NASİHATİ

Seyyid Ahmed Meramî, Osman Bedreddîn’den ayrılırken son nasihatlerini şöyle yaptı: “Canım yavrum Hafız! En başta güzel ahlâk ve dürüstlük gelir. Bundan zerre kadar ayrılma. İlminle amel et. İlmi yaymakta cömert ol. Erzurum ulemâsına selâm söyle. İlim meclisini terketme. Bilirsiniz ki, ilim, uçsuz bucaksız bir saray gibidir. Siz gittikçe o da gider, neticede Allahü teâlâya kavuşturur.
Molla Hafız! ilim, koyu gölgeli bir ağaca benzer, gölgesinde oturanlar, gölgelenir. Meyvesi bol ve lezzetlidir. Tadanlar bilir. Bu ağacın kökü bir, dalları çatallı budaklıdır. Binbir tomurcuğu vardır. Her budağın ve her tomurcuğun istidâd ve kabiliyetlerine göre yaprağı vardır. Bakarsınız yaprağın biri hastadır. Sararır düşer. Meyvesinin biri yaralıdır, olgunlaşmadan yere düşer. Ona bakan bulunmaz. İnsanlar da böyledir. Kimisi görünüşü ile dili ile herkesi memnun eder. Fakat onun içi, kalbi hastadır. Bu, elinde lâmba tutan bir şahıs gibidir. Başkalarını aydınlatır, fakat kendisi karanlıktadır. Bu misâl ilmiyle amel etmeyenlerin hâlini gösterir. Bir başkası görünüşü ile hoş görünmez amma, sakın ona suizan etme, haramdır... ”Ayrılacakları sırada elini öpünce de; “Hafız! Bizi Unutma! İlmini sarfet, artırırsın. Hakk’ı zikret, bulursun. Ahlâk beline kemerdir. Bir insan halkı sevmekle Hakk’a erer. Huzurla kemâl bulunur. Mürşidsiz kemâlin zevâli vardır. Mürşid ara, irşada er. Gazâya karış, gâzi ol. Göz çapağı abdest bozmaz. Göz ağrısı Hak vergisidir. Sabretmek kadar güzel ilâç bulunmaz. Her işinde Allahü teâlâ sana yardım ihsân etsin. Sana emeğim helâl ve faydalı olsun oğlum!” Sonra gözlerinden öperek ayrıldı. Bu son sözlerinde karşılaşacağı önemli hâdiselere işaret etti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1117
2) Sohbetnâme (Cemâleddîn Emiroğlu)