14 Kasım 2019 Perşembe

ALTUNCUZADE


Fâtih Sultan Mehmed Han devri hekimlerinden. İsmi, Şeyh Sâlih’dir. Doğum ve vefât târihleri belli değildir. Hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Tıb ve botanik ilimlerinde mütehassıs olup, faziletli, sâlih, dînin emir ve yasaklarına tam uyan, haram ve şüphelilerden sakınan bir zât idi. Çok Kur’ân-ı kerîm okurdu, ilmi, irfânı ve faziletleri sebebiyle Fâtih Sultan Mehmed Han’ın ikrâm ve iltifatına kavuştu.
Bevliye uzmanı olan Altuncuzâde sonda yapmış ve sondanın ucunu gittikçe kalınlaştırmak suretiyle hastanın idrar yollarındaki iltihabı boşaltmaya muvaffak olmuş, böylece Türk tıb târihinde haklı bir ün kazanmıştır. Taşköprüzâde (1495-1561) Şakâyık-ı Nu’mâniyye’sinde bu hususta şunları nakleder: “Hocalarımdan birisinin idrar yolunda bir et parçası meydana gelip idrarını yapamadığından çok ızdırab çekiyordu. Bu hususta müracaat ettiği hekimler, tenasül uzvunun kesilmesini söylediler. Bunun üzerine Altuncuzâde’ye gidip, durumu anlattı. Altuncuzâde birbirinden farklı özel yapılmış iğnelerden önce incesini, sonra kalınını o zâtın mesanesine batırıp çıkardı, Buna bir gün bir gece devam edip, et parçasının delinmesini sağladı ve idrar yolunu açtı. Böylece o zâtın rahata kavuşmasına vesile oldu.”
Sondanın kullanılması bundan daha eskidir. Altuncuzâde, eski bilgilere dayanarak hastalığın özelliğine göre sonda yapmıştır. Otlardan ilâç yapmada eşsiz maharet sahibidir. Devamlı çalışma neticesinde ilâç îmâlini ilerletmiştir. Ağır hastaları, ânında fevkalâde ilâç ve tedâvî usûlleri tatbik ederek, sıhhate kavuşturduğu bilinen Altuncuzâde, Hâssat-ül-kilye vel-mesâne adlı eserin yazarı hekim Ahî Çelebi’nin hocasıdır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi; sh. 239
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 203
 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 599
 4) Osmanlı Türklerinde İlim (A. Adıvar, İstanbul-1982); sh. 42

8 Kasım 2019 Cuma

TUĞRA


Pâdişâhın, ismini ve lakabını hâvî alâmeti. Tuğranın Farscası nişan; Arapçası tevkî’dir. Tuğra, bütün İslâm hükümdarları tarafından kullanıldı ve ferman, berât vesâire ile paralarda, pâdişâhların nişan ve alâmetleri olarak tuğraları çekildi.
Türk İslâm devletlerinde en gelişmiş tuğra numunelerine Osmanlılarda rastlanmaktadır. Osmanlılar tuğrayı, Anadolu Selçukluları ve devamı olan Anadolu beyliklerinden aldılar ve geliştirdiler.
Osmanlı pâdişâhlarında ilk tuğra, Orhan Gâzi tarafından kullanıldı. Orhan Gâzi’nin kullandığı yazılı tuğralardan ilki 1324 (H. 724 Rebiulevvel) diğeri 1348 (H. 749 Rebîulâhir) tarihli olup, Orhan bin Osman ifâdesinden ibarettir. Sultan birinci Murâd’ın tuğrası da aynı şekilde olup, Çelebi Sultan Mehmed’den îtibâren “Han” sıfatı ilâve edilmiştir.
Bundan sonra tuğralara duâ cümlesi olarak “el-muzaffer dâima” ibaresi konulmuş olup, bu şekle ilk önce sultan İkinci Murâd’ın tuğralarında rastlanmaktadır. Yavuz Sultan Selîm’in tuğrasında ilk defa “Şâh” ünvânı ortaya çıkmaktadır. Yavuz’un tuğrası “Selîm Şâh bin Bâyezîd Han el-muzaffer dâima” şeklinde idi. Kânûnî’nin tuğrasında bu ünvân baba ismine de eklenerek “Süleymân Şâh bin Selîm Şâh Han el-muzaffer dâima” şeklini aldı. Sultan İkinci Mahmûd Han’dan îtibâren ise tuğralarda “Şâh” yazıları kaldırıldı.
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde standart düzeye eriştiği kabul edilen tuğranın yazılması şu şekilde olurdu.
Hükümdarın ismi tuğranın en altına yazılır ve bu ismin son harfinin az yukarısından başlayarak sola doğru gidip bir kavis teşkil eden “ibin=oğul” kelimesi ve hükümdar isminin üzerine de, babasının adı konur ve “han” kelimesinin nûn’u da ikinci bir kavis teşkil ederdi. En üste gelen İslâm harfleriyfe yazılı “el-muzaffer” kelimesinin a harfi sağdan sola ve kavisin ortasına doğru bir kol teşkil ederek uzanır ve bunun üzerine de yine İslâm harfleriyle “dâima” ibaresi konurdu. Alttaki birinci kavisin genişliği daha büyük ve ikinci kavis onun içerisinden dönmekte olup her iki kavisin uçları sağda ve en sonda darala darala nihayet birbirleriyle bitişirlerdi.
Osmanlılarda tuğra çekmek yalnız pâdişâhlara mahsûs bir hak değildi. 1594 (H. 1003) târihine kadar Çelebi Sultan adıyla eyâlet ve sancaklarda vâlilik eden Osmanlı şehzâdeleri, kendi eyâletlerine âid işler için pâdişâh tuğrası gibi tuğra çekerler ve hüküm yazarlardı. Çelebi sultanların tuğraları da aynen hükümdar tuğraları gibi üç flamalı ve iki kavisli olurdu.
Ayrıca lüzumu hâlinde, hududlardaki eyâletlerde bulunan vezirlerin, aradaki mesafenin uzaklığına ve siyâsî duruma göre mühim mes’elelerde tuğra çekmelerine müsâade olunmuştur. Tuğrakeş vezir denilen bu eyâlet vâlilerinin tuğra çekmek selâhiyetleri, Kemankeş Kara Mustafa Paşa’nın sadâretine kadar devam etmiş ve ondan sonra kaldırılmıştır.
Hükümdar ve şehzâde tuğralarından başka, vezîriâzamın ve eyaletlerdeki vezir ve beylerbeyi ile sancakbeylerinin, mütesellimlerin hükümet ve eyâlet işlerine âid yazışmalara imza yerine geçmek üzere pençe ismi verilen ve tuğraya benziyen alâmetler kullanılmıştır.
İlk zamanlarda berât, menşur, ferman ve paralar ile defterhâne defterlerinin başlarına çekilen tuğra zamanla; senetler, pullar, bayrak, nüfus tezkeresi ve damga resmi kâğıdı üzerinde de yer almıştır. Osmanlılarda tuğrayı; ilk devirlerde dîvân-ı hümâyûn dâiresinin âmiri olan tuğrâî, daha sonraları ise, nişancı ve tevkiî denilen kimseler çekerdi. On altıncı asrın ilk yarısından sonra tuğrâî tâbiri kullanılmamış ve on sekizinci asırdan îtibâren tevkiî ıstılahı yaygınlaşmıştır. Bu târihlerde muvakkı-i sultanî, tuğrakeş-i ahkâm, hizmet-i tevkiî tâbirleri kullanılmıştır.
Nişancılardan başka icâbında ona yardım etmek üzere kubbe vezirlerinin bâzıları ve ekseriyetle en kıdemsizi, nişancının kendisine gönderdiği hükümlerin üzerine tuğra çekerdi. Nişancı, devletin bütün kânunlarını bilir ve lüzumu hâlinde dîvân hey’etini îkâz eder ve mühim bir mes’ele karşısında kânunun tâdil ve tefsiri için yol gösterirdi. Bundan dolayı nişancılar müftî-i kânun idiler.
Tanzîmât’tan sonra nişancılık kaldırılmış, tuğra çekme vazîfesi tuğrakeş denilen me’murlar tarafından devam ettirilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 237-238
2) Tuğra ve Pençeler ile Ferman ve Buyruldulara Dâir (İ. H. Uzunçarşılı, Belleten-V); sh. 101-157
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 5-6
4) Tuğra (Z. Orgun, Türk Târih Ark. ve Etn. Dergisi); sayı-5, sh. 204 v.d.

TOPRAK HUKUKU


Toprakla ilgili hüküm ve kaideler. Osmanlı Devleti bir İslâm devleti olduğundan, toprak mes’elesini İslâm hukukuna göre ele almıştır. İslâm hukukunda topraklar, mülk olup olmamasına göre iki kısımda mütâlâa edilir. Her ikisinden de öşür veya harâc alınırdı, öşür alınan yerden harâc, harâc alınan yerden öşür alınmazdı.
Osmanlı Devleti’nde, bu çerçeve içerisinde, beş çeşit toprak vardı:
1- Milletin mülkü olan araziler: Sahibi belli topraklar olup, pek azı haraclı çoğu öşürlüdür. Mülk arazi dört çeşit idi:
a- Köy ve şehirlerdeki arsalar olup, yarım dönümü geçmeyen yerler Bunlar, mîrî (beytütmâle, devlete âit) toprak iken, halîfenin izni ile millete satılmış yerler yahut öşürlü veya harâclı topraklardır.
b- Halîfenin izni ile millete satılan mîrî tarla ve çayırlar. Devlet arazisinin satılması şer’î bir izne ve bunda devlet hazînesinin (beytülmâlın) menfaatinin bulunmasına bağlıydı.
c- Öşür arazisi: Fetih sırasında müslümanlara mülk için verilen topraklar olup, ilk önce öşür (zekât) konduğu için bu isim verilmiştir, öşür arazisi; fetih sırasında gâzilere taksim edilen yerler, isteyerek İslâm’ı kabul edenlerin ellerinde bırakılan topraklar, devlet reisinin izni ile müslümanlar tarafından ihya edilip işlenen mevât yâni ölü araziler şeklinde üç kısımdır.
Bu topraklardan elde edilen mahsûlün öşrünü yâni onda birini vermek farzdır. Hayvan gücü ile veya dolap, motor ile sulanan yerdeki mahsûl elde edilince, yirmide bir verilir. İster onda, ister yirmide bir olsun, hayvan, tohum, âlet, gübre, ilâç ve işçi masraflarını düşmeden evvel öşrü vermek lâzımdır. Öşrün nisabı yoktur. Fakir de olsa öşrünü vermesi gerekir (Bkz. Öşür).
d- Harâc arazisi: Harâc alınan topraklardır. Bunlar da; sulh ile alınıp, harâc vergisi karşılığında mülkiyeti sahiplerine bırakılan araziler, harbde zorla alınıp, gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakılan araziler, fethedildiğinde bâzı sebepler yüzünden sahipleri sürülüp yerlerine başka taraftan getirilerek yerleştirilen gayr-ı müslimlere mülk olarak verilen araziler, sulh ile alınıp, harâc vergisi karşılığında rakabesi, yâni mülkiyeti sahiplerine bırakılan araziler, müslümanlarla beraber harbe iştirak ettiği ve harbde yol gösterdiği için devlet başkanı tarafından zımmîye (gayr-i müslim vatandaşa) ganîmetten verilen araziler (harbe iştirak ettiği için verileneradh, yol gösterdiği için verilene ücret denirdi), zımmînin (gayr-i müslim vatandaşın) müslüman hükümdarın izni ile ihya ettiği mevât araziler şeklinde altı kısma ayrılır. Böyle araziye sahip olanlar daha sonra müslüman olsalar da harâc öderlerdi.
Araziden harâc, ya muayyen alan üzerinden, yâhud elde edilen mahsûl üzerinden alınır; birincisine harâc-ı muvazzaf, ikincisine harâc-ı mukâseme denirdi (Bkz, Harâc).
2- Mîrî yâni mülkiyeti beytülmâle âid topraklar: Devlet reisi, fethedilen yerleri gâziler arasında paylaştırabildiği veya gayr-i müslim sahiplerinin elinde bırakabildiği gibi, devletin faydasını dikkate alarak hazîneye (beytülmâle) de bırakabilirdi. Mîrî toprakların ekseriyetini böyle araziler teşkil eder. Devlet isterse bu toprakları kendisi işletebildiği gibi, sultânın tesbit edeceği bir bedelle satılabilir veya kiraya da verebilirdi. Bedeli ve ücreti harâc olurdu. Yâhud her sene mahsûlün yüzdesi alınmak üzere tapu ile müslim ve gayr-i müslim vatandaşlara kiraya verilir, kiraları asker veya subayın olurdu. Kira alma hakkı bulunan askere tımarcı,subaylara da zâim denirdi. Askerin toprağına tımar, subay toprağınazeamet, paşa toprağına hâs ismi verilirdi. Müftiyüssekaleyn Ebüssü’ûd Efendi, Nuru Osmaniye Kütüphânesinde bulunan fetvalarında buyuruyor ki: “Beytülmâle âid mîrî toprakları tapu ile kiralayanların, her sene, tımarcılara mahsûlün onda birini vermelerini sultanlar emr etmişlerdir. Bu verilenlere öşür denilmekte ise de, öşür değil, kira ücretidir.” Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında mîrî arazinin çoğu, devlet tarafından vakf edilmiş veya millete satılmış, böylece, Anadolu ve Rumeli’deki toprakların hemen hepsi, milletin mülkü olup, öşürlü olmuştu. Bugün memleketimizde mîrî toprak yoktur. Herkesin tarlası, bostanı, mülkü yâhud kiralanmış topraktır. Bu sebeple mahsûlün öşrünü vermeleri lâzımdır.
3- Vakıf araziler: İki kısımdır:
a- Sahîh vakıf: Şahsa âid arazi iken, şer’î şartlara uygun olarak vakfedilenlere denir. Böyle yapılan vakfın mülkiyeti ve bütün tasarruf hakkı vâkıf tarafına âiddir. Bunlarda kânûnî muamele geçerli değildir. Vâkıfın (vakfedenin) şartına göre hareket edilir.
b- Sahîh olmayan vakıf: Devlet (beytülmâl) arazisinden bir parçanın gelirlerinin sultan tarafından bir tarafa tahsîs edilmesidir. Bunların mülkiyeti yine devlete âiddir. Fıkıh kitaplarında bunlara irsâd denir. Osmanlı Devleti’ndeki vakıf arazilerin ekserisi bu kabildendir. Arazi kanunnâmelerinde bahsedilen vakıf araziler, bu ikinci kısım topraklardır.
4- Arâziy-i metruke: İki kısımdır:
a- Umûmun istifâdesine bırakılan topraklardır ki, umûmî yollar, pazar, panayır, iskele, namazgah, gezme yerleri, hayvanları toplamak için olan meydanlar böyledir. Bunlar her ne kadar bir köy ve kasabanın içinde bulunuyorsa da, yalnız o belde halkına mahsûs olmayıp, yakın-uzak her belde ahâlisi buradan faydalanabilir.
b- Muayyen bir köy veya kasaba halkına tahsîs olunan yerlerdir.
5- Arâziy-i mevât: Bir kimsenin mülkünde bulunmayan, mer’â, baltalık ve harman yeri olarak kimseye verilmemiş, yüksek sesli bir kimsenin köy ve kasaba evlerinin son bulduğu yerden bağırıp, sesi duyulamıyacak derecede köy ve kasabadan uzak yâni tahminen yarım saatlik uzaklıkta olan, dağlık, taşlık, kıraç, otlak ve boş yerlerdir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’ye (r. aleyh) göre; mevât araziye mâlik olmak hususunda yalnız ihyâ etmek, faydalı bir hâle getirmek kâfi olmayıp, sultânın izni de şarttır. Buna göre sultânın izni olmadan mevât araziyi ihyâ eden kimse, o toprağa mâlik olamaz. İmâmeyne yâni İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed’e (rahmetullahi aleyhimâ) göre ise; sultânın izni şart olmayıp, ihyâ etmek kâfidir. Buna göre de faydalanmak üzere mevât arazi verilen kimse, ihyâ etmekle onun mâliki olur.
İslâm devletlerinde ve Osmanlılarda Kânûnî devrine kadar toprak mes’eleleri umumiyetle fetvalarla hâllediliyordu. Fakat Kânûnî devrinde şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi tarafından, İslâm hukukuna uygun olarak, toprak ile alâkalı kânunlar yapıldı ve tatbik edildi. Ancak 1839’da yayınlanan Tanzîmât fermanı, başka mevzularda olduğu gibi, toprak hukukunda da ortaya bir çok mes’elenin çıkmasına sebeb oldu, Arazi kanunnâmesinin yeniden gözden geçirilmesi durumu ortaya çıktı. Çünkü, tımar sistemi kaldırılmıştı. Bu yüzden halkın mîrî toprak üzerindeki haklarını yeniden ayarlamak îcâbediyordu. Yeni bir arazi kânunu hazırlamak için Ahmed Cevdet Paşa, Arif Bey ve Rüşdî Bey’den teşekkül eden bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Dîvân-ı hümâyûn kaleminde bulunan arazi kânunlarını, nizâmnâmeleri (yönetmelikleri) ve fetvâları inceledi. Zamanın şartları da dikkate alınarak arazi hükümleri maddeler hâline getirildi. Dîne uygun olduğuna dâir tasdikini almak için şeyhülislâma sunuldu. Şeyhülislâm, hazırlanan kanunnâme üzerinde lüzumlu çalışmaları yaptıktan sonra komisyona iade etti. Bilâhare Tanzîmât meclisine ve sadrâzamlığa takdim edildikten sonra, pâdişâha arz edildi. 23 Şevval 1274 (6 Haziran 1858) târihinde pâdişâhın irâdesi ile yürürlüğe girdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Redd-ül-Muhtâr; cild-3, sh. 254
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 285, 825
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 337
4) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-10, sh. 45
5) Arazi Kanunnâmesi ve şerhleri
6) Türkiye’de Toprak Mes’elesi (Ö. L. Barkan, İstanbul-1980)

TOPKAPI SARAYI


İstanbul’da Sarayburnu sırtlarında yaklaşık 400 yıl Osmanlı Devleti’nin idare merkezi olan saray, İstanbul’un fethinden (1453) sonra ilk Osmanlı sarayı Bâyezîd’de bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerde yaptırılmıştır. Kısa bir süre sonra kaynaklarda Saray-ı cedîd-i âmireolarak geçen ve hem Marmara’ya hem de Boğaziçi’ne hâkim bir konumda yer alan Yeni Saray, bugünkü adıyla Topkapı Sarayı inşâ edildi (1468-1478). 1478’den sonra Osmanlı Devleti’nin idare merkezi olan Topkapı Sarayı. 1853’de bu görevini Dolmabahçe Sarayı’na bırakmış; burada yalnızca eski pâdişâhların aileleri oturmuştur.
Fâtih Sultan Mehmed sarayın tek binadan değil bir çok köşk ve dâirelerden meydana gelmesini istiyordu. Saray inşâatına bu istek üzerine başlandı. Nitekim sultan İkinci Bâyezîd, Yavuz Sultan Selîm ve Kânûnî Sultan Süleymân devirlerinde ilâve ve eklemeler devam ederek şehir gibi bir saray manzumesi ortaya çıktı. Kanunî Sultan Süleymân’ın 1520’den 1566’ya kadar devam eden saltanatı burayı adetâ dünyânın idare merkezi hâline getirdi. Buradan çıkan kararlar dünyânın her köşesinde etkileri duyulan hükümler oldu.
Sultan İkinci Mahmûd Han zamanında (1808-1839) burada Topkapı Sarayı adı ile yeni bir bina inşâ edildi. Bundan sonra bütün Yeni Saray, Topkapı Sarayı adı ile anıldı. Yangın, deprem ve demiryolu inşâatı gibi sebepler ile tahrîb olan saray, bir çok defa tamir gördü. Topkapı Sarayı 3 Nisan 1924 târihinde müze hâline getirildi.
Tamamlanması ile Türk saraylarının en güzeli ve en muhteşemi olan Topkapı Sarayı yaklaşık 700.000 m2’lik bir alanı kaplamaktadır. Avlular, köşkler, kasırlar, câmiler, dîvânlar, kütüphâneler, koğuşlar, devlet dâireleri, mutfaklar, çeşmeler ve bahçelerle dolu olan Topkapı Sarayı; Bîrûn, Enderûn ve Harem olmak üzere üç ana bölümden meydana geliyordu.
Bîrûn bölümü: Sarayın dışı olup Bâb-ı hümâyûndan Bâbüsseâdeye kadar uzanan, birinci ve ikinci yer diye anılan kısımları ihtiva eder.
Birinci yer; Bâb-ı hümâyûn ile Ortakapı da denen Bâbüsselâm arasındaki sahadır. Bugün Topkapı Sarayı’na buradan girilir. Bâb-ı hümâyûndan girilince sağ tarafta Mâliye Nezâreti’nin binası vardı. Bunun yanında şimdi mevcûd olmayan Çizme Kapısı’ndan yokuş vasıtasıyla Cebehâne meydanına inilirdi. Çizme Kapısı’ndan Orta Kapıya kadar olan kısımda ise Has Fırın ile Fodla Fırını ve iki kapının ortasında Siyâset Çeşmesi vardı. Orta Kapı’nın önünde Seng-i ibret denilen ibret taşı bulunurdu. Sol tarafta silâh anbarı ve askeri müze olarak kullanılan Aya İrini Kilisesi vardı. Bununla sur arasında, dîvânda hizmet eden Sim Sakalar ile Hasırcılar’ın koğuşları vardı. Askerî Müze’nin yanında, 1716’da nakledilen Darphâne yer aldı. Darphâne’den Soğukçeşme’ye inen yolun ortasında Darphâne kapısı, Darphâne yanındaki yokuş ile orta kapı arasında da Deâvî Kasrı vardı. Kubbealtında dîvân toplandığı zaman, kubbe vezirlerinden birisi nöbetle buraya gelerek verilen dilekçeleri toplar ve müracaat sahiplerini dinleyip, dâvalarını hülâsa ederek dîvâna bildirirdi. Deâvî Kasrı, bugün mevcut değildir. Orta Kapı’nın iki tarafında iki kule ve bunların altında kapıcılara mahsus odalar bulunurdu. Orta Kapı geçilince Bîrûn’un İkinci yer tâbir edilen mahalline gelinirdi.
İkinci yer; yüz seksen metre uzunlukta ve yüz otuz metre genişlikte idi. Buraya, bayram alayları merasimi yapıldığı için, Alay meydanı da denirdi. Dört tarafı mermer direkli, revaklı olan meydanda dört yol vardır. Sağdaki yol, sağdaki sarayın mutfağı Matbah-ı âmireye, ortadaki Enderûn’un kapısı olan Babüsseâde’ye, soldaki dünyâ siyâsetine yön veren Kubbealtı’na, en soldaki de Meyyit kapısı denilen kapıya giderdi. Meyyit kapısından sonra mescit ve bunun karşısında has ahır me’murlarına mahsus uzun bina vardı. Uzun bînâ kısım kısım; Harem ağalan hastahânesi, Bahçıvanlar koğuşu, Yakalı Baltacılar ocağı olarak kullanılırdı. Sol taraftaki revakların sonunda ise Harem Dâiresi’nin kapısı vardır. Bu kapının yanındaki kapıdan ise, Zülüflü Baltacılar’ın koğuşlarına gidilirdi. Zülüflü Baltacılar koğuşunun duvarları güzel çinilerle süslü idi. Sarayın dış kısmı olan Bîrûn, herbiri birer hizmet için yapılan bu binalardan meydana geliyordu.
Enderûn bölümü: Sarayın iç kısmı olup, saray üniversitesi mahiyetindeydi. Hânedân mensupları ve özel testlerle seçilen ülkenin en zeki ve kabiliyetli şahsiyetlerinin eğitim-öğretim müessesesiydi. Çok muazzam teşkîlât ve seçme kadroya sahipti. Enderûn, Bâbüsscâde diye anılan Akağalar kapısıyla başlar. Bâbüsseâde iç içe iki kapı olup, burada Akağalar vazife yaptığından Akağalar kapısı da denir. Kapının ön kısmında mermer sütunlara dayanan bir revak vardır. Pâdişâhın tahta geçiş merasimi olan cülûslarda, ayak dîvânı gibi fevkalâde hâllerde ve bayramlarda, pâdişâhın tahtı buraya çıkarılırdı. Sefere çıkıldığında, Sancak-ı şerifin sadrâzama bu kapının önünde verilmesi âdetti. Sancak-ı şerifin konması için yerde bir delik açılmıştı. Bâbüsseâde’nin iki kapısının arasında sağda Kapıağası dâiresi, solda Akağalar koğuşu vardı. Bâbüsseâde kapısından üçüncü yer denilen meydana girilir, kapının karşısında Arz odası yer alırdı. Pâdişâh, dîvândan sonra vezirleri ve gerektiğinde elçileri Arz odasında kabul ederdi. Arz odasında; sultan üçüncü Mehmed Han (1593-1603) tarafından 1596’da yaptırılan taht, tunçtan bir ocak ile iki tekneli bir çeşme vardır. İçerideki konuşmaların duyulmaması için çeşme yapılmış, suyun çağıltısından faydalanılarak konuşmaların dışarıya sızmaması sağlanmıştır. Arz odasının duvarları güzel çinilerle süslüydü ve arkasında sultan üçüncü Ahmed Han (1703-1730) tarafından yaptırılan kütüphâne yer alırdı. Üçüncü yer meydanının alanı dört bin metrekaredir. Sağ kenarında Enderûn odalarından Seferli koğuşu ile Hazîne dâiresi vardır. Karşı kenarında Kiler odası ve Hazîne kethüdâlığı odası vardır. Bunun solunda Hazîne koğuşu ve İkisinin arasında dördüncü yer meydanına inen üstü kapalı bir merdiven bulunmaktadır.
Üçüncü yer meydanının sol kenarında Hırka-i saadet ile diğer mübarek emânetlerin muhafaza olunduğu dâireyi ihtiva eden Hasoda koğuşu ile Akağalar mescidi ve üst tarafında Kuşhane mutfağı ve Harem kapısı vardır. Hırka-i saadet dâiresi pek muhteşem olup, duvarları kıymetli çinilerle süslüdür. Topkapı’daki Hırka-i saadet dâiresinde 25 Temmuz 1518’den, halîfeliğin kaldırıldığı 3 Mart 1924 târihine kadar dörtyüz altı seneden fazla hiç durmadan aralıksız Kur’ân-ı kerîm okunmuştur.
Hırka-i saadet dâiresi: Mukaddes emânetlerin muhafaza edildiği odadan başka büyük bir salon ile arzhâne adlı diğer bir salonu, bir de Silâhtarağa hazînesini ihtiva eder. Bugün bu dört odadan üçü ziyaretçilere açık olup, Hırka-i saadetin bulunduğu oda kapalıdır. İçi aydınlatılmış olan bu odayı ziyaretçiler ancak dışarıdan Hacet penceresinden görebilirler. Hırkai saadet Peygamber efendimizin hırkası olup, bir başka hırkası da Hırka-i şerif Câmii’ndedir. Bu ikincisini ayırmak için Hırka-i şerîf denilmektedir. Mukaddes emânetlerin en değerlisi Hırka-i saadet sayılmaktadır. Burası, Yavuz Sultan Selîm’den sonra dört yüz yıl belirli günlerde, pâdişâh tarafından, büyük bir hürmetle ziyaret edilmiştir. Hırka-i saadet dâiresinde ayrıca Kabe’den getirilen tevbe kapısı, hazret-i Ömer’e ve hazret-i Osman’a âit birer kılıç, Peygamber efendimize âit bir yay, hazret-i Ali’nin el yazması Kur’ân-ı kerîmi, hazret-i Fâtıma’nın seccadesi, imâm-ı a’zam hazretlerinin cübbesi ile İslâm büyüklerinden yirmi birinin kılıcı bulunmaktadır. Hırkâ-i saadet dâiresinin Harem’e açılan bir de kapısı olup, pâdişâhlar Harem’den, doğru buraya gelirlerdi. Hasoda’da bir koğuş, bir yemekhane, ayrıca silahtarağa, hasodabaşı ve diğer ileri gelen ağaların ve sır kâtibinin dâireleri vardır. Bâbüsseâde’den girilince sağ tarafta bugün nakışhâne olarak kullanılan Büyükoda, Kuşhane mutfağı ile Hasoda arasında küçükoda vardır.
Dördüncü yer, Boğaziçi’ne bakar. Sağda doğu köşesinde Sofa Câmii bulunur. Boğaz’a ve Marmara’ya bakan merdiveni de olan sultan Abdülmecîd Han köşkü ise, uzun bir binadır. Lâle Bahçesi’ne mermer merdivenden çıkılır. Lâle Bahçesi’nin yanındaki seddin sağında Hekimbaşı odası, bundan sonra da Sofa Köşkü gelir. Lâle Bahçesi’nin iç tarafına doğru olan yönde sultan dördüncü Murâd Han’ın yaptırmış olduğu Revan Köşkü yer alır. Murâd Han tarafından yaptırılan ve Sarık odası da denilen Revan Köşkü, geniş saçaklı ve dışı pek zarîf çiniler ile kaplı bir binadır. Revan Köşkü’ne bitişik güzel fıskiyeli bir havuz, sonra bir set, sol tarafta da sünnet odası vardır. Seddin kenarında İftariye Köşkü olup, yaldızlı bakırdan yapılan kubbeli bir kameriyedir. Seddin sağ tarafına, sultan dördüncü Murâd Han, Bağdâd seferi hâtırası olarak, Bağdâd Köşkü’nü yaptırmıştır. Bağdâd Köşkü’nün içerisi pek kıymetli mavi çiniler ile kaplıdır. Köşkün önündeki mermerlikten bir kapı ile Hırka-i saadet dâiresine girilir. Dördüncü yerden, üçüncü kapı da denilen bir kapıdan Sarayburnu’na çıkılır.
Enderûn, sağlam temeller üzerine kurulan, yüksek kadroya ve geniş, muazzam teşkilâta sahip bir müesseseydi. Burada yüksek din ve fen bilgileri, İslâm ahlâkı, yabancı diller, kültür dersleri verilerek, talebeler tam bir müslüman olarak yetiştirilirdi. Enderûn’da çok sıkı bir intizâm ve teşrifat vardı. Burası, Osmanlı kültür ve medeniyeti ile teşkilâtının beşiğiydi. Üç kıt’aya hâkim olan Osmanlı Devleti’nin mülkî, askerî, adlî ve diğer bütün sahalarda yükselmiş en mümtaz şahsiyetlerinin vazife yapıp, devlet adamlarının yetiştirildiği eğitim ve öğretim müessesesiydi. Fâtih’den sonraki Osmanlı sultanları; birinci Selim Han’dan sonraki İslâm halîfeleri, pek çok sadrâzam, vezir, kumandan, devlet adamı hep Enderûn’da yetişti (Bkz. Enderûn-ı Hümâyûn).
Harem bölümü: Sarayın asıl ikâmet yeridir. Harem-i hümâyûn da denir. Pâdişâhlar; zevceleri, câriyeleri, hizmetkârları, şehzâdeleri, sultanları ve varsa anneleri ile beraber burada kalırlardı. İkâmet yeri yanında bütün zarurî ve sosyal ihtiyaçları en güzel şekilde karşılayan bölümleri mevcuttur. Harem mensuplarının yetiştirilmesi için bölümler ile küçük yaştaki pâdişâh çocukları, yeğenleri ve amcaoğullarının eğitim gördükleri Şehzâdeler Mektebi burada yer alırdı. Harem’de mahremiyet ve ahlâk kaidelerine çok dikkât edilip, burada yüzyıllar boyunca güzel ahlâk ve iffet timsâli şahsiyetler yetiştirildi. Muazzam bir teşkîlât, teşrifat (protokol), âdâb-ı muaşeret, umûmi ahlâk kaideleri ile âdâb ve erkân vardı. Harem dâiresine, Zülüflü baltacılar koğuşunun yanında bulunan ve araba kapısı diye anılan yerden girilir. Araba kapısı denmesine sebep, sultan efendiler ve kadın efendilerin bu kapıdan arabaya binip şehre inmeleridir. Dolaplı kubbenin çevresi dolaplarla çevrilidir. Fıskiyeli şadırvan da denen Fıskiyeli havuz geometrik şekildedir. Sağda Kule kapısı, solda ise Perde kapısı yer alır. Kule kapısından Adl kulesine çıkılır. Adl kulesi, kırk iki metre yüksekliğinde yüz beş basamaklıdır. Perde kapısından sonra geçitten haremağalarına mahsus hamam ve Kızlarağası Köşkü’ne geçilir, ilerisinde haremağalarına mahsus dâireler ile Şehzâdeler mektebi, Baş muhâsib ağa ve Baş hazinedar ağa dâireleri vardır. Haremağaları dâiresi, üç katlı olup, rütbelerine göre haremağalarının dâireleri sıralanır. Kızlarağası Köşkü ve Şehzâdeler Mektebi çok güzel binalardır. Şehzâdeler Mektebi’nin salon ve koridorları pek muhteşem olup, altın yaldızlı nakışlar ve çinilerle kaplı duvarları ile göz kamaştırır.
Velîahd dâiresinden sonra Ocaklı sofa gelir. Buradaki iki kapıdan biri Çeşmeli sofaya, öteki Hasekiler dâiresine açılır. Çeşmeli sofa, genişçe bir hol olup, çinilerle kaplıdır. Üstü kubbeli olup, bir duvarında da çeşme vardır. Çeşmeli sofadan Hünkâr sofasına geçilir. Hünkâr sofası, en güzel yerlerdendir. Mermer sütunları salonu ikiye böler. Üstte, parmaklıkları sedef kakmalı bir balkon vardır. Üç tarafında üç çeşme olup; su, çini, sedef ve mermer ihtişamı gözleri kamaştırır. Salona birkaç kapı açılır. Osmanlı pâdişâhları, bayram tebriklerini bu salonda kabul ederdi. Sonra sultan üçüncü Murâd Han odasına geçilir. Bu oda Mîmâr Sinân’ın eseri olup, Osmanlı mîmârlık san’atının şâheserlerindendir ve baştan başa kırmızının hâkim olduğu çinilerle örtülüdür. İlerisinde sultan birinci Ahmed Han kütüphânesi ve sultan üçüncü Ahmed Han’ın yemişlik odası, sonra Hünkâr hamamı ve çinilerle süslü Vâlide sultan dâiresi gelir. Sonra Asmabahçe de denen, içinde sultan üçüncü Osman Han’ın köşkü de bulunan Havuzlu Taşlık’a geçilir. Koridordan sultan birinci Abdülhamîd Han’ın yatak odasına gelinir, sonra sultan üçüncü Selîm Han odası vardır. Harem’de daha pek çok oda olup, sayısı üçyüz seksen kadardır. Harem’deki dâire, oda ve diğer bölümlerin bugün hepsi mevcut değildir. Topkapı Sarayı yangın, yıkım, tahribat ve yüzyılların zaman aşımına uğradığından asıl şekli kalmamıştır.
Topkapı Sarayı Müzesi, mîmârî san’at eseri kompleksi olup, binaları ve içindeki paha biçilmez hazîne ve koleksiyonları ile yerli ve yabancıların hayranlık dolu alâkasını üzerinde toplar. Bütün İslâm âleminin hürmetine şâyân herkesin gıptayla seyrettiği, maddî ve manevî paha biçilemiyecek kadar kıymetli, mukaddes emânetler, büyük bir îtinâyla muhafaza edilmektedir.
Topkapı sarayı, pek çok köşkten meydana gelmiştir. Köşklerin herbiri birer san’at âbidesi mahiyetindedir. Binalar asırlara göre zaman zaman yapıldığından, Osmanlı mimarisinin gelişme tarzını göstermek bakımından dikkat çekerler. Topkapı Sarayı’nda onbinlerce nadide parçadan meydana gelen pek çok eşya koleksiyonu mevcuttur. On bin yediyüz parçadan meydana gelen Çin porselenleri, dört bin parçadan meydana gelen Seladon porselenleri, Japon porselenleri, Avrupa krallarının Osmanlı pâdişâhlarına gönderdikleri paha biçilmez porselen ve diğer eşya takımları, asırlık İstanbul porselenleri, billûrlar, çeşme-i bülbüllerin herbiri birer hazîne kıymetindedir. Muhteşem saltanat arabalarından bâzıları mevcûd olmasına rağmen, çoğu da yağmalanmıştır. Saltanat arabaları, eyer takımları ve koşumları ile saraydaki tabloların târihî ve san’at kıymeti çoktur. Tablolar ise, resim galerisinden çok müze karakterindedir. Saraydaki Silâh Müzesi, çok zengin olup, Osmanlıların her devrine âit ateşli, kesici ve vurucu silâhların yanında çeşitli yüzyıllara âit ganimet eşyası veya İslâm ve Avrupa devletlerinden hediye olarak gelen silâhlar vardır. Osmanlı sultanlarının kılıçları, zırhları ve takımları da burada bulunmaktadır. Silâh Müzesi’nde târihî bozdoğanlar, şeşperler, salıklar, tulgalar (miğfer), kılıçlar, hançerler, tüfekler, tabancalar, piştovlar, mızraklar, harbeler, yaylar, oklar ve daha pek çok silâh mevcuttur. Topkapı Sarayında dünyânın en ünlü yazma eserleri vardır. Osmanlıca, Farca, Arapça gibi binlerce kitabın çoğu minyatürlü, tezyînâtlı yâni süslemelidir. Kitaplar, hârika cildler, mücevherler, inciler, kakılmış cildler ve en eski İslâm yazmalarının tek nüshaları burada bulunmaktadır. Kütüphânede iki bin büyük hattatın levhasından meydana gelen nadide hatlar mevcuttur. Sarayın arşiv dâiresinde binlerce kaynak belge vardır. Bunlar bütün dünyâ târihini alâkadar eden vesikalardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 312
2) Topkapı Palace (Sabahattin Türkoğlu)

TİRYAKİ HASAN PAŞA


Kanije müdafaasıyla meşhur mücâhid Osmanlı kumandanı. Doğum yeri ve târihi kesin olarak bilinmemektedir. Enderûn’da yetişti. Sultan üçüncü Murâd’ın şehzâdeliğinde Manisa’ya gönderildi. Onun baş musâhibliğini yaptı ve sultan üçüncü Murâd Han Osmanlı tahtına geçtiğinde, rikâbdâr-ı şehriyârî oldu. Saraydan çıktıktan sonra İzvornik sancak beyliğine tâyin edildi. Bu vazifede iken Berzence’yi kuşatan Hasan Paşa, daha sonra Mekomorya, Kanar ve Meçend kalelerini fethetti. 1583 yılında Göle sancağına tâyin oldu. 1587’de ise Pojega sancak beyi oldu. Aynı senenin Ağustos ayında beylerbeyilikle Zigetvar sancağına tâyin oldu. Buradaki hizmetlerinden dolayı pâdişâh tarafından mîr-i mîrânlığa yükseltildi. Beylerbeyi olan Hasan Paşa, ilk iş olarak Erdel isyânını bastırdı. Tameşvar’a tâyin olduktan sonra da Filnak ve Lippa kalelerini kurtardı. 1594 yılında Bosna beylerbeyi oldu; 1595 yılı Ekim ayında vuku bulan Vaç seferine katıldı. Budin muhasarasında yaralandı.
Tiryâki Hasan Paşa, 1600 yılında sadrâzam İbrâhim Paşa tarafından fethedilen ve beylerbeylik yapılan meşhur Kanije kalesi idaresine verildi. Emrine yirmi bölük sekban (atlı) ile üç bin muhafız asker, cephane ve mühimmat bırakıldı.
Kanije’nin Osmanlıların eline geçmesini bir türlü hazmedemeyen Avusturyalılar ve müttefikleri, 1601 yılında kaleyi geri almak için elli bin kişilik bir kuvvetle muhasara ettiler. Tiryâki Hasan Paşa, 85 gün müddetle büyük sıkıntılara göğüs gererek, târihte eşine ender rastlanan bir kahramanlık örneği gösterdi. Düşmanın hücumlarını kırıp onları kahretti. Sonunda yaptığı bir huruç harekâtıyla haçlı ordusunu hezimete uğrattı.
Zaferden sonra gözyaşları içerisinde kıldığı iki rek’at namaz sonrasında askerlerine; muzafferiyetin; sabır, sebat, birlikte hareket ve başındaki kumandana itaat gibi dört temel esâsa dayandığını bildirdi (Bkz. Kanije Müdâfaası). Sultan üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin (İtalya, İspanya, Papalık, Fransa, Macaristan) hezîmetiyle netîcelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti. Hasan Paşa’ya vezir rütbesi (mareşallik) verip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilalli sancak ve bir de hatt-ı hümâyûn gönderdi. Bu hatt-ı hümâyûnda Hasan Paşa’yı; “Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve senin ile mahsur olan asker kullarım ki manen oğullarımdır, yüzleri ak ola, makbûl-i hümâyûnum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım” diye medh ü sena etti.
Göz yaşları ile Pâdişâh’ın fermanım okuyan Tiryâki Hasan Paşa; “Kanije müdâfaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik neye kaldık diye ağlıyorum” diyordu.
Tiryâki Hasan Paşa. 1601’de tekrar Bosna, 1602 yılında Budin vâlisi, kısa bir süre sonra da Rumeli beylerbeyi oldu. Daha sonra, Anadolu’da kasâfet kazanan (yayılan) celâli eşkıyasının kökünü kazıma işi için Kuyucu Murâd Paşa ile birlikte hareket etti. 1603 yılında tekrar Bosna beylerbeyi oldu. 1609 yılında emekli olan Tiryâki Hasan Paşa, 1611 yılında üçüncü defa Budin beylerbeyliğine gönderildi ise de, tâyininden kısa bir süre sonra vefât etti. Vefâtı, devlet erkânı ve halk arasında büyük üzüntüye sebeb oldu.
Tiryâki Hasan Paşa, zekî, dürüst mizaçlı ve tedbirli idi. Vazifeye bağlılığı ve askerî dehâsı ile tanındı. İşlerindeki titizlik ve ehliyetinden dolayı kendisine “Tiryâki” nisbesi verilmiştir. İlme büyük değer verip âlimleri sever ve himaye ederdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kanije Müdâfaası (Avni Savaşkurt); sh. 8
2) Târih-i Nâimâ; cild-1. sh. 233
3) Tiryâki Hasan Paşa Târihi (Cafer Ayâni, İstanbul Millet Kitaplığı, No. 190)
4) Târihi Siyâsî (Kâmil Paşa); cild-1, sh. 322
5) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-3. sh. 203
6) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1657
7) Kanije Savunması ve Tiryâki Hasan Paşa (Türk Asker Büyükleri ve Türk Zaferleri, seri no. 12. Genelkurmay Askeri Târih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları)

TEVFİK FİKRET


Servet-i fünûn devri şâiri. 1867 yılında İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmed Tevfîk’tir. Babası Çankırılı Hüseyin Efendi, annesi Sakızlı bir ailenin kızı olan H. Refiâ Hanım’dır.
Fikret, ilkokuldan sonra, Galatasaray Sultânîsi’ni bitirerek tahsîl hayâtını tamamladı. On dört yaşında şiir yazmaya başladı. İlk şiirlerini gazel, tevhid, nazire gibi dîvân şiiri tarzında ve Nazmi mahlasıyla yazdı. Bâb-ı âlî’de bir kaç sene kâtiplik, daha sonra Galatasaray Sultanîsi ve Robert Amerikan Kolej’inde öğretmenlik yaptı. Bu arada Mirsad Mecmuası’nda şiirleri neşredildi. Mirsad’ın açtığı şiir müsabakasında sultan Abdülhamîd Han’ı metheden şiiri birincilik kazandı. Şiirlerini yayınladığı Mirsad Mecmuası kapanınca, Malûmat Mecmûası’na geçip bu derginin baş yazarlığını yaptı. Burada ağır, anlaşılması kolay olmayan bir lisanla daha çok batılı türde şiirler neşretti. 1895’den sonra, beş yıl Servet-i Fünûn’un baş yazarlığını yaptı. Bu sırada arkadaşlarıyla birlikte memleket mes’elelerinden, toplum dertlerinden uzak, anlaşılması oldukça zor, şekilci bir san’at anlayışla eserler verdi. Servet-i Fünûn’dan ayrılan Fikret, 1901’den itibaren kendini yalnız Robert Kolej’indeki derslerine verdi. Kolej yakınında, sonradan Âşiyân (yuva) adıyla meşhur olan evini yaptırdı. Fikret, 1908’de meşrûtiyetin ilânından sonra Hüseyin Câhid’le birlikteTanin gazetesini kurdu. Bir sene sonra, Galatasaray Sultânîsi’ne müdür oldu.
Fikret, hassas mîzâçlı olduğu için, basit sebeplerden darılıp küsüyor, işini bırakıyordu, önce Tanin’den, daha sonra Galatasaray Sultanîsi müdürlüğünden, bunun için ayrıldı. Bütün istifalar serisi içinde, Fikret’in ayrılmadığı tek müessese Robert Kolej’i oldu. 1901’den ölümüne kadar fasılasız bu okulda ders verdi. 18 Ağustos 1915’de öldü. Eyyûb mezarlığına gömülen naaşı seneler sonra Aşiyân’ın bahçesine nakledildi.
Hislerinin, infiallerinin ve küskünlüklerinin elinde fazla hırpalanmış bir kişi olan Fikret, bilerek veya bilmeyerek bâzı tezatlar içine düştü. Meselâ, bir zamanlar kendisini övmek için yarıştığı methiyeler, doğum tebrikleri yazdığı sultan Abdülhamîd Han’ın, daha sonra amansız düşmanı oldu. Bir Lâhzâ-i Taahhur şiirinde:
“Ey şanlı avcı! Dâmını beyhude kurmadın,
Attın... Fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın!
diyerek Abdülhamîd Han’a tuzak kuran ermeni anarşistini gönülden alkışlayan bir hâin durumuna düştü. Daha sonra sultan Abdülhamîd Han’ı hal’ edip iktidarı ele geçiren İttihadcıların diktatörce, hem acemi, hem de sorumsuz hareketleri karşısında, 15 Ocak 1911’de Revzen-i Mahlû(Tahtından indirilmiş Pâdişâh’ın Penceresi) şiirini yazdı. Nihayet bir zamanlar beraber olduğu İttihâdçılara, Hân-ı Yağma manzûmesinde kin ve nefred dolu mısralarla haykırdı.
Sabah Ezanında, Asker Geçerken, Kılıçgibi şiirlerinde dînî heyecan ve millî duyguları işlerken, Târih-i Kadim’de işi dînî inançsızlığa kadar götürüp, Kur’ân-ı kerîme hücum etti. Kahramanlığa lanet yağdırırken, bayrağımızı kanlı ve korkunç bir paçavra gibi görürdü. Halûk’un Defterişiirinde ise bayraktan; “Ey şanlı vatan bayrağı...” diye övgüyle söz etti. Buna benzer daha bir çok misâller onun tezatlı hâlinin açık işaretleridir.
Şâirin;
“Toprağın cevher, suyun kevser, baharın bî-hazân,
İşle dünyâ... Bir eşin, bir benzerin yoktur inan!
Müşfik evlâdın bulur koynunda her gün, her zaman,
Cân da sensin, şan da sen, hepsi sensin yaşa,
Ey vatan, ey mübarek vatan, bin yaşa!
mısraları vatan sevgisini şahlandırırken,
“Toprak vatanım, nev’i beşer milletim, insan,
İnsan olur ancak bunu izanla, inandım.”
(Halûk’un âmentüsü’nden)
mısralarında kendisi için yeryüzünün vatan, dünyâ halklarının da milleti olduğu, yâni vatan ve millet mefhumlarını kabul etmediğini söylemesi, kendini sevenleri bile şaşırtmıştır.
Fikret’in aile hayâtında ve eserlerinde, çok sevdiği oğlu Halûk’un büyük bir yeri vardı. Robert Kolej’den sonra Amerika’da mühendislik tahsili ve ihtisası yapan Halûk, orada hıristiyan olduktan sonra, Amerikan vatandaşlığına geçerek 1943’de rahip yardımcısı, 1956’da da başrâhip olmuştur.
Tevfik Fikret’in, Türk fikir hayâtına kazandırdığı pek birşey yoktur. Hattâ denilebilir ki, kendisinin ruh yapısı, alınganlığı, sürekli tezatlar içinde yüzmesi ve nihayet Türk gençliğine bir sembol olarak yetiştirmeye çalıştığı oğlu Halûk’un daha sonra aldığı kültür sonucu bir Amerikan papazı oluşu bu sahada olumsuz bir çığır açmıştır.
Bütün bunların yanında şâirin Türk şiir târihinde yeni bir merhale teşkil eden mühim bir cephesi, şiirlerindeki dil ustalığıdır. Bu konuda daha çok Muallim Naci’nin takipçisidir. Onun şiirlerinde cümle bir çok mısrâlardan geçerek belki dokuzuncu mısra’nın ortasında bitebilir. Fakat bu cümleler gramer yönüyle kusursuzdur.
Fikret, geniş müstezadı en iyi uygulayan bir şâirdir. Şiirlerinde mısralar alt alta değil de yanyana sıralanacak olsa pürüzsüz bir nesir örneği meydana getirir. Ayrıca işlenen konunun mânâsı ile şiirdeki mûsikî arasında bir bağlantı mevcuttur. Meselâ yağmur yağarken damlaların pencerelere, çatıya, yere düşerken çıkardığı sesler, dalgaların şırak şırak sahile vuruşu, zelzelenin dehşeti, seçilen kelimelerin seslerinde verilmeye çalışılmıştır.
Fikret’in dili, iyi bir dil süzgecinden geçirildiğinde mühim sayılacak hatâlarına da rastlanır. Kullanılan kelimeler de zâten daha önce kullanılmamış, lügat sayfalarından aranıp bulunmuş kelime ve terkiblerdir. Yâni dil sâdeleşeceği yerde daha da ağırlaştırılmıştır. Bunun dışında batı dillerinden kelimelere de bilerek yer vermiştir.
Aslında iyi düşünüldüğünde Fikret ve arkadaşlarının Türk şiirini belli bir sistemden, belli bir intizamdan uzaklaştırarak, adetâ bir şekil anarşisinin içine ittiği de söylenebilir.
Yazmış olduğu eserleri şunlardır: 1- Rübâb-ı Şikeste: Gençlik şiirleri, tabiat tasvirleri, aşk şiirleri, dînî heyecan ve kahramanlık şiirleri v.s.) 2-Halûk’un Defteri: Oğlunun şahsında gençliğe tavsiyeleri. Şâir bu kitabında Türk vatanını Menhel “Hayvan sulanacak yer” olarak vasıflandırır. 3- Rübabın Cevâbı: Meşrûtiyetten sonra memleketin içine düşdüğü ızdırapları terennüm eder. 4- Şermin: (Hece vezniyle yazdığı çocuk şiirleri).
Târih-i Kadim ve Doksan Beşe Doğru isimli şiirleri ölümünden çok sonra yayınlandı. Şâirin, Sancak-ı Şerîf Huzûrunda adlı manzumesinde, Balkan Savaşı’nda uğradığımız felâketler yanında bu savaşlarda ölen şehîdlehmizle alay ettiği görülür.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 250
2) Resimli Türk Edebiyatı Târihi; sh. 1024
3) Yakınçağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar; cild-2, sh. 247
4) Büyük Türk Klâsikleri; cild-9, sh. 276
5) Halûk’un Defteri (İstanbul-1327)
6) Rubâb-ı Şikeste (İstanbul-1326)