19 Temmuz 2020 Pazar

PLEVNE MÜDAFAASI


1877-1878 Osmanlı-Rus harbinde Gâzi Osman Paşa’nın Ruslara karşı Plevne’de yaptığı savunma. Abdülazîz Han’ın hal’ edilip şehîd edilmesinden sonra, meydana gelen kargaşa ortamında işbaşına geçen devlet adamları, şan şöhret için savaşa girmek sevdasına düştüler. Sultan beşinci Murâd’ın kısa süren saltanatından sonra Abdülhamîd Han başa geçmiş ve Midhat Paşa da sadrâzam olmuştu. Midhat Paşa savaşın aleyhinde olan Pâdişâh’ı razı etmek için bâzı câhilleri para ile tutup İstanbul’da gösteriler yaptırdı. Toplanan istişare meclisi savaş karârı aldı. Rusya ile uzlaşma köprüleri yıkıldı. Zâten bahane arayan Ruslar, 1877 senesinin 24 Nisan günü Osmanlı Devleti’ne harb îlân ettiler. Harbin îlânından bir gece evvel hücuma kalktılar. Anadolu ve Rumeli’de açılan cephelerde, Osmanlı ordusu önceleri zafer kazandı ise de sonradan Ruslar, doğuda ve batıda galip gelip İstanbul kapılarına kadar dayandılar. 1878 yılı Ocak ayının son gününde yapılan Edirne mütârekesine kadar devam eden ve Doksanüç harbi nâmıyla bilinen savaşın en kanlı çarpışmaları Plevne önlerinde cereyan etti. Ruslar, Rumeli cephesindeki Osmanlı ordusunun kumanda eksikliği sebebiyle Tuna ve Balkan tabiî sınırlarını kolaylıkla geçtiler. Bu sırada Vidin’de bulunan Garb ordusu kumandanı Osman Paşa’ya, Plevne’yi işgal edip tahkim etmesi emredildi. Osman Paşa, İstanbul’da sultan Abdülhamîd Han’ın başkanlığında teşkil edilen askerî meclisin karârı ile verilen bu emri, hemen yerine getirmek üzere harekete geçti. Aynı zamanda Ruslar da, Plevne’nin askerî ehemmiyetini kavrayıp işgal için yola çıkmışlardı. Osman Paşa, altmış bin kişilik ordusundan on iki bin kişilik bir kuvvet alarak, elli dört topla birlikte yola çıktı.
Yüz doksan iki kilometrelik yolun yüz yetmiş iki kilometresini beş günde katederek Plevne’ye bir günlük mesafeye geldi. Burada Rusların da yolda olduklarını haber aldı. Ertesi gün savaşın başlayacağını dikkate alarak yorgun askerlerine hazır olmaları emrini verdi. Atıf Paşa komutasında bir kol, Plevne’yi işgal edip tahkimata başladı. Asker, Vid suyu üzerindeki köprüyü geçerken Ruslar top atışma başladılarsa da, Gâzi Osman Paşa’nın şanlı mücâhidleri, üç bin Rus askerini öldürüp düşmanı geri püskürttüler. Osmanlı askeri de bin şehîd verdi. 20 Temmuz 1877 günü Osmanlı askerinin kazandığı bu zafer, Rusları telaşlandırdı. Asker sayısını otuz beş bine, top sayısını da yüz yetmişe çıkardılar. Osman Paşa da, takviye kuvvetler alıp asker sayısını yirmi bine çıkardı. Muhafazası zor bir mevki olan Plevne civarındaki hâkim tepelerde, topraktan bir çok tabya, piyade siperleri ve avcı hendekleri inşâ ettirdi. Otuz Temmuz günü Ruslar iki koldan hücuma geçtiler. Osmanlı askerinin siperde ve toplarının uzun menzilli olması, Rus toplarının pek çoğunu te’sirsiz hâle getirdi. Açıktan kalabalıklar hâlinde hücuma geçen Rus askerleri, Osmanlı topçusuna açık hedef oldular. Osmanlı askerleri, zaman zaman istihkâmlarından çıkıp Ruslara hücum ederek yedi bin üç yüz zâyiât verdirdiler. Gecenin karanlığından istifâde ile geri kaçan Ruslar, kaçış esnasında da çok zâyiât veriyor ve Osmanlı korkusu paniğe sebeb oluyordu. Boşanan bin atın rastgele koşmasını; “Türkler geliyor” diye birbirlerine, haber veren Rus askerleri, korku ve dehşet içinde Ziştovi’ye kadar kaçıp canlarını kurtarmaya çalıştılar. Fakat ne yazık ki, Gâzi Osman Paşa, elde etmiş olduğu üstünlüğün neticesinden, ihtiyat ve süvari yokluğu sebebinden istifâde edememişti. Plevne’de parlak bir zafer kazanacağını zannederek savaş mevkii yakınlarına gelmiş olan Rus çarı da, karargâhına çekilip; “Hıristiyanlık mahvoluyor” feryâdıyla yeni bir haçlı seferi çağrısında bulunarak Romanya prensinden yardım istedi. Plevne’yi tahkîme devam eden Osman Paşa, Vidin ve Sofya’daki ihtiyatlarını karargâhına getirtti. Osman Paşa’nın zaferi, Pâdişâh’ın taltif ve mükâfatına mazhâr olurken, Avrupalılara da parmak ısırttı. Doğu Anadolu’daki Osmanlı ordularının da Ruslar karşısında muzaffer olması sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin sulh isteyip istemediği bile, Alman sefareti baş tercümanı tarafından araştırılmaya başlanmıştı. Fakat müttefiksiz olan Osmanlı Devleti, savaşa devam etmek mecburiyetinde kalmıştı.
Bu zaferinden sonra tahkimata devam eden Osman Paşa, Ağustos ortalarına doğru ordu mevcudunu kırk bine çıkardı. Ruslar tarafından bağımsızlık vadi verilen Romen prensi Karol’un şeklî kumandası altındaki Rus-Romen müttefik ordusunun sayısı ise, yüz bin asker, 450 parça topa ulaşmıştı. Kışın yaklaşması, geriden destek alması güç olan Osmanlı ordusunun aleyhineydi. 26 Ağustos’da, Rus topçusu Osmanlı istihkamlarını kesif bir şekilde dövmeye başladı. Osmanlı topçusu ise, cephane azlığından idare edecek şekilde cevap veriyordu. Zâten siperler Osmanlı askerini Rus ateşinden koruyordu. Açıkta bulunan Rus piyadesi bol zâyiât veriyordu. Rusların sol kanadı ilerlerken, merkezleri, Osmanlı askeri karşısında geri çekilmeye mecbur oluyordu. Merkezde serbest kalan Osmanlı kuvvetleri, sola kayınca Rus ilerlemesi durduruldu. Ertesi gün (1 Eylül) Ruslar geri çekildi. Fakat cephanesi azalan Osmanlı askeri, düşmanı tâkib edemedi. Ruslar, yirmi iki bin zâyiât vermişler, dört bin Osmanlı askeri de yaralanmış veya şehîd olmuştu. Dost-düşman herkes Türkaskerinin Rus’dan daha üstün olduğunu kabul etmişti. Üstüste gelen hezimetler, bütün ümidini Plevne’ye bağlayan çar ikinci Aleksandr’ı çileden çıkarıyordu. Çar’ın harbiye nâzırı; “Biz Osmanlı’yı tanımadan harbe girmişiz” demek mecburiyetinde kalmıştı. Bu hezimetlerinden yedi gün sonra Ruslar, müttefikleri Romenlerle beraber tekrar taarruza kalkıştılar. Yedi Eylül’den, on bir Eylül’e kadar Türk mevzilerini top ateşine tuttular. Kayakdere mevkiine girmeye muvaffak oldularsa da verdikleri yirmi bin kişilik zâyiât karşısında geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu parlak zaferleri, Abdülhamîd Han’ın Osman Paşa’ya Gâzilik ünvânı vermesine sebeb oldu.
Rusların sabrı iyice taşmıştı. Kalabalık sürüler hâlinde getirdikleri askerleri ile Osmanlı ordusunun çevresini sarıp abluka altına almaya karar verdiler. Entecrübeli komutanlarını iş başına getirdiler. Osmanlı askerini her türlü yardımdan mahrum bırakarak, açlıkla teslim olmaya zorlayacaklardı. Yedi Ekim’de son Osmanlı imdat kuvveti Rus hatlarını yararak Plevne’ye girdi. Yirmi dört Ekim’de yüz otuz beş bin Rus ve Romen askeri, Gâzi Osman Paşa ordusunun çevresini yetmiş beş kilometrelik bir çenber içine alarak telgraf hattını kesti. Gâzi Osman Paşa’nın emrinde kırk bin muharip, on bin de gayr-i muharip vardı. Kasım’ın yirmi ikisinde Osmanlı ordusunun zahiresi bitti. Hayvan yemi ve cephane sıkıntısı başladı. Osman Paşa, Süleymân Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusunun imdada gelmesini bekliyordu. Fakat Elena civarında düşmanı yenen Osmanlı kuvvetleri, Süleymân Paşa’nın ağır davranması sonucu Maçka muhârebesinde Ruslara yenildi. Gâzi Osman Paşa, Süleymân Paşa’dan gelecek imdattan da ümidini kesti. Erzak ve cephane bitiyordu. Ya insanlığın yüzkarası zâlim Ruslara teslim olacak, veya askerlerinin başında girişeceği bir yarma harekâtına teşebbüs edecekti. Bu da kurtuluşa veya şehâdete götürürdü. Bunlardan ikincisini tercih etti.
Otuz Kasım günü komutanlarını toplayarak düşüncelerini söyleyen Osman Paşa, onların rızâlarını aldı. Karârı bir mazbataya geçirdi. Düşmanın teslim teklifini reddetti. Askerini iki gruba ayırdı. Birinci grubta; başta kendisi ve muharipler, ikinci grupta; yaralılar ve yerli Türk halkı vardı. Birinci grup yarma harekâtını gerçekleştirecekti. Aralık’ın dokuzunda silâh ve yiyecekleri askere dağıttı. Vid ırmağı üzerine köprü kurdurdu. On Aralık seher vakti, Vid suyunu aştı. Birinci muhasara hattını yararak arzu ettiği şekilde askerini topladı. Fakat, gayr-i muharip kimselerden meydana gelen ikinci gruptakiler, yavaş hareket ediyorlardı. İkinci grup Vid suyu üzerindeki köprüyü geçerken Rus topçusu ateşe başladı. İkinci grub kurtarmaya çalışılırken, birinci grub da taarruza devam etti. Rusların ikinci hattını yaran Osmanlı askerleri, daha bir kilometre gitmeden üçüncü bir muhasara hattı ile karşılaştılar.
Burada başlayan kanlı çarpışmalar, Plevne Gâzilerinin son çırpınışları oldu. Çevredeki bütün Rus ve Romen birlikleri bir avuç Gâzinin başına üşüştüler. Yüz elli binlik Rus-Romen müttefik kuvvetleri, düşmanlarına ve kendilerine mevcutlarının bir buçuk misli zâyiât verdiren bu kahramanlara karşı, bütün hınçları ile saldırıyorlar, top atışı ile Osmanlı kuvvetlerine zâyiât verdirmeye çalışıyorlardı. Çarpışmanın en şiddetli olduğu bir sırada, Osman Paşa’nın atına bir şarapnel parçası isabet etti; kendisi de sol bacağından yaralandı. Osman Paşa’nın düştüğünü gören askerin adetâ eli ayağı tutuldu. Saflarda dağılma başladı. En huzurlu devirlerini Osmanlı hâkimiyetinde yaşadıklarını unutarak Ruslara yardıma koşan Romenler, bu sırada ikinci grubla yaya olarak yol almaya çalışan müslümanları, teslim almaya başladılar. Komutanlar, Osman Paşa’ya durumu arzettiler. Osman Paşa, başka çâre olmadığını görünce, müslümanların fazla kırılmaması için teslim bayrağı çektirdi. Fakat Rus topçusu durmak bilmiyordu. Fırsat ele geçmiş iken bir kişi fazla öldürmeye bakıyorlar, kan içmeye doymuyorlardı. Hele özel işaretlerle belirlenmiş hasta araba ve çadırlarına ateş etmekten büyük bir zevk alıyorlardı. Türk askerleri de, yer yer hedefsizce ateş ediyorlardı. Granadir kolordusu komutanı general Ganetski, Gâzi Osman Paşa’nın yaralı olması ve askerinin teslimi ile ilgili hiç kimseye yetki vermemesi üzerine general Starokov’u Osman Paşa’nın çadırına göndererek teslim aldı. Az sonra general Ganetski de gelip Osman Paşa’yı ziyaretle, savunmadaki başarısını tebrik etti. Osman Paşa, Âdil Paşa’ya emrederek askere silâh bıraktırmasını söyledi. Emrin tebliğinden sonra, soğuktan donmak üzere olan kırk binden fazla Osmanlı askeri, silâh bıraktı. Artık Ruslar için engel kalmamıştı. Yeşilköy’e kadar geldikten sonra 3 Mart 1878’de Ayastafanos mütârekesi imzalandı.
Gâzi Osman Paşa’nın tedavisi ve istirâhati için Ruslar, her türlü ihtimamı göstererek yabancı gazetecilerin gözlerini boyadılar. Hattâ esaret sembolü olarak alınan kılıcı bile iade edildi. Teslim oluşunun ertesi günü Çar’la öğle yemeği yediler. Rus komutanları büyük ilgi gösterdiler, takdîr ve hayranlıklarını ifâde ettiler. Fakat bu sırada, Osmanlı esirleri, soğuk ve açlıkla mücâdele ediyorlardı. Üzerlerinde taşıdıkları yiyecek ve giyecekler; Rus askerleri tarafından ilk anda yağmalanmıştı. Daha on gün geçmeden dört bin müslüman soğuk ve açlıktan şehîd olmuştu. Avrupalı hümanist gazetecilerin gözleri, Gâzi Osman Paşa’ya gösterilen iltifatlarla boyanmıştı. Hıristiyan gazeteciler, yılbaşı eğlenceleri ile içip sızarken, Rus askerleri Osmanlı esirlerine zulmederek eğleniyorlardı. Hâlbuki Gâzi Osman Paşa, aldığı esirlerin hiç birine kötü muamele yaptırmaz, onları askerlerinden daha güzel yemeklerle beslerdi.
Çok ağır kış şartlarında Rusya’ya doğru yola çıkarılan Osmanlı esirlerinden ancak on beş bini Rusya’ya ulaşabildi. Bunlardan da on iki bini tekrar Osmanlı topraklarına dönebildi. Kırk binden fazla Osmanlı’dan, yirmi dokuz binden fazlası soğuk Rus topraklarında, “Tuna Nehri Akmam Diyor” kitabının yazarı Rubert Fernaux’un dediği gibi; “İnsanın insana olan insafsızlığının kurbanı olarak” yok olup gitmişlerdi (Bkz. Gâzi Osman Paşa).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Plevne Hâtıraları (İbrâhim Edhem. Hazırlayan Seyfullah Esin, İstanbul-1979)
2) Öncesiyle sonrasıyla Doksanüç Harbi; sh. 72
3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 303
4) Plevne Müdâfaası (F.W. Von Herbert, İstanbul-1954)
5) Mir’ât-ı Hakikat; sh. 446
6) 1877-1878 Osmanlı-Rus ve Romen Savaşı (Halil Sedes, İstanbul-1955); cild-12, birinci ve ikinci kısım.
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 155

BEŞİR AĞA


Osmanlı darüsseâde ağası, İstanbul vâlilerinden. 1652’de doğdu. 1746’da İstanbul’da vefât etti. Kabri, Eyyûb Sultan türbesindedir. Yapraksız Ali Ağa’nın yanında sarayda yetişti. 1707 senesinde saray hazinedarı oldu. Üçüncü Ahmed’in şehzâdeliği sırasında musahibi idi. Sonraları darüsseâde ağası Süleymân Ağa ile beraber 1713’de Kıbrıs’a nefyedildi (sürüldü). Kıbrıs’dan Mısır’a ve oradan da Hicaz’a gönderilerek şeyhül-haremeyn vazifesi verildi. Bu vazifesi sırasında Mekke-i mükerremede bulunan ve evliyânın büyüklerinden olan Ahmed-i Yekdest hazretlerinden feyz alıp tasavvufda yükseldi. 1717 senesinde İstanbul’a çağrılarak darüsseâde ağalığına tâyin edildi. Bundan sonra sultan üçüncü Ahmed Han’ın pâdişâhlığının son ve sultan birinci Mahmûd Han’ın pâdişâhlığının ilk devirlerinde olmak üzere ölümüne kadar tam otuz sene darüsseâde ağalığı yaptı.
Bu vazifesi sırasında çok hizmet eden Beşir Ağa, Bâb-ı âlî civarında câmi, medrese, tekke, çeşme ve kütüphâne; Eyyûb’da bir medrese, kütüphâne ve çeşme yaptırmıştır. Fâtih, Beşiktaş, Kocamustafapaşa, Fındıklı, Üsküdar ve Sarıyer’de çeşmeler, Medîne-i münevverede de pek çok hayrat yaptırmıştır. Yaptırdığı Bâb-ı âlî yakınındaki câmi yanındaki kütübhânede 1368, Eyyûb’deki kütübhânesinde ise 219 cild kitab vardır. Bu kitaplar bugün adına ayrılan bir bölümde muhafaza edilmektedir. Ayrıca ilk matbaanın kurulmasında mühim rolü vardır. İbrâhim Müteferrika, İstanbul’da ilk matbaayı açtığı gibi, ilk kâğıt fabrikasının da Yalova’da açılmasına gayret etti. Bu fabrika için en uygun yer Beşir Ağa’nın çiftliği idi. Çiftliğini bu iş için seve seve vakfeden Beşir Ağa, fabrikanın kurulmasından çok kısa bir zaman sonra 1746 yılında vefât etti.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri şöyle anlatmıştır:
“Muhammed Kumul Efendi vefâtından önce, hastalığı sırasında bana; “Şu bir kaç cild kitabı, darüsseâde ağası Beşir Ağa’ya götür. Bizim duâ ettiğimizi söyle. Bunlar Medîne-i münevvereye gönderilecek. Bunların konulacağı yeri onlar bilirler. Gönderip bizi duâdan unutmasınlar” şeklinde vasiyette bulundu. Bir kaç gün sonra vefât etti. Vasiyetleri üzerine o kitapları alıp, vâlilerin toplantı günü olan Çarşamba günü huzurlarına vardım. Kalkıp kucaklaşarak, yanlarına oturmamı söyledi. Hâl hatır sorduktan sonra, İstanbul’da bulunup, ziyaretlerine fazla gidemediğim için üzüldüğünü söyledi. Merhum Muhammed Kumul Efendi’nin selâmını söyleyip kitapları arzettiğimde, büyük bir üzüntü ve ağlama ile kitapların yerine gönderilmesi için emir verdi. Mecliste bulunanlara beni tanıtıp; “Âhiret kardeşimizdir” dedi. Vedâ edip kalktığımda, hizmetçilerine şöyle emretti: “Bize gelenler dünyevî bir iş için gelirler. Bu zâtı iyi tanıyın. Geldiği zaman misafir var diye bekletmeyin. Zîrâ bunlar bizi Allah rızâsı için ziyarete gelirler. “Koynuma bir kese koydu. Sonra içinde yüz altın olduğunu gördüm.”
Osmanlı târihinde dârüsseâde ağası olan iki Beşir Ağa daha vardır. Bunlardan birisine Küçük Beşir Ağa denilmiştir. Diğeri sultan üçüncü Mustafa Han zamanında dârüsseâde ağası olan Beşir Ağa’dır.

HAMDOLSUN DÜŞMEDİNİZ!

Hacı Beşir Ağa, zamanının büyük evliyâsı ve meşhur âlimi Mehmed Emin Tokâdî hazretleri ile yakın dost ve âhiret kardeşi idi. Mehmed Emin Tokâdi hazretleri ikinci defa Mekke’ye gidişinde şöyle anlatmıştır:
“Mekke’ye giderken Medine’ye uğradık. Hocam Ahmed-i Yekdest hazretlerinin vasiyetine uyarak Medine’de ikâmet eden Şeyh Abdürrahîm Buhârî hazretlerinin yanına gittim. Görüşüp konuştuktan sonra beni Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem Kabr-i şerifini ziyarete götürdü. Ziyaret sırasında koynundan bir kâğıt çıkarıp okuduktan sonra, bana vererek tebrik etti. O sırada yanımızda bulunan bir zât da beni tebrik etti. Bana verdiği bu icazet sebebiyle kucaklayıp öptü. Ertesi gün tekrar Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerifini ziyarete gittim. Bu sırada kendimden geçip, yere çöktüm. Bir süre böyle kaldıktan sonra gözlerimi açtığımda, yanımda duran birini gördüm. Bana selâm verip; “Ağa sizi bekliyor, buyurun!” dedi. “Ağa kimdir?” dedim. “‘Şeyh-ül-harem, ağa hazretleridir” dedi. Yanına gittiğimde bir gün önceki ziyaretimizde yanıma gelip beni tebrik eden zât olduğunu gördüm. Bana; “Siz ziyaret sırasında kendinizden geçince, bu hizmetçiyi gönderip;” Yanında bekle, eğer düşecek olursa yavaşça tut ve yere oturt” dedim. Hamdolsun düşmediniz” dedi. Onunla oturup sohbet ettikten sonra, bu zâtın hocam Ahmed-i Yekdest hazretlerinin talebelerinden (Hacı Beşir Ağa) olduğunu öğrendim. Beraberce tekrar Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin kabr-i şerifini ziyaret ettik. Ziyaretten sonra birbirimizi unutmamak üzere âhiret kardeşi olduk. “Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin tanışıp âhiret kardeşi olduğu bu zât, o zaman şeyh-ül-harem vazifesi ile orada bulunan dârüsseâde ağası Beşir Ağa idi.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Âlimler ve San’atkârlar; sh. 289
 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı)cild-4, kısım-1, sh. 332
 3) Mir’üt-tevârîh; 1147 olayları
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 67

ÜÇÜNCÜ AHMET HAN


Babası.................... : Mehmet Han-IV
Annesi.................... : Gülnûş Emetullah
Doğumu.................. : 31 Aralık 1673
Vefâtı...................... : 1 Temmuz 1736
Tahta Geçişi............ : 22 Ağustos 1703
Saltanat Müddeti..... : 27 sene
Halîfelik Sırası........ : 88
Osmanlı pâdişâhlarının yirmi üçüncüsü, İslâm halîfelerinin seksen sekizincisi. Sultan dördüncü Mehmed Han’ın oğlu. Sultan İkinci Mustafa’nın kardeşidir. Râbia Gülnûş Emetullah Sultan’dan, 31 Aralık 1673 târihinde doğdu, iyi bir tahsil gördü. Son derece zekî ve akıllı idi. İlk dersini şeyh-i sultanî Mehmed Efendi’den aldı. Seyyid Feyzullah Efendi’nin yıllarca tedrisâtı altında yetişti. Bir müddet Topkapı Sarayı’nda yaşadı, sonra Edirne’de kalmaya başladı. Ağabeyi sultan İkinci Mustafa Han, 1703 senesinde Edirne’de cebecilerin çıkardığı isyân sebebiyle tahttan indirildi. Yerine üçüncü Ahmed Han’ın 22 Ağustos 1703’de pâdişâh olduğu îlân edildi. Bîat merasiminden sonra İstanbul’a gelip, hazret-i Hâlid’in türbesini ziyaret ederek âdetler uyarınca hazret-i Peygamberin (aleyhisselâm) Eyyûb Sultan’daki kılıcını kuşandı. Henüz otuz yaşlarında bulunan yeni pâdişâh, 1703 Edirne vak’asında isyânı çıkaranların elebaşlarını iyi bir siyâsetle yakalatıp teker teker cezalandırdı. Baltacı Mehmed Paşa’yı sadrâzam yaptı. Devletin iç işlerini düzeltmek için çalışmalarına başladı.
Karlofça andlaşması yeni imzalanmış olduğu için, devlet bir müddet barış içinde yaşadı. Fakat sonra umulmadık bir savaşın içine düşüldü. İsveç kralı on ikinci Şarl, arka arkaya kazandığı zaferlerle Avrupa içlerine sarkmış, Lehistan’ı ele geçirmiş, Rusya ile çatışmış ve Rus çarı Deli Petro’yu yenmişti. Fakat bir defa Ruslarla ihtiyatsızca girdiği bir savaşta yenildi ve son anda kaçarak Osmanlı topraklarına sığındı. Ruslar, Kral’ın Osmanlı topraklarından dışarı çıkarılmasını, onunla birlikte sığınan Ukrayna Kazaklarının da kendilerine teslim edilmesini istediler. Sultan Ahmed Han, bir müddettir Ruslara verilen tâvizleri geri almak için fırsat bekliyordu. Rusların bu davranışını barışın çiğnenmesi olarak yorumladı ve dîvânı toplayarak Rusya’ya harb îlân etti. 9 Nisan 1711’de Osmanlı ordusu vezîriâzam Baltacı Mehmed Paşa’nın kumandası altında Rusya seferine çıktı.
Baltacı Mehmed Paşa, Çar Petro’nun ordusunu 18 Temmuz’da Prut’ta kıstırdı ve etrafını çevirdi. Asıl niyeti bu orduyu orada hücumla imha etmekti, Fakat yeniçerilerin isteksizliği yüzünden ciddî bir taarruz yapamadı. Orduyu tekrar tekrar hücuma kaldırmayı denediysede başarılı olamadı. Rus ordusu bataklıkta kıstırılmış vaziyette bekliyordu. Çar ve komutanları tek kurtuluşun emân dileyerek barış istemekte olduğuna karar verdiler. Gönderdikleri hey’et, Baltacı Mehmed Paşa’ya, her şartı kabul edeceklerini bildirdi. Bu sırada Mehmed Paşa’nın, Rus çariçesi Katerina ile görüştüğü ve aldığı rüşvet ve hediyelerle anlaşmaya razı olduğu, tamamen iftiradır. İki taraf arasında andlaşma yapıldı; Rusya’nın Lehistan ve Ukrayna işlerine karışmaması, elinde tuttuğu Azak kalesini de Türklere bırakması karar altına alındı (Bkz. Prut Savaşı). Baltacı’ya muhalif olanlar, Rus ordusunu imha etme imkânı varken rüşvet alarak barış yaptığı gibi iftiralar öne sürüp, en sonunda onu azlettirdiler. Ruslar, önce andlaşmanın şartlarına uymak istemedi. Rusların bu davranışına çok celallenen sultan Ahmed Han, yeni sadrâzam Dâmâd Ali Paşa kumandasındaki orduyu, çar Deli Petro’nun üzerine gönderdi. Hattâ Edirne’ye kadar kendisi de ordunun başında gitti. Bunun üzerine andlaşma şartlarını yerine getireceklerini bildirdiler.
Ali Paşa çok atılgan, kabiliyetli, hırslı bir vezîriâzamdı. Karlofça andlaşmasıyla Mora yarımadası Venediklilere bırakılmıştı. Venedikliler, daha fazla toprak koparmak için fırsat kolluyordu. Karadağlıları isyâna teşvik edip, 1714’de ayaklandırdılar. Bunun üzerine sultan Ahmed Han, Ali Paşa kumandasında Mora üzerine bir sefer açtı ve Karlofça andlaşmasıyla Venediklilere geçen bütün kaleleri birer birer fethetti.
Alman İmparatorluğu, Karlofça andlaşmasına kendilerinin kefil olduğunu, yâni Venedik’ten alınan yerler iade edilmedikçe kendilerinin de barışı tanımayacağını bildirdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Alman-Avusturya İmparatorluğu’na harb îlân etti. Ali Paşa ordunun başında Belgrad’dan çıkarak düşmanı Karlofça yakınlarında, Petervaradin’de karşıladı. Savaşın en kızgın zamanında, Paşa, askere cesaret vermek için elinde kılıç ön safa atılınca, bir kurşunla alnından vurularak şehîd oldu. Onun ölüm haberi ordu içinde yayılınca askerlerin maneviyâtı bozuldu ve bozgun başladı. Bu bozgundan sonra Avusturya başkumandanı prens Öjen, önce Tameşvar kalesini, sonra Belgrad’ı zaptetti. Bu savaşta başlangıçta büyük muzafferiyetler kazanan Osmanlı ordusu, hatalı bir kaç hareketi neticesinde toprak kaybına mâruz kaldı.
1718’de imzalanan Pasarofça andlaşmasıyla, Belgrad ve Semendire Avusturya’da kalmak üzere Sava nehri sınır kabul edildi. Fakat Osmanlılar, Venediklilerin Karlofça ile aldığı yerleri tekrar kazandılar.
Pasarofça andlaşmasından sonra Türkiye’de yeni bir devir, yeni bir hayat başladı. 1718’den 1730’a kadar uzayan bu devreye Osmanlılar çok sonraları Lâle Devri adını takmışlardır. Bu adın sebebi, o zamanda lâleye olan düşkünlük sebebiyledir. Sultan Ahmed Han, elli yıldır süren savaşlar sonunda yıpranan orduyu kuvvetlendirmek için uzun bir sulh dönemine ihtiyâç duyuyordu. O, bu dönemde ülke içinde huzuru sağlamak, îmâr faaliyetlerine hız vermek ve devleti maddî manevî en yüksek seviyeye çıkarmak istiyordu.
Sultan üçüncü Ahmed Han ile sadrâzam Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa, Lâle Devri’nin iki büyük simasıdır. Bunların ikisi de savaştan ziyâde barış tarafdârı olup, devletin eski şân ve şöhretli zamanlarına tekrar dönebilmesi için lüzumlu çalışmaların gerektiğine inanıyorlardı. Avrupa’da olup-bitenleri, özellikle kültür ve medeniyet bakımından yakından tâkib ettiler. Bu ilginin en büyük eseri Türkiye’ye matbaanın getirilmesi olmuştur. Matbaa ile bir yandan büyük ilim ve kültür eserleri çok sayıda basılıp dağıtılırken, bir taraftan da Pâdişâh ve Sadrâzam İstanbul’daki ilim, kültür ve san’at çevrelerini, yakından desteklemek suretiyle bu sahalarda büyük bir canlılık uyandırdılar. Yalova’da kâğıt, İstanbul’da çini ve kumaş fabrikaları açıldı. Şiirde Nedîm, zirveyi teşkîl etmek üzere edebiyat ve san’at kalabalık çevreleri içine alacak bir canlılık gösterdi. Bilhassa Kâğıthane bölgesinde inşâ edilen köşkler, bahçeler İstanbul halkının buralara dolmasına sebeb oldu. Edebiyat sahasında bilhassa şiirde, Osmanlı üslûbunun asaleti ve büyüklüğü yanında, o devirde her şeyde incelik ve zerâfet önde gelmeye başladı ve bu durum Avrupa’ya sıçradı. Pek çok Avrupalı aile, evlerinin bir köşesini Osmanlılardaki gibi döşediklerinden, Turquerie diye zevkte bir akım başladı.
İstanbul’a davet edilen, daha sonra uzun seneler Türkiye’de kalıp İstanbul’da vefât eden Comte de Bonneval (Humbaracı Ahmed Paşa), humbaracı ocağını ıslâh etmişti. İstanbul’un su ihtiyâcını te’min için bir de bend yaptırıp deryâ-yı sîm adını vermiştir.
Gerçi bu devirde de savaş bulutları ufuktan hiç eksik olmadı. İran’da Safevî hâkimiyeti son günlerini yaşıyordu. İran’a tâbi olan Dağıstan, 1722’de Türk himayesine girmek istedi ve himaye altına alındı. Sultan Ahmed Han’ın bu isteği kabul etmesinin asıl sebebi, Karadeniz’de kaybettiği hâkimiyeti, Hazar denizinde sağlamak ve Kafkasya’yı tehdîd eden Rusya’ya mâni olmaktı. Rusya, İran’daki buhrandan faydalanıp Kafkasya’yı ele geçirmek üzereydi. Pâdişâh, hudud vâlilerine emir göndererek ellerindeki kuvvetle harekete geçmelerini bildirdi. Böylece 1723 yılında başlayarak Gürcistan, Güney Azerbaycan, Lûristan, Erdelân, Kirmanşâb ve Hemedân ele geçirildi. 1725’de Türk ordusu Tebriz’e girdi; Gence, Revan (Erivan) ve Nahcivan işgal edildi. 1727’de İran şahı bir andlaşma ile bütün bu toprakları Osmanlı Devleti’ne bıraktı.
Nâdir Han’ın İran’da hâkimiyeti ele geçirmesi ile İran birliği tekrar kurulmaya başladı. 1730 yılında Osmanlı elindeki bâzı önemli İran eyâletlerini geri aldı.
İran’daki bu kötü durum, İstanbul’da Dâmâd İbrâhim Paşa’nın düşmanları için bir fırsattı. Nâdir Ali Şâh’ın faaliyetleri karşısında hükümetin uyuduğu dedikoduları yayılmaya başladı.
Sonunda İbrâhim Paşa ve pâdişâh bütün bu dedikoduların önünü almak üzere bizzat sefere çıkmaya karar verdiler. Üsküdar’a pâdişâh tuğları dikildi. Fakat işler sürüncemede kaldığı gibi, askerde de pek istek görünmüyordu. Bir gün Patrona Halil adlı bir kabadayı, etrafında topladığı otuz-kırk kadar adamla bayrak kaldırıp, “Dâvamız vardır” diye çarşıyı dolaşmaya başladı. Hükümetin muhalifleri, ya bu kalabalığa doğrudan doğruya katıldılar veya onu desteklediler. Böylece isyâncı kalabalığı gitgide büyüdü. Üsküdar’daki ordugâhtan âsîler üzerine gönderilen yeniçeriler sağa-sola dağılarak vazîfe yapmadılar. Etraf, Patrona Halil’in adamlarına kaldı. Bunlar, Pâdişâhdan bâzı ileri gelen devlet adamlarının kendilerine verilmesini istediler. Listede İbrâhim Paşa da vardı. Sultan üçüncü Ahmed, en sonunda sevgili sadrâzamının îdâmına razı oldu. Fakat zorbaların isteklerinin sonu gelmeyeceğini, kendisinin de tahttan ayrılmasını isteyeceklerini bildiği için, kendi eliyle yeğeni şehzâde Mahmûd’u tahta geçirdi, köşesine çekildi.
İsyancılar çevrelerindeki ayak takımını ayartarak İstanbul’daki zengin ve süslü hayâta olan kıskançlıklarını kabartıp, onları kendi yanlarına toplamışlardı. Serseriler alayının ilk işi Kâğıthane’deki köşkleri ve bahçeleri yıkıp, ortadan kaldırmak oldu. Sonra bir takım devlet görevlerini kendi aralarında paylaşmaya veya bunları para ile şuna buna satmaya kalktılar. Fakat devletin böyle bir kaç serseriye teslim olması elbette beklenemezdi. Bir gün Patrona Halil saraya çağrıldı, ifâdesi alındı ve öldürüldü. Ardından bütün arkadaşları birer-ikişer toplanıp temizlendiler (Bkz. Patrona isyânı).
Üçüncü Ahmed tahttan ayrıldıktan sonra altı yıl kadar yaşadı. Türk târihinde yeni bir devri, İbrâhim Paşa ile birlikte açmış olan bu kültürlü, ince zevkli, yenilikçi pâdişâhın en büyük eseri matbaa olmuştur. Sultan Ahmed Han, önceleri kitapları el yazısıyla yazıp çoğaltan ve bununla geçinen binlerce hattat ve san’atkârı korumuş, zamanında bir çok büyük kabiliyetin gelişip şöhret bulmasına yol açmıştı. Nâbi ve Nedîm, Osmânzâde Tâib ve Seyyid Vehbî gibi büyük tasavvuf şâirleri onun devrinde yaşadılar.
Yirmi yedi sene hükümdarlık yapan sultan üçüncü Ahmed Han, saltanattan çekildikten sonra ilim ve ibâdetle meşgul oldu. Altmış üç yaşında iken 1 Temmuz 1736 târihinde Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Yeni Câmi’de Turhan Vâlide Sultan Türbesi’ne defnedildi.
Sultan Ahmed Han, sarayda dağınık yerlerde bulunan kıymetli kitapları bir araya toplatarak, bunları koymak üzere arz odasının arkasındaki ikinci Selîm Han’a âit beyaz mermer havuzlu bahçenin yerine müstakil bir kütüphâne inşâ ettirdi. Annesi Gülnûş Emetullah Sultan için Üsküdar’da, Yeni Vâlide Câmii ve bunun yanında bir sebil, çeşme, sıbyan mektebiyle bir imâret yaptırdı. 25 Mayıs 1719’da üç dakika devam eden şiddetli zelzelede pek çok binalar, İstanbul’un surları hemen baştanbaşa yıkılmıştı, İzmit’in büyük bir kısmı ve Karamürsel’de çok tahribat meydana gelmişti. Bundan elli yedi gün sonra çıkan yangında da Kumkapı ve Gedikpaşa civarı tamamen yanmıştı. Sultan Ahmed Han, her iki âfet için de çok üzülmüş, halkının yaralarını sarmak için elinden gelen bütün imkânlarını seferber etmiş, surları yeniden yaptırmıştı.
İstanbul’da Bahçekapı’da Büyük Vâlide Hadîce Turhan Sultan Türbesi yanında ikinci kütüphâneyi, Topkapı Sarayı önüne, kendi adı ile anılan meşhur dört cepheli ve süslü çeşmeyi yaptırdı. İyi bir hattat olan sultan üçüncü Ahmed Han’ın, çeşmenin üzerine yazdığı hattı bir şaheserdir. Yine yazdığı iki Kur’ân-ı kerîm Medîne’ye, Ravda-i mutahheraya gönderilmiştir. Ayrıca, Üsküdar’da iskele meydanındaki büyük çeşmeyi, Kâğıthane’de Çağlayan önünde, şâir Nedim’in Çeşme-i nev-peydâ adını verdiği çeşmeyi yaptırdı. Ayrıca, Galatasarayı’nın tamiri ve vakıf şartlarının değiştirilmesi ile bu sarayın dışında bir câmi, Boğaziçi’nde Bebek’te diğer bir câmi ve altında bir mektep ile çeşme, Hasköy-Kasımpaşa arasında Aynalıkavak’ta köprü başında ve annesine âid olan Galata Yeni Câmii’nin güney cephesindeki avlu kapısının dışında da bir çeşme yaptırdı. Okmeydanı’nda, Fâtih Sultan Mehmed adına yapılmış olan câminin minberinin, Kızkulesi fenerinin ve 1720’de yanan Cihângir Câmii’nin tamirleri, Dolmabahçe’de sâhil yolunun kapatılarak Fındıklı-Beşiktâş yolunun arkadan geçirilmesi hep sultan üçüncü Ahmed Han’ın gayretiyle yapılmıştır.
Zamanında Nedîm, Neyli, Nâbî, Nahîfi gibi dîvân edebiyatının dev şahsiyetleri yetişti. Sultan bunları himaye ettiği gibi kendisi de Necîb mahlası ile şiir yazıyordu. Yanyalı Es’ad Efendi, Herâtlı Kâbızî Mansürîzâde Fasîhi, Haleb kâdısı İlmî Efendi, Müstercizâde Abdullah Efendi, şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi ve Nedîm gibi ilim ve fikir adamları bir araya gelip, doğu ve batı dillerinden tercümeler yapıyordu. Avrupa’da çiçek aşısı henüz bilinmez iken İstanbul’da bizzat tatbik ediliyordu. Hattâ çiçek hastalığına yakalanan pâdişâhı; ser etibbâ (baş tabib) Mehmed Efendi, tabib Süleymân Efendi ve müneccimbaşı Mehmed Efendi tedavi etmiştir. İyi bir nişancı olan üçüncü Ahmed Han, 85 adımdan tek bir atışta bir dînârı vururdu, dokuz yüz arşına ok atıp, Okmeydanı’nda adına taş diktirdiği bildirilmektedir.
Birçok defa evlenen üçüncü Ahmed Han’ın çocuklarının çoğu küçükken vefât etmişlerdir. Sâdece birinci Abdülhamîd Han ile üçüncü Mustafâ Han pâdişâh olmuştur.

Sultan Ahmed Han-III Devri Kronolojisi

17 Kasım 1703      : Edirne Vak’ası elebaşılarının tasfiyesine başlanması.
29 Aralık 1703       : Sultan İkinci Mustafa’nın vefâtı.
25 Aralık 1704       : Baltacı Mehmet Paşa’nın ilk sadrâzamlığı.
14 Aralık 1708       : Oran’ın fethi.
16 Haziran 1710    : Köprülüzâde Nûmân Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
18 Ağustos 1710    : Baltacı Mehmed Paşa’nın ikinci sadrâzamlığı.
21 Temmuz 1711   : Prut savaşının kazanılmasıyla Osmanlı-Rus barış andlaşması.
10 Nisan 1712       : Şâir Nâbî’nin vefâtı.
12 Kasım 1712      : Silâhdâr Süleymân Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
24 Haziran 1713    ; Ruslarla Edirne andlaşmasının imzalanması.
8 Aralık 1714 : Venediklilere karşı sefere çıkılması.
7 Haziran 1715      : İstendil adasının fethi.
22 Ağustos 1715    : Mora fethinin tamamlanması.
24 Eylül 1715 : Suda kalesinin fethi.
24 Nisan 1716       : Nemçe (Avusturya) seferinin açılması.
5 Ağustos 1716      : Osmanlı ordusunun Varadin’de bozulması ve sadrâzam Silâhdâr Ali Paşa’nın şehîd olması.
18 Ağustos 1717    : Belgrad’ın düşmesi.
9 Mayıs 1718 : Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
17 Temmuz 1718   : Büyük İstanbul yangını.
21 Temmuz 1718   : Pasarofça andlaşmasının imzalanması.
25 Mayıs 1719       : Üç dakika süren büyük İstanbul depremi.
21 Temmuz 1719   : İstanbul’da Gedikpaşa semtini kül eden büyük yangının çıkması.
9 Temmuz 1723     : Gürcistan’da Tiflis ve Gori’nîn fethi.
15 Ekim 1723        : Kirmanşâh’ın fethi.
6 Mayıs 1724 : Hoy kalesinin fethi.
31 Ağustos 1724    : Hemedan’ın fethi.
3 Ağustos 1725      : Tebriz’in fethi.
4 Eylül 1725  : Gence’nin fethi.
6 Eylül 1725  : Hurremâbâd’ın fethi.
16 Aralık 1727       : İbrâhim Müteferrika matbaasının işlemeye başlaması.
4 Ekim 1727  : Hemedan sulhu.
27 Temmuz 1729   : İstanbul’da büyük yangın.
28 Eylül 1730 : Patrona Halil isyânı.
2 Ekim 1730  : Sultan üçüncü Ahmed’in pâdişâhlıktan çekilmesi.

FAYDALI KİTAPLAR BASILA!

“Mektûb-i Sadrâzâmı halîfelerinden Saîd’e ve Dergâh-ı muallam müteferrikalarından İbrâhim’e (Allah ikisinin de ululuğunu artırsın) hüküm ki:
... Sanâyî işlerden basma san’atı, paranın elde edilmesi, güzel sikkeler basma ve sahîfe üzerine mühür vurulması gibi bir çeşit kitabetten ibaret ve baskı tekniğinde husule gelen kitapların ibareleri ve bir cild kitabın yazılması zahmetine karşılık, baskı tekniği ile nice bin cild kitabın meydana geleceği apaçık ortada olup, az zahmetle çok fayda sağlayan rağbet edilir bir san’at olduğunu ifâde eden güzel bir risale te’lif ve inşâ ile fazla olan menfaatlerinin bir bir sayılması ve zikri geçen bu baskı tekniğinde sizin bilginiz olmakla levazım ve masraflarını birlikte görüşüp tedârik etmeniz, saâdetli saltanat günlerinde, bu bilinmeyen san’atın, gizli rey ve kalbinizde cilveger olmasıyla, kıyamet gününe kadar bütün müslümanların hayırlı duâlarının celbine sebeb olmak için; fıkıh, tefsir, hadîs-i şerif ve kelâm kitaplarından başka, lügat, târih, tıb, hikmet ve hey’et ile buna bağlı coğrafya ve mesâlik kitaplarının basılması hususunda pâdişâhlık izin ve ruhsatımı iltimas eylemeniz ile, mezkûr risalede âlimlerin en büyüğü ve dînimizin emirlerine sıkıca sarılan, faziletli şeyhülislâm ve müftiyü’l-enâm Mevlâna Abdullah’a (Allah faziletini artırsın) gönderilip; “Basma san’atında ustalık kazanan Zeyd, lügat, hikmet, hey’et ve bunların benzeri âlet ilimlerinde te’lif olunan kitapların harf ve kelimelerinin suretlerini birer kalıba nakşedip yapraklar üzerine basmakla, bu kitapların benzerlerini elde ederim” dese, Zeyd’in bu şekilde kitap imâline başlamasına şer’an ruhsat var mıdır? diye fetva istendiğinde; “Basma san’atında mahareti olan kimse doğru bir kitabın harf ve kelimelerini bir kalıba doğru olarak nakşedip sahîfelere basmakla, az zamanda meşakkatsiz olarak, sayısız nüshalar elde edilir ve pek çok kitap ucuz fiyat ile alınıp satılır. Bir kaç âlim kimse, sureti kazınacak kitabı tashih için tâyin buyurulur ise, gayet müstahsen işlerden olur” diye fetva verilmesinden başka, mezc edilmekle adı geçen Mevlânâ Abdullah’ın mübarek fetvaları mucibince, pâdişâhâne iznim lâyık görülüp ve sureti nakşolunacak lügat, mantık, hikmet hey’et ve bunların benzeri âlet ilimlerinde teklif olunan kitaplardan sureti nakşolunacak kitapları tashih için, hakîki ulemâ ve müdekkik fâzıllardan, şer’î ilimlerde ve yüksek fenlerde ehilleri tam olan müslüman faziletli kâdılardan eski İstanbul kâdısı Mevlânâ İshak ve sabık Selanik kâdısı Mevlânâ Sâhib ile Galata eski kâdısı Mevlânâ Es’âd (faziletleri ziyâde olsun) ve büyük şeyhlerden olup, hakîkî âlimlerin önde geleni Kasımpaşa mevlevîhânesi şeyhi Mûsâ (ilmi ziyâde olsun) me’mur ve tâyin olunmuşlardır. İmdi zikrolunan lügat, mantık, hikmet ve hey’et ile bunların benzeri âlet ilimlerinde te’lif olunan kitaplardan sureti kazınacak kitapları adı geçen mevlânâlara tashih ettirdikten sonra, izah edildiği üzere bu san’atı kalabalık ile icra ederek, bu veçhile mezkûr kitapların çoğaltılmasına tam bir ciddiyet ve gayretle çalışıp ve bu san’at ile meydana gelen doğru kitap olmak üzere, ziyâde ihtimam ve zapt ile hatalı çıkmasından gayet sakınasınız ve şöyle bilesiniz. Hayır işaretine güvenesiniz. Fî evâsıt-ı Zilka’de 1139 (Temmuz başları 1727).”

ADALET KIL!

Üçüncü Ahmed Han, yeğeni birinci Mahmûd Han’a şöyle nasihat etmiştir,
Hayr endîş ol ey vücûd-ı kerîm,
Kimseye etme kendini teslîm.
Hâcet eshâbına adalet kıl,
Fukara hâline riâyet kıl.
Kimsenin inkisârını alma,
Benim ettiklerimle hem kalma.
Sana şehzâdeler emânettir,
Lâyık-ı şân olan sıyânettir.
Dâima saltanatta var olasın,
Ferr-ü-şevketle berkarâr olasın.
Eyleye bahtını küşâde Hûda,
Hayme-i ömrün ola pâ-ber-câ.
Abdi Târihi; sh. 41
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih-i Râşid (İstanbul-1282); cild-3, sh. 292
 2) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 16
 3) Hadîkat-ül-cevâmi’; cild-1, sh. 41
 4) Târih (Küçük Çelebizâde Âsıpı, İstanbul-1282)
 5) Nusretnâme (Fındıklı, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 5983)
 6) Tezkire (Sâlim, İstanbul-1315); sh. 52
 7) Tuhfe-i Hattâtin (Müstekimzâde, İstanbul-1928)
 8) Lâle Devri (A. Refik, İstanbul-1331)
 9) Patrona İsyânı (Münir Aktepe, İstanbul-1958)
10) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 76
11) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 1
12) Osmanlı Devletî Târihi (Hammer); cild-13, sh. 86
13) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 271
14) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 119
15) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1033

BİRİNCİ AHMET HAN


Babası.................... : Mehmed Han-III
Annesi.................... : Handan Sultan
Doğumu.................. : 18 Nisan 1590
Vefâtı...................... : 22 Kasım 1617
Tahta Geçişi............ : 21 Aralık 1603
Saltanat Müddeti..... : 14 sene
Halîfelik Sırası........ : 79
Osmanlı pâdişâhlarının on dördüncüsü, İslâm halîfelerinin yetmiş dokuzuncusu. Sultan üçüncü Mehmed Han’ın oğlu; ikinci Osman Han, dördüncü Murâd Han ve sultan İbrâhim Han’ın babasıdır. Babasının Saruhan vâliliği sırasında 1590 (H. 998)’de Manisa’da doğdu. On dört yaşında iken 1603’de pâdişâh oldu. On dört sene pâdişâhlıktan sonra 1617’de İstanbul’da vefât etti. Kendi inşâ ettirdiği Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Ahmed Han, henüz beş yaşında iken sıkı bir tâlim ve terbiyeye tâbi tutuldu. Zamanın ileri gelen âlimlerinden Aydınlı Mustafa Efendi, bu işle vazifelendirildi. Temel bilgileri öğrendi. Hocazâde Mehmed ve Es’ad efendilerden de ders alan Ahmed Han, bilhassa fıkıh ilminde ince bilgilere sâhib olup, Arabça ve Farsça’yı mükemmel bilirdi. Ok atmak, kılıç kullanmak, ata binmek gibi savaş ve askerlik eğitiminde de gayet başarılı idi.
Şiirle de uğraşan Ahmed Han, zamanın evliyâsı Abdülmecîd Sivasî ile Azîz Mahmûd Hüdâî Üsküdârî hazretlerinden feyz alıp kemâle geldi. Çok merhametli, tebeasına karşı ziyadesiyle şefkatli idi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymakta, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin sünnet-i şerifine yapışmakta pek titiz, insanların ve diğer mahlûkâtın hakkını gözetmekte çok dikkatli idi. Babasının vefâtı üzerine, 1603 yılında Eyyûb Sultan’da kılıç kuşanarak pâdişâh oldu.
Sultan birinci Ahmed Han tahta geçtiğinde, Osmanlı Devleti’nin başında üç büyük mes’ele vardı. Doğuda İran ve batıda Avusturya ile daha önce çıkan harbler devam etmekteydi. Üçüncüsü ise uzun süren savaşlar sonunda ülke içinde asayişsizlik artmış ve çevrelerine otuz-kırk bin kişilik bir kuvvet toplamayı başarabilen celâlîler, devletin başına belâ olmuşlardı.
Osmanlı-Avusturya harbi, 1593 yılında Telli Hasan Paşa’nın Hırvatistan hududunda Sisek kalesini muhasarasını müteâkib yaptığı son bir akında köprünün yıkılması üzerine, kendisi ile Sultanzâde demekle meşhur Kilis sancakbeyi Ahmed Paşazade Mehmed Bey ve daha bir çok hudut beyleri ile askerden on sekiz bin kişinin telef olmasıyla başlamıştı. Harbin ilk yılları Osmanlı Devleti’nin aleyhine gelişmiş, Erdel, Eflâk ve Boğdan’ın, Avusturya safında yer almaları ve voyvodaların isyânları Osmanlıları güç durumda bırakmıştı. Neticede Estergon düşmüş, İstanbul’a mağlûbiyet haberleri gelmişti. Ahmed Han’ın babası sultan üçüncü Mehmed Han, ordusunun başında giderek Eğri kalesini fethetmiş, Haçova’da bütün Avrupa milletlerinden meydana gelen haçlı ordusunu korkunç bir hezimete uğratmıştı. Tiryâki Hasan Paşa, Kanije kalesinde düşmana karşı kahramanca çarpışmış, destanlar yazdırmıştı.

İran Harpleri

Batıda zafer kazanılıp barış sağlanırken, doğuda İran şahı Abbâs, eline geçirdiği Ehl-i sünnet ulemâsını öldürmekten, şehirlerin kâdılarının başını vurmaktan büyük zevk alıyordu. İran’la 1590 yılında yapılan İstanbul Andlaşmasıyla barış sağlanmıştı. Ancak birinci Abbâs, memleketinde idareyi düzelttikten sonra, Osmanlıların Avusturya ile harplerini ve Anadolu’da büyük boyutlara ulaşan celâli isyânlarını fırsat bilerek Tebriz, Azerbaycan ve Revan’ı işgal etti. Osmanlı Devleti bu sırada celâli isyânları ile meşgul olduğundan İran mes’elesi ile yakından ilgilenemedi. Veziriazam Kuyucu Murâd Paşa’nın İran seferi sırasında vefâtı, Osmanlı Devleti’nin İran’a karşı kesin bir zafer kazanmasını engellemişti. Bu sebeble çeşitli fasılalarla dokuz yıl süren harbin sonunda 1612’de İkinci İstanbul Andlaşması imzalandı. Bu andlaşma ile İran, ele geçirdiği bölgelere hâkim oluyor, buna karşılık Osmanlılara her yıl ikiyüz yük ipek vermeği kabul ediyordu. Fakat Acemler bu sözlerinde durmayınca, 1615 yılında, İran’a harp ilân edildi. Şâh Abbâs-ı Safevî, Osmanlılarla yeni bir harbe girmekten çekiniyordu. Durumun ciddiyetini anlayınca, araya yeniden elçiler koyarak, eski andlaşma gereği sulh yapılmasını sağladı. Böylece 1619 yılında Bağdâd ve Ahıska taraflarında Osmanlı-Safevî hududu tâyin edildi.

Celâli İsyânları

Osmanlılarda isyân, ihtilâl, devrim gibi şeyler kimsenin aklına gelmiyordu. Osmanlıya düşman olanların yurt dışından yaptıkları kışkırtmalarla çıkardıkları Samavnelioğlu Bedreddîn, celâli ve hurûfî ayaklanmaları milletin güç birliği ile az zamanda bastırılmıştı. Osmanlı târihlerinde celâli adıyla zikredilen şii-İran destekli âsî zümreler, sultan Ahmed Han zamanında Osmanlı’nın dış gailelerle uğraşmasından istifâde ederek halkı soymaya, öldürmeğe başladılar. Bunlar arasında en meşhuru, Karayazıcı şöhretiyle anılan Abdülhalim isminde bir şakî idi. Etrafına otuz bin kişilik bir sekban grubu toplayan Karayazıcı, Kayseri ile civarını yakıp yıktı ve üzerine gönderilen kuvvetleri bozdu. Neticede Bağdâd vâlisi vezir Sokulluzâde Hasan Paşa, âsiler üzerine gönderildi. Elbistan taraflarındaki muhârebeyi kaybeden Karayazıcı, Samsun taraflarına çekildi ve çok geçmeden de öldü.
Fakat Karayazıcı’nın kardeşi Deli Hasan ile Tavil Ahmed, Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Yûsuf Paşa ve Muslu Çavuş adındaki şakiler Anadolu’yu kana boyamaya devam ettiler. Bu durumu dikkatle tâkib eden sultan birinci Ahmed Han, Avusturya ile Zitvatoruk Andlaşması’nın imzalanmasından sonra, vezîriâzam Murâd Paşa’yı celâlîler üzerine gönderdi. İran muhârebeleri sırasında kuyuya düşmesinden dolayı Kuyucu lakabını alan Murâd Paşa, durumu gözden geçirdi ve celâlilerin Anadolu’nun her tarafını tuttuklarını gördü. Bu sebeple, önce onları bölme yoluna gitti. Kendisi, Anadolu’da hükümdarlığını ilân eden Canbolatoğlu üzerine yürürken, Manisa, Bursa ve havâlisinde korkunç bir celâli şakisi olan Kalenderoğlu’na, Ankara sancakbeyliğini verdi. Böylece çok dâhice bir siyâset tâkib eden Kuyucu Murâd Paşa, hepsini tek tek ortadan kaldırmayı başardı. Kuyucu Murâd Paşa’nın üç sene süren temizleme faaliyeti neticesinde Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Tavil ile kardeşi Me’mun, Muslu Çavuş ve Yûsuf Paşa, ayrıca yüz, bin, üç biner kişilik kuvvetlerle şekâvet yapan kırk sekiz çete kuvvetlerinden tamâmı te’sirsiz hâle getirilmiş ve cezâları verilmişti.
On üç, on dört sene süren bu isyânlar sebebiyle, Suriye, Irak ve Anadolu adetâ elden çıkmış denecek vaziyete gelmiş, âsâyiş kalmamış, ticâret durmuş ve iktisâdi hayat tamamen çökmüştü. Ayrıca, âsîlerin zulmünden, köylüler, şehir ve kasabalara sığındıkları için zirâat yapılamamış ve memlekette kıtlık baş göstermişti. Böylece tımarlı sipahinin maîşeti ziyadesiyle azaldığından, sultan Ahmed Han, köylünün yerlerine dönmesini ve ticâret sâhiblerina kolaylık gösterilmesi için, eyâletlere tavsiye yollu fermanlar gönderdi. Ayrıca Adalet nâme adı ile Anadolu’daki bütün fenalıktan, celâlîliği doğuran sebebleri ve halkın ızdârâbını dile getiren bir ferman çıkardı.
Sultan Ahmed Han devrinde Osmanlı Devleti, iç gaileler sebebiyle bilhassa İran harbi ile yeterince ilgilenememiş ve toprak kaybetmiştir. Bu iki büyük gaile arasında Avusturya-Alman İmparatorluğu’yla yapılan savaştan, Osmanlı Devleti kazançlı çıkarak güçlü olduğunu göstermiştir.
Sultan Ahmed Han, memleketinin îmân için çok çalıştı. Yaptığı hayırlı hizmetlerinin başında bugün yerli ve yabancı herkesin hayran kaldığı kendi ismiyle bilinen Sultan Ahmed Câmii’ni yaptırmasıdır ki, yerini tesbit edip, temel atma merasimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ve diğer âlimleri davet etti. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri vurdu. Pâdişâh da yoruluncaya kadar temeli kazdı. Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırılan altı minaresi, 24 metre çapında kubbesi, 21.043 çinisi bulunan Sultan Ahmed Câmii, aşevi, İmaret, medrese, mektep, dârüşşifâ, askerler için odalar, dükkânlar, bir sebil ve Pâdişâh için hazırlanan türbeden müteşekkil bir külliye ile beraber faaliyete hazır hâle getirildi. Açılış için Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Fakat o gün fırtına vardı ve deniz şiddetli dalgalı idi. Bu sebeple kayıkçılar denize açılmaya cesaret edemiyorlardı. Mahmûd Hüdâî, Üsküdar iskelesine geldi ve husûsî kayıkçısına emrederek, yanında bir kaç talebesiyle birlikte Sarayburnu’na doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle kayığın ön, arka ve yanlarından bir kayık mesafesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir etmiyordu. Herkes korkudan denize çıkmazken, Azîz Mahmûd Hüdâî kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola Hüdâî yolu dendi. Muhteşem merasimlerle câmi açıldı. Cumâ hutbesini Azîz Mahmûd Hüdâî (rahmetullahi aleyh) okudu (Bkz. Sultan Ahmed Câmii).
Dindarlığı ve insanlara merhameti ile tanınan sultan Ahmed Han, bilhassa Mekke ve Medîne’ye pek çok hayırlı hizmetler yaptı. O zamana kadar Mısır’da dokunan Kâbe-i muazzamanın örtülerini İstanbul’da dokuttu. İstanbul’da kurdurduğu özel atölyelerde Kâbe için altın oluklar yaptırdı. Zemzem kuyusu için demirden bir kafes yaptırarak, suyun bir metre altına yerleştirtdi. Böylece kuyuya düşen müslümanların boğulması önlendi. Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem Ravda-i mutahherasını çok kıymetli hediyelerle süsledi. Memlekette otorite boşluğundan ortaya çıkan serkeşlikleri, tam bir vukûfiyetle seçtiği ehil devlet adamlarının kuvvetli otoriteleriyle ortadan kaldırdı.
Sultan Ahmed Han, her müslüman gibi Resûlullah efendimizi canından çok severdi. Resûlullah efendimizin mübarek ayağının resmini yaptırdı. Bu resmi, altına yazdığı şu dörtlükle beraber devamlı başında taşırdı.
Nola tâcum gibi bâşumda götürsem dâim,
Kademi resmini ol hazret-i şâh-ı Resulün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir,
Ahmedâ durma yüzün sür kademine o gülün.
Şiirlerinde tahta çıktığı yılın ebced hesabıyla karşılığı olan “Bahtî ve “Ahmedî mahlaslarını kullanırdı. Pek ince mânâları ihtiva eden şu şiir onundur:
İki cânib gibi serdâr-ı âlişâna kuvvet ver,
Kulaguz olmak için bunlara cünd-i adalet ver,
Gazâya azmeden Gâzilere her yerde fursat ver,
İlâhî! Müjde-i feth ü zaferle kalbe rahat ver,
Habîbin hürmetine asker-i İslama nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Beni serverlere serdâr-ı âlîşân eden sensin,
Bu âciz bedeni, serdefter-i merdân eden sensin,
Duâ-yı hayrını makbûl edüp ihsân eden sensin,
Yoğ iken var edüp bu Ahmed’i sultân eden sensin,
Habîbin hürmetine asker-i İslâm’a nusret ver,
Ezelden, hadden efzûn lütfunu yâ Rab, göregeldim.
Ömrü boyunca Allahü teâlânın dînine hizmet için çalışan, hak ve adaletten ayrılmayan, birinci Ahmed Hân, 1617 (H. 1026) senesinde hastalandı. Sırtında bir yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultan’ın vefâtından bir gün önce huzurunda iken, Ahmed Han’ın odada sahibini göremediği kimselere dört defa; “Ve aleyküm selâm” dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, sultan Ahmed Han; “Şu anda yanıma hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali geldiler. Bana; “Sen, dünyâ ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın Resûlullah sallallahü aleyhi vesellem efendimizin yanında olacaksın” buyurdular” cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât etti.
Cenazesinin yıkanması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri davet edildi. Ancak; “Sultânımı çok severdim. Şimdi dayanamam. İhtiyarlığım sebebiyle beni mazur görün” buyurdu. Talebelerinden Şaban Dede’yi gönderdi. Şeyhülislâm Hocazâde Mehmed Çelebi’nin kıldırdığı cenaze namazından sonra, kendi yaptırdığı Sultan Ahmed Câmii yanındaki türbesine defnedildi.
Küçük yaşta sultan olup, yirmi sekiz yaşında vefât eden sultan Ahmed Han’ın, çocuk yaşında iken gösterdiği dirayet ve kabiliyeti dikkate şayandır. Sultan Selîm Han gibi son derece sâde giyinirdi. Her fırsatta halk arasında dolaşır ve dertlerini dinlerdi. İstanbul’un yanında; Bursa, Edirne ve Çanakkale’de de halkın arasına girip dolaşırdı. Gayet kuvvetli, çok iyi binici, atıcı, avcı ve silâhşordu. Bu meziyetleri oğulları ikinci Osman’la, dördüncü Murâd’a da intikâl etmiştir.
Sultan birinci Ahmed Han, Mahfiruz Sultan ve Mahpeyker Sultan ile evlenmiş ve bunlardan sekiz erkek, dört kızı olmuştur. Erkek çocukları, Genç Osman, dördüncü Murâd, Mehmed, Süleymân, Bâyezîd, Hüseyin, Kasım ve İbrâhim’dir. Kızları ise; Ayşe, Fatma, Âtike, Hanzâde sultanlardır.

RÜYADAKİ GÜREŞ VE TÂBİRİ!

Babasının vefâtıyla küçük yaşta tahta oturan sultan Ahmed Hanı soyundan gelen asalet, vekar ve kabiliyetle, ilk iş olarak Erdel ve Eflak’ı kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı oldu. Bir gün rüyasında; “Avusturya kralı ile güreş tuttuğunu, fakat kendisinin arka üstü yere düştüğünü” görmüştü. Görünüşte rüya çok korkunçtu. Sabahleyin, derhâl huzura getirilen âlimler ve rüyâ tâbircilerinden hiç biri, bu rüyayı Pâdişâh’ı tatmin edecek şekilde tâbir edemediler. Nihayet Üsküdar’da bulunan Azîz Mahmûd Hüdâî’nin tâbir edebileceğini arzettiler. Ahmed Han da bir mektup yazarak, yakınlarından biriyle gönderdi ve tâbir edilmesini rica etti. Haberci, mektubu alıp sür’atle Üsküdar’a geçti. Azîz Mahmûd Hüdâî’nin kapısını çaldı. Mahmûd Hüdâî hazretleri, elinde bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, kendi elindeki mektubu Pâdişâh’a vermesini istedi ve; “Sultânımızın gönderdiği mektubun cevâbıdır” buyurdu. Mektubu şaşkınlık içinde alan haberci, derhâl Pâdişâh’a götürdü ve gördüklerini anlattı, Ahmed Han’ın gönderdiği mektup daha açılıp okunmadan cevâbı gönderilmişti. Sultan Ahmed Han, mektubu heyecanla okudu. Deniyordu ki: “Allahü teâlâ insan vücûdunda arkayı, cansız mahlûklarda ise toprağı, en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, Pâdişâhımızın arka üstü yere yatması ile bu iki kuvvet birleşmiştir. Dolayısıyla, bu rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan Pâdişâhımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşıldı.”
Pâdişâh bu tâbiri çok beğendi ve; “İşte gördüğüm rüyanın tâbiri budur” dedi. Derhâl Mahmûd Hüdâî hazretlerine bin altın hediye gönderdi. Duâsını alıp Avusturya üzerine yürüdü. Hudut boylarındaki kuvvetlerle birleşen Osmanlı ordusu, Avusturya’ya arka arkaya darbeler indirmeye başladı ve onları sulhe mecbur etti. Bilhassa Estergon’un ele geçirilmesi, Avusturyalıları perişan etti. Böylece on üç sene süren Osmanlı-Avusturya harbi, Zitvatoruk’ta nihayete erdi ve yirmi yıl müddetle andlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre, Kanije, Estergon, Eğri kaleleri Osmanlılara geçti. Avusturya savaş tazminatı ödedi.
Sultan Ahmed Han’ın bu hâdiseden sonra, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerine bağlılığı ziyadesiyle arttı. Ziyaretine gidip, talebesi olmakla şereflendi. İlim ve feyzinden istifâdeye âzami gayret gösterdi. Sultan, bu nimete şükrünü şu şiiriyle dile getirmektedir;
Vârımı ben Hakk’a verdim, gayri vânım kalmadı,
Cümlesinden el çekip pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti, çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri gümânım kalmadı.
Evliyânın himmeti, yaktı beni kül eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyı, dü cihânım kalmadı.
Ahmedî der, “Yâ ilâhî! Sana şükrüm çok-durur”,
Hamdulillah aşk-ı Hak’tan, gayri vârım kalmadı.

FATİHA OKUYANLAR BİZİMDİR !..

Sultan Ahmed Han, hocası Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerini çok sever, ona karşı hürmet ve ikrâmda kusur etmezdi. Bir gün hocası Azîz Mahmûd Hüdâî ile sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest tazelemek isteyen Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri için ibrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh, hocasına hürmeten ibriği eline aldı ve abdest suyunu kendisi döktü. Sultan Ahmed Han’ın annesi de kafes arkasında havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; “Azîz Mahmûd Hüdâî’nin bir kerâmetini görseydim” diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâî, Vâlide Sultân’ın gönlünden geçenleri vâkıf olarak; “Hayret! Bâzıları bizden kerâmet arzu ederler. Halîfe-i rûy-i zemînin elimize su dökmesi ve muhterem vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?” buyurdu. Sohbet esnasında Sultan Ahmed Han; “Efendim! Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin, kıyamet günü talebelerine ve günahkâr mü’minlere şefaat edeceği hakkında rivayetler var. Bu rivayetlerin doğruluğu hakkında ne buyurursunuz?” diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâî hemen cevap vermedi. Bir müddet murakabe hâlinde kaldıktan sonra; “Bu söz doğrudur” buyurdu. Pâdişâh devam ederek; “Efendim! Acaba, zât-ı âlinizin bizlere bir vâd ve müjdeniz yok mudur?” diye sorunca, Mahmûd Hüdâî ellerini kaldırıp; “Yâ Rabbî! Kıyamete kadar bizim yolumuza katılanlar, bizi sevenler ve ömründe bir kerre türbemize gelip ruhumuza Fatiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde boğulmasınlar. Ömrünün sonlarında fakirlik görmesinler. İmânlarını kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler diye duâ eyledi. (Âlimler ve evliyâ, bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensup olanların hiç denizde boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin de vefât günlerine yakın, öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Sultan Ahmed Han, bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıktılar. Ormanlık bir yerde istirahat ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızarttılar. Pâdişâh’a ikrâm ettiler. Sultan Ahmed Han, Besmele çekerek elini ete uzattığı ân, Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri orada beliriverdi. Pâdişâh’a; “Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir” buyurdu. Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin derhâl öldüğü görüldü.

Sultan Ahmed Han-I Devri Kronolojisi

 8 Haziran 1604     : Safevîlerin Erivan kalesini teslim alması.
26 Temmuz 1604   : Sadrâzam Malkoç Ali Paşa’nın ölümü.
 5 Ağustos 1604     : Lala Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini ve garb serdarlığı.
25 Eylül 1604 : Peşte’nin düşmandan geri alınması.
16 Ekim 1604        : Vaç kalesinin fethedilmesi.
 3 Kasım 1604       : Şehzâde Osman’ın doğumu.
14 Haziran 1605    : Erdel milliyetçisi Bocskay’ın İstanbul’a elçiler göndermesi.
29 Ağustos 1605    : Estergon kalesi kuşatması ve Ciğerdelen kalesinin fethi.
 8 Eylül 1605 : Vişgrad (Wissegras) kalesinin teslim alınması.
19 Eylül 1605 : Saint Thomas (Tepedelen) kalesi’nin fethi.
 3 Ekim 1605 Estergon kalesinin teslim alınması.
21 Haziran 1606    : Sadrâzam Lala Mehmed Paşa’nın vefâtı ile Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
11 Kasım 1606      Zitvatorok (Zsitvatorok) andlaşmasının imzalanması.
11 Aralık 1606       : Kuyucu Murâd Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
 4 Ocak 1610 : Sultan Ahmed Câmii’nin temel atma merasimi.
29 Nisan 1610       : İran seferi.
22 Ağustos 1611    : Nasuh Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
27 Temmuz 1612   : Şehzâde Murâd’ın doğumu.
20 Kasım 1612      : Osmanlı-Safevî barışı.
17 Ocak 1614        : Kara Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
 1 Temmuz 1614    : Erdel mes’elesinin halli.
Ağustos 1614 : Kazakların Sinop baskını.
11 Eylül 1616 : Erivan kuşatması.
 9 Haziran 1617     : İnşâatı biten Sultan Ahmet Câmii’nin ibâdete açılması.
27 Eylül 1617 : Osmanlı-Lehistan andlaşması.
22 Kasım 1617      : Sultan birinci Ahmed’in vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Bahtî Dîvânı (Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî yazmaları)
 2) Külliyât-ı Hazret-i Hüdâî (Mehmed Gülşen, İstanbul-1338-1340); sh. 151
 3) Silsilenâme-i Cevletiyye (İsmâil Hakkı Bursevî, Üniversite Kütüphânesi, Türkçe yazmalar, No: 1896); Vr. 52a
 4) Tıbyân-ı vesâil-il-hakâyık (Süleymâniye Kütüphânesi, Hâfız İbrâhim Efendi kısmı, No: 430);Vr. 227b
 5) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 18
 6) Târih-i Nâimâ; cild-1, sh. 357
 7) Târih-i Peçevî (İstanbul tarihsiz); cild-2, sh. 290
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 118, cild-15, sh. 346
 9) Hülefâ-i ızâm-ı Osmâniye hazarâtının Haremeyn-i şerîfeyndeki âsâr-ı mebrûre ve meşkûre-i hümâyûnları (İstanbul-1318); sh. 33
10) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye
11) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 522, 608
12) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 191
13) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 99
14) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 74
15) Hammer; cild-8, sh. 3
16) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi cild-3, sh. 229
17) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 784
18) Hulâsat-ül-eser; cild-1, sh. 284