16 Ocak 2019 Çarşamba

ALİ BİN EMRULLAH


Osmanlılar zamanında yetişen meşhur âlimlerden. Dedesi Abdülkâdir Hâmidî, sakalına kına kullanmakla meşhur olduğu için Kınalızâde diye şöhret bulmuştur. Abdülkâdir Hâmidî, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocalarındandır. Ali bin Emrullah, 1516 senesinde Isparta’da doğdu. İlk tahsiline akrabası olan Kadri Efendi’den ders alarak başladı. Daha sonra tahsiline devam etmek için İstanbul’a giderek Mahmûd Paşa Medresesi’nde müderris Sinân’dan, Atik Ali Paşa Medresesi’nde Merhaba Efendi’den, bir de Sahn-ı semân Medresesi’nde Kul Salih Efendi’den ders aldı. Kur’ân-ı kerîmi ve pek çok hadîs-i şerifi ezberledi. Yazı (hat) san’atında usta olup, hitabeti te’sirli ve kuvvetli bir hafızası vardı.
Tahsilini mükemmel bir şekilde tamamlayan Kınalızâde Ali Efendi, tefsir, hadîs ve fıkıh ilimlerinde söz sahibi oldu. Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi tarafından Edirne’deki Hüsâmiye Medresesi’ne tâyin edildi. Daha sonra Hamza Bey Medresesi’nde, Kütahya Rüstem Paşa Medresesi’nde, İstanbul’un çeşitli medreselerinde ve Süleymâniye Medresesi’nde müderrislik yaptı. Bu vazifelerinden sonra da; Şam, Kahire, Bursa, İstanbul kâdılığı (1570) ve Anadolu kazaskerliği (1571) yaptı.
Arabça ve Farsça’da; edebiyat, tefsir ve hadîs ilminde emsalsiz olan Kınalızâde Ali Efendi, tefsir metinlerini anlamakta güçlük çekenlerin müracaat kaynağı idi. Şam ve Mısır’daki vazifesi sırasında görüştüğü Arab âlimleri, kendisinin Arabça’da derin bilgi sahibi olduğunu ve ilminin yüksekliğini gördüklerinden, istifâde etmek için müracaat etmişlerdir. Arabça ve Farsça’ya vâkıf olan Ali bin Emrullah, Türkçe’den başka bu dillerde de şiirler yazmış, Ali mahlasını kullanmış ve şiirleri bir dîvânda toplanmıştır.
Kınalızâde Ali Efendi, fen ve hikmet ilminde de iyi yetişmişti. Ayrıca felsefeyi de incelemiş, fakat felsefecilerin bozuk fikirlerine kapılmamıştır. Ahlâk ilmi üzerine çalışmış, bu hususta yazılan eserleri inceleyip, İslâm ahlâkını esaslı bir şekilde yazmıştır.
Kıymetli eserler yazan ve ilmî çalışmalar yapan Ali bin Emrullah Efendi, 1571 senesinde, Ramazan ayının altıncı günü Edirne’de vefât etti. Cenaze namazında başta âlimler olmak üzere, büyük bir cemâat hazır bulundu. Cenaze namazı Câmi-i Atik’de kılındıktan sonra Edirne-İstanbul yolu üzerindeki Vaki Nâzır adı ile meşhur kabristanda defnedildi.
Eserleri:
1- Ahlâk-ı Alâî, 2- Tecrid haşiyesi, 3- Mevâkıf haşiyesi, 4- Dürer ve Gurer haşiyesi, 5- Kalemiyye Risalesi, 6- Sayfiyye Risalesi, 7- Tefsire ve vakfa dâir risaleleri, 8- Şiirlerinin toplandığı bir Dîvânı, 9- Tabakât-ı Hanefîyye (İmâm-ı a’zam hazretlerinden İbn-i Kemâl Paşa’ya kadar).
Ali Efendi, daha çok Ahlâk-ı Alâî adlı eseriyle tanınmıştır. Bu eserini 1564 senesinde Şam’da vazifeli bulunduğu sırada, Suriye beylerbeyi Ali Paşa adına te’lif ederek, eserinin adını ona izafeten Ahlâk-ı Alâî koymuştur.Ahlâk-ı Nâsırî,Ahlâk-ı Celâli, Ahlâk-ı Hüseyn ve İmâm-ı Gazâli hazretlerinin İhyâu ulûmiddîn ve Eyyühel-Veled adlı eserlerini inceleyerek yazdığı bu eserinde, nakiller ve îzahlar yapmıştır. Eser defalarca basılıp, asırlarca ahlâk kitaplarına kaynak olmuş ve Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar medreselerde ve liselerde okutulan ahlâk derslerinde temel teşkil etmiştir. Ahlâk-ı Alâî ve yukarda bahsedilen ahlâka dâir kitaplar ve İslâm âlimlerinin çeşitli, eserleri incelenip, Türkçe olarak İslâm Ahlâkı adında bir eser hazırlanmıştır. Hazırlanan bu eser İstanbul’da Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanmıştır.

HEPSİ EZBERİMDE!..

Oğlu Hasan Çelebi, Tezkiret-üş-şuarâ adlı eserinde babası Ali bin Emrullah hakkında şöyle birhâdiseyi nakleder: “Birgün dostları ile dinlenmek üzere bir bahçeye gittiler. Orada arkadaşlarından biri Bahâristân kitabını gösterip; “Ali Efendi, bu kitabı okudunuz mu?” diye sordu. O da; “Hepsi ezberimde” deyince; “Öyleyse oku bakalım” dedi. Kitaptaki şiir ve hikâyeleri sonuna kadar okuyunca, arkadaşları buna şaşırıp kaldılar.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 242
 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-7, sh. 34
 3) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 164
 4) Şezerât-üz-Zeheb; cild-8, sh. 34
 5) Tezkiret-üş-Şuarâ; (Kınalı-zâde Hasan Çelebi); cild-2, sh. 652
 6) Künh-ül-ahbâr’ın Tezkire Kısmı (Mustafâ Âli Efendi, Hazırlayan Mustafa İsen, A. Ü. Fen-Edebiyât Fak. Kütüphânesi, Erzurum); sh. 144
 7) Meşâir-uş-Suarâ (Âşık Çelebi, London-1971); sh. 181 a.
 8) Türk Klasikleri; cild-4, sh. 173
 9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 984
10) İslâm Ahlâkı; sh. 6

15 Ocak 2019 Salı

AHMET TEVHİD EFENDİ


Osmanlı devri astronomi, matematik âlimi ve devlet adamı. Babası, İsmâil Hakkı Efendi, Eşref-i Rûmî hazretlerinin torunlarından Şeyh Mustafa Efendi’nin oğludur. Ahmed Tevhîd Efendi 1802’de İstanbul’da doğdu. Zamanın önde gelen âlimlerinden olan Kethüdâzâde Arif Efendi’den aklî ve naklî ilimlerin tamâmını öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra serasker-i esbak Bursalı Dâmâd Saîd Paşa’ya kitabçı oldu.
1839 senesinde açılan imtihanı başarı ile vererek Mekteb-i İrfan iye ve Musika-i hümâyûn muallimliğine, daha sonra Beşiktaş kâdı nâibliğine tâyin edildi. 1844’de Bosna mevleviyetine gönderildi. Bir süre bu vazifede kaldıktan sonra Saîd Paşa ikinci defa seraskerliğe getirilince, 1846’da Ahmed Tevhîd Efendi Dâr-ı şûra-yı askerî âzâlığına getirildi. Saîd Paşa’nın seraskerlikten alınarak Sinop’ta ikâmete mecbur edilmesi üzerine Tevhîd Efendi de Dâr-ı şûra-yı askerî âzâlığından alınarak Uşak niyabetine tâyin edildi. Saîd Paşa’nın İstanbul’a dönmesi ile İstanbul’a geri döndü.
Tevhîd Efendi, 1849 senesi Kasım ayı başlarında vazîfeye başlamak ve rütbesi tâyin gününden geçerli olmak üzere Mekke-i mükerreme; 1863’de Ağustos ayının on altısında vazîfe başında olmak kaydiyle Medîne-i münevvere mevleviyetine tâyin edildi. Bir süre sonra İstanbul’a dönerek Dâr-ı şûrâ-yı askerî müftîsi oldu. 1864’de Meclisi vâlâ âzâlığına getirilerek, Anadolu kazaskerliği payesi verildi. 1865 senesi Mayıs ayında Yanya kazası arpalık olarak Ahmed Tevhîd Efendi’ye verildi.
Ahmed Tevhîd Efendi 1866’da Rumeli kazaskerliği payesi ile Meclis-i İntihâb-ı hükkâm-ı şer’î reisi, bir sene kadar sonra da evkâf-ı hümâyûn nâzırı oldu. Bu vazîfede iken sayısız câmi, mescid, dergâh, türbe, mekteb gibi âsâr-ı hayriyeyi tâmir ettirdi. 1868 senesinde bu vazifeden kendi isteği ile ayrıldı. Sultan Abdülazîz Han vazifesine devam etmesi için ısrar ettiyse de her defasında bir mazeret beyân ederek affını istedi. 1869 senesi Ocak ayının yirmi beşinde Pazar günü vefât eden Ahmed Tevhîd Efendi, dedesi Neccârzâde’nin türbesine defnedildi.
Ahmed Tevhîd Efendi, din ve fen ilimlerinde mütehassıs olup, iffet ve fazîtet sahibi idi. İlim öğrenmek istiyenlere konağında sabah-akşam değişik konularda ders verirdi. Matematik, geometri ve dînî konulara dâir eserler yazmıştır. Bunlardan bâzıları şunlardır: 1- Telhîs-ül-a’mâl; Mühendislik, topografya ve askerlik konularına dâir bir eser olup, 1830 senesinde tamamlanmış, 1854 senesinde de basılmıştır. 2- Mecmûat-ül-Ferâid ve Lübb-ül-fevâid: Bu eser de mühendislik ve topografyaya dâirdir. Bu eserini ayrıca, aynı isimle kısaltmıştır. 3- Mir’ât-üs-Semâ: Astronomiye aittir. 4- Hill-ul-Es’ab fî Ted’îf-il-Mik’ab, 5- Nuhbet-ül-Hisâb: Molla Cemşid’in eserinden tercüme edilmiş olup, 1854’de basılmıştır. Kendi el yazısı ile yazılı eserin eksik bir nüshası Râgıb Paşa Kütüphânesi’ndedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Evkâf-ı Hümâyûn Nezâretinin Târihçe-i Teşkilâtı (İbn-ül-Emîn ve Hasan Hüsâmeddîn, İstanbul-1335); sh. 134
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 297

2 Ocak 2019 Çarşamba

KAPIKULU OCAKLARI


Osmanlı Cihân Devleti’nin merkez askerleri. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu gerçekleştiren Osman Gâzi’ye bağlı birlikler atlıydı. O asrın îcâblarına göre, hududlarda ancak bu şekilde atlı kuvvetlere sâhib olan aşiretler bulunurdu. Osman Gâzi’nin emrindeki atlı aşiret kuvvetleri de hudud muhafızı olup, iktâ denilen bir teşkilâtla idare ediliyordu.
Orhan Gâzi de bu atlılardan istifâde etti. Fakat Bursa’nın fethi sırasında, atlı kuvvetlerin kale muhasaralarında pek işe yaramadığı anlaşıldı. Bunun farkına varılması, Orhan Gâzi’yi muntazam ve muvazzaf bir yaya kuvveti kurmaya sevketti. Bununla beraber yine muvazzaf ve dâimi süvari kuvveti de teşkil edilerek, aşiret kuvvetiyle ordu kuvveti birbirinden ayrıldı.
Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında, Orhan Gâzî’nin teşkil ettiği yaya ve müsellem denilen piyade ve süvârî teşkilâtı bırakılmakla beraber, bizzat hükümdara bağlı olmak üzere, dâimi ve maaşlı bir yaya ve atlı ordusu vücûda getirilmek suretiyle kapıkulu ocakları meydana getirildi. Yaya sınıfı olarak; yeniçeri, cebeci, topçu, top arabacıları, humbaracı, lağımcı ve atlı olarak da kapıkulu süvârîleri şeklinde bölümlere ayrılan kapıkulu ocaklarına kaynak olmak (eleman yetiştirmek) üzere, esir ve devşirme hıristiyan çocuklarından müteşekkil bir acemi ocağı te’sis edildi.

Acemi Ocağı

Kapıkulu ocaklarına, özellikle yeniçeri ocağına asker yetiştirmek için kuruldu. İlk olarak Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında Çandarlı Kara Halîl ile Karamanlı Molla Rüstem’in çalışmaları sonunda Gelibolu’da vücûda getirildi. Daha önceleri Rumeli fâtihi Süleymân Paşa, bizzat kendi esir ettiği hıristiyan çocuklarını kısa bir eğitimden sonra iki akçe yevmiye ile yeniçeri olarak savaşa göndermişti. Fakat onun vefâtından sonra bu usûl, savaş esirlerinin önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında hizmet veren at gemilerinde birer akçe yevmiye ile beş on yıl çalıştıktan sonra yeniçeri olmaları şekline dönüşmüştü.
Donanma hizmetinde kullanılan bu esirlerden başka, bir kısmı da Anadolu’da Türk çiftçilerinin yanına verilip, Türkleştirilerek yeniçeri yapıldı. Böylece Gelibolu’da kurulan bu ilk acemi ocağı genişletildi. Bu ocağın en büyük subayı, Gelibolu Ağası olarak adlandırılırdı.
Acemi oğlanı iki şekilde alınırdı: Birincisi, harpte askerler tarafından esir edilen her beş erkekten biri (pençik), diğeri de Osmanlı hududları dahilindeki hıristiyan tebeanın çocuklarından bir tanesi idi.
Pençik Oğlanı; İslâm hukukunda harbte elde edilen esir ve ganimetlerin beşte birinin beytülmâle âid olması hükmüne dayanılarak, pençik yâni beşte bir kânunu çıkarıldı. Bu kânunla savaşlarda elde edilen her beş esirden biri devlet hesabına ve asker ihtiyâcına göre esir sahiplerinden alındı. Bu kânuna dayanılarak alınan esir oğlanlara da pençik oğlanı denildi. Bunlar Gelibolu’daki acemi ocağında geri hizmetinde kullanıldılar. Asker ihtiyâcı olmadığı zaman her esir oğlana değer biçilen yüz yirmi beş akçenin beşte biri olan yirmi beş akçe, esir sahibinden alınırken; bâzan da, askere ihtiyâç fazla olduğundan, değeri ödenmek şartıyla esirlerin beşte birinden fazlası alındı.
Pençik oğlanlarının mühim bir kısmı, akıncıların düşman memleketlerine yaptıkları akınlardan elde edilmekteydi. On beşinci asır sonlarında akıncı beyi, toyca (yüksek rütbeli akıncı subayı) ve akıncıların elde ettikleri esirler, pençikçi denilen ve akıncılarla beraber olan bir me’mur tarafından tesbit edilirdi. Akıncı beyinin bizzat elde ettiği oğlanlardan yirmisi, pençikçinin elde ettiği oğlanların beşi kendilerine bırakılır; toycaların yüksek rütbelilerine birer ve küçük rütbelilerine ise her ikisine birer esir verilirdi. Arta kalan erkek esirlerin on ile on yedi yaş arasında bulunan, kusursuz ve sağlam olanlarının her biri üç yüzer akçeyle devletçe satın alınırdı. Satın alınan bu esirler, ad ve eşkâlleri tesbit edilip bir deftere kaydedildikten sonra, kafile hâlinde Gelibolu’ya gönderilirdi.
Pençik kânunu sonradan daha teferruatlı hâle getirilip, esaslı surette tesbit edildi. Acemiliğe alınmayanlardan; üç yaşına kadar olan çocuklara şirha(meme emen), üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara beççe (yavru), sekizden on iki yaşına kadar olanlara gulâmçe (küçük çocuk) ve bulûğa erenlere gulâm, traşı gelmiş olanlara sakallı ve yaşlılara da pîr (ihtiyar) denildi. Bunlardan yaşlarına ve sağlık durumlarına göre vergi alındı.
Acemi ocağına alınacakların yaşları, on ile yirmi arasında sınırlandırılırdı. Fütûhatın genişlemesi sebebiyle elde edilen pençik oğlanlarının Gelibolu acemi ocağında hep geri hizmetinde bulunmaları, yapılan tecrübelere binâen mahzurlu görülüp, birer akçe yevmiye ile acemi ocağında hep geri hizmetinde bulunmaları, yapılan tecrübelere binâen mahzurlu görülüp, birer akçe yevmiye ile acemi olmaları usûlü kaldırıldı. Anadolu’ya gönderilerek, az bir bedel karşılığında Osmanlı hududları dahilindeki çiftçilerin hizmetlerine verilmesi karâra bağlandı. Bu suretle Anadolu’da İslâm ve Türk terbiyesi görüp Türkçe’yi öğrenerek yetişecek pençik oğlanlarının, ileride orduda daha emniyetli şekilde hizmet edecekleri düşünülmüştü. Bunların Anadolu’ya gönderilmeleri; henüz Rumeli’ye iyice yerleşilmediğinden, aradaki deniz sebebiyle Avrupa’ya kaçamamaları içindi.
Bu esirlerin Anadolu’daki çift-çubuk sahiplerine ufak bir bedel mukabilinde verilmesi de kânun îcâbıydı. Sonraları Rumeli’deki fetihlerin büyümesi ve bölgenin Türkleşmesi sebebiyle, Rumeli’deki Türklerin yanlarına verilmeleri de kabul edildi. Esirlerin bir bedel mukabilinde verilmelerine sebep; ben hünkâr kuluyum diye serkeşlik etmemesi ve verilen vazîfeyi görmesini te’min içindi.
Anadolu’daki çiftçilerin yanında üç-beş yıl hizmet edip yetişen pençik oğlanlarının bir kısmı bahrî hizmetlerde kullanılmak üzere Gelibolu’daki donanma hizmetine; diğer bir kısmı da acemi ocağına verildiler.
Devşirme: Yıldırım Bâyezîd Han’la, Tîmûr Han arasında vuku bulan Ankara meydan muhârebesinden sonra Osmanlı fütûhatı geçici olarak durmuş ve bâzı yerler Bizans İmparatorluğu ile Sırplara terkedilmişti. Gerek Çelebi Mehmed Han ve gerekse oğlu İkinci Murâd Han’ın ilk devirlerinde Rumeli’de fütûhat yapılamadığı için, esirlerden istifâde edilememiş, yeterli mikdârda pençik oğlanı bulunamamıştı. Bunun üzerine yeni bir usûl ile hıristiyan tebeanın birden fazla çocuklarından yalnız bir tanesinin Osmanlı ordusuna alınması karar altına alındı. Devşirme kânunu çıkarıldı. Bu yeni kânunla baştan başa gayr-i müslim olan Rumeli halkı tedricen İslâmlaştırılacak ve aynı suretle müslüman olan bu askerlerle Türk ordusu kuvvetlenecekti.
Bu kânun gereği lüzum ve ihtiyâca göre hıristiyan tebeanın sekiz ile yirmi yaşları arasındaki çocuklarının sıhhatli ve kuvvetlilerinden acemi oğlanı alınmaya başlandı. Önceleri Rumeli’de tatbik edilen bu kânunla; Arnavutluk, Yunanistan, Adalar ve Bulgaristan’dan ve daha sonra da Sırbistan, Bosna-Hersek ve Macaristan’daki Osmanlı arazisinden de devşirmeler yapıldı. On beşinci yüzyıl sonları veya on altıncı yüzyıl başlarından itibaren Anadolu’daki hıristiyan tebeaya teşmil edilen bu kânun on yedinci yüzyılda umûmî bir şekil aldı.
Devşirme işinde birinci derecede mes’ûl olan yeniçeri ağası, devşirilecek çocuk mikdârını tesbit ettikten sonra, îtimâd ettiği kimselerden devşirmeye gidecek devşirme ağalarını (me’murlarını) seçip gönderirdi.
Devşirme emrini aldıktan sonra ilgili bölgelere giden bu me’mûrlar, bölge kâdılarına haber verirler, durum ahâliye îlân edilerek hıristiyan ahâlinin bütün çocuklarıyla beraber belli yerlerde toplanması te’min edilirdi. İki veya daha fazla erkek çocuğu olan ailelerin sekiz ile on sekiz yaşları arasında bulunan çocuklarından en sıhhatli ve gürbüz olan bir tanesi seçilirdi. Her bölgede kırk aileden bir oğlan seçmek kânun îcâbıydı. Ayrıca seçim yapılırken bilhassa asil aile çocuklarının alınmasına dikkat edilirdi. Annesi ve babası ölmüş çocuklar genelde iyi terbiye görememiş; asîl olmayan fakat makam sahibi kişilerin çocukları da şımarık olacağından devşirilmezlerdi.
Devşirilen çocukların köy, kaza, sancak, ana-baba isimleri, doğum ve eşkâlleri deftere kaydedilirdi. İki nüsha hâlinde düzenlenen defterin biri bu çocukları İstanbul’a götürecek sürü başında, diğeri de devşirme işini yapan me’mûrda kalırdı.
Devşirilen çocuklar, sürü adı verilen, iki yüz veya daha fazla kişilik kafileler hâlinde yola çıkarılır; İstanbul’un fethinden önce Gelibolu’daki acemi ocaklarına; sonra ise İstanbul’a götürülürdü. İstanbul’a getirilen bu çocuklar, yeniçeri ağası tarafından eşkâl defterlerine göre tek tek kontrol edilir, dışardan bir kişinin katıldığı tesbit edilirse ilgili sürüden hiç kimse acemi ocağına alınmaz, topçu veya cebeci ocağına gönderilirdi. Eğer karışma olmazsa defter yine yeniçeri ağası tarafından mühürlenir ve saklanırdı. Sürü ise acemi ocağı kışlalarına yerleştirilir, bir kaç gün istirahat etmeleri te’min edilirdi.
Daha sonra acemi ocağına gelen kapıağası, bu çocukların vücut yapıları en mükemmel ve zekî olanlarını saray mektepleri için ayırır; gürbüz olanlarını ise, bostancı ocaklarına gönderirdi.
Devşirmelerin kalan kısmı Anadolu ve Rumeli’deki müslüman-Türk çiftçilerin yanına verilirdi. Bu muamele ile bunların müslüman-Türk örf ve âdetlerine göre yetişmeleri te’min edilir, bulundukları yerlerde görevli me’murlar tarafından sık sık kontrol edilerek, sistemde bir aksama olmamasına îtinâ gösterilirdi.
Bu şekilde en az üç, en fazla sekiz yıl terbiye edilen devşirmeler, yeniçeri ağasının arzı ve dîvân-ı hümâyûnun onayı ile İstanbul’a getirilirlerdi. Burada eşkâlleri tekrar kontrol edildikten sonra, acemi ocağına kaydedilerek acemi oğlanı adını alırlardı.
Acemiler, acemi ocağı ağası kontrolü ve sorumluluğu altında; saray, câmi, çeşme, köprü, medrese, hastahâne gibi te’sislerin inşâatında çalıştırılabilirlerdi. Acemilerin bir kısmı sekbanlar fırınında çalıştırılır, bâzıları da gemilerin kalafat işlerinde kullanılırdı. Yeniçeri ağasının odun gemilerinde de acemi oğlanları hizmet görürlerdi. Acemilerden ağa kapısında bulunanlar nalbantlık, berberlik, saraçlık gibi san’atları öğrenir, bâzıları da yeniçeri ağası kol gezerken onun hizmetinde çalışırdı. Bâzıları matbah-ı âmireye (saray mutfağına) âid koyunları bekler veya birer akçe ulufe ile kasap çırağı olurlardı.
Acemi oğlanlarının oda tâbir edilen kışlaları, İstanbul’da Şehzâdebaşı ile Vezneciler arasında olup, bu kışlanın başında acemi ocağı ağası bulunurdu. Doğrudan doğruya yeniçeri ağasına bağlı olan acemi ocağı ağası, acemilerin vazifelerini belirler ve tezkerelerini kaleme alırdı. Ordu sefere gittiği zaman, İstanbul’un güvenliğini sağlamak bu ocağın görevi idi.
Acemi oğlanları suç işleyince, meydan kethüdası veya meydanbaşı denilen zabit tarafından cezalandırılırdı. Acemi oğlanlarını devamlı kontrol altında bulunduran yayabaşıların da bunlar üzerinde geniş yetkileri vardı. Acemi oğlanları İstanbul dışında iken yeniçeri serdârına bağlı olurlardı.
Acemi oğlanları geçimlerini yevmiyeleriyle te’min eder, yemeklerini odalarında kendileri pişirirlerdi. Bunların ulufe denilen ve her üç ayda bir verilen maaşları acemi ocağı meydanında dağıtılırdı. Yevmiyeleri, ocağın ilk kuruluş yıllarında bir akçe iken, on sekizinci yüzyılın ilk yarısında yedi buçuk akçeyi bulmuştu. İlk zamanlar yılık iki kat elbise verilirken, sonraları elbise yerine de para verildi.
Acemi oğlanları dolama denilen bir cübbe giyerlerdi. Bellerinde çizgili kumaştan bir kuşak ile küçük bir hançer bulunur, başlarında ise, koni şeklinde sarı bir serpuş, etrafında krepten ince sarık olurdu. Papuçları bağsız ve arkasızdı.
Acemi oğlanlarının, acemilik sürelerini tamamladıktan sonra, yeniçeri ocağına kabul edilip kaydedilmelerine; kapuya çıkma veya bedergâhdenirdi. Umumiyetle yedi veya sekiz yılda bir kapuya çıkarlardı. Savaş yıllarında, yeniçeri ocağının ihtiyâcına göre bu süre biraz daha kısaltılabilirdi. Acemi ocağından çıkabilmek için yeniçeri ağası dîvâna arzda bulunur, istek kabul edilirse sırası gelen acemilerin listesi, çorbacılar tarafından yeniçeri ağasına verilirdi. Ağa, mühürleyip tasdik ettiği listeyi sadrâzamın tasvibine arzeder, daha sonra liste ocak kâtibine gönderilirdi. Acemi ocağından ekseri yeniçeri ocağına olmakla beraber, diğer kapıkulu ve bostancı ocaklarına da çıkmalar yapılırdı.
On yedinci yüzyılın ortalarından îtibâren Türklerden acemi alınmaya başlandı. Acemi ocaklarındaki oğlanların sayısı yeniçeri ocağına bağlı olarak devamlı değişiklik gösterdi. İlk devirlerde ocağın mevcudu bin kişi civarında iken, bu sayı Kânunî devrinde dört bin, birinci Ahmed Han devrinde ise dokuz bin dört yüzü buldu. 1622 târihinde bostancılarla beraber dokuz bin iki yüz iken, bir yıl sonra on bir bin civarına ulaştı. 1679’da ocak mevcudu iki bin yedi yüz kırklara kadar indirildi. 1826 yılında yeniçeri ocağının ortadan kaldırılmasıyla da acemi oğlanları ocağı târihe karıştı.

Yeniçeri Ocağı

İlk kurulduğu zamanlarda ordudaki yegâne ağır piyade askeri olması sebebiyle başarıları görülmüş, fakat on altıncı yüzyıl sonlarından îtibâren devletin başına büyük gaileler çıkarmış olan yeniçeri ocağının açılması, birinci Murâd Han zamanına rastlar. Ocağın ilk teşkilinde pençik oğlanlarından ikişer akçe yevmiye ile bin kadar yeniçeri alınıp, bunların her yüz kişisine komutan olarak Türklerden meydana getirilen yaya askeri usûlüne uygun olarak bir yayabaşı tâyin edildi.
On beşinci yüzyıl ortalarına kadar yaya bölükleri veya daha sonra cemâat adı verilen bir sınıftan ibaret olan yeniçeri ocağı, Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında sekban bölüğünün de kurulmasıyla iki sınıf hâline geldi. On altıncı asır başlarında ise ağa bölükleri denilen üçüncü bir sınıf daha teşekkül ettirildi. Bütün yeniçeri bölüklerinin mevcutları on beşinci yüzyıl ortalarına kadar aşağı yukarı on bin kadardı.
Yeniçeriler, Osmanlı ordusunun ağır piyade sınıfını teşkil ederler ve harpte ordu merkezinde pâdişâhın önünde bulunurlardı. Pâdişâh sefere giderken hududa yaklaşınca, etrafında yürüyerek gece-gündüz onu muhafaza altında bulundururlardı. İstanbul’da bulundukları zaman ise, içtimâ günlerinde nöbetle dîvân-ı hümâyûn muhafızlığı yaparlar, yangın olursa söndürmeye giderler, yeniçeri ağasıyla kol gezerek ve karakollarda bulunarak asayişi te’min ederlerdi. Bundan başka, üç senede bir değişmek üzere hükümetçe uygun görülen serhat kalelerinde muhafızlık ederlerdi.
En büyük kumandanları yeniçeri ağası idi. Bundan sonra büyük subay olarak sırasıyla; sekbanbaşı, kul kethüdası, zağarcıbaşı, samsoncubaşı (saksoncubaşı), turnacı başı, hasekiler, başçavuş, muhzırbaşı, kethüdâyeri vardı (Bkz. Yeniçeri Ocağı).

Cebeci Ocağı

Bugünkü ismiyle ordudonatım sınıfı. Kapıkulu ocaklarının yaya kısmında olup, bölük ve cemâat olarak iki gruba ayrılan cebeci ocağı, yeniçerilere âid ok, yay, tüfek, kılıç, kazma, kürek, barut, fitil, kurşun, zırh, tolga, harbe ve buna benzer levâzımâtını yapar, muhafaza eder, muhârebe zamanında bunları cepheye götürürdü. Muhârebe öncesinde yeniçerilere dağıttığı, bu silâhları dönüşte toplar, tamire muhtaç olanları tamir eder, yağlayıp bakımını yapar, eksikleri tamamlar ve cebehânede (silâh deposunda) saklardı.
Bu ocağa da yeniçerilerde olduğu gibi acemi ocaklarından efrâd alınırdı. Ocağa önce Şakirdi ismiyle çırak giren acemiler, sonra intisâb ettikleri san’atlarda yetişerek usta olurlardı.
Silâh yapan ve tamir eden, barutları ıslâh, harp levazımını tedârik eyleyen ve humbarayı yapan şeklinde ortalara ayrılan cebeci ocağının mevcudu on beşinci yüzyıl başlarına kadar beş yüz civarındaydı. 1600’lerde dört bin, 1750’lerde sekiz bin kişiye kadar çıktı.
İstanbul dışında büyük taşra şehir ve kalelerinde de üç yıllık sürelerle görev yapan cebeciler mevcuttu. Taşrada bulunan cebeciler, yalnız yeniçerilerin değil, azab (hafif piyade), dizdar (kale muhafızı) gibi sınıfların silâhlarına da bakarlardı. Merkezdeki cebehâneler (silâh depoları) gibi bu kalelerde de cebehâneleri bulunur, muhafızlığını kendileri yapardı.
İstanbul’daki cebeci kışlası Ayasofya Câmii karşısındaydı ve Yerebatan taraflarında da imalâthâneleri ile depoları vardı. Cebehâne için lâzım olan mâmül ve gayr-i mâmûl bütün eşya bu depoda bulunur ve ihtiyâç hâlinde ya imalâthânelerde kullanılır veya yapılmış olan şeyler istenilen yere gönderilir, yâhud depoda muhafaza edilirdi. On altıncı asır sonlarında, hududlardaki silâh depolarından en mühimi Budin ve Belgrad’da idi. Rumeli’deki demir mâdenlerinde dökülen tüfek kurşunu da Belgrad’da depo edilirdi. Yeniçerilere âid cebe yâni zırh üzerlerinin kumaşları, tolga kılıfları, zırh keseleri, meşin, bakır, pamuk ipliği, keten, çelik, kayış, tüfek maşası vesaire cebehâne ambarlarında bulunan eşyalardan idi.
Cebeci ocağının Samako’da (Bulgaristan) istihkâm levâzımâtı atölyesi; İstanbul, Gelibolu ve Edirne’de atölyeleri vardı. Bu atölyelerin üretimi yetmediği zaman özel atölyelere siparişler verilirdi. Gene bu ocağın yaptığı tüfeklerin kundaklarına lâzım olan ağaç, Adapazarı ormanlarından ücret mukabili halka kesdirilerek tedârik edilir, lâzım olan ipliğin bir kısmı Halep’ten gelirdi.
Cebeci ocağının en büyük zabitine cebecibaşı denilirdi. Sancakbeyi (tümgeneral) seviyesinde olan cebecibaşınm, tâyininde, pâdişâhın huzuruna çıkması kânun îcâbıydı. On altıncı asır sonlarında yetmiş beş akçe yevmiye alırdı. Bundan başka cebeci ocağında dört kethüda vardı. En kıdemlisine başkethüda denir, cebecibaşının azli veya vefâtı sonunda yerine tâyin olunurdu. Bâzan cebehâne başçavuşunun veya dışardan birinin de cebecibaşı yapıldığı olurdu. Kethüdalardan sonra gelencebeciler başçavuşu, bölük ve orta komutanları, onların da bir derece aşağısında odabaşılar ve diğer küçük zabitler bulunurdu.
Ocakta, bu zabitlerden başka cebeciler kâtibi, başhalîfe ve kîsedâr (kesedar) gibi kalem erkânı da vardı. Bunlar cebecilerin ulufe ve silâh, cebehâne ile diğer depolarda bulunan levâzımâtın defterlerini tutarlardı. Bir yerin zaptını takiben elde edilen silâh, barut gibi malzemeyi yazmak ve kalelere konan cebehânenin defterlerini tutmak da bunların görevleri idi.
Yeniçeri ocağıyla beraber ikinci Mahmûd Han tarafından ilga edilen cebeci ocağından 1054 er ve subay seçilip, cebehâne-i hümâyûn kuruldu. Bunlar sağ ve sol kol diye iki kısma ayrılıp, kol kumandanlarına; sağ-sol kol bölükbaşıları dendi. Asâkir-i mansûre kurulduktan sonra, bu askerî sınıfa silâh yapar oldular.

Topçu Ocağı

Top ile mermisini dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısım olarak kurulan topçu ocağı, kapıkulu ocaklarının yaya kısmına dâhil olup, tamâmiyle müstakil idi. İlk defa Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında kullanılmaya başlandıktan sonra, Osmanlı ordusunun muvaffakiyetinde mühim payı bulunan top, on beşinci asır ortalarından îtibâren evvelâ Fâtih ve sonra da Kânûnî’nin gayretleriyle en yüksek dereceye çıkmıştı.
On dördüncü asır sonları ile on beşinci asır başlarında kurulduğu tahmin edilen topçu ocağı teşkilâtına, acemi ocağından efrâd alınmaktaydı. Gerek topçunun atış kısmına, gerekse top ve mermi îmâlinde istihdam edilecek acemi efrada ihtiyâç duyulduğu zaman; topçubaşı, dîvân-ı hümâyûna müracaat eder, lüzumu kadar acemi isterdi. Durum yeniçeri ağasına, acemi ocağının hangi kısmından ne mikdârda ve hangi evsâfda çıkma yapacağı yazıyla bildirilirdi. Her iki sınıf için ayrılan efrâd da şâkird olarak deftere kaydedilirdi.
Top dökücüleri kısmında bulunan şâkirdler, tezgâhlarda yetişerek usta olurlardı. Fabrikada dökümcübaşının emrinde; tamirci, burgucu, yamacı, dökümcü, delici gibi muhtelif san’at erbabı ile maiyyetleri çalışırdı. Topların zarbazen ismindeki muhtelif nevileri yanında; şakloz, pranga, bacaloşka, ejderdehen, havan ve sâir tipleri de vardı.
Topçu efradı İstanbul’da bulundukları gibi, nöbetleşe kalelerde hizmet de ederlerdi. Bunların İstanbul Tophâne’de ustaların nezâretleri altında haftada iki gün nişangâha atış yapmaları kânun îcâbı idi. Ağa bölükleri ve cemâat olarak başlıca iki kısma ayrılmış olup, her birinin müteaddid ortaları vardı ve cemâat kısmı yetişmiş iki ortadan meydâna geliyordu.
Topçu ocağında; sertopî veya topçubaşı denilen bir ocak kumandanı ile dökümcübaşı, ocak kethüdası ve çavuşu gibi yüksek rütbeliler, çorbacı veya bölükbaşı ile dökücü halîfeleri isimlerinde daha küçük rütbeli zabitleri yanında bir de ocak kâtibi bulunurdu. Sivil me’murlardan da tophâne nâzırı ile tophâne emîni vardı. Tophâne emîni, tophâneye alınan ve sarf edilen eşyanın defterini tutar, her sene hesabını verirdi. Tophâne levazımı da bunun eliyle tedârik edilirdi. Dökümhâne kısmında top fırını mîmârı, topçu halîfeleri ve anbar kâtibi denilen usta muavinleri varsa da, bunlar ikinci derecedeki zabit ve me’murlardandı. Ayrıca, top dökülmesi için; ocağın yanmasından itibaren, sıvı demir cevherinin top kalıplarına akıtılması zamanına kadar geçen vakti, tuttuğu kum saatiyle topçu ocağının dökümhânesi için tâyin edilmiş bir muvakkit vardı.
Ocağın bir de duâgû ismi verilen duâcısı vardı. Taşraya sefere giden topçu ortalarının bayrak açmalarında ve maaş için sergi açmasında duâ etmekle mükellefti.
Topçubaşı on altıncı asır ortalarında günde altmış, erler ise yeniçerilerden fazla olarak altı ile sekiz akçe alıyorlardı. Ocağın mevcudu 1.200 dolaylarında idi. Topçu ocağının kışlası ve en büyük fabrikası Tophâne’de, Kılıç Ali Paşa Câmii’nin karşısında bulunurdu. Burası Fâtih Sultan Mehmed ve oğlu Bâyezîd Han zamanında yapılmış olmakla beraber, Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından genişletilmişti. İstanbul’dakinden başka devletin yedi top fabrikası daha vardı. Bunlar; Belgrad, Baç (Semendire yakınlarında), Budin (Budapeşte), İşkodra, Pravişte (Darama yakınları), Tameşvar ve Asya’da ise yalnız İran sınırında Gülanber’de idi. Buralarda İstanbul’dan gönderilen döküm makineleri kalıpları ile top dökülebiliyordu. Her fabrika yıllık ortalama iki yüz otuz top dökecek kapasitede idi. Bunlara ek olarak, büyük topların taşınamadığı kale önlerinde de dökümhâne kurulur, kuşatılan kale önlerinde top dökülürdü. Bunu, Osmanlı Devleti’nden başka hiç bir devlet başaramamıştı.
Madenî top güllesi yapan altı fabrika mevcuttu. Bu fabrikalar; Bilecik, Van, Kığı, Kamangrad (Bosna-Banyaluka yakınları), Novaberde (Morava kıyısı) ve Baç’ta bulunuyordu. Buralarda yapılan gülleler ihtiyâca göre kale ve palangalara gönderilir, ihtiyâç fazlası olanlar ise; İzmit, Yenişehir, Pazarcık ve Edincik’te kurulan dört adet depoda muhafaza edilir ve sefer hâlinde sevkiyât buralardan yapılırdı.
On yedinci asır ortalarından sonra Avrupa’da topçuluğun gelişmesi üzerine, Osmanlı Devleti’nde de tedbirler alınıp, bir ferman ile sür’at topçuları teşkilâtı kuruldu ve topçu ocağına bağlandı, önceleri iki yüz elli civarında olan bu topçuların mevcudu sonradan iki bine kadar çıkarıldı. Seri tâlimlerle kısa zamanda yetiştirilen topçular, bir dakikada, sekiz-on top atar hâle gelerek, bir kısmı sınır kalelerine gönderildiler.
Vak’a-i hayrîyye esnasında topçular, hükümete sâdık kalarak humbaracı ve lağımcı ocaklarıyla birlikte sancak-ı şerîf altına toplandılar. Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra da yeni bir şekle göre tertip edildiler.

Top Arabacıları Ocağı

Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinde kullanılan toplar, deve, katır ve beygirlerle naklolunan küçük ve hafif toplardı. On beşinci yüzyılın ortalarından îtibâren topçuluğun önemli ölçüde gelişmesi üzerine, büyük hacimlerde toplar döküldü. Bu topların deve, katır ve beygirlerle götürülmesi imkânsız olduğundan, arabalarda taşınmasına karar verildi ve top arabacıları ocağı kuruldu.
Arabacıbaşı denilen ve tümgeneral seviyesinde bulunan bir komutandan sonra ocakta; kethüda, çavuş, başçavuş, kethüdâyâveri, ocak kâtibi gibi birinci derecede ve bölükbaşı, odabaşı, halîfe isimleriyle de ikinci derecede orta ve bölük zabitleri bulunurdu.
Ocağa efrâd, acemi ocaklarından alınırken, arabacılara lâzım olan döşeme ağacı Hırvatistan’daki Pozağa ve Sirem’den; arabaları çeken beygirler; Eflâk, Boğdan ve Tuna taraflarındaki sancak ve kazalardan; beygirler için çulların altına konan kepenekler de Yunanistan’ın Tırhala ve Fener taraflarından getirilirdi. Ocaktaki asker sayısı, başlangıçtan vak’a-yi hayriyyeye kadar beş yüzle üç bin arasında değişirken, beygir mikdârı 1808’de beş yüzden fazlaydı.
Ocağın başlıca görevi; topların nakil işleri, bunun için gereken arabaların yapımı ve tamiri ile beygirlerin bakımı idi. Arabacıların kışlaları Şehremini’nde, araba imalâthâneleri Tophâne’de ve atlara bakılan kısmı ise Ahırkapı’da idi.
Top arabacıları sefere topçularla beraber giderlerdi. Sahra toplarını çeken ve topların ağırlıklarına göre ayrı ayrı dizayn edilmiş ve yapılmış olan arabalar ile beygirler, bunların nezâreti altında bulunurdu, Muhârebe esnasında ise, ürkmemeleri için beygirleri muhafaza etmek bunların vazifesi idi.
Arabacı ocağı, topçu ocağıyla sıkı münâsebette olduğundan, ordudaki ıslâhattan istifâde etti. Yapılan ıslâhat sonunda süvari ve piyade olarak iki kısma ayrıldılar. Tertîb-i cedîd ismiyle düzenlenen her süvari bölüğü de ikiye ayrıldı. Birinin kumandanına halîfe-i evvel, diğerininkine halîfe-i sânî dendi. Aynı şekilde tertîb-i cedîd ismiyle tertibolunan her piyade bölüğünde; eski tertib üzere bölükbaşı, odabaşı, alemdar, alemdar yamağı gibi bölük âmir ve çavuşlarıyla ocak imâmı vardı.
Humbaracı Ocağı: Önceleri topçu ve cebeci ocaklarının bâzı bölükleri humbaracı idiler. On altıncı asırda ayrı bir ocak hâline getirildiler. Humbara, el bombası olup, tüfekle atılanları da vardı.
İstanbul’daki ulûfeli humbaracılardan başka, taşrada tımarlı humbaracılar vardı. Her ikisinin âmiri İstanbul’daki humbaracıbaşı idi.
Kışla ve fabrikaları Üsküdar Ayazma’da idi. Mevcudu 18. yüzyılın ilk yarısında altı yüz civarında olan ocak; oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrılmıştı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de tımarlı idi. Her ulûfeli odaya iki yüz akçe ile bir odabaşı ve doksanar akçe ile iki tane ellibaşı ve elti akçe yevmiye ile üç tane otuzbaşı ve otuzar akçe yevmiye ile on tane onbaşı, vekilharç, çavuş, imam, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz; Alaybaşı denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçe idi.
Üçüncü Selîm Han’dan îtibâren açılan ıslâhat devresinde 1792’den îtibâren humbaracı ocağı iyice ele alınıp, tımarlı ve ulûfeli şeklindeki ayırıma son verilerek, hepsinin devlet merkezinde bulunmaları kabul edildi.
Lağımcı Ocağı: İki sınıftan meydâna gelen bu ocak; muhârebe zamanında muhasara edilen kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmakta vazifeli idi. Birincisi maaşla olup, cebecibaşının emri altında cebeci ocağına bağlı idi. İkincisinin de zeamet ve tımarları vardı. Tımarlı lağımcıların başındaki âmire lağımcıbaşı denirdi. Bundan başka kethüda ve çavuş, ocağın büyük zabitlerinden olup, alemdar da küçük zabitlerdendi.
Yer altından yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkma veya lağım atarak berhava etme işi olan lağımcılık, Osmanlı ordusunda çok gelişmişti. Lağımcılar, seferde ordu ile beraber giderdi. Mevcut lağımcılar kâfî gelmediği zaman, hâriçten lağımcı alınırdı. Kânûnî Sultan Süleymân Han Zigetvar seferine giderken, muhtelif kazalardan lağımcı istemişti.
Osmanlı ordusunda lağımcılık, mühendisliğe eş ehemmiyetli bir meslek iken, on yedinci asır ortalarından itibaren bozulmuş ve gitgide san’attan anlamayanların toplandığı bir yuva olmuştu. On sekizinci asrın sonlarına doğru mevcudu iki yüz dolaylarında olan ocak, 1792’de üçüncü Selîm Han zamanında, birincisi lağım bağlamak tekniğini, ikincisi ise köprü, tabya ve kale yapmak gibi mîmâriyi içine alan iki mühim kısma ayrıldı. Birinci Abdülhamîd Han, Kağıthâne’de yapılan humbaracı ve lağımcı tâlimlerine bâzan gelerek, ağalarını ve efradı hil’at ve bahşiş ile teşvik ederdi.

Kapıkulu Süvârileri

Yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderüna eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden iç oğlanları ve büyük fedâkârlığı görülen garîb yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Yeniçeriler ve diğer piyade sınıfları gibi maaşlı idi. Tımarlı sipahilerden ayırmak için bunlara, kapıkulu süvarisinden başka bölük halkı da denilirdi. Daha sonraları yalnız sipahi demekle de, kapıkulu süvarisi kastedildi.
Kapıkulu süvari ocağına alınmasına bölüğe çıkmak denilir ve bu suretle buradaki boşluklar doldurulurdu. Altı bölük olan kapıkulu süvari ocağına gerek saraylardan gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla beraber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi.
Murâd-ı Hüdâvendigâr zamanında kurulan kapıkulu süvarileri başlangıçta sipahi ve silahdâr olmak üzere iki kısım idi. Bu iki kısım süvariden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemin (sağ ulûfeciler) veulûfeciyân-ı yesâr, (sol ulûfeciler) ve gurebâ-ı yemîn (sağ garibler) vegurebâ-ı yesâr (sol garibler) isimleriyle on beşinci asır ortalarına doğru diğer dört kısım kapıkulu süvârîsi daha ihdas edilerek, süvarilerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvarisinden her bölüğün vazîfesi ayrı ayrı idi.
Sipah bölüğü: Süvari ocağının kırmızı bayrak da denilen en mümtaz ve itibarlı bölüğü. İlk devirlerde devletle nüfuz sahibi olanların çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, âdet-i ağnam, mukâtaa gibi mîrî malların tahsilinde görevlendirilirler ve ekseriya üzerlerine hünkâr iç oğlanlarından biri ağa tâyin olunarak, tahsilata giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîlik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi.
Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi, harp sahasında ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdarın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler ihdas edip güzergâhı tesbit ederlerdi: Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdar otağının sağında kurarlar, otağ-ı hümâyûnun gece korunmasını silahdâr bölüğüyle münavebeli olarak yaparlardı.
Sipahiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölük başılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi.
Silahdâr bölüğü: Sarı bayrak da denilen bu bölük, Osmanlı Devleti’nde kapıkulu süvarilerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan iç oğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan veveledeş denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür.
Fâtih Sultan Mehmed Han zamanına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrafında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara aitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdaları veya çavuşları bu işe me’mur edilirdi. Silahdârlar yolları açarlar, köprüleri tamir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında bir kaç milde bir yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdas etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk (pâdişâhın tuğralarının taşınması), yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukculuk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi îtibârlı vazifeler de bu bölüğe verilmişti.
İki yüz altmış bölüğe ayrılan Silâhdâr bölüğü seferde olduğu gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı.
Gerek sipâh ve gerekse silâhdarların başlarında büyük zabit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüda, kethüda yeri, başçavuş, çavuş ve bir de kâtipleri vardı.
Ulûfeciyân-i yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil bayrak ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz bayrak taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişâhın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, sübaşı ismiyle bölük sübaşılığına tâyin edilirlerdi.
Ulûfeci bölüklerine, alınan efradın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkîl ederdi. Veledeş denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânun îcâbıydı.
Ulûfeciler arasından üç ihtiyar süvârî otağcı ismiyle, eski ve satılması îcâbeden otağları satmak vazifesiyle mükellef idiler. Hükümdara ve hazîneye âid otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvarinin birisi emin, biri kâtip, birisi de nâzır olurdu.
Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, aşağı bölükler de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi.
Sefer esnasında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhafaza ederlerdi. Harp esnasında en mühim vazifeleri, sancak-ı şerifin muhafazası idi. Bunun için sancak-ı şerifin konulduğu çadırın etrafını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîf ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Han’dan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini te’min etmek de görevleri arasındaydı.
Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz ve sol gariblerinki ise yeşil ile beyaz renklerden meydana geliyordu.
Gurebâ bölükler efradı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfî ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen miktar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi.
Kapıkulu süvarilerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, gaddâre denilen ve eyerin kaşına asılı bir kılıç idi. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alarak, değişmeli olarak düşmana hücum ederlerdi. Her süvari sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi.
Sipahi ocaklarına kaydolunacaklar hakkında hat denilen pâdişâhın tahrîri irâdesi çıkardı. Bu ocağa girecekler ismi evvelâ mukabeleci denilen mâliye me’muru defterine kaydedilir. Mukabeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulufe zamanında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdara arzederdi.
Veziriazamın huzurunda ulufelerini alacak süvariler, maaşlarını alırken, iptida denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulufe mikdârı yazılı olurdu.
Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdası olurlar yâni zeamet ile çıkarlardı.
Kapıkulu süvarilerinin hükümet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbur olduklarından, çoğu hükümet merkezi haricindeki yakın yerlerde bulunurlardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti Teşkilâtından Kapıkulu Ocakları (Uzunçarşılı); cild-1, 2
 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 553
 3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-8, sh. 351
 4) Kuruluştan II. Bâyezîd’e Kadar Osmanlı Devlet Teşkilâtı ve Müesseseleri; sh. 20
 5) Kuruluşundan On beşinci Asrın ilk Yarısına Kadar Osmanlı İmparatorluğu Teşkilâtı (İ. H. Uzunçarşılı)
 6) Târih Deyimleri ve Terimleri (ilgili maddeler)
 7) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye (Stanford Shaw)
 8) Osmanlı Kara ve Deniz Kuvvetleri (Prof. Dr. Aydın Taneri, Kültür bakanlığı yayınları)

KANUNNAME


İdarî, mâlî, cezaî ve çeşitli sahalarda görülen lüzum üzerine pâdişâhların emir ve fermanları ile vaz’ edilen (konulan) kânun ve nizamları ihtiva eden mecmua. Kanunnâmeler, daha önceki pâdişâhlar tarafından konulan kânun ve nizamların aynen veya hülâsa edilerek toplanmak suretiyle de meydana getirilirdi. Bütün İslâm devletlerinde hükümde birinci derecede esas kaynak; kitap, sünnet, icmâ ve kıyas ile bunlara bağlı fer’î delillerin teşkil ettiği İslâm hukukudur. Müctehîd âlimlerin yetiştiği hicrî dördüncü asra kadar hâkim mevkîindeki müctehidler, ortaya çıkan mes’eleleri kendi ictihâdlarına göre hallediyorlardı. Bu asırdan îtibâren yalnız dört büyük müetehidin ictihâd ve usûlleri kaydedilmiş, fıkıh ve usûl-i fıkıh kitapları yazılmıştır. Bundan sonra, sorulan suâller bu kitaplara göre cevaplandırılmıştır. Zamanla âlimlerin fıkıh kitaplarına göre verdikleri cevaplar derlenerek fetva kitapları yazılmıştır.
Bunların yanında, sultan tarafından emir, ferman ve kanunnâmeler de çıkarılmıştır. Bunlar, meydana gelen hâdiseleri halleden hükümler mahiyetindedir. Pâdişâhların bu nevî hüküm verme hususunda mesnedleri, dayanakları yine İslâm hukukudur. İslâm hukuku lüzum görüldüğünde pâdişâha hüküm vermek selâhiyeti vermiştir. Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîfde, ulûlemre itaat emredilmiştir. Bu sebeple pâdişâhlar, zaman zaman kamu yararını ve devlet işlerinin düzenli yürütülmesini dikkate alarak hukukun çeşitli mevzularına âid kânunlar koymuşlardır.
Nitekim pazardaki bâc vergisinin mikdârı, tımarlı sipahilerin, hak ve vazîfeleri, kıyafet ve sikke mes’eleleri, pâdişâhın emir ve fermanları ile tanzim edilmiştir. Bu düzenlemelerde, muhitlerin dîne muhalif olmayan örf ve âdetleri de önemli rol oynamıştır. Bu husus emir ve fermanları bir araya toplayan kanunnâme mecmualarının baş tarafındaki; “Şer-i şerife muvafakati mukarrer olup, hâlen muteber kavanîn ve mesâil-i şer’iyyedir (Yüce İslâm kânununa uygunluğu görülüp, şimdi bile geçerli kânun ve İslâmî mes’eledir” ibaresinden de açıkça anlaşılmaktadır. Kemâl paşazade’nin bir fetvâsındaki; “Şer’an caiz değildir ve hem men olunmuştur Cânib-i sultândan” ifâdesi İslâm hukuku ile kanunnâmeler arasındaki muvafakati gösterir. Osmanlı için böyle bir uygunluk mecburîdir. Çünkü devletin temeli, İslâm’ı yaşama ve yayma gayesi üzerine kurulmuştur.
Osmanlı pâdişâhlarının İslâm hukukunun dışında olan örfe dayanarak yaptığı düzenlemeleri İslâm hukukunun dışında görmek ve Osmanlı’nın İslâm hukukundan ayrı, bir de örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü İslâm esaslarına muhalif olmayan her tasarruf dînîdir ve dîne uygundur. Bunun içindir ki, Osmanlılarda hâkim mevkiinde olan kâdılar, fıkıh ve fetva kitapları yanında pâdişâh tarafından çıkarılan emir, ferman ve kanunnâmelere de hükümde kaynak olarak müracaat etmişlerdir.
İlk Osmanlı kanunnâmeleri, kânun tekniği ve bünye hususiyetleri bakımından mücerret ve umûmî bâzı hükümlerin, sistemli bir tarzda, tasnîf ve tertipleri suretiyle meydana gelmiş değildi. Bunlar daha ziyâde, muayyen zaman ve mekânlarda ortaya çıkan hâdiselerle ilgili emir ve fermanlardan ibaretti. Ayrıca bütün Osmanlı memleketlerine mahsûs umûmî kânunlar olmayıp, her yerin örf ve âdetlerine göre düzenlenmiş husûsî kânunlardı. Zâten Osmanlı Devleti’nde, idâri, mâlî mevzuatta bölgelere göre her biri ayrı bir teşkilât ve nizâm ile idare edilen ve çeşitli imtiyaz ve muafiyetlere sahip bulunan zümreler vardı. Bunlara ve vakıflar şeklinde, idârî-mâlî bir takım muhtariyetlere ve her biri kendi husûsî statüsüne göre idare edilen teşekküllere hükmeden bir ülkede, umûmî bir teşkilât ve idare kânunu tertib etmeye ve bunu herkesin eline vermeye imkân yoktu. Bu sebeple Osmanlıların, şeriata (islâmiyet’e) uygun olmak şartıyla, meselâ Macaristan’da fethedilen memleketler ile Adalarda, Mısır’da, Azerbaycan’da veya doğu vilâyetlerinde hemen fetihten sonra uyulacak kânunlar kaleme alınırken, o memleketlerde öteden beri geçerli örf ve âdetler ile birlikte bir kısım eski nizâm ve kânunların da değiştirilmedikleri dikkati çekmektedir. Bilhassa bir kısım Türk-islâm devletlerinden fethedilen ülkelerde bâzan eski kânunların hiç değiştirilmeden aynen ve eski isimleri ile muhafaza ve tatbik edildiği, sâdece sonradan sokulmuş ve İslâmiyet’e aykırı bid’atlerin ayıklanarak atıldığı görülmektedir. Denilebilir ki, Osmanlılar feth ettikleri memleketlerdeki örf ve âdetler ile halkın alışık olduğu vergi şekillerine uzun müddet riâyet etmişler, ancak lüzum duyuldukça onları yavaş yavaş tâdil ve ıslâh etmek suretiyle bütün memleket için umûmî ve müşterek bir nizâma doğru yükselmek imkânını bulmuşlardır. Yine bu siyâset sayesinde hâkimiyetleri altına aldıkları ülke halkının gönlünü ve kalbini de fethetmişler ve onları İslâmiyet’e daha kolay ısındırmışlardır.
İlk zamanlarda emir ve fermanlar çıkarmak suretiyle mahalline gönderilen kânunları, Fâtih Sultan Mehmed zamanında Kânunnâme-i âl-i Osmanadıyla tedvin edilmiştir (toplattırılmıştır). Nitekim Kanunnâme’nin hemen başında; “Bu kanunnâme atam ve dedem kânunudur ve benüm dahî kânunumdur” ifâdesi bunun açık delilidir. Fâtih kanunnâmesi üç kısımdan teşekkül etmekteydi. Birinci kısım, devlet ileri gelenlerinin teşrifattaki yerlerine, pâdişâha kimlerin arzda bulunabileceklerine, kâdıların mertebelerine; ikinci kısım, saltanat işlerinin tertibine, yâni dîvân, has oda teşkilâtına ve saray hizmetkârlarının bayramlaşma merasimlerine; üçüncü kısım ise, suçlar ve karşılıkları ile mansıb sahiplerinin gelirlerine dâir bilgileri ihtiva ediyordu. Son kısımda ayrıca gayr-i müslim devletlerin verecekleri yıllık vergiler ile devlet görevlileri ve hânedân mensûblarına dâir lakab örnekleri bulunmaktadır. Diğer taraftan, arazî ile ilgili kanunnâmeler, her pâdişâh değiştikçe ve yeni fetih ve ilhakları müteakip, tutulması âdet olan umûmî nüfus ve arazi tahrir defterlerinin baş kısmında yer alıyordu. Burada Osmanlı Devleti’nde yazıldığı yöre ile ilgili toprak işçiliğinin organizasyon şekilleri, toprakların ve o toprağı işleyen reâyanın hukukî statüleri, vergi sistemleri ve çifçileri alâkadar eden muhtelif vergilerin ehemmiyet ve mâhiyeti belirtilmekte idi.
Halkın eşya ve yiyecek fiatlarının tesbit ve teftişi hususlarını tâyin eden ihtisâb kanunnâmeleri ise, pâdişâhın emri üzerine, alâkalı zümre mümessillerinin iştirakiyle, mahallînde yapılan tedkîklere ve esnafın âdet ve nizâmlarını tesbit için vaktiyle verilmiş fermanlara dayanarak düzenlenmiştir. Kanunnâmede alış-verişlerle alâkalı olarak narhın herkesi ilgilindirmesi sebebiyle, ferman çıkmadıkça fiatların yükselip düşürülemiyeceği üzerinde durulmaktadır. Narh söz konusu edilirken sâdece tâyin edilen fiyattan satmak değil, bunun yanında kalitenin de bozulmaması lazım geldiği hususuna dikkat çekilmekte; fiyata riâyet etmekle beraber; san’atına hile katan, gramajı düşüren veya özellikle ekmeği çiğ çıkaranların affedilmeyip cezalandırılmaları istenmektedir. Bilhassa halkın huzur içinde yaşayabilmesini te’min eden şartlardan birinin çarşıpazarın intizâmına bağlı bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Bu yüzdendir ki, Osmanlılar çok önem verdikleri narh müessesesinin kontrolünü sadrâzamın vazifeleri arasına almışlardır (Bkz. Narh ve İhtisâb maddeleri).
Fâtih Sultan Mehmed, ikinci Bâyezîd ve Yavuz Sultan Selîm Han zamanlarında düzenlenen kanunnâmeler, Kanunî Sultan Süleymân zamanında en mükemmel şeklini almıştır. Bu kanunnâmede, Fâtih kanunnâmesi gibi, üç bölümden meydana gelmektedir. Birinci bölümde, ceza kânunları genişletilmiş ve sistematik bir şekilde düzenlenmiştir. İkinci bölüm sipahilerin yükümlülüklerini ve sipahilerle ilgili kânunlara yer vermiş, sipâhîlerin reâyâ üzerindeki haklarıyla onlardan alacakları vergiler, has ve tımar arazilerinden alınan baçlar, yayalarla müsellemlere ilişkin kânunlar da bu bölümde ele alınmıştır. Üçüncü bölümde ise, reâyanın hak ve görevleriyle, toprakların kullanımına dâir hükümler ve askerlik vazifesi yapan reâyanın özel kânunları vardır.
Bu arada, Fâtih’den îtibâren bâzı pâdişâhlar döneminde geliştirilmek suretiyle tedvin edilen kanunnâmelerin hülâsa edilerek husûsî bir plâna göre tertip ve te’lif edilmeleri ile meydana getirilmiş mecmualar da vardır. Bunlar tatbikatta resmen müracaat edilecek bir kaynak durumunda değiller ise de ilmî bir eser olarak büyük kıymetleri vardır, bunların en zengin ve mükemmellerinden biri Hezârfen Hüseyin Efendi’nin Telhisü’l-beyân fî kavânîn-i âl-i Osman isimli eseridir. Hezârfen Hüseyin Efendi eserini yazarken, devlet dairelerindeki defter ve hesaplar ile kanunnâmelerden bilhassa târihlerden istifâde etmiştir. On iki bâb üzerine tasnif ve tertip edilen eserde; hazîne hesapları, muhtelif askerî, mülkî ve ilmî sınıfların kânun ve nizamlarıyla âdet ve teşkilâtları, saray ve dîvân-ı hümâyûn teşrifat ve nizâmları, şehzâdelerin evlenmeleri ve sünnet düğünleri münâsebetiyle yapılan merasimler, narh usûlleri, mâden ve tuzla nizamları yer almaktadır.
Bu şekilde meydana getirilen husûsî kanunnâmeler yanında zamanın pâdişâhının emri ve muhtelif kânunların bir araya getirilmesi suretiyle teşkil olunan kanunnâmeler de görülmektedir. Ancak bu kanunnâmeler de tatbikatta müracaat edilen asıl kânun metinleri olmaktan uzaktır. Gerçekten de bu tip kanunnâmeler devlet dâirelerinde tatbik edilmek üzere, resmen tanzim edilmiş bir kânunlar mecellesinin aslı olmayıp, Osmanlı devlet teşkilâtı hakkında umûmî bir fikir vermeye yarayacak derlemelerden ibarettir. Ancak bâzan bunlar bir kanunnâme sureti de olabilmektedir.
Nitekim sultan dördüncü Murâd Han zamânında yazıldığı tahmin olunan ve derkenarlarından; vaktiyle selâhiyetti hukuk ve idare adamlarının elinde bulunduğu anlaşılan bir kanunnâme sureti bâb ve fasıllar hâlinde tertib edilmiş olup, özet olarak şu kânunları ihtiva etmektedir: Tımarlı sipâhîlere ve yörüklere âid mühim bâzı kânunlar; zina, dövme, sövme, katl, şarap içmek, hırsızlık ve bühtan kabahatlerinin cezaları ile ilgili maddeler, reâyanın tâbi tutulacağı hizmet ve mükellefiyetler; tatarın ve müsellemin tâbi olacağı hükümler yanında saray merasimleri, saltanat işleri ve vezirlerin maaş ve gelirleri.
Ayrıca bâzı kanunnâmeler de asıl metni teşkil eden hükümlerin fetva şeklinde birer misâl ile îzâh edildiği de görülmektedir. Bunlar arasında bilhassa şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’ye âid olup, mîrî arazi rejiminin esaslarını tesbit ve îzâh eden fetvalar çok önemlidir.
Pâdişâhlar bu kânunları düzenlerken mutlak olarak dîvân üyeleri ile istişare etmişler, bunlar arasında dâima ulemâdan üye (kazasker) bulunmuş, şeyhülislâmın da tasdikinden geçirilmiştir.
Bu durum devletin zayıfladığı ve dış baskılarla îlân edilen Tanzîmât fermanına kadar düzenli bir şekilde devam etmiştir. Tanzîmât’tan sonra, Osmanlı ülkesindeki ecnebî dâvalarının şer”î mahkemelerde görülmesine karşı çıkılınca, batılı devletlerin baskısı ile, yabancıların dâvalarının halledilmesinde esas olmak üzere bâzı tâdiller de yapılmıştır. Hattâ bunun için Avrupai kânunların tercüme edilmesini teklif edenler olmuştur. Cevdet Paşa ve tarafdârları bu kânunların Osmanlı Devleti’nin bünyesine uymadığını söyleyince, kabul gören bu fikir neticesinde, devrin âlimlerinden müteşekkil bir hey’et; metn-i metin ve Arazi kanunnâmesibilâhare Mecelle-i Ahkam-ı adliyye’yi hazırlamıştır. Bunların yanında 1840 ve (1650-51) tarihli ceza kânunları İslâm hukukuna uygun olarak hazırlanan kânunlar grubunu teşkil eder. Bununla beraber, 1850 tarihliTicâret Kanunnâmesi, 1858 tarihli Ceza Kânunnâme-i Hümâyûn gibi kânunlar ise, batılı kânunların değiştirilmesi ile hazırlanmışlardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı İmparatorluğu’nda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Mâlî Esasları Kânunları (Ö. L. Barkan; İstanbul-1943)
 2) Die Geschicets Schreiber der Osmânen Und İhve Werke (F. Babinger, Leipzig-1929); sh. 230
3) Hüdâvendigâri Sancağı ve Kanunnâmesi (Ö. L. Barkan)
4) Fâtih’in Teşkilât Kanunnâmesi (Abdülkâdir Özcan, İstanbul-1982); sh. 7