10 Eylül 2014 Çarşamba

VİYANA KUŞATMALARI




Orta Avrupa’nın kapısı olan Viya’nanın, Osmanlı Devleti tarafından kuşatılması. Birincisi 1529’da Kânûnî Sultan Süleymân Han, ikincisi de, 1683’de Merzifonlu Kara Mustafa Paşa tarafından yapıldı.

Birinci Viyana Kuşatması

Mohaç’ta Macaristan ordusunu tamamen imha edip bölgeyi Osmanlı Devleti sınırları içine katan Kânûnî Sultan Süleymân Han, savaştan sonra Budapeşte’ye gelip Macaristan’ın yeni statüsünü tesbit etmişti. Buna göre Macaristan, Osmanlı Devleti’ne bağlı bir krallık olarak bilinen ve Mohaç muhârebesine katılmayan Transilvanya (Erdel) voyvodası Zapolya’ya verilecekti. Nitekim Kânûnî Sultan Süleymân Han 16 Ekim 1526’da Macaristan tacını Zapolya’ya veren târihî fermanını imzaladı ve Budapeşte’de Macaristan tahtına geçirdi. Kuzeydoğu Macaristan’da Tokay şehrinde toplanan Macar diet (asiller) meclisi Zapolya’yı kral tanıdı. Macar krallığının Bohenya tacına bağlı olan ve Osmanlı ordularının girmediği Bohenya, Moravya, Slovakya ve Silezya gibi ülkeler ise, Mohaç’ta öldürülen Macar kralı Layoş’un karısı ve İspanya-Almanya imparatoru Charles-Ouint’in kardeşi olan Avusturya arşidükü Ferdinand’da kaldı. Kânûnî Sultan Süleymân İstanbul’a döndükten sonra harekete geçen Ferdinand, Bratislava’da Osmanlılara karşı olan asillerden teşekkül ettirilmiş bir diet meclisi toplayarak kendini Macaristan ve Bohenya kralı ilân ettirdi. Ağabeyi İspanya Almanya imparatoru Charles-Quint’in de desteğini alarak iyice güçlenen Ferdinand, Tokay meydan muhârebesinde Zapolya’yı yenerek Budapeşte’yi (Budin) almış ve Macaristan’ın büyük bir kısmını ele geçirmişti. Bunun üzerine Zapolya, Kânûnî Sultan Süteymân Han’dan yardım istedi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Mohaç zaferi ve kılıç hakkıyla zaptettiği geniş Macaristan ülkelerinin Alman asıllı bir hükümdarın eline geçmesine müsâde edemezdi. Bu, Osmanlı Devleti için vahim neticeler doğurabilirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Han sefer hazırlıklarıyla meşgulken, Macaristan’dan fethedilen arazinin geri verilmesi karşılığında barış yapmak isteğiyle Ferdinand’ın elçileri geldi. Fakat Almanları, Budin ve Macaristan’dan çıkarıp atmak, Ferdinand’a gözdağı vermek, bulunabilirse, Alman ordusunu yakalayıp yok etmek arzusunda olan Kânûnî Sultan Süleymân Han, o zamanın âdetleri gereği elçileri tevkif ettirdi. Hazırlıklarını tamamladıktan sonra serbest bırakıp savaş için yola çıktığını söyleyip Ferdinad’a gönderdi.
10 Mayıs 1529’da İstanbul’dan hareket eden Süleymân Han, 20 Haziran’da Sofya’ya ve 18 Ağustos’da Mohaç ovasına ulaştı. Zapolya da 6.000 Macar askeri ile orduya katıldı ve burada Pâdişâh’ın elini öpmekle şereflendi. Eylül’de Budin’i kuşatan sultan Süleymân Han, teslim teklifinin reddedilmesi üzerine şiddetli bir muhasara savaşına başladı. 8 Eylül’de kale kapılarından biri ele geçirilip umûmî hücum başlatılınca, ümit kalmadığını anlayan müdâfîler, hayatlarına dokunulmamak şartıyla kaleyi teslim ettiler. Kısa zamanda gösterilen bu muvaffakiyet karşısında, Osmanlı hâkimiyetine daha fazla karşı duramayacağını anlayan Boğdan voyvodası beşinci Petro Raveş de ordugâha gelerek bir tâbiiyyet andlaşması imzaladı. Elbasan sancakbeyi Hasan Bey’i Budin’de muhafız bırakan Kânûnî, 12 Eylül’de Macar taht şehrinden ayrılıp Viyana üzerine yürüdü. Bu arada Ferdinand’ın adamları tarafından kaçırılmak üzereyken İzvornik sancakbeyi Sultanzâde Bâli Bey’in ele geçirdiği meşhur Macar tacı, yeniçeri sekbanbaşısı tarafından Zapolya’ya giydirildi. Kânûnî Sultan Süleymân Han, 22 Eylül’de Almanya sınırını geçti. Ertesi gün Bâli Bey’in kardeşi Semendire sancakbeyi Sultanzâde Mehmed Bey, Alman öncü kuvvetlerinin büyük bir kısmını Viyana’nın on beş kilometre güneydoğusundaki Bruck kasabası yakınlarında imha etti. Esir edilen Alman kuvvetleri komutanı Christophe Vori Zedlitz ve altı general Sultan’a gönderildi. 27 Eylül’de Viyana önlerine gelen ordu-yı hümâyûn, hıristiyanlığın en büyük devleti olan Alman İmparatorluğu’nun başkentini muhasaraya başladı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, 120.000 kişilik bir orduyla Budin’den ayrılıp Viyana üzerine yürüdüğü haberi duyulunca, sâdece Almanya’da değil, bütün Avrupa’da müthiş bir telaş ve korku başlamış, Türklerin gelişi karşısında, o sırada had safhada olan mezhep mücâdeleleri bile bir tarafa bırakılarak, Viyana’ya yardım kampanyası açılmış ve Avrupa’nın her yerinden muhtelif milletlere mensup yardım kuvveti akın akın gelmeye başlamış, hattâ muhâsaradan biraz evyel bu kuvvetlerin büyük bir kısmı kaleye yerleşmişti. Osmanlı ordusunun haşmetinden büyük bir korkuya kapılan Ferdinand, alelacele şehri terkederek kaçmış, yerine ihtiyar ve tecrübeli bir asker olan Kont Nicolos Von Salm’i kale Komutanı otarak bırakmıştı. Müdâfaa hazırlıklarına başlayan Kont Salm de, Türk ordusu gelmeden Viyana yakınlarındaki mahalleleri tamamen yakıp yıkmış, birinci istihkâm hattından yirmi adım içerde ikinci bir istihkâm inşâ etmiş, Tuna sahillerine kazıklar diktirerek müdâfaa için gerekli tedbirleri almıştı. Osmanlı humbaracılarının yakıcı te’sirlerinden korunmak için evlerin ahşap çatılarını yıktırmış, top güllelerinin te’sirini azaltmak için de, sokakların kaldırımlarını söktürmüştü. Ayrıca iki ay yetecek kadar erzakı te’min edip, şehirdeki sivil halkı dışarı çıkarmıştı.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Viyana’ya gelirken hiç bir zaman kaleyi alma gayesini gütmemiş, istediği zaman bunu gerçekleştirebileceğini göstererek göz dağı vermek istemişti. Üstelik yeni fethedilmiş olan Macaristan’da İslâm idaresi tam yerleşmeden Viyana’nın da alınıp askerin çok geniş bir alana yayılması, stratejik bakımdan hatalı olurdu. Kışın yaklaşması kale çevresinin yoğun yağmurlar sebebiyle bataklık hâline gelmiş olduğuna aldırmadan kaleyi kuşatmıştı.
Kaleyi muhasaraya başlayan Kânûnî Sultan Süleymân Han, on yedi gün boyunca döverek, şehrin surlarını iyice tahrip etmişti. Bu sırada bir Osmanlı güllesinin isâbetiyle kale komutanı Kont Salm de öldürülmüştü. Çevreden aldığı istihbaratlar sonunda Viyana’ya yüzelli kilometre uzaktaki Linz’de Alman ordusunun da Osmanlı ordusunun karşısına çıkmayacağı anlaşılınca, Charles-Quint’e verilen cezanın yeterli olduğuna kanâat getiren Kânûnî Sultan Süleymân Han, orduya muhasarayı kaldırma emrini verirken, çeşitli beyler kumandasındaki akıncı kuvvetlerini akına göndererek, Avusturya, Güney Almanya (Bavyera), Muravya, Bohenya, Slovakya, Silezya (şimdiki Çekoslovakya) ve Slovesya gibi Alman İmparatorluğu’na bağlı ülkeleri baştan başa çiğnetti. 16 Ekim’de Viyana önlerinden hareket eden ordu-yı hümâyûn, 25 Ekim’de Budin’e 16 Aralık’ta da İstanbul’a döndü.

İkinci Viyana Kuşatması

Macaristan, Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından fethedildiği zaman; halkının ekserisi Macar olan bir mikdâr arazi, Avusturya arşidükü Ferdinand’ın elinde kalmıştı. Orta Macar arazisi denilen bu bölge; Osmanlı idaresindeki Macar arazisinin batı tarafından başlayıp, kuzeybatıdan Erdel sınırına kadar bir şerit gibi uzanan bu toprak parçasının Tuna’nın dirsek yaptığı hizadan Tisa suyuna kadar dayanan yerlerden İbaretti.
Avusturyalılar bu araziyi kendi menfâatlerine uygun bir idâri teşkilâta bağlamışlar, ayrıca, Erdel sınırı yakınındaki Kaşav şehrini bölge için bir nevî merkez hâline getirmişlerdi. Bölgede iyice yerleştikten sonra ağır vergilerle Macar halkını ezen Avusturyalılar, mezheb ayrılığını bahane ederek katolik olmayanlara zulme başlamışlardı. Bu baskılara karşı halkı teşkilâtlandıran Macar liderleri ise, tek tek öldürülüyordu. Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa zamanında Avusturya’ya karşı ayaklanan Macar lideri Tököly İmre, Osmanlı Devleti himayesine girmek istemiş, fakat devlet Lehistan mes’elesiyle meşgul olduğundan, Avusturya ile sürmekte olan barışı bozmayıp Tököly İmre’nin isteğini reddetmişti.
Tököly İmre, Avusturyalılara karşı tek başına mücâdeleye girişti ve kalabalık Avusturya orduları karşısında dört-beş yıl uğraştı. Avusturya İmparatoru’nun 1681’de umûmî af îlân etmesi üzerine, yanındakilerin bir çoğunun kendinden ayrılması neticesinde zor duruma düşen Tököly İmre, kurtuluşu Osmanlı Devleti’ne sığınmakta buldu, İstanbul’a gönderdiği elçileriyle, Osmanlı himayesine girmek için müracaat etti. Bu sırada Avusturya’nın tabiî düşmanı olan Fransa kralı on dördüncü Lui de Tököly’e yardımcı oluyor, mâlî destekte bulunuyor, hattâ Macar milliyetçileri ile Erdel ve Eflak voyvodalan arasındaki gizli ittifaklara yardım ediyordu. Osmanlı hükümeti için de asıl gaye Avusturya’nın zayıf düşmesi idi ve siyâsî durum da buna müsait görünüyordu. Devrin sadrâzamı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bu vaziyeti değerlendirerek, Tököly’nin müracaatını ve Orta Macaristan’ın himayesini kabul etti. Osmanlı Devleti, Orta Macaristan’daki bâzı kaleleri zaptedip, Tököly İmre’ye verdiği gibi, onu resmen Macar kralı olarak tanıdı.
Fransa, Macarlar ve Osmanlı Devleti tarafından kıskaca alındığını anlayan Avusturya İmparatoru Leopold, İstanbul’a elçi göndererek mevcud barışın süresini uzatmak istediyse de, Osmanlı hükümeti, Yanıkkale’nin iadesi, savaş hazırlıklarının tazmin edilmesi ve Orta Macaristan milliyetçilerinin serbest bırakılması şartlarında ısrar ettiği için, andlaşmaya varılamadı.
Sefer hazırlıklarını bitirdikten sonra, 1683 Nisan ayı başlarında dördüncü Mehmed Han’ın komutasında Edirne’den hareket eden ordu-yı hümâyûn, 3 Nisan’da Belgrad’ın karşısındaki Zemûn sahrasına geldi. Pâdişâh buradan ileri geçmeyip, kumandayı Yanıkkale ve Komran kalelerinin fethi vazifesiyle Kara Mustafa Paşa’ya devretti.
Kumandayı aldıktan bir müddet sonra, 27 Haziran’da İstolni-Belgrad’da bir harb meclisi toplayan Mustafa Paşa, bu toplantıda Viyana üzerine yürünmesi fikrini ortaya attı. Kırım hanı Murâd Giray ve Budin beylerbeyi Uzun İbrâhim Paşa’nın aksi fikir beyân etmelerine rağmen, diğer komutanlar Mustafa Paşa’nın fikrini tasvib ettiler. Çünkü Yanıkkale ve Komran alınınca sâdece bu kaleler fethedilmiş olacak, Viyana düşürülürse, Avusturya’nın payitahtı ele geçirilmiş olacağından, bütün Avusturya itaat altına alınabilecekti.
Toplanan mecliste Viyana üzerine yürünmesi karârı alınınca, Kara Mustafa Paşa, ordunun Viyana’ya doğru gidişini dördüncü Mehmed Han’a bir telhisle bildirdi. Telhisi götüren İsmâil Ağa, Belgrad’a gelerek huzura kabul olunup arızayı takdîm edince, vezîriâzamın kendisine danışmadan Viyana’yı muhasaraya karar verdiğine hayret eden Sultan; “Kasdımız, Yanık ve Komran kaleleri idi. Beç (Viyana) kalesi dilde yoktu. Paşa ne acip saygısızlık edip bu sevdaya düşmüş. Hoş imdi Hak teâlâ âsân getüre. Lâkin mukaddem (önceden) bildirseydi rıza vermezdim” diye teessüflerini bildirip, bu emr-i vâkii istemiyerek kabûl etti.
Kara Mustafa Paşa ise, 14 Temmuz 1683’de Viyana önlerine varıp kaleyi kuşattı. Düşmanın kaleye yardıma gelebileceği yol üzerine Kırım hanı Murâd Giray’ı gönderip, Viyana’ya gelebilecek yardımları önlemekle, Eğri beylerbeyi Abaza Hüseyin Paşa’yı ise, altı bin askere serasker yapıp Tököly İmre ile birleşerek Kuzey Macaristan’da faaliyette bulunmakla görevlendirdi. Hüseyin Paşa, Pojon taraflarında Leh kralı Jean Sabiesky kumandasındaki büyük müttefik ordusuyla karşılaştı. Tököly imre kendisine yardım etmeyince, tek başına düşmanı engellemeye kalkışan Hüseyin Paşa ve kuvvetleri düşmana ağır zâyiât verdirmelerine rağmen, tamamen şehîd oldular. Buradan Viyana üzerine gelen düşman ordusu, Kırım hanının ihanet edip düşmana engel olmaması sebebiyle hiç bir mukavemetle karşılaşmadan Viyana yakınlarına kadar geldi. Kırım hanı, düşmanı arkadan çevirme imkânı varken bunu da yapmayıp bütün kuvvetleriyle kale önlerindeki ordugâha geldi. 12 Eylül Pazar günü, bölgeye yakın Alman Dağı gerisinden yürüyen düşmanla, Osmanlı ordusu kuvvetleri komutanı Kara Mehmed Paşa arasında muhârebe başlayınca, vezîriâzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa kale kuşatmasının devamı için 30.000 kişilik askeri bırakıp maiyyeti ve kapıkulu askeriyle bölgeye geldi. Orduyu harb düzenine getirerek Budin vâlisi İbrâhim Paşa’yı sağ kola, Kırım hanı Murâd Giray’ı ise sol kol komutanlığına getirdi. Kendisi de merkezde kalacaktı.
Muhârebe başladıktan kısa bir süre sonra düşmanın ağır top ateşi karşısında tutunamayan İbrâhim Paşa, kısa zamanda bozulunca, düşman, ordunun içine yol buldu. Sol kanatta ise Osmanlı askeri bütün şiddetiyle çarpışırken, Kırım hanı tatar kuvvetleriyle kaçmaya başlayınca onlar da sarsıldı. Bu durumda, iki taraftan çenbere alınmaya başlanan Kara Mustafa Paşa’nın merkez kolunda panik başladı. Durumu sezen Leh kralı Sobiesky bütün gücüyle sancak-ı şerif üzerine yürüdüyse de serdâr-ı ekrem Kara Mustafa Paşa yerinden kımıldamayıp beş-altı saat mücâdele etti. Kale etrafındaki askeri de savaşa sokup, maiyyetiyle beraber kıyasıya çarpışmaya başladığı sırada, yanında bulunan silâhdâr ağası Osman Ağa’nın; “Efendim, lutf ve kerem et. İş işten geçti. Senin vücûdun askerin ruhudur. Feda olmakla asker felâkete uğrar, buyrun gidelim” diye yalvarması üzerine sancak-ı şerifi alıp, Yanıkkale taraflarına çekildi. Burada, savaşta ilk bozulup kaçanları yakalatıp gerekli cezâlara çarptırdı. Dağılmış olan ordu efradını topladı. Sonra Budin’e gelip, tehlikede kalan çeşitli kalelere takviye kuvvetler sevketti. Yeni Budin beylerbeyi Kara Mehmed Paşa’yı 30.000 kişi üzerine serdâr tâyin edip düşman üzerine gönderdi.
Sevk ve idare kabiliyeti yüksek, soğukkanlı bir komutan olan Kara Mustafa Paşa, Viyana önlerindeki muvaffakiyetsizlikten dolayı üzgün olmakla beraber, fena durumu düzeltmeye çalıştı. Aldığı tedbirlerle perişanlığı önleyerek kısa zamanda ordudaki disiplini sağladı. Viyana önlerindeki mağlûbiyet, dördüncü Mehmed Han’ın Kara Mustafa Paşa’ya karşı beslediği itimâdı sarsmadı. Hattâ ona kılıç ve kaftan göndererek gönlünü aldı. Fakat bir süre sonra Kara Mustafa Paşa’nın muhalifleri Pâdişâh’ın çevresinde hummalı faaliyetlere giriştiler ve kısa zamanda Pâdişâh’ı, Viyana hezimetinin yegâne müsebbibinin Kara Mustafa Paşa olduğuna inandırdılar. Böylece devrinde, hezimetin kayıplarını telâfi edebilecek tek şahıs olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Belgrad’da îdâm edildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-18, sh. 48
2) Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 329
3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-6, sh. 75. cild-10, sh. 49

KAFKASYA VE HARPLERİ


Karadeniz ve Hazar denizi arasındaki bölge ve burada vuku bulan harbler. İslâmiyet Kafkasya’ya ilk defa hazret-i Ömer zamanında girdi (642). İslâm devletinin İran orduları serdârı olan Sürâka bin Ömer, Azerbaycan’ı fethedip, Dağıstan’a girdi. Sonraki kumandan Abdurrahman bin Râbia da Dağıstan ve Gürcistan’ın bir çok yerlerini alıp İslâmiyet’i yaymaya başladılar. Halîfe Hişâm bin Abdülmelik zamanında (724) Kafkasya tamamen fethedilerek İslâm ülkesine katıldı.
796 yılında henüz müslümanlığı kabul etmemiş olan Hazarların hücumlarıyla müslümanların yoğun olarak yaşadıkları Derbend düşünce, bu hâkimiyet sona erdi. Neticede iki yüz yıl devam edecek olan İslâm ve diğer kavimler arasındaki mücâdele başlamış oldu.
Sultan Melikşâh zamanında bölgeye akınlarda bulunan Selçuklular, bir kısım Türk kabîlelerini Dağtstan taraflarına yerleştirdiler. Sonraları Selçuklu Devleti’ni yıkan Moğollar buraya da hâkim oldular.
Moğol te’sirinin azalmasından sonra bölgede idareyi ele geçiren Şirvanşahlar, 1335 yılına kadar Dağıstan yöresinde hüküm sürdükten sonra, İran şahı Tahmasb bu devleti yıkıp topraklarını ele geçirdi.
1548’de Kânûnî Sultan Süleymân Han İran seferinden dönerken ikinci vezir Ahmed Paşa’yı Gürcistan taraflarına yolladı. Osmanlı Devleti’nin Kafkasya’ya ilk fiilî hareketi olan bu seferde, bir buçuk ayda başta Tortum ve Akçakale olmak üzere yirmi mühim kale alındı. Daha sonra fethedilen yerler bir sancak yapılarak, ümerâdan biri sancakbeyi olarak tâyin edildi (1555).
On beşinci asrın ikinci yarısında, Orta Asya ticâretinin mühim iskelelerinden olan Azak ve Kefe’nin Osmanlıların eline geçmesi, siyâsî ve ticarî sahada önemli idi. Osmanlı Devleti kudret ve nüfuzunu Orta Asya’ya kadar sokmak ve şiî olan İran’ı, Osmanlılarla Orta Asya sünnî hanlıkları arasında sıkışık vaziyette bırakmak, İran’ın bâzı Avrupa devletleri ve Papalık ile ittifakına karşılık Orta Asya’daki sünnî devletlerle anlaşmak istiyordu. Ancak bunun için evvelâ bu devletlerle sınır birliği sağlamak gerekiyordu. Bu sayede Osmanlı hükûmeti’nin îcâbında Gürcistan, İran ve Kuzey Kafkasya üzerine yapacağı bir seferde, askerin zahire ve sâir levazımının kolayca nakli için emin ve kestirme bir yol bulması îcâb ediyordu.
Bunu sağlamak için Azak denizine akan Volga nehri ile Don nehrinin birbirine en yakın noktasından bir kanal açılarak, bu iki nehrin birleştirilmesi düşünüldü. Böylece İstanbul’dan çıkan Osmanlı donanması, Karadeniz’den Azak denizine, oradan da Don ve Volga nehirlerinden geçerek Hazar, denizine ulaşabilecekti. Bu sayede de doğudaki bir askerî hareket için kısa sürede asker ve mühimmat nakli mümkün olabilecek, Rusların Orta Asya’ya yayılması ve Karadeniz’e açılma siyâsetlerinin önüne kuvvetli bir duvar çekilebilecekti.
1568 yılında Kefe beyi Kâsım Paşa bu işle vazifelendirilerek bölgeye gönderildi. Hem iki nehir arasında kanal açacak hem de Ejderhan’ı zaptederek Osmanlı Devletiyle sünnî Orta Asya hanlıkları arasında bağlantı kuracaktı. Fakat Kırım hânı Devlet Giray’ın ve Rus çarının entrikaları sonunda başarı sağlanamadı (Bkz. Astırhan seferi).
1576’da İran şahı Tahmasb’ın ölümünden sonra yerine geçen ikinci İsmâil ve ondan sonraki Hüdâbende zamanında İran kuvvetleri Osmanlı idaresindeki Gürcistan’a saldırdılar. Bu hareketler karşısında İran’a harb açıldı. Lala Mustafa Paşa serdârlıkla vazifelendirilerek Kuzey İran taraflarına gönderildi. Ardahan’dan Gürcistan’a giren Lala Mustafa Paşa, 1578’de Çıldır’da Tokmak Han idaresindeki İran kuvvetlerini yenerek, Gürcistan’da ilerlemeye başladı. Tiflis’i alarak eyâlet merkezi yaptı ve Mehmed Paşa’yı beylerbeyi nasbetti. Sonra Şirvan taraflarına giderek Derbend’i merkez yaptı, beylerbeyliğine Özdemiroğlu Osman Paşa’yı getirdi. Kış yaklaştığından Lala Mustafa Paşa Erzurum’a döndü. Özdemiroğlu Osman Paşa ise harekâta devam ederek Kuzey Kafkasya’nın büyük bir kısmını fethetti (Bkz, Özdemiroğlu). Bu fetihlerin sonunda İranlılarla İstanbul andlaşması yapıldı (1590) ve alınan yerler merkezi Ahıska olan Çıldır beylerbeyliğine bağlandı.
1603 yılında Şâh Abbâs, Avrupa devletleri ve Papalık’la ittifak kurduktan sonra harb îlân etmeksizin ânî bir baskınla Tebriz’i ele geçirdi. Aileleri ve silâhlarıyla beraber serbestçe çıkıp gitmek şartıyla teslim olan askerleri katletti. Şâh bundan sonra Selmas, Hoy, Meraga ve Nahcivan gibi yerleri kolaylıkla ele geçirip Erivan üzerine yürüdü. 1604 Kasım ayı başlarında Erivan’a girip, kaleyi kuşattı. Şâh’ın teslim teklifine kale müdafii Şerîf Mehmed Paşa; “Kalenin her taşı için bir baş vermedikçe ve sizin gibi ayak takımı olan din düşmanlarının kellelerinden kule yapmadıkça mümkün değildir” cevâbını verdi. Sık sık tekrarladığı hurûc hareketleriyle şiî ordusuna büyük kayıplar verdirdi. Yaklaşık yedi ay boyunca az bir kuvvetle büyük bir orduya karşı kahramanca müdâfaa savaşı veren Şerif Mehmed Paşa’nın elinde 500 kadar asker kalmıştı. Dışardan da yardım alamayınca vire ile teslim oldu (28 Mayıs 1604). Tebriz’den sonra Nahcivan ve Erivan’ın da Safevî hâkimiyetine geçmesi üzerine, Karabağ ve Şirvan’daki Türkmen oymaklarıyla Gürcistan prensleri Şâh Abbâs’a tâbi olduklarını bildirdiler. Osmanlı vâlisi olan Gürcü hükümdarları birer Safevî vâlisi durumuna geldiler. Şâh Abbâs ise Karadağ ve Şirvan taraflarına akıncılar göndererek yağma ettirdi. Kars ve kalesindeki sünnî câmilerini yakıp yıkarak viraneye çevirdi.
Bu târihlerde Anadolu’da celâlî isyânlarının büyümesi ve Avusturya ile yapılan harb gibi sebeplerle Kafkasya ile ilgilenilememiş, fethedilen yerler hemen tamamen elden çıkmış; Seki, Gence, Lori, Tumanis, Tiflis, Derbend (Demirkapı), Bakü, Şamahı ve hattâ Kars bile Safevî hâkimiyetine geçmişti (Bkz. İran Harpleri).
Bu sırada Rus çarı Büyük Petro da fırsattan istifâde için Hazar sahillerinden Bakü’ye doğru ilerleyip Gîlân’la Mâzenderân ve Esterâbâd’ı tehdîd etmeye başladı. Bu ise, Osmanlı sınırlarının Rus çenberine girmesi ve Rusların Hazar’dan sonra Karadeniz’e inmesinin kolaylaşması demekti. Bu günlerde İran şahı birinci Hüseyin, isyân eden Afganlı Mahmûd Han’a esir olup, oğlu Tahmasb da İran’dan koğulunca, durumu dikkatle tâkib eden sadrâzam Dâmâd İbrâhim Paşa, İran’la 94 sene evvel akdedilmiş olan Kasr-ı şîrîn andlaşmasının, son durumlar sebebiyle, hükümsüz olduğunu açıkladı. Şark cephesinin emniyetini te’min etmek için de derhâl tedbirler alarak, Erzurum vâlisi silâhdar İbrâhim Paşa’yı Cenubî Kafkasya, Van vâlisi Köprülüzâde Abdullah Paşa’yı Azerbaycan ve Bağdâd vâlisi Hasan Paşa’yı da Hemedan ve Kirmanşah taraflarına serdâr tâyin etti. Gürcistan’ın Safevî hâkimiyetinde bulunan Karthli krallığına karşı derhâl harekete me’mûr olan silâhdar İbrâhim Paşa, bu krallığın payitahtı Tiflis ve en mühim şehri Gori kalelerini teslim alıp, kale anahtarlarını İstanbul’a gönderdi. Silâhdar İbrâhim Paşa’nın en mühim vazifesi, Rus çarı Büyük Petro’dan evvel Bakü’yü elde etmek idi. Fakat Tiflis’i ele geçirdikten sonra 132 gün boş vakit geçiren Paşa, Bakü’nün Ruslar tarafından işgaline sebeb olduğu için azledildi. Diyarbakır beylerbeyi Ârifî Ahmed Paşa serdâr oldu.
Bu günlerde Hazar boylarını işgal eden Büyük Petro, Afganlılara esir olan Şâh Hüseyin’in oğlu Tahmasb’ı himayesine almış, o da Gîlân, Mâzenderân ve Esterâbâd havalisinin Ruslara terkini kabul etmişti. Bu durum, Osmanlı-Rus münâsebetlerinin çok gergin bir şekle gelmesine sebeb oldu. Rusya’ya savaş açılması tartışıldıysa da, Nevşehirli Dâmâd İbrâhim Paşa orduya güvenmediğinden, Ruslarla sulhe karar verdi. Rus elçisi Nepluyef’le akdedilen altı maddelik andlaşma gereğince, Hazar boylarıyla Tahmasb’ın Ruslara terketmiş olduğu eyâletler Rusya’da kaldı. Buna karşılık, Rus çarı da Osmanlıların istediği Şirvan, Gence, Erivan, Mogan, Karabağ, Azerbaycan’ı verdi ve kısmen Irak-ı acem’in Osmanlı’ya ilhakında yardım taahhüd etti (1724).
Bu andlaşmadan sonra harekete geçen yeni serdâr Ârifî Ahmed Paşa, Nahcivan’ı zaptedip Revan (Erivan) üzerine yürüdü. Üç ay süren şiddetli muhasara ve muhârebeden sonra kale muhafızı Ali Kulu Han 28 Eylül 1724’de teslim oldu. Revan muhafızlığına Anadolu vâlisi Osman Paşa getirildi (Bkz. İran Harpleri).
1733’de kış sebebiyle kuvvetleri terhis edilmiş olan Topal Osman Paşa, Kerkük’de Nâdir Şâh’a yenilince, Osmanlı hükümeti Kafkasya’daki Osmanlı nüfuzunu güçlendirmek için Kırım hanı Kaplan Giray’a, Kafkasya’ya geçmesini emretti. Ayrıca Kalmukların reisi Mehmed Bey’e beylerbeyilik vererek Osmanlı Devleti’ne bağlanmasını sağladı. Buna rağmen Nâdirşâh, Osmanlı ordusunu Arpaçay meydan muhârebesinde yendikten sonra, Osmanlı Devleti’nin elinde bulunan Şamahı, Gence, Kuri, Ordubâd ve Yezd şehirlerini ele geçirdi. Bu sırada Hindistan’ı fethe hazırlanan Nâdir Şâh’ın Gence vâlisi Genç Ali Paşa vasıtasıyla yaptığı andlaşma teklifi, Osmanlılar tarafından kabul edildi. Bu andlaşma ile Kasr-ı şîrîn muâhedesindeki hudud esas alındı. Ancak Sünnîliğe mütemayil olduğu hâlde şiî bir ülkede görüşünü belli edemeyen Nâdir Şâh’ın, Câferî mezhebinin beşinci mezheb olarak tasdik edilmesi hususundaki teklifini Osmanlı ulemâsı şiddetle reddetti.
Bu andlaşmadan sonra Hindistan tarafına dönerek Gürgâniye topraklarını işgal ve yağma eden Nâdir Şâh, geri döndüğünde Osmanlı Devleti’ne bağlı Dağıstan beylerine fermanlar gönderip kendisine itaat etmelerini istedi. Bu isteklerinin kabul edilmemesi üzerine de Şamahı taraflarına tecâvüz ederek sık sık yağma etmeye kalkıştı, fakat her defasında şiddetli mukabeleyle karşılaştı.
Bunun üzerine Nâdir Şâh, asker gönderip, Kerkük havalisinin henüz hasad edilmemiş mahsûllerini talan ettirdikten sonra kaleyi kuşattırdı. Teslim teklifini reddeden kale müdâfîleri İran askerine ağır kayıplar verdirerek geri çekilmeye mecbur ettiler. Bunu öğrenen Şâh, bir kaç yüz top ve büyük bir kuvvetle Kerkük’e gelip kaleyi kuşattı. Kale ancak üç-dört gün mukavemet edebildi. Nihayet canlarına dokunulmamak kaydıyla teslim olan kale müdâfîleri ve halkdan büyük bir kısmı katledildi.
13 Eylül 1743’de de Musul önlerine gelen Şâh, siperler kazdırıp kaleyi muhasaraya başladı. Uzun süre şehri topa tuttu. Kale müdâfiî Abdülcelîlzâde Hüseyin Paşa bütün gayretiyle çalışıp düşman saldırılarına mukabele ettiğinden, Şâh bu kaleyi alamadı.
1744 yılında tekrar harekete geçip Kars’ı kuşatan Şâh, bir ay süren kuşatmasında, şiddetli müdâfaaya dayanamayarak geri çekildi.
Bu tecâvüzler sonunda sefere karar veren Osmanlı hükümeti, Yeğen Mehmed Paşa’yı Anadolu vâliliğine getirip Şark serdârı yaptı. Emrindeki orduyla harekete geçen Yeğen Mehmed Paşa, Revan’ın kuzeyindeki Yagorvat sahrasına indi. Burada siperlenmiş olan Nâdir Şâh’ın kuvvetlerine karşı çarpışmaya başladı. Nâdir Şâh’ın kuvvetlerini ordugâhlarına, siperlerinin içine kadar sürüp ertesi gün siper alarak İran metrisleri üzerine yürüdü. Üç gün süren muhârebe sonunda İran ordusu iyice sıkıştırıldı. Fakat kat’î hücum karârı verildiği gün, Yeğen Mehmed Paşa’nın vefât etmesi her şeyi alt-üst etti. Muhârebenin şiddetlendiği sırada askerin bir kısmının geri çekilmesi sonunda, ordu yirmi bin kayıp vererek Kars’a çekildi. Bundan sonra eski sınırlar esas alınarak İran’la yeniden andlaşma yapıldı (4 Eylül 1746). İran, câferî mezhebinin beşinci hak mezheb olarak kabulü isteklerinden vaz geçti. Bir müddet sonra Nâdir Şâh’ın ölmesi ve İran’da uzun süre devam edecek olan iç karışıklıklar sebebiyle Kafkasya’daki mücâdeleler bundan sonra genellikle Rusya ile oldu.
1739’da Belgrad andlaşmasıyla Azak’ı alan Rusya, Osmanlı Devleti nezdinde harekete geçerek Kabartaylara, devletler arasında anlaşmazlığa sebeb oluyor diye, bu bölgenin işlerine her iki devlet tarafından müdâhale olunmamasını da kabul ettirmişti. Sonradan bu andlaşmaya uymayarak Küçük Kabartay’ı ilhak edip, Büyük Kabartay’ı da tazyike başlamıştı. Osmanlı Devleti bir yandan bu ilhaka mâni olmak, bir yandan da Azak kalesini geri almak isterken 1768-1774 Osmanlı-Rus harbi başladı. Uzun süren savaşlar sonunda Osmanlı Devleti yenilerek Küçük Kaynarca andlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Andlaşmanın Kafkasya’yı ilgilendiren yirmi birinci maddesine göre Orta Kafkasya’nın kuzeyinde bulunan Küçük ve Büyük Kabartaylar Rusya’ya bırakıldı. Yirmi üçüncü maddeye göre de Kafkasya’da Ruslar tarafından alınan Gürcistan taraflarındaki Kutayis ve Şehriban’ın Osmanlı Devleti’ne, diğerlerinin ise, Gürcistan’a verilmesi kararlaştırıldı.
Bu andlaşma üzerine Kırım’ın da elden çıkmış olması, İstanbul’da büyük bir tepki ve infiale sebeb oldu. Fransa ve İngiltere hükümetleri de el altından Bâb-ı âlî’yî Rusya’ya karşı savaş için kışkırttılar. Nihayet İsveç’le ittifak kuran Bâb-ı âlî 13 Ağustos 1787’de Rusya’ya harb îlân etti.
Kafkas taraflarından da Rusları vurmak isteyen Osmanlı hükümeti, Çıldır vâlisi Süleymân Paşa vasıtasıyla Dağıstan ve Azerbaycan hanlarını ittifaka almaya teşebbüs etti ve Dağıstan hanlarının en kuvvetlisi olan Amme Han’dan istifâdeyi düşündü. Kabartay ümerâsı ve Buhârâ hanına da, Rusya’ya karşı akın düzenlemeleri için emir gönderdi.
Dağıstan ve Azerbaycan hanları, Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacaklarına dâir yemin etmelerine rağmen, kendi aralarındaki mücâdelelere devam ettiklerinden bunlardan yeterince faydalanılamadı. Amme Han’ın Osmanlı emrine verdiği otuz bin kişilik kuvvetleri ise, asıl hedef olan Rusya’ya bağlı Gürcü prensi Ereğli Han’ın üzerine gönderilmesi gerekirken başka tarafa sevkedilerek hedeften uzaklaşıldı. Kafkas dağları, Türkiye ile Rusya arasında tabiî bir set iken, Rusların Gürcistan’a girmeleri Anadolu tarafındaki emniyeti ortadan kaldırdı. Bu arada Avusturya’nın da Rusya’nın yanında savaşa girmesiyle, muhârebe tamamen Osmanlılar aleyhine döndü. Netîcede Osmanlı Devleti ile Rusya arasında 1791’de Yaş andlaşması imzalandı. Bu andlaşmaya göre Osmanlılarla Rusya arasında Kafkasya’da, Kuban ırmağı sınır kabul edildi.
On dokuzuncu yüzyıl başlarında Gürcistan, birbiriyle savaşan bir kaç büyük beylik yüzünden çeşitli târihlerde Ruslar tarafından zaptedilerek, bölündü. Bu durum karşısında Gürcü Beylerinden on ikinci Gorg, Gürcistan’ı tamamen Ruslara bağlamak istedi. Rus çarı bu teklifi kabul ederek, önce bir Rus generali başkanlığında Gürcü hükümeti kurdu. 1801’de ise Gürcistan’ı ilhak etmek istedi. Bunun üzerine Mingrelya ve İmeretya beyi Salaman, Osmanlı Devleti’ne sığındı. 1804 ve 1805 yıllarında ise, Revan ve Bakü hanlıkları da Rus hâkimiyetini tanıdılar. Fakat bu bölgeleri Rus hâkimiyetine alan Tsitsianu, Bakü’de öldürüldü. Bunu bahâene eden Ruslar, Kafkasya’ya asker göndererek Dağıstan ve Kafkasya’nın büyük bir kısmını işgal edip Doğu Anadolu sınırına dayandılar.
Birinci Nikola başa geçip Rusya’da mutlak bir hâkimiyet kurduktan sonra kendisinden önceki Rus çarlarının geleneklerine sâdık kalarak Kafkasya’daki Rüs nüfuzunu arttırdı. Azerbaycan’ı işgal etti. Öte yandan Navarin’de Osmanlı donanmasını yakan Ruslar, Osmanlı Devleti’nin protesto ve tazmînât talebine savaş açmakla cevap verdiler. Rus ordusu Avrupa’da Tuna nehrini geçtiği sırada, diğer bir ordu da Kafkas cephesinde hücuma geçti. Kars, Erzurum gibi yerleri aldı. Trabzon’a doğru ilerlemeye başladı. Bu fecî durum karşısında Bâb-ı âlî âcil olarak andlaşma taleb etmek zorunda kaldı. 1829’da Edirne’de imzalanan andlaşmayla Kafkasya ve Anadolu tarafında Anapa, Pati, Ahıska ve Ahılkelek kaleleri Rusya’ya bırakılıp, Rusya’nın Gürcistan hâkimiyeti de kabul edildi. Fakat buna rağmen Kuzey Kafkasya ve Dağıstan halkı tamamen Rus hâkimiyeti altına girmedi. Arazinin dağlık ve zaptı güç olması, Rusların buralara girmesine engel oldu.
Ruslar Kuzey Kafkasya’yı itaatleri altına almak için büyük kuvvetlerle bölgeye saldırdılar. Fakat bu devirde bölgede yetişmiş büyük âlimlerden İmâm Gâzi Muhammed, Nakşibendî şeyhi Kuralı Muhammed ile irtibat kurarak Ruslara karşı açacağı cihâd için fikirlerini aldı. Onun da teşvîkiyle 1829 yılında bir beyanname neşrederek Ruslara ve onlara bağlı olan Kafkas kavimlerine karşı fiilî mücâdeleyi başlattı. Bundan sonra Dağıstanlılar Rusya’ya karşı daha sistemli bir şekilde savaşmaya başladılar. Fakat Osmanlı Devleti Rusya ile Edirne’de imzaladığı andlaşmayla Kuzey Kafkasya dâhil bu bölgedeki haklarından vazgeçtiğinden, te’sirli bir siyâset gütmesi ve asker yollaması imkânı yoktu. Bununla beraber bütün Osmanlı ülkesinde bu hareketlerin başarısı için duâ edilmiş, en ufak bir başarı bile İstanbul’da şenliklere sebeb olmuştur. İmam, Gâzi Muhammed’in 1832’de şehîd edilmesinden sonra İmam olan Gamzat Bey, Ruslara bağlı Avar hanlığını ortadan kaldırdı. Fakat bir müddet sonra o da şehîd oldu. Yerine Şeyh Şâmil geçti.
Dağıstan’ın Gimri köyünden olan Şeyh Şâmil, çok iyi bir medrese tahsîli görmüş, İslâmî ilimlerde ileri derecede bir âlim idi. Meşhur velî Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetlerinde bulunarak tasavvuf yolunda da yetişmişti. Kabiliyetli ve teşkilâtçı bir lider olarak tanındı. Yirmi beş yıl boyunca topuyla tüfeğiyle tam teşkilâtlı büyük Rus ordularına karşı Dağıstan’ı kurtarmak için savaştı. Bir avuç askeriyle muazzam Rus ordularını bozup büyük kayıplar verdirdi. Onların ilerleyişini durdurdu. Fakat sonunda teslim olmak zorunda kaldı (1869), Ailesi rehin bırakılarak kendisi hac için serbest bırakıldı. İstanbul’a geldi. Abdülazîz Han bizzat karşılayarak izzet ikrâmda bulundu. Hac için gittiği Medine’de vefât etti.
Şeyh Şâmil’den sonra yerine geçen Muhammed Emîn, bir süre daha Kafkasların batı bölgesinde mücâdelesini sürdürdü. Fakat o da mağlûb olup bölge Ruslar tarafından ele geçirilince, on binlerce Türk Anadolu’ya göç etti.
Birinci Dünyâ savaşı sırasında Kafkas cephesinde ilk tecâvüz Ruslar tarafından vâki oldu (31 Ekim 1914). Doğu Bâyezîd’in kuzey tarafından tecâvüze başlayan Ruslar, Kars’dan hareketle 1 Kasım’da hududu geçerek, Pasin ve Eleşkird’e doğru ilerlediler. İki ordu arasındaki ilk mühim vak’a 6 Kasım’da başlayıp altı gün süren Köprüköy muhârebesi idi.” Bu muhârebe neticesinde Ruslar geri atıldı. 11 Kasım’dan 19 Kasım’a kadar süren karşı Türk taarruzları ile Ruslar, Azap koyu muhârebesinde mağlûb edildi. Fakat iyi keşif yapılamayıp düşman tâkib olunamadığından nihâî netice elde edilemedi.
22 Aralık 1914’de Enver Paşa’nın sırf şan ve şöhret uğruna girişmiş olduğu Sarıkamış harekâtı, Osmanlı târihinin en büyük felâketlerinden biri oldu. Büyük bölümü daha düşmanı görmeden soğuktan donmak suretiyle ve bir kısmı da düşmanın karşısında olmak üzere yaklaşık 90 bin kişinin şehîd düşmesi neticesinde; Osmanlıların değil Kafkasya, Doğu Anadolu’yu dahi koruyacak gücü kalmadı (Bkz. Sarıkamış Harekâtı).
Nitekim 1916 yılı başlarında karşı taarruza geçen Ruslar, 16 Şubat’ta Erzurum’a, sonra da Muş ve Bitlis’e girdiler. Aynı zamanda Karadeniz kıyısı boyunca da gelişen Rus taarruzu sonucunda 19 Nisan’da Trabzon, 25 Temmuz’da ise Erzincan düştü.
1917 yılında Rusya’da bolşevik ihtilâli oldu. İhtilâl sebebiyle muharip bir kuvvet olma vasfını kaybeden Rus ordusu harbden çekilince, Lehistan’ın Brest-Litovsk şehrinde Almanya ve müttefikleriyle Rusya arasında andlaşma imzalandı. Osmanlı Devleti’ni, sadrâzam Talat Paşa’nın temsil ettiği bu andlaşmayla Türk-Rus hududunu alâkadar eden yerlerin halk oylaması sonucu belirlenmesi kararlaştırıldı. Fakat bu sırada Kafkasya’da Azerî, Türk, Ermeni ve Gürcü unsurlardan meydana gelen Cenubî Kafkasya devleti kurulduğu için, Osmanlı Devleti bir ültimatom vererek; Batum, Ardahan ve Kars’ı bu devletten istedi. O sırada ordusu henüz teşkilâtlanmamış olan Rusya, bunu kabul etmek zorunda kaldı.
30 Ekim 1918 Mondros mütârekesinden sonra, Osmanlı Devleti Batum ve Ardahan’dan çekildi ve buraları İngilizler işgal etti. Temmuz 1920’de ise, İngilizlerin çekilmesi üzerine Gürcistan hükümeti bölgeyi işgal etti. Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümetinin protestosundan ve askerî harekâta geçmesinden sonra; Batum, Ardahan ve Artvin Türk ordusu tarafından alındı. Fakat 16 Mart 1921’de Moskova’da imzalanan Türkiye-Rusya andlaşmasıyla Batum Gürcistan Sovyet Cumhuriyetine bırakıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, 3/1, 3/2, 4/1, 4/2
2) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna)
3) Rusya Tarihi (A.N. Kuran); sh. 331, 417, 420
4) Kafkasya ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Kafkasya Siyâseti (Dr. Cemâl Gökçe)
5) Belgelerle Türk Târihi Dergisi; sayı-3-24
6) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-3, 4
7) Osmanlıların Kafkas İllerini Fethi (Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu)

İTTİHAD VE TERAKKİ


Önce gizli cemiyet olarak kurulan, ikinci Meşrûtiyetin ilânından sonra siyâsî fırka hâlini alan topluluk. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın dağılmakta olan Osmanlı Devleti’ni toparlaması, güçlendirip ilerletmesi; başta İngiltere olmak üzere batılı devletleri yeni plânlar hazırlamağa, Abdülhamîd Han’ı tahttan uzaklaştırmak için teşebbüslerde bulundurmaya sevketti. Bunun için Osmanlı hâkimiyeti altında asırlardır huzur, refah ve güven içinde yaşayan gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurları devlete karşı defalarca kışkırttılar. Avrupa’da meydana gelen ilmî ve teknik gelişmeleri öğrenmek ve tâkib etmekle vazîfeli gönderilen, fakat Osmanlı Devleti’nin birliğini bozmaya yönelik Avrupaî fikirlerin etkisinde kalan kimseler de Avrupa devletleriyle elbirliği ettiler. Gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla, sözde okumuş aydın kimseler, millet ve devlet düşmanlarının kurdukları tuzakların farkına varan ve karşı tedbirler alan sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek ve bu suretle gayelerine ulaşmak için yurt içinde ve yurt dışında çeşitli gizli cemiyetler kurdular. Çıkardıkları gazetelerle Osmanlı Devleti’nin ve sultan Abdülhamîd Han’ın aleyhinde neşriyat yaptılar.
Bunlardan biri de 21 Mayıs 1889’da İstanbul’da İttihâd-ı Osmânî adıyla kurulan daha sonra İttihâd ve Terakkî adını alan gizli cemiyettir.
Bu cemiyet, Sarayburnu’nda eski pâdişâh sarayı ile yeni demiryolu garı arkasındaki mesafenin orta yerindeki askerî tıbbiye mektebinin bahçesinde toplanan Ohrili bir Arnavut olan İbrâhim Temo, Kafkasyalı Çerkes Mehmed Reşîd, Arabkirli Abdullah Cevdet ve Diyarbakırlı İshak Sükûtî adındaki dört kişi tarafından kuruldu. Daha sonra katılan Azerbaycanlı Hüseyinzâde Ali, Konyalı Hikmet Emin, İsmail, İbrâhim ve Mekkeli Dr. M. Sabri de cemiyetin ilk kurucuları arasında sayılırlar. Cemiyetin Edirnekapı dışında Aluş Ağa’nın idare ettiği bağda yapılan ilk toplantısında, kuruculardan başka Şam Mekteb-i tıbbiyesi muallimlerinden Giridli Muharrem, Askerî tıbbiye talebelerinden Âsaf Derviş ve Şerefeddîn Mağmûmî, adliye me’murlarından Hersekli Ali Rüşdî ve Seâdet gazetesi başyazarı İzmirli Ali Şefik de bulundular. Bu toplantıda cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî, kâtipliğine Şerefeddîn Mağmûmî, muhâsib üyeliğe de Âsaf Derviş seçildiler.
Yeni cemiyet, İstanbul’daki sivil, askerî, bahrî, tıbbî ve diğer yüksek okul talebeleri arasında tarafdar kazanarak sür’atle büyüdü. İtalyan Karbonari mason teşkilâtını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler hâlinde teşkilâtlandı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrâhim Temo idi.
Cemiyet üyeleri, Galata Fransız postahânesi aracılığıyla merkezi Paris’te kurulan Jön Türklerle irtibat kurdular. Cemiyetin üyelerinden olan Bursa maârif müdürü Ahmed Rızâ Bey, Paris’teki bir sergiyi gezmek bahanesiyle Fransa’ya gidip, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin fikirlerini yaymaya başladı. Çok geçmeden onlar arasında hâkim bir sîmâ oldu. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeyi gaye edinerek kurulan cemiyet, Sultan Abdülhamîd Han’a karşı kişi ve çevrelerle kurduğu münâsebetler netîcesinde tanınmaya başladı; yurt içinde ve dışında şubeler kurarak teşkilâtlandı. Ahmed Rızâ, Avrupa’daki teşkilâtın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan Nizam ve Terakkî koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin ittihadının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin ittihadı ile Ahmed Rızâ’nın Terakkîsi bir araya getirilerek, cemiyetin adı Terakkî ve İttihâd hâline getirildi ve cemiyetin yayın organı hüviyetinde olan Meşveretgazetesi çıkarıldı. Daha sonra Cenevre ve Brüksel’de yayın hayâtına devam eden Meşveret gazetesi yurda gizlice sokuldu. Cemiyetin para ihtiyâcını Paris mason locası karşıladı.
Tıbbiye, harbiye, mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki ermeni olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükûtî, Dr. İbrâhim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Âkil Muhtar, Tunalı Hilmi gibi faal üyeleri, yapılan soruşturmalar netîcesinde suçlu bulunarak dağıtıldılar. Bâzıları çeşitli yerlere sürülen cemiyet üyelerinin bir kısmı yurt dışına kaçtı. Yurt dışı faaliyetleri Bükreş, Paris, Cenevre ve Kahire’den idare edilmeye başlandı. 1897 yılında cemiyetin Cenevre ve Kahire şubeleri faaliyete geçti. Cenevre şubesinin çıkardığı Mîzan ve Osmanlı gazeteleriyle Kahire şubesinin çıkardığı Kânûn-i Esâsî ve Hak gazeteleri cemiyetin fikirlerinin destekçiliğini yaptılar. Bükreş şubesini İbrâhim Temo; Paris şubesini ise, Ahmed Rızâ idare etti.
Kalabalık bir kitle teşkil etmeyen ülke dışındaki cemiyet mensupları, sürekli anlaşmazlıklar içindeydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yurt dışındaki bu muhalifleri ikna veya pasifize etmek için gerekli tedbirleri aldı. Zâten fikrî ve siyâsî sebeblerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihâdçıların Cenevre grubunun lideri Mizancı Murâd Bey’le anlaşması için serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşa’yı vazifelendirerek Avrupa’ya gönderdi.
Ahmed Celâleddîn Paşa’nın gizli çalışmaları neticesinde, muhaliflerden büyük bir kısmı muhalefetten çekilerek İstanbul’a döndüler ve Pâdişâh’ın hizmetine girdiler. Ancak Ahmed Rızâ’nın çevresinde kalan bir avuç insan, Osmanlı Devleti’ne karşı şiddetli muhalefete ve basın yoluyla propagandaya devam ettiler. Bu sırada sultan İkinci Abdülhamîd Han’dan istediği ilgiyi göremeyen eniştesi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa da ülke dışına kaçarak, iki oğlu prens Sebahaddîn ve Lütfullah beyle Paris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın ve Osmanlı Devleti’nin aleyhinde faaliyete başladı. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak anlaşmazlık ve şahsî rekabetler de gittikçe arttı.
4 şubat 1902 târihinde Paris’te, bütün Jön Türkleri içine alan bir kongre toplandı. Bu kongreye; Prens Sebahaddîn, Ahmed Rızâ, İsmâil Kemâl, İsmâil Hakkı (Paşa), Hoca Kadri, Halil Ganem, Mahir Saîd, Yûsuf Akçura, Ferid Bey, Ali Haydar, Hüseyin Sîret, İbrâhim Temo, Dr. Nâzım, Dr. Refik Nevzat ile Ermeniler ve rumlar adına da bâzı şahıslar katıldı. Kongrede tâkib edilecek usûl ile ilgili görüş ayrılıkları belirdi. Ahmed Rızâ ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti olarak değiştirip, Paris’te Meşveret’i çıkarmaya devam ettiler. Mısır’da da Şûrâ-yı ümmet gazetesini kurdular. Prens Sebahaddîn ve tarafdârları da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetini kurup Terakkîgazetesini çıkardılar. İki cemiyet yayın organlarıyla birbirlerini itham etmeye devam etti. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini açıklayıp yaymaya koyuldular.
Cemiyet, Rumeli’de de hızla teşkilâtlandı. Yalnız Tiran’da olmak üzere, Köstence, Dobruca, Şumnu, Plevne, Sofya, Kızanlık, Vidin ve İşkodra’da bir çok şubeler açıldı. İttihâd ve Terakkî cemiyeti batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıtıldı.
1906 Eylül’ünde ekseriyeti üçüncü ordu subaylarından olan; Bursalı Tâhir, Nâki, Edib Servet, Kâzım Nâmi, Ömer Naci, İsmâil Canbolat, Hakkı Bahâ beyler ile posta ve telgraf idaresi başkâtibi Mehmed Talat, Rahmi ve Midhat Şükrü beyler tarafından Selanik’te Osmanlı Hürriyet cemiyeti kuruldu. Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirme gayesini güden, ihtilâlci bir hüviyete sâhib olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gaye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Cemiyet, silâhlı kuvvetler çevresinde hızla yayıldı. Asker ve sivil üyeleri fazlalaşarak ihtilâlci bir güç meydana geldi. Bu cemiyet bir yıl sonra Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyetinin Paris şûbesiyle birleşme karârı aldı. Böylece Osmanlı Hürriyet cemiyeti de Terakkî ve İttihâd adını aldı. Hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyet gösteren Terakkî ve İttihâd cemiyetinin biri Selânik’de, diğeri Paris’de olmak üzere iki merkez-i umûmîsi ortaya çıktı.
Bu birleşmeden sonra Rumeli’de hızlı bir şekilde teşkilâtlanan Osmanlı Terakkî ve İttihâd cemiyeti komita faaliyetlerine girişti. Enver Bey, Tikveş yöresinde; Niyazi ve Eyyûb Sabri beyler Resne ve Ohri’de; Selâhaddîn ve Hasan Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet taburları kurarak tedhiş hareketlerini yaygınlaştırdılar. Bulundukları bölgelerdeki gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla da iş birliği yaparak, müslüman ahâliyi sultan Abdülhamîd Han’a karşı ayaklanmaya çağırdılar. Durumun tehlike arz ettiğini gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu komita faaliyetlerini bastırmak üzere Makedonya’ya asker sevk etti. Gönderilen askerî birliklerden de İttihâd ve Terakkî komitacılarına katılanlar olması, cemiyetin Manastır’da ve Selanik’te hürriyet îlân edeceğine dâir aldığı karârı pâdişâha bildirmesi, durumu iyice tehlikeli bir hâle soktu. Bu defa sultan İkinci Abdülhamîd Han, Şemsi Paşa’yı ayaklanmayı bastırmakla vazifelendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâh’a son raporunu vermek üzere girdiği Manastır postahânesinden çıkarken İttihâd ve Terakkî komitacılarından Bigalı teğmen Atıf tarafından öldürüldü. Dağa çıkan komitacıların sayısı gittikçe arttı. Komitacılar, 20 Temmuz 1908’de Firzovik’te halkı meydana toplayarak hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteri yaptı. Bu vak’alardan sonra Tatar Osman Paşa, İzmir ve civarı redif kuvvetleri de kendisine verilerek, Manastır ve havalisi fevkalâde kumandanı olarak bu bölgeye gönderildi. Ohri taburu kumandanı Eyyûb Sabri ve Resne kuvvetleri kumandanı Niyazi beyler Manastır’da Osman Paşa’nın oturduğu konağı muhasara ederek kendisini Resne’ye götürdüler.
Durumun nazikliği üzerine Kânûn-i esasiyi yürürlüğe koyan sultan İkinci Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyet’i îlân etti. Meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde birleştirici olduğunu îlân eden İttihâd ve Terakkî; Prens Sebahaddîn grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdu. Partinin Selanik’teki merkez-i umûmî üyelerinden Ahmed Rızâ, Talât, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmâil Hakkı, Dr. Bahaeddîn Şâkir ve Nâzım beyler hükümetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Kendileri kabineye giremedilerse de hükümet üzerinde hâkimiyet kurdular. Tecrübesizliklerinden dolayı kabineleri doğrudan doğruya kurmak yerine kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler. 4 Ağustos 1908’de kurulan meşrûtiyetin ilk kabinesi olan Saîd Paşa hükümeti, İttihâd ve Terakkî’nin baskısına dayanamıyarak 13 Ağustos’ta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defa kurulan Saîd Paşa hükümeti ise beş gün dayanabildi. İttihâd ve Terakkî iktidar olmamıştı ama hükümeti ve hükümetin icrâatını kendisi tâyin ediyordu. 21 Ağustos’da İttihâd ve Terakkî’nin baskısıyla Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Hükûmetlerdeki istikrarsızlık, İttihâd ve Terakkî’nin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetleri üzerine, 5 Ekim’de Bulgaristan bağımsızlığını îlân etti. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhak etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı.
Meşrûtiyetin ilânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddin Bey grubu, İttihâd ve Terakkî ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihâd ve Terakkî’den bekledikleri iltifatı göremediler. İttihâd ve Terakkî ile tamamen irtibatı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül’de Ahrâr fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhalefetin sesi hâline gelen Ahrâr fırkası, İttihâd ve Terakkî’nin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdâd meydana gelebileceği konusunu işledi. İdarî ve siyâsî mes’ûliyetten uzak olan İttihâd ve Terakkî’nin devlet işlerine karışmasını, hükümeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti.
İttihâd ve Terakkî’nin, Kâmil Paşa hükümeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi yüzünden, Kâmil Paşa ile İttihâd ve Terakkî’nin arası açıldı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 târihleri arasında İttihâd ve Terakkî’nin kongresi toplandı ve cemiyet için yeni bir siyâsî program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyâsî fırka (parti) hâline geldiği îlân edildi. Gayr-i müslim ve Türk olmayan unsurlarla, aslında İttihâdcı zihniyette olmayan Türk unsurunun da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihâd ve Terakkî kazandı. 17 Aralık 1908’de sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın konuşmasıyla yeni seçilen Meclis-i meb’ûsân açıldı. Sadrâzam Kâmil Paşa’nın hükümette bâzı değişiklikler yapması, İttihâd ve Terakkî’nin Bâb-ı âlî’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihâd ve Terakkî ile Sadrâzam’ın ve Bâb-ı âlî’nin arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da Meclis-i meb’ûsânda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rızâ, Talat, Câvit ve Enver Bey gibi ittihâdcıların faaliyetleri sonucu Kâmil Paşa hükümeti düşürüldü. Sadrâzamlığa Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî’ye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhalefet şiddetlendi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr fırkası, Meclis dışında ise Serbesti gazetesi muhalefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski me’murlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makaleler yayınladı. Siyâsî rakîblerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihâdçılar, Serbesti gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenaze töreni ittihâdcıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyan etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihâd-ı Muhammedi cemiyeti ve yayın organı olan Volkan gazetesi de, İttihâd ve Terakkî aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihâd ve Terakkî’nin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahanesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihâd ve Terakkî’nin Pâdişâh’a ve hilâfet makamına karşı olan sevimsiz hareketleri de sağduyu sahibi müslüman ahâlide nefret uyandırdı.
İttihâd ve Terakkî, Pâdişâh’a sâdık birinci orduya güvenmeyerek Selânik’deki üçüncü ordudan avcı taburları getirtti. İttihâdcılar tarafından tertib edilen ve Selânikten getirilip Derviş Vahdeti isminde bir kimse tarafından “Din elden gidiyor” “Şeriat isteriz” gibi sloganlarla kışkırtılan avcı taburları tarafından çıkartıldığı tesbit edilen 31 Mart Vak’ası üzerine İttihâd ve Terakkî tarafından, Selanik’ten Bulgar, Sırb, Yunan, Arnavud yağmacılarının da bulunduğu hareket ordusu İstanbul’a getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Selanik’ten gelen hareket ordusuna karşı koymak isteyen kendisine sâdık kumandanlara, çarpışılmaması, müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verdi. İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki talimli asker ve sâdık subaylar, gelen hareket ordusunu darmadağınık edebilirdi. Fakat Sultan, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İttihâd ve Terakkî’nin önderliğinde İstanbul’a giren hareket ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler. Pâdişâh’ın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerince tahttan indirildi, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşâd getirildi.
İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı lekeliyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdarı saydığını görerek öldürmeye de cesaret edemediler. Hemen o gece, kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selânik’e götürdüler. Oradaki Alâtini köşküne habs ettiler. Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifa edip Tevfik Paşa sadrâzam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da ermeni ihtilâli oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran ermeniler; İttihâd ve Terakkî’nin seyirci kaldığı hâdiselerde 1850 müslüman-Türk’ü öldürdüler.
Halkın bir araya gelmesiyle ermeni isyânı bastırıldı. Adana’ya vâli tâyin edilen İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinden Cemâl Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için ermenîlerle birlikte hareket ederek yüzlerce müslümanı asıp kesti.
31 Mart ayaklanmasının bastırılmasından ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihâd ve Terakkî, bütün fırkaları lağv ederek muhalif olanları tevkif ettirdi. Bu arada hiç bir kabahatleri olmadığı hâlde, sâdece cemiyete karşı oldukları zannedilen bir çok zabit de tutuklanarak Bekirağa bölüğüne hapsedildi. İstanbul’da örfî idare (sıkıyönetim) îlân edilerek Dîvân-ı harb-i örfîlerle (sıkıyönetim mahkemesi) birlikte darağaçları kuruldu. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da îdâm edildi. Eski devre âid devlet adamlarından pek çok kimse çeşitli yerlere sürüldü. İttihâd ve Terakkî erkânının devlet işlerini, doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrâzam oldu. İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve maceracı Talat Bey de bu kabînede dâhiliye nâzırlığına getirildi. İttihâd ve Terakkî’nin keyfî baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidardan sonra tekrar istîfâ etti, Sadâret makamına getirilen Roma sefîri Hakkı Paşa kabînesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmûd Şevket Paşa, harbiye nâzırı olarak vazîfe aldı.
Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihâd ve Terakkî, Sadâ-yı Millet gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın Balkan siyâsetinin esâsı olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekabete son veren İttihâd ve Terakkî, güya Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilâfı gidermek bahanesiyle kiliseler kânununu çıkardı. Netîcede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiç bir ihtilâf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi Yunan kralına bağlılık yemîni etti.
Bu sırada, harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablus’daki askeri Yemen’e sevk etmek, bir çok ihtarlara rağmen mühimmatı da İstanbul’a getirmek suretiyle bu bölgeyi müdâfâdan mahrum hâle getirdi. İtalyanların teşebbüsleri üzerine Trablusgarb vâli ve kumandanı Müşir İbrâhim Paşa da vazîfeden azledilerek bu vilâyet kumandansız ve vâlisiz bırakıldı. Roma hükümeti de bu vaziyetten istifâdeyle İttihâd ve Terakkî’nin Trablusgarb ve Bingâzi’deki halkı İtalyanlar aleyhinde tahrik etmesini ve Osmanlı vapurlarıyla oralara asker ve mühimmat sevk olunduğunu iddia ile 23 Eylül 1911’de verdiği bir ültimatomla Trablus ve Bingâzi’nin boşaltılmasını ve teslim edilmesini istedi. Daha sonra da harb ilân etti. Ciddî bir tedbîr alınmadığı için Trablusgarb’ın elden çıkmasına sebeb olundu. Harb ilânını bildiren ültimatom geldiğinde, İttihâdcıların hâriciye nâzırı, İtalyan sefîri ile satranç oynamakta idi.
Sadrâzamlığı sırasında; Çırağan Sarayı yangını, Bâb-ı âlî yangını, Arnavutluk isyânı, Girid’in Yunanistan’a iltihâkı, Trablusgarb’ın İtalyanlarca işgal edilmesi gibi felâketlerin vuku bulduğu Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Âyân reisi Küçük Saîd Paşa sadrâzam oldu.
İttihâd ve Terakkî’nin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı politika ile dışarıda uyguladığı tavizci politika sebebiyle muhalefet gittikçe fazlalaştı. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedîd hareketi de muhalefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhalefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve İtilâf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki meb’ûs seçiminde başarı göstermesi, İttihâd ve Terakkî’ye karşı muhalefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’ûsândaki hâkimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihâd ve Terakkî, Kânûn-i esâsîde değişiklikler yaparak hükümetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükümetle meclis-i meb’ûsânın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükümetler ard arda istifa etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle Meclis-i meb’ûsân feshedilerek tekrar seçime gitme karârı ahndı. “Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihâd ve Terakkî’nin çeşitli tedhiş hareket ve hileleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihâd ve Terakkî elde etti. Meclisde ekseriyeti elde eden İttihâd ve Terakkî: hükümete kendi adamlarını getirmek suretiyle baskı rejimini iyice arttırdı.
Muhalefetin desteğiyle, ordu içinde İttihâd ve Terakkîye karşı olan subaylar tarafından Halâskârân-ı zâbitân grubu kuruldu. Bu grub, hükümete gizli tehdîd ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Saîd Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Bu sırada meydana gelen bâzı iç ve dış hâdiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihâd ve Terakkî iktidara tâlib olmayınca, 21 Temmuz’da partilerüstü görünümde olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti kuruldu.
Aslında İttihâd ve Terakkî’ye karşı bir tepki hükümeti olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahaneyle Meclis-i meb’ûsânı fesh ettirdi. Bu sırada meclis dışında kalan İttihâd ve Terakkî’nin tahrik ve teşvîkleriyle yapılan gösterilerden sonra Balkan harbi başladı. Ordunun siyâsete sokulması ve subayların İttihâdcı-îtilâfçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğradı. Osmanlı orduları ancak Çatalca hattında tutunabildiler. Kısa bir müddet sonra Gâzi Ahmed Muhtar Paşa’nın sadrâzamlıktan istifa etmesi üzerine Kâmil Paşa hükümeti kuruldu. Yeni hükümet döneminde Balkan harbinin felâketli neticeleri devam etti. Kâmil Paşa hükümetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihâd ve Terakkî, normal yollardan iktidara gelemeyeceğini anlayınca hükümete karşı darbe plânladı. 23 Ocak 1913’de Bâb-ı âlî baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidara el koydu. Sadrâzam Kâmil Paşa’nın zorla istifa ettirilmesi üzerine, İttihâdcı olan Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmûd Şevket Paşa da 11 Haziran 1913’de İttihâdçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmûd Şevket Paşa’nın ölümünden sonra Saîd Halim Paşa’nın sadrâzam olmasıyla İttihâd ve Terakkî tam iktidar oldu. İttihâd ve Terakkî’ye faal olarak bizzat hizmet eden Saîd Halim Paşa hükümetinin bütün üyeleri ittihâdcı idi. Saîd Halîm Paşa’nın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşa’nın bir buçuk senelik sadâret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve habs korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve namus emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı moda olmaya başladı. Her vilâyette zâlimler, ırz düşmanları türedi.
1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihâd ve Terakkî, bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devleti’ni Harb-i umûmî diye bilinen Birinci Dünyâ harbine soktu. Hiç bir mecburiyet yok iken ve Osmanlı ordusunun güçsüz, silâhsız ve techîzâtsız olduğu bir dönemde Talât, Enver ve Cemâl gibi İttihâd ve Terakkî paşalarının çeşitli hülyâlarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devam etti. 1914-1918 yılları arasında devam eden Birinci Dünyâ harbinde pek çok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce müslüman-Türk evlâdı şehîd düştü. Savaşın mağlûbiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrâzam Talat Paşa istifa etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında sultan Abdülhamîd’den devr alınan üç kıt’aya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtiras ve cehalet ile târihin sinesine gömen ve birinci derecede mes’ûl olan İttihâd ve Terakkî, iktidardan uzaklaştı. Şahsî ihtiras ve ikbâl için bir milleti harbe sokarak müslüman-Türk evlâdlarından en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehîd olmalarına sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenleri, bir kaç milyon kilometre kare olarak devraldığı bir memleketi bir kaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver, Talat ve Cemâl paşalar ile doktor Bahaddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesini imza ettikten bir gün sonra gece yarısı koca Osmanlı Devleti’ni yıktıkdan sonra, ihanetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar.
Sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kanunuyla Balkanlardaki hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devleti’nden kopmasına sebeb olan, Bâb-ı âlî baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idare eden, Sarıkamış faciasında on binlerce müslüman-Türk’ün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal seferini açarak Filistin ve Suriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ harbi müddetince Anadolu’da halkı; açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemâl Paşa da Tiflis’de işbirlikçileri ve müslüman Türk’e tercih ettikleri ermeniler tarafından öldürüldüler.
İlk önce gizli bir cemiyet şeklinde kurulup, yurt içinde ve yurd dışında teşkilâtlanan, Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek için Osmanlı ve İslâm düşmanlarıyla işbirliği yaparak komitacılık faaliyetlerinde bulunan İttihâd ve Terakkî, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazandı. İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihâd-ı anâsırcı bir çizgi izlediği ve daha sonraki dönemlerde, bünyesinde Türk olmayanlara yer verdiği hâlde, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi tâkib eder göründü. Doğrudan cemiyete âid ve bağlı gazeteler olarak Selânik’de çıkan İttihâd ve Terakkî, Hürriyet, Rumeli, İstanbul’da yayınlanan Tanin ile Şûrâ-yı ümmet gazetelerinin yanında bağımsız fakat İttihâd ve Terakkî’nin destekçisi Hüviyetindeki Tasvîr-i Efkâr, Tercümân-ı Hakikat gazeteleri ile fırkaya eğilimli İstiklâl, Hak, Hâdisât, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şûrâ-yı ümmet gibi mîzâh gazeteleri; Türkçülere âid yayın organlarından; Türk Yurdu, İslâm mecmuası, Yeni mecmua İttihâd ve Terakkî’nin fikirlerini desteklediler.
Talat, Saîd Halîm, Enver, Cemâl, Halil ve Nuri paşalar, Babanzâde İsmâil Hakkı, Seyid, Hacı Âdil, İsmâil Hakkı, Hüseyin Câhid (Yalçın), Ahmed Rızâ, Halil (Menteşe), Ziya (Gökâlp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Nâci, Ahmed Şükrü, Dr. Nâzım, Câvit, Bahaddîn Şâkir, (Kara) Kemâl, (Küçük) Talat beyler ve Hâfız İbrâhim, Emrullah, Hayri, şeyhülislâm Mûsâ Kâzım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibileri İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen elemanlarındandı.
On seneye yakın bir müddet iktidarda kalan, koskoca Osmanlı Devleti’nin yağma edilmesine sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin son kongresi, Birinci Dünyâ harbinin mağlûbiyetle bitmesinden sonra 14 Kasım 1918’de toplandı. Bu kongrede kendini feshederek, târihe karıştığını ilân etti. Bâzı İttihâdçılar birleşerek Teceddüd fırkasını kurdular. Resmî ve kânûnî olarak târihe karışan İttihâd ve Terakkî’nin mensubları kendilerine yeni yollar aramaya devam ettiler. Daha sonra İttihâdcılara karşı sert tedbirler alındı. Kurulan Dîvân-ı harb-i örfî tarafından yargılandılar. Tevfik Paşa hükümetince, İttihâd ve Terakkî’nin mallarına el kondu. Bir kısım malları ise Teceddüt fırkasına devredildi. Yurt dışına kaçanların gıyaben cezalandırılmaları sırasında bir kısmı da mahkûm edilerek Bekirağa bölüğüne habs edildiler. Daha sonra da Malta’ya sürüldüler. Ancak Müdâfaa-i Hukuk cemiyetleri olarak fiilen istiklâl savaşı sırasında faaliyet gösterdiler. Partizanlık, mizaçları hâline geldiği için, millet düşmanla çarpışırken onlar siyâsî hesap peşindeydiler. Cemiyetleri yok oldu ise de, geride zihniyetleri kaldı. Ülkedeki halk düşmanlığı, bölücülük, jurnalcilik hastalıkları, İttihadçıların cemiyetimize adapte ettiği kötü örneklerden sâdece bir kaçıdır.
Cemiyet; kuruluş, teşkilatlanması ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Abdülhamîd Han’a karşı gizli olarak kurulan cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten merkez-i umûmî (genel merkez), üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merasimlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, Tahlif hey’eti (yemin kurulu) önünde yemîn ederlerdi. Hey’et başkanı, önce cemiyetin gayesini, cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra merkez-i umûmînin hazırladığı yemîni okurdu. Aday üye, inandığı dînin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilâtın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedaya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedaî şubeleri kurulmuştu. Fedaîler görev sırasında öldükleri takdirde, cemiyet, ailelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez hey’etleri, yargıç kurulları gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezalandırırlardı. Cinayetten hüküm giyenler ölüm cezasına çarptırılırdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Siyâsî Partiler (T. Zafer Tunaya); cild-1, sh. 21, cild-2, sh. 51, 52
 2) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd Terakkî (A. Bedevî Kuran)
 3) İttihâd Terakkî ve Jön Türkler (Şükrü Hanioğlu)
 4) İttihâd ve Terakkî 1908-1912 (Firûz Ahmed, İstanbul 1988)
 5) The Young Türks Prelude to the Revolution of 1908 (Ramsaur)
 6) Eshâb-ı Kiram; sh. 135
 7) İttihâd ve Terakkî içinde dönenler (S.N. Tansu)
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 21

İKİNCİ MAHMUT HAN


Babası.................... : Abdülhamîd Han-I
Annesi.................... : Nakş-i Dil Sultan
Doğumu.................. : 20 Temmuz 1786
Vefâtı...................... : 1 Temmuz 1839
Tahta Geçişi............ : 28 Temmuz 1808
Saltanat Müddeti..... : 31 sene 4 gün
Halîfelik Sırası........ : 95
Osmanlı sultanlarının otuzuncu ve İslâm halîfelerinin doksan beşincisi. Sultan birinci Abdülhamîd Han’ın oğlu olup, 20 Temmuz 1786’da Nakş-i Dil Sultan’dan İstanbul’da doğdu, iyi bir eğitim ve öğretim gördü. Yüksek din ve fen ilimlerini, devrin kıymetli âlimlerinden öğrendi. Amcası sultan üçüncü Selîm, yetişmesine çok îtinâ göstererek devrin modern askerî ve teknik bilgilerini ve devlet idaresini iyi bir şekilde öğrenmesini sağladı. Sultan üçüncü Selîm tahttan indirildikten sonra, şehzâde Mahmûd’la sık sık görüşerek, ona politik tavsiyelerde bulundu ve bir çok hatâsını anlatarak, tahta çıktığı zaman dikkat etmesi gereken hususları bildirdi.
Sultan üçüncü Selîm’in tahttan indirilmesiyle yerine geçen dördüncü Mustafa Han, İstanbul’da tam asayişi sağlayamamıştı. Zîrâ bir çok devlet ileri geleni âsîler tarafında idi. Rusçuk âyânı olarak bilinen Alemdâr Mustafa Paşa’ya sığınan bâzı ıslahatçı devlet adamları üçüncü Selîm’i tekrar tahta geçirmek istiyorlardı. Bunun için de devlet ileri gelenlerine farkettirmeden Alemdâr’ın İstanbul’a gitmesi lâzımdı. Alemdâr Mustafa Paşa bu nâzik işi başarabilmek için sultan dördüncü Mustafa’nın ve sadrâzamın îtimâdîarını kazandı. Edirne’den İstanbul’a dönen sadrâzama 16.000 kişilik sâdık askeriyle iştirak etti. Bu sırada Pınarhisar âyânı Hacı Ali Ağa, Alemdâr’in emri ile Kabakçı Mustafa’yı öldürerek kafasını sadrâzama yolladı. Bu durum saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük bir telâşa sebeb oldu. 19 Temmuz 1808 Salı günü İstanbul’a giren Alemdâr, zorbaları ortadan kaldırmaya başladı, Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, artan nüfuzundan rahatsız olduğu Alemdâr’dan, İstanbul’u terk etmesini istedi. O da bunun üzerine on beş bin kişi ile Bâb-ı âlîyi bastı ve mühr-i hümâyûnu aldı. Sultan Selîm’i tekrar tahta çıkarmak için saraya gitti. Zorbaların kandırması ile sultan dördüncü Mustafa; üçüncü Selîm ve şehzâde Mahmûd’un öldürülmesi için ferman çıkarttı ve tahttan çekilmek istemediğini Alemdâr’a bildirdi. Bunun üzerine Alemdâr kuvvet kullanmaya karar vererek saray kapısını kırdırmaya başladı.
Bu sırada zorbalar ise harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm’e alçakça saldırdılar. Sultan Selîm, Nizâm-ı cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada yalnız kaldı. Hançer darbeleriyle son nefesini veren üçüncü Selîm’in vücudunu Alemdâr’ın kırdığı kapının önüne bıraktılar. Hizmetkârlarının yardımıyla zorbaların elinden kurtulan şehzâde Mahmûd, Alemdâr tarafından tahta geçirildi. Alemdâr, ulemâ, devlet ricali ve ocak ağaları sultan İkinci Mahmûd Han’a bîat ettiler. Sultan Mahmûd, pâdişâh olur olmaz Alemdâr’a sadâret mührünü verdi.
Sultan Mahmûd, Alemdâr’ı sadrâzam yaptıktan sonra, zorbaları cezalandırmakla görevlendirdi. Kabakçı Mustafa isyânında rol oynayanların hepsi cezalandırıldı. Fesat çıkaranlar İstanbul, dışında ikâmete mecbur tutuldu. İstanbul’da otorite sağlanmaya çalışılırken Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde ve bilhassa, Halep ve Bağdad’da vâlilerin çıkardığı karışıklıklar devam ediyordu. Cezâyir’in idaresini dayılar ele geçirmişti. Vehhâbîler Harameyni zaptederek, hutbelerden pâdişâhın adını kaldırmışlardı. Bu kötü gidişe dur demek isteyen sultan Mahmûd, Anadolu ve Rumeli vâlilerini İstanbul’a davet etti. Bu vâlilerin yeni Sultan’a bağlılıklarını bildirmeleri istendi. Valiler İstanbul’a gelip, sultan Mahmûd Han’a bağlılıklarını arz ettiler ve muhtemel âsîlere karşı ittifak senedi imzaladılar (Bkz. Sened-i İttifak).
Sultan Mahmûd, yeniçeri ocağının artık hiç bir işe yaramadığına ve bir anarşi yuvası hâline geldiğine inanmıştı. Bu ocağın tamamen ortadan kaldırılması yeni bir isyâna sebebiyet verebilirdi. Onun için, ocak mensuplarını kuşkulandırmayacak şekilde yeni tâlim ve terbiye usûllerinin tekrar tatbik edilmesini istedi. Fakat yeniçeriler bu icrâattan memnun olmadılar. 14 Ekim 1808’de kapıkulu ocağının sekizincisi olarak Sekbân-ı cedîd adıyla modern bir ordu kurulmaya başlandı. Sekbân-ı cedîd askeri, yeniçeriler ve tarafdârları tarafından Nizâm-ı cedîd’in ihyâsı alarak kabul edildi. Veziriazam Alemdâr Mustafa Paşa’nın devlet adamlarına ve askerlere karşı tavizsiz icrâatları, yeniçerileri harekete sevk etti. 14-15 Kasım gecesi meydana gelen ve Alemdâr vak’ası denilen hâdiselerde sadrâzamın konağı basıldı. Alemdâr Mustafa Paşa âsîlere karşı kahramanca mücâdele etti. Bulunduğu yerin kubbesinin delinmeye başlanması üzerine, barut fıçısını ateşledi. Meydana gelen patlamada beş yüz civarında âsî öldü. Alemdâr’ın cesedi iki gün sonra enkaz altından çıkarıldı (Bkz. Alemdâr Mustafa Paşa).
Alemdâr vak’asında, tahttan indirilen sultan dördüncü Mustafa’nın teşvîki olduğu anlaşılınca, devletin geleceği düşünülerek, şeyhülislâmın verdiği fetva gereğince dördüncü Mustafa öldürüldü. Asîler daha sonra saraya saldırdılar. Sultan Mahmûd’u tahttan indirip yerine bir başkasını tahta geçirmek istediler. Saray muhafızı Sekbanlarla âsîler arasında kıyasıya bir mücâdele oldu. Saraya giremeyeceklerini anlayan âsîler geri çekildiler. Peşlerine takılan Abdurrahmân Paşa üç bin âsiyi öldürdü. Sultan, donanmaya emir vererek yeniçeri ağasının konağının bulunduğu yeri bombalattı. Âsîler, Pâdişâh’la başa çıkamıyacaklarını anlayınca, ulemâya sığındılar. Ulemânın karârına uyacaklarına söz verdiler. Ulemâ şu karârı verdi: “İki taraf derhâl ateş keserek, kapıkulu kışlalarına girecek, Pâdişâh da Sekbân-ı cedîd ordusunu lağvedecekti.” Sultan Mahmûd Sekbân-ı cedîdi kaldırmayı kabul etti. 18 Kasım’da bu ocakta bulunan askerleri terhis etti ve memleketlerine gönderdi. Subaylarına çeşitli vazifeler verdi. Asîler, isyân sırasında, devleti ayakta tutan savunma müesseselerini kundaklayıp, büyük yangınlar çıkarmışlardı. Sultan derhâl bunların onarımına başladı.
Sultan İkinci Mahmûd Han böylece yalnız yenilik hareketlerinin boğulmasına ve payitahtın ihtilâllere sahne hâline gelmesine şâhid olmakla beraber; isyânlar, muhârebeler ve hattâ Osmanlı Devleti’nin taksim teşebbüsleri ile karşı karşıya kaldı. Fakat bu kadar ağır şartlar ve hâdiseler genç pâdişâhın ümid ve cesaretini kırmadı. O, ecdadına yakışırbir irâde ile mücâdelesine devam etti ve zamanı geldikçe fikirlerini tatbîke girişti. Zîrâ devletin karşılaştığı dış ve iç gaileler, beklemeyi gerektiriyordu. Nitekim İstanbul’daki duruma göre hareket eden Ruslar son iç savaştan cesaret alarak, Osmanlı Devleti’nden Eflak ve Boğdan’ı talep ettiler. Ruslar bu şartlar kabul edilmediği takdirde muahedenin İstanbul yakınlarında imzalanacağını da bildiriyordu. Bu Rus ültimatomundan müteessir olan sultan Mahmûd Han, yazdığı bir Hatt-ı hümâyûn ile Fâtih Câmii’nde büyük bir şûra topladı. Burada Rus tekliflerinin ağırlığını bildiren Sultan, bütün milleti din ve devlet uğrunda seferber olarak sancak-ı şerîf altında toplanmaya ve orduya iltihâka davet etti. Hatt-ı hümâyûnun eyâletlere de gönderilmesi netîcesinde, bütün millet heyecan içerisinde kaldı. Yurdun dört bir yanından gelen gönüllüler ve medrese talebeleri bu cihâda katıldılar. Nitekim bu kuvvetler sayesinde Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan’a kadar istilâ eden Ruslar, Tuna’nın öbür yakasına kadar püskürtüldü. Bu arada Rusya ile arası bozulan Fransa kralı Napolyon’un Moskova seferine hazırlanması neticesinde, Osmanlı Devleti Ruslar ile 1812’de Bükreş muahedesini imzaladı (Bkz. Bükreş Andlaşması).
Osmanlı Devleti, Rusya ile sulh andlaşmasını imzaladı ise de bu defa da dâhilde Sırp, Eflak, Boğdan, Hicaz’da vehhâbîler ve bilhassa Yunan isyânları ile yeni bir sıkıntının içerisine düştü. Bükreş andlaşması ile muhtariyet kazanmalarına rağmen, Sırplar rahat durmuyorlardı. Sırbistan’daki kalelerde Osmanlı askeri bulunmasını bahane ederek, Osmanlı Devleti’ne ödeyecekleri senelik vergiyi kestiler. Tam istiklâl propagandaları yaparak kalelerdeki Osmanlı askerlerine saldırmaya başladılar. 1813 senesinde, Sırpları yola getirmek için Hurşit Paşa seraskerliğinde sefere çıkıldı. Hurşid Paşa, Belgrad’a giderek, âsîleri yola getirdi. Âsî Sırp lideri Kara Yorgi, esir düşmemek için, Avusturya’ya kaçtı ve burada yakalanarak habse atıldı. Belgrad ve Semendire kaleleri Osmanlılara tâbi oldu. Serasker Hurşid Paşa’nın umûmî af îlân etmesiyle, Sırpların başına Miloş Obrenoviç geçti. Miloş Obrenoviç ve Kara Yorgi’nin Sırbistan’daki liderlik mücâdeleleri kanlı hâdiselere sebeb oldu. Osmanlı Devleti’ne sadâkatle hizmete devam eden Miloş, Avusturya’dan dönen Kara Yorgi’yi öldürdü. Sırbistan’ın, dış işlerinde Osmanlılara bağlılığı devam etti.
Osmanlı Devleti iç isyânlar ve Rusya ile savaşırken, Arabistan’daki vehhâbîler Osmanlı Devleti’ne siyâsî faaliyetlerden katliâmlara kadar varan tecâvüzlerde bulunuyorlardı. Ayrıca Hicaz’ı istilâya teşebbüs eden vehhâbîler hac mevsiminde hacıların yollarını kesip, işkence yaptıkları gibi, dîne hakaretleri dayanılamayacak bir duruma getirdiler. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya emir gönderip, vehhâbîleri yola getirmesini emretti. Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’nın kumandasında bir kolorduyu 1811 senesinde Hicaz’a gönderdi. Ancak Tosun Paşa’nın muvaffakiyetsizliği üzerine bizzat harekete geçen Mehmed Ali Paşa, Mekke şerîfi Gâlib Efendi ile de istişareler yaparak bir dizi harpden sonra mübarek beldeleri vehhâbîlerden temizledi (Bkz. Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Vehhâbîlik). Vehhâbîler karşısında kazanılan zaferler, İslâm memleketlerinde büyük sevince sebeb oldu. Mısır’da üç gün şenlik yapıldı. Zafer haberine çok sevinen sultan Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya ihsânlarda bulundu.
Öte yandan Türklerin idaresinde dînî, içtimaî ve kültürel muhtariyetlerini muhafaza eden rumlar, Fransız İhtilâlinin getirdiği milliyetçilik fikirlerine bağlanarak Rusya ve Avrupa’nın himâyesi ve şımartmasından cesaret almışlardı. Fenerli rumlarla eskiden beri sıkı münâsebetlerde ve İngilizlerle gizli muhaberelerde bulunan Hâlet Efendi’nin hâince faaliyetleri ve husûsiyle Tepedelenli Ali Paşa’yı bertaraf etmesi Yunanlılara ayaklanma fırsatı verdi. Etniki Eterya adı altında masonik esaslara dayanan gizli bir cemiyet kuran rumlar, bunu Rus çarına bağışlayarak halkın cesaretini artırmışlardı. Odesa’da, Yunanistan’da, adalarda ve hattâ bizzat İstanbul’da şubeleri olan bu fesat cemiyeti; masonik esaslara ve şifrelere göre teşkîlât ve faaliyetlerini geliştirmiş, Avrupa’da ve Rusya’da bulunan sermayedarlar da bu millî seferberliğe katılmışlardı. Bunlar mektepler açıyor, Avrupa’dan getirdikleri muallimlerle yeni nesli hazırlıyor, propagandalarını bunlar ve kilise mensupları vâsıtasiyle her tarafa yayıyorlardı.
Etniki eterya cemiyeti 8 Ekim 1820’de, her tarafa gönderdiği bir beyanname ile isyân hazırlığı işaretini veriyor; patrik de parolalı ifâdelerle hareketi teşvik ettiğini bildiriyordu. Sâdece İstanbul’da cemiyetin on sekiz bin âzası bulunduğu rivayet ediliyor, isyân günü yaklaştıkça rumların şımarıklığı artıyordu. Rumlar, silâhları ve Avrupa’dan satın aldıkları harp gemileri ile hazırlandılar. Plâna göre İstanbul’da yangın ve katliâm ile başlayacak hareketle İstanbul halkı dehşete düşürülecek, Türk donanması yok edilecek ve bizzat sultan Mahmûd da yakalanarak Osmanlı Devleti yerine Bizans Devleti kurulacaktı.
Ancak sultan Mahmûd Han rumların hıyanetlerinden haberdârdı. Yığınlarca toplanan gizli vesikaları tercüme ettirmiş, patriğin, metropolit ve papazların nasıl bir taassubla isyânı kışkırttıkları meydana çıkmıştı. Nitekim Yunanlılar 1821’de Mora’da ayaklandığı ve isyânın adalara da sıçraması üzerine, sultan Mahmûd Han derhâl üzerlerine kuvvet sevketti. Daha önceden hıyaneti sabit olan metropolit ve isyânın elebaşıları yakalanarak îdâm edildi. Patrik Gregorios da patrikhânenin orta kapısında asıldı. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekası âyât-ı semâviyye ile sabit bulunan din ve devlet aleyhinde işlediği hıyanetler sayılıyor ve başkalarına da ibret olsun diye îdâm edildiği” ifâde ediliyordu. Sultan Mahmûd Han’ın serî hareketle, daha rumlar harekete geçemeden isyânı bir anda bastırması, dış devletlerin olaya müdâhalesini önledi. Ancak Yunanlıların Mora’da başlattıkları isyân büyüyerek adalara ve Selânik’e kadar yayıldı. Bu durum üzerine sultan Mahmûd, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’yı isyânı bastırmaya me’mûr etti. Nitekim Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında gönderdiği küçük fakat disiplinli ve modern ordu, isyânı kısa sürede bastırmaya muvaffak oldu.
Yunan isyânı sırasında yeniçeri ve sipâhîlerin daha fazla bozulduğunu gören sultan Mahmûd Han, bu fesat yuvalarını ortadan kaldırmaya karar verdi. Yeniçerilerin artan tecâvüz ve zorbalıkları umûmî efkârı da aleyhlerine çevirmişti. Pâdişâh, Yunan isyânının bastırılmasıyla kavuşulan sulh devresinde, önce orduyu ıslâha girişti. Tersane ve topçu sınıflarının modernleşmesine ve gemi inşâ işlerine başladı. Bu esnada Tophane’de inşâ olunan Nusrâtiye Câmii’nin açılışında bulundu. Bu sınıfları teknik bakımdan kuvvetlendirip, kendisine bağlayarak disiplin altına almak istiyordu. Sadrâzamın başkanlığında toplanan bir mecliste, kanunnâmelere göre yeniçerilerin, sultan Süleymân devrinde olduğu gibi, kışlalarında kalıp tâlimle meşgul olmaları, nizâmdan ayrılan bu askerlerin Yunan eşkıyasına karşı devletin haysiyetini perişan ettikleri, küçük Mısır ordusunun tâlim ve terbiye sayesinde muvaffakiyet kazandığı ve artık bıçağın kemiğe dayandığı ifâde edildi. Meclisteki din âlimleri de tâlim ve harp fenlerinin öğretilmesi zaruretini, âyet ve hadîslerle te’yîd ettiler. Şeyhülislâmın fetvasını da alan sultan Mahmûd Han, bu suretle eşkinci adı ile yeni bir ocağın kurulmasını emretti. Yeniçeri orta (taburlarından kaydedilen askerlere tâlim ettirilmesi kararlaştırılırken, bu karar hükümet erkânı ile birlikte yeniçerilere de imzalatıldı. Bu münâsebetle Pâdişâh, Kânûnî devri nizamlarının ihyasını bahis mevzuu ediyor, ocağa asla dokunmayacak gözüküyordu.
Bununla beraber yeniçeriler de zorbalıklarına, tecâvüzlerine devam ediyor, taahhütlerine rağmen yine de isyâna hazırlanıyorlardı. Yeniçerilerin artan zulüm ve tecâvüzleri ilmiye sınıfı ve halkı da kendilerine düşman etmişti. Topçu ve tersane ocakları da yeniçerilere karşı Pâdişâh’ı tutuyordu.
Yeniçeriler tâlim yapmayı reddedip, isyâna başlarken, sultan İkinci Mahmûd Han da hazırlanmış bir durumda idi. Beşiktaş Sarayı’nda kılıcını kuşanıp, Topkapı Sarayı’na geçti. Sadrâzam, şeyhülislâm ve devlet erkânını toplayarak yeniçerilerin artık hıyanette bulunduklarını, isyân hareketine geçeceklerini ve tedbir alınmasını belirtti. Âlimler, din ve devletin bekâsı için ve Pâdişâh uğrunda canlarını fedaya, isyânı bastırmaya ve yeniçerileri öldürmeye dâir heyecanlı konuşmalar yaptılar. Bunun üzerine şeyhülislâmın fetvası ile sancak-ı şerîf çıkarıldı. Pâdişâh bütün milleti onun altında toplanmaya davet etti ve bizzat mücâdeleye karışmak istedi. Hakan, 15 Haziran 1826 günü Et meydanındaki yeniçeri kışlalarının topa tutulmasını emretti. Suçsuzların telef olmaması ve kaçmaları için de kışlaların arka kapılarını serbest bıraktı. Böylece bir kaç saat zarfında top gülleleri ve gürültüleri içinde bu târihî ocağın ömrü sona erdi. Bu mücâdele esnasında yeniçeri elebaşıları ve 199. orta (tabur) arasında azılı 31. orta tamâmiyle yok edildi. Diğerlerinin vilâyetlere kaçmalarına göz yumuldu. Hâdisede ölü sayısı altı-yedi bin civarında idi. Ocak, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sâhib idiyse, son bir asırlık felâketlerine de o derece sebeb olmuştu. Bu nedenle yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabul edilerek Vak’a-i hayriyye denildi.
İsyanın bastırılmasından sonra toplanan dîvânda, yeniçeri ocağının kesin bir şekilde kaldırılmasına ve Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkîline karar verildi (Bkz. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye).
Yeniçeri ocağının kaldırılması sırasında, Rus çarı birinci Aleksandr ölmüş ve yerine Türk ve müslüman düşmanı olan birinci Nikola geçmişti. Osmanlı Devleti’nin yeni bir ordu teşkil etmesi, Nikola’nın rahatını kaçırıyordu. Osmanlıların ordusuz olduğu günlerde, Nikola savaş açmak istedi ve Sırplarla ilgili Bükreş andlaşmasına uyulmasını isteyen bâzı tekliflerde bulundu. Osmanlı hükümeti, yeni bir ordu kurmakla uğraştığından, Rusya ile bir harb çıkarmamak için, Nikola’nın isteklerine olumlu cevap verdi. Yapılan görüşmeler neticesinde Rus tüccarlara ticâret serbestisi tanındı. Sırbistan imtiyazlarının açıklanması için Sırp mensupları ile İstanbul’da görüşülerek on sekiz ay zarfında bir karâra varılması ve bu hususun Rusya’ya bildirilmesine dâir iki senet imzalandı (7 Ekim 1827).
Mora’da isyânın tamamen bastırılması, hıristiyan Avrupa’da rumlar lehine resmî bir müdâhale fikri uyandırdı. 6 Temmuz 1827 günü Londra’da Fransa, İngiltere ve Rusya arasında bir protokol imzalanarak Osmanlı Devleti’ne müdâhale edilmesi kararlaştırıldı. Osmanlı hükümeti, bu protokol hükümlerini, iç işlerine karışma saydığı için kabul etmedi. Bunun üzerine müttefik üç devlet, donanmalarına, Mora’yı abluka altına alarak Osmanlı Devleti’ni mütârekeyi imzalamak için zorlama görevini verdi. Bu sırada Osmanlı donanması Navarin limanında idi. İbrâhim Paşa, İngiliz donanma komutanı Cardington tarafından yapılan mütâreke teklifini Pâdişâh’tan yetki almadığı için kabul etmedi. Bunun üzerine müttefik kuvvetlerin amiralleri İbrâhim Paşa’ya bir ültimatom göndererek, Osmanlı ve Mısır askerini Mora’dan çıkarmasını istediler. İbrâhim Paşa’nın bunu da kabul etmemesi üzerine, müttefik donanma Navarin limanına girerek, demirlemiş Osmanlı donanmasına ateş açtı. Bu ateş neticesinde elli yedi Osmanlı gemisi battı ve sekiz bin askeri de şehîd oldu (20 Ekim 1827). Navarin baskınından sonra Fransa, İngiltere ve Rusya hâdiseden haberdâr olmadıklarını îlân edip, mes’ûliyetten kaçmak istediler. Osmanlı Devleti, hâdiseyi protesto edip, tazmînât isteyince, mes’ûl devlet sefirleri İstanbul’dan ayrıldı (Bkz. Navarin Faciası). Osmanlı Devleti, Vak’a-i hayriyye ile ordusuz, Navarin faciası ile de donanmasız kalmıştı. Bunu fırsat bilen Rus çarı Nikola 26 Nisan 1828’de, Osmanlı Devleti’ne karşı savaş îlân etti. Balkanlar ve Kafkasya üzerinden saldırıya geçen Rus kuvvetlerinin kısa zamanda İstanbul önlerine geleceklerine bütün dünyâ inanıyordu. Dîvân toplanarak Rusya’ya harb îlân edildi ve seraskerliğine Bursa vâlisi Ağa Hüseyin Paşa tâyin edildi. Harbin ilk günlerinde Osmanlı ordusu muvaffak oldu ise de kısa bir süre sonra Ruslar hızla ilerleyerek Edirne’ye kadar geldiler. Doğuda ise; Kars, Ardahan Erzurum Rusların eline geçti. Osmanlı hükümeti doğudan ve batıdan tehlike altına girdi ve barış istemek mecburiyetinde kaldı. Çar Nikola da kazandığı zaferlere rağmen güç durumda idi. Zîrâ Rusya’da kargaşalıklar çıkmıştı ve ordu, Edirne önlerine gelmekle, merkezle arası çok açılmış olup, irtibat zor şartlar altında sağlanıyordu. Çar da, Osmanlı Devleti’nin barış tekliflerini kabul ederek, görüşmeler neticesinde 14 Eylül 1829’da Edirne barış andlaşması imzalandı (Bkz. Edirne Andlaşması).
Fransa kralı Osmanlı Devleti’nin Ruslara yenilmesinden faydalanmak istedi. İbrâhim Paşa’nın Mora’dan ayrılması üzerine, Mora’yı işgal etti ve 15 Ağustos 1829’da Yunan Devleti teşekkül ettirildi. Cezâyir dayısı Hüseyin Paşa, Fransız ticâret gemilerine, alacağına mahsuben el koymuştu. Fransızlar, Cezâyir dayısının bilgisizce yaptığı işleri, plânlarını yürürlüğe koymak için vesîle saydılar. Fransa ile Cezâyir dayısının arasını bozan bu hâdisenin ortadan kaldırılması için Pâdişâh bir ferman gönderdi. Cezâyir dayısı, Fransız gemilerini serbest bırakmamakta inad etti. Bunun üzerine Fransızlar, yüz harb ve çok sayıda nakliye gemisi ile Cezâyir üzerine yürüdü. 12 Haziran 1830 günü Cezâyir’e 16.000 kişilik bir kuvvet çıkaran Fransa donanması karşısında dayı Hüseyin Paşa mağlûb oldu. Bâb-ı âlî, Rusya ile yaptığı harpten yeni çıktığı ve Cezâyir’in merkezden uzak olması yüzünden yardım yapamadı.
Sultan İkinci Mahmûd Han bir yandan devlete yeni nizâm verirken, bir yandan da iç ve dış dehşetli buhranlarla dağılmak tehlikesine mâruz kalan ülkesini kurtarmaya çalışıyordu. Bunlar arasında en mühimi Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyân oldu.
Mısır’da hâkimiyetini kurmak isteyen Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında, daha ordusu bütünüyle teşekkül etmemiş olan Osmanlı Devleti karşısında Suriye’de galip geldi. Şam halkı, Mehmed Ali Paşa’yı tanımak zorunda kaldı. İbrâhim Paşa, ordusu ile Kütahya’ya gelince, Osmanlı hükümeti Rusya’dan yardım istedi. Bu durum karşısında İngiltere ve Fransa telâşa düştü. Fransa’nın aracılığı ile 8 Nisan 1833 Kütahya andlaşması imzalandı. Andlaşmaya göre, Mehmed Ali Paşa’yı Mısır vâliliğine ilâveten Suriye, oğlu İbrâhim Paşa’ya da Adana eyâleti muhassıllık olarak verildi.
Avrupa devletleri, barış görüşmeleri sırasında daha çok Mehmed Ali Paşa’nın çıkarlarını korumaları üzerine, sultan Mahmûd Han Rusya ile ittifak kurmayı kararlaştırdı. Böylece Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyân milletlerarası ağır bir mes’ele hâlini aldı. Hâdiseyi körükleyen Fransa ve İngiltere bu olaydan azamî istifâdeyi kalkarlarken Osmanlı Devleti zor dönemde bir yara daha aldı (Bkz. Kavalalı Mehmed Ali Paşa). Nitekim bütün buhranlar karşısında irâdesi, sabrı ve cesareti kırılmayan sultan Mahmûd Han, bu hâdisenin ıstırabı içerisinde 1 Temmuz 1839’da vefât etti. Cenazesi Çemberlitaş’daki türbesine defnedildi.
Sultan İkinci Mahmûd Han’ın ilmi fazla olup, dînî, fennî, teknik, askerî, idarî ve san’at sahalarında kendisini çok iyi yetiştirmişti. Dindâr, akıllı, zekî, çalışkan ve azîm sahibiydi. Şâir olup, Adlî mahlası ile şiirler yazdı. İlim, san’at adamlarına ve eserlerine ziyadesiyle alâka gösterir, kıymet verip, himaye ederdi.
Cevdet Paşa diyor ki: “Sultan Mahmûd Han, irâde ve kudret sahibi bir pâdişâh idi. Lâkin iş başında iktidar sahibi devlet adamları yoktu. Bu sebeble sathî taklitler yoluna gidildi. Acele bir şeyler yapmak isteği ile binanın temellerini tahkîm yerine süslemesi ile uğraşıldı.”
Sultan İkinci Mahmûd Han, Osmanlı Devleti’nin ilerlemesini, teknik ve sanayide devrin seviyesine ulaşılmakta görüyordu. Gayret ve sebat sahibi bir pâdişâhtı. Devrindeki bütün hâdiseler karşısında asla ümidsizlik ve gevşeklik göstermedi. Gayreti sayesinde devlet, Avrupai tarzda sistemli bir orduya sâhib oldu.
Mahmûd Han Avrupa’ya, askerlik ve yeni silâhların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Yeniçeri ocağını kaldırarak yerine talimli bir ordu kurmaya çalıştı ve bunun için Avrupa’dan hocalar getirtti, İstanbul, Rumeli, Anadolu ve Arabistan orduları adıyla yeni ordular teşkil etti. Topçu, humbaracı ve lağımcı ocakları, yeniçeriler kadar bozulmadığından, bu ocakları ıslâh etti. Deniz bilgilerini arttırmak için Mekteb-i Bahriye’yi kurdu. Askerî tıbbiye ve Harbiye mekteblerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassıslar getirtti. Bu okulların öğrenci ihtiyâcını karşılamak için medrese ve mekteplere ilâveten sıbyân mekteblerinin üstünde Rüşdiyeler, devlet me’murlarının yetiştirilmesi için de Mekteb-i maârif-i adlî kuruldu. Eğitim ve öğretim parasız olup, ilk öğretim mecburî hâle getirildi. Açılan okulların seviyesini yükseltmek için ve lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için batı dillerinde tercüme bürosu kurdurdu. Avrupa devletlerinin şehirlerine konsolos gönderilmeye tekrar başlanıldı. 1 Ekim 1831 târihinde Takvim-i Vekâyî adlı gazete, Osmanlı Türkçesi ile ülke içinde çıkarılmaya başlandı. Fransızcası da dış ülkelere gönderildi. Avrupa ülkelerine gönderilen gazeteler ile Türkiye’nin propagandası yapılarak, hâdiseler ve ıslâhatlar dünyâ kamuoyunda değerlendirilmeye tâbi tutuldu. Avrupa basınında Türkiye ve sultan Mahmûd Han hakkında neşr edilen yayınlar tâkib edildi.
Sultan İkinci Mahmûd, hükümet teşkilâtı usûlleri ve kıyafet nizâmında da yenilikler yaptı. Osmanlı devlet teşkîlâtındaki sadrâzama başvekil, defterdâra mâliye nâzırı (mâliye bakanı), reisülküttâba hâriciye nâzırı (dış işleri bakanı), sadrâzam kethüdasına dâhiliye nâzırı (iç işleri bakanı) denilmeye başlandı. Devlet bünyesinde büyük yekûn tutan vakıflar için Evkaf nezâreti kuruldu. Hükümet ve ahâlinin önemli mes’elelerinin görüşüldüğü meclis-i Vâlâ-yı ahkâm-ı adliye ve askerî işlerin görüşülüp kararlaştırıldığı dâr-ı şûrâ-yı askerî müesseseleri teşkil edildi. Me’mûrlar iç ve dış işlerde olmak üzere ikiye ayrılıp, maaşları rütbe ve derecelerine göre verilmeye başlandı.
Sultan, bir fermanla devlet için posta müessesesinin gerekli olduğunu açıklıyarak bir teşkilât kurdurdu. Posta teşkîlâtının kurulması üzerine posta yollarının yapımına başlandı. İlk olarak Üsküdar-İzmit arasında yapılan yol, Pâdişâh tarafından hizmete açıldı. Memleketin diğer bölgelerine de posta yolları yapıldı ve postahâneler açıldı. Posta teşkilâtı kurulduğu sırada, memleketin iç ve dışında yapılacak seyahatler için iki usûl kabul edildi. Yurt içinde yapılan seyahatler için yolcuların mürûr tezkeresi taşımaları, yurt dışına gideceklerin ise, her devlette olduğu gibi, hâriciye nezâretinden pasaport almaları şart koşuldu.
1831 senesinde ilk defa kısmî nüfus sayımı yapıldı. Arabistan’dan asker alınmadığı için sayımdan hâriç tutuldu. Dört milyon hıristiyan ile sekiz milyon müslüman ahâlinin sayımı yapıldı. Bölgelerdeki hıristiyanların sayısı, devlete verilen cizye mikdârını da ortaya çıkarmış oldu. Aynı sene ayrıca karantina uygulamasına başlanıldı. Bunun için yurt dışından me’murlar getirildi. Meclis-i sıhhiye cemiyeti ile bir karantina nezâreti kuruldu.
Sultan Mahmûd’un giriştiği bu yenilikler, Türk târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil ettiği muhakkaktır. Fakat bu yol üzerine yürüyen Tanzîmâtçılar ve meşrutiyetçiler, Avrupa ilmini ve tekniğini almak gibi ilmî ve aklî esaslı hedefler dururken, Türk milletinin kültürüne, örf ve âdetlerine uymayan kültürünü almaya çalıştılar. Bir taraftan memleketin içinde bulunduğu maddî-mânevî şartları iyi kavrıyamadıkları, diğer taraftan bu hayatî mes’elede geniş ve ilmî programa dayanan bir görüşten mahrum bulundukları için Türk milletini batıyı körü körüne taklide zorladılar. Nitekim tarihçilerin çoğuna göre büyük ölçüde sultan Mahmûd Han devrinde gerçekleştirilen yenilik hareketleri eğer onun devrinde bir Tanzîmât fermanı şeklinde yayınlansa idi, çok farklı bir yapıda olurdu. Zîrâ, Mahmûd Han, giriştiği yeniliklerle memleketi kurtarmaya çalışırken, ecdâdından mîrâs aldığı millî ve dînî inançlara da bağlı kalmış, ilim ve îmân, akıl ve vicdan arasında ahenkli bir yol tutmuştu (Bkz. Tanzîmât).
Ülkenin imârına; ilim, san’at hayır ve sosyal müesseselerine önem veren Sultan, pek çok eser yaptırdı. Bâyezîd yangın kulesi, Unkapanı ile Azapkapı arasındaki şimdi Unkapanı köprüsü denilen Mahmudiye köprüsü, Beylerbeyi ve Çırağan sarayları, Tophane’deki Nusratiyye, Bahçekapı’daki Hidâyet, Üsküdar’daki Adliye, Arnavutköy sahilindeki Tevfikiyye câmileri bu Pâdişâh tarafından yaptırılmıştır. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesini mükemmel bir şekilde tamir ettirip, iyi bir hattat olduğundan, sandukası pişidesi (örtüsü) üzerindeki yazıyı kendi el yazısı ile yazdı. Tophane’de Kâdirî Câmii ve tekkesini tamir ettirdi.
Mısır, Yanya ve Mora gibi vilâyetlerin isyânı, yeniçerilerin kaldırılmaları ve Rus ordularının saldırmaları sebebiyle bunlarla meşgul olan sultan Mahmûd Han, Mekke ve Medine’yi ancak tamir edebilmiş, kendisinden sonra oğlu Abdülmecîd Han bunları tezyîn için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir.
Sultan Mahmûd Han’ın hanımları Âlîcenâb, Bezmiâlem, Hüsn-i Melek, Aşubkan sultanlardır. Hanımlarından Abdullah, Abdülazîz, Abdülhamîd (iki tane), Abdülmecîd, Bâyezîd, Kemâleddîn, Mahmûd, Mehmed (iki tane), Ahmed (Beş tane), Murâd Nizâmeddîn, Osman, Süleymân olmak üzere on dokuz oğlu; Adile, Fatma (iki tane), Esma, Emine, Ayşe, Atiye, Zeynep, Salime, Münîre, Mihrimâh, Hayriye (İki tane), Hamîde, Hadîce olmak üzere on beş kızı olmuştur.

MUHABBETİN VESÎKASI!

İkinci Mahmûd Han, 1820 senesinde Hücre-i Saadete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki şiir, Osmanlı sultânlarının Resûlullah’a olan hürmet ve muhabbetlerinin bir vesikasıdır:
Şamidan eyledim ihdâya cür’et yâ Resûlallah!
Muradım dergeh-i ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!
Değildir ravdaya şâyeste, destâvîz-i nâçizim.
Kabulünde kıl ihsân inayet, yâ Resûlallah!
Kimim var hazretinden gayri, hâlim eyleyem ilâm
Cenâbındandır ihsân mürüvvet, yâ Resûlallah!
Dahîlek, el-emân, sad el-amân, dergâhına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefâat yâ Resûlallah!
Dü-âlemde kıl istishâb hân Mahmûd-i adlîyi,
Senindir evvel ü âhirde devlet yâ Resûlallah!

Sultan İkinci Mahmûd Han Devri Kronolojisi

28 Temmuz 1808 : Alemdâr Mustafa Paşanın sadârete getirilmesi.
14 Ekim 1808 : Sekbân-ı cedîd ocağının kurulması.
15 Kasım 1808 : Yeniçerilerin isyânı ve sadrâzam Alemdâr Mustafa Paşa’nın ölümü.
22 Kasım 1808 : Memiş Paşa’nın sadârete getirilmesi.
1 Ocak 1809 : Yûsuf Ziyâüddîn Paşa’nın sadârete getirilmesi.
24 Ekim 1809 : Ruslara karşı Tarice zaferinin kazanılması.
10 Nisan 1811 : Laz Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
28 Eylül 1812 : Bükreş andlaşmasının imzalanması.
5 Ekim 1812 : Hurşid Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
2 Aralık 1812 : Medine’nin vehhâbîlerden geri alınması.
23 Ocak 1813 : Mekke’nin vehhâbilerden geri alınması.
1 Nisan 1815 : Mehmed Rauf Paşa’nın sadârete getirilmesi.
5 Ocak 1818 : Derviş Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
26 Eylül 1818 : Deriyye’nin feth edilmesi.
5 Ocak 1820 : Seyyid Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi.
20 Ağustos 1820 : İsyân eden Tepedelenli Ali Paşa’nın Yanya’da kuşatılması.
21 Şubat 1821 : Yunan isyânının başlaması.
28 Mart 1821 : Benderli Ali Paşa’nın sadâreti.
20 Nisan 1821 : Hacı Salih Paşa’nın sadâreti.
13 Ocak 1822 : Yunanlıların bağımsızlıklarını ilân etmesi.
23 Mart 1822 : Sakız adasındaki rumların isyân etmesi.
15 Haziran 1826 : Yeniçeri ocağının kaldırılması.
5 Haziran 1827 : Atina’nın işgalcilerden alınması.
20 Ekim 1827 : İlk buharlı geminin satın alınması ve Navarin faciası.
26 Nisan 1828 : Rusya’ya sefer açılması.
3 Mart 1829 : Kıyafet değişikliği hakkında ferman yayınlanması.
15 Ağustos 1829 : Yunanistan devletinin kurulması.
24 Nisan 1830 : Kurulan Yunan devletini Osmanlıların tanıması.
5 Temmuz 1830 : Cezâyir’in, Fransa tarafından işgal edilmesi.
29 Ağustos 1830 : Sırbistan’ın bağımsızlığını ilân etmesi.
1 Kasım 1831 : İlk Türk gazetesi Takvimi Vekâyî’nin yayın hayâtına girmesi.
10 Aralık 1832 : Sisam’a bağımsızlık verilmesi.
21 Ocak 1832 : Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyânı.
24 Ocak 1839 : Nizib’de Osmanlı ordusunun Mısır ordusuna yenilmesi.
1 Temmuz 1839 : Sultan Mahmûd Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4225
2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-11, sh. 191
3) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ.H. Danişmend); cild-4, sh. 93
4) Deniz Harp Târihi; cild-2, sh. 313
5) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 421
6) Osmanlı Devleti Târihi; cild-1, sh. 478
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 155
8) Osmanlı Pâdişâhlarının Hayat Hikâyeleri; sh. 419
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1091
10) Türk Cihân Hâkimiyeti mefkuresi Târihi; cild-2, sh. 259
11) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2830
12) Osmanlı Târihi (E. Z. KaraL); cild-5, sh. 87
13) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 3 v.d.
14) Târih (Şânizâde Atâullah Efendi, İstanbul-1284); cild-1, sh. 21
15) Târih-i Lütfi; cild-1, sh. 127
16) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-2, sh. 1
17) Eshâb-ı Kirâm; sh. 379
18) Türkiye Hâtıraları (Lord Stratford; Ankara-1959); sh. 57