24 Şubat 2015 Salı

ÇEŞME VAKASI


1768-1774 seneleri arasında vuku bulan Osmanlı-Rus harbi sırasında 1770’de Osmanlı donanmasının yakıldığı hâdise.
1768’de başlayan Osmanlı-Rus savaşında, Rusların Baltık donanması İngiltere’ye uğrayıp, İngiliz amirali Elphinston ile bir mikdâr kuvvet alarak Akdeniz’e gelmiş ve Ege denizindeki harekâta girişmiş idi. Kapdân-ı derya Hüsâmeddîn Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması, Çeşme’den Çanakkale’ye dönerken koyun adaları civarında kalyonlardan birinin direği kırıldı. Direğin tamiri için bütün donanma Toprak adası önünde durdu (4 Temmuz 1770). Ertesi gün sabahın erken saatlerinde 18 parçadan meydana gelen Rus donanması, Koyun adaları önünde görüldü. Çeşme’nin kuzeyindeki kayalık burun ile Toprak adası civarında demirleyen Osmanlı donanmasının sağ Kanadına 3 fırka hücum etti. Amiral Spiridov ve Orlof’un bindikleri kalyon ile Cezâyirli Hasan Bey’in kalyonu arasında şiddetli çarpışma oldu. Ağır yara alan Rus gemisi, kendini idare edemiyerek Osmanlı kalyonunun üzerine düştü. İki taraf askerleri arasında şiddetli bir vuruşma başladı. Ruslar, Osmanlı gemisini ateşe verdiler. Fakat kendi gemileri de ateş alıp, biraz sonra iki gemi birbirinden ayrılmış, Rus kalyonu havaya uçmuş ve Türk gemisi de alevler içinde Osmanlı gemilerine doğru, gitmeğe başlamıştı. Bunun üzerine Osmanlı donanması Çeşme limanı önune çekildiği gibi Elfinstan filoları da açılmaya mecbur kaldı. Cafer Bey filosunun Çeşme limanına girdiğini gören bütün Osmanlı gemileri onu tâkib ederek, limana girip birbirlerine yakın demir attılar. Hüsâmeadîn Paşa bazı tedbirlerle emniyet altına aldığı donanmaya, düşmanın artık taarruz edemiyeceğini zannediyordu. Cezâyirli Hasan Bey, donanmanın tehlikede olduğunu Kapdân-ı deryaya söylemiş, fakat ikna edememişti.
Öte yandan Rus donanması komutanı Orlof, İngilizlerin vakit kaybetmeden Osmanlı donanmasına hucüm edilmesi teklifini kabul etti. 6 Temmuz 1770 gecesi Rus donanması Çeşme limanı önüne gelerek, Osmanlı gemilerini topa tuttu, İngiliz amiral Elphinston’un emriyle ateş gemileri limana girdi. Atılan kundaklarla Osmanlı gemileri tutuştu. Bu suretle başlayan yangın, gemilerin birbirinin üstüne düşmesinden dolayı, sür’atle ilerlediğinden, bir kaç saat içinde hemen bütün donanma mahvoldu. 7 Temmuz sabahı ateşten kurtulan bir kalyon ile bir kaç küçük gemi, limandan çıkarken, Rusların eline geçti. Kapdân-ı deryanın gemisi Sakız adasına iltica ederek kurtuldu.
Çeşme vak’asını müteâkib, Hüsâmeddîn Paşa Kapdân-ı deryalıktan azledildi (Bkz. Cezâyirli Hasan Paşa).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ül-a’lam; cild-3 sh. 1875
 2) Netâyic-ül vukuât cild-3-4 sh. 62
 3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 48
 4) Gülşen-i Meârif; cild-2. sh. 1590
 5) Mir’üt tevârih; Cild- 2, kısım-6, sh. 29
 6) Osmanlı Târihi (Uzuncarşılı) cild-4, kısım-1, sh. 400
 7) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer) cild-16, sh. 174
 8) Büyük Türkiye Târihi, cild-6, sh. 358
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 324
10) Deniz Harp Târihi; cild-2, sh. 233

15 Şubat 2015 Pazar

İDRİS-İ BİTLİSİ


Osmanlı tarihçisi ve devlet adamı. Bitlis’de doğdu. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Babası Hüsâmeddîn Ali Bitlisî, Ahmed-i Yesevî yoluna mensûb veya Dede Ömer Rûşenî’nin talebelerinden olup, uzun zaman Akkoyunlu sultânı Uzun Hasan’ın dîvânında nişancılık yapmıştır. İdrîs-i Bitlisî, Kânûni Sultan Süleymân Hân’ın tahta çıktığı 1520 (H. 926) târihinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan’da İdrîs köşkü civarında Bülbül deresi tarafında bir set üzerine defnedildi.
İdrîs-i Bitlisî tahsilini tamamladıktan sonra 1490 (H. 896) târihine kadar Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Yâkub Bey’in dîvân hizmetinde bulundu. Osmanlı sultânı ikinci Bâyezîd Han’ın bir zaferi münâsebetiyle gönderdiği fetihnameye verdiği cevap, sultan’ın onu, İstanbul’a dâvetine sebeb oldu. Bu arada Şâh İsmail’in ehl-i sünnet ve Eshâb-ı kiram düşmanlığı fitnesini ortaya çıkarmasını târih düşürdü ve bu yol içinMezheb-i nâhak (bâtıl yol) deyimini kullandı. Şâh İsmâil bunu duyunca çok kızdı. İdrîs-i Bitlisî’yi elde etme yollarını aradı ise de o bu teklifleri reddederek İstanbul’a geldi ve Osmanlı ülkesine gidip sultan Bâyezîd Han’ın hizmetine girdi.
Sultan İkinci Bâyezîd Han İdris-i Bitlisî’ye iltifat edip, yüksek maaş tahsis etti ve kendisinden bir Târih-i Âl-i Osman yazmasını istedi. O da bu emre uyarak ilk sekiz Osmanlı sultânı hakkında Farsça ve manzum olarak 80.000 beytlik Heşt-behişt adında manzum bir târih yazdı.
Yavuz Sultan Selîm Han’ın hizmetinde de bulunan İdrîs-i Bitlisî, Çaldıran seferine katıldı ve bütün doğu Anadolu bölgesinin Osmanlı hâkimiyetine girmesini sağladı. Doğu vilâyetlerinden topladığı kuvvetlerin başına geçerek, İran ordusunu hezimete uğratıp Mardin’i fethetti. Urfa ve Musul vilâyetlerinin Osmanlılara katılmasında mühim rol oynadı ve bölgenin dahilî işlerini (içişlerini) kuvvetli esaslara dayandırarak tanzim etti. Sultan adına Hısn-ı keyfâ’yı (Hasan keyf), Eyyûbîlerden sultan Halil’e ihsân etti.
İdrîs-i Bitlisî Mısır’ın fethine de iştirak edip, Yavuz Sultan Selîm Han’ı tebrik ve tebcil eden bir kasîde ile Mısır idaresi hakkında Sultân’a güzel nasihatlerde bulundu. Sultan Selîm Han’a müsâbih (sohbet arkadaşı) oldu.
İdrîs-i Bitlisî, Arapça ve Farsça bir çok eser kaleme almıştır. Kasideleri sayılamıyacak kadar çoktur. Tasavvuf ilmine dâir eserlerin metinlerine yaptığı şerhleri, açıklamaları çok güzeldir. Münâzara-i savm-ü îydadındaki eserini sultan İkinci Bâyezîd Han’a takdîm etmiştir. Çeşitli yazı şekillerini yazmakta usta olduğu gibi, sülüs ve ta’lik yazıda üstâd bir hattat idi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Doğu Anadolu Gerçeği; sh. 70
 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 142
 3) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 566
 4) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 309
 5) Mu’cem-ül-müellîfîn; cild-2, sh. 217
 6) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 7
 7) Şakâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 327
 8) Osmanlı Târih ve Müverrihleri; sh. 24
 9) Tuhfe-i hattatîn; sh. 110

11 Şubat 2015 Çarşamba

İBNİ ABİDİN


Şam’da yetişen Osmanlı fıkıh âlimlerinin en meşhurlarından. İsmi, Seyyid Muhammed Emin bin Ömer bin Abdülazîz’dir. 1784 (H. 1198)’de Şam’da doğdu. 1836 (H. 1252) yılında elli dört yaşında iken, Şam’da vefât etti. Kabri Şam’da Bâb-üs-sagîr semtindeki kabristandadır.
Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi ezberledi ve kıraat ilmini öğrendi. Şam’daki kıraat âlimlerinden Şeyh-ül-kurrâ Saîd-ül-Hamevî’den tecvîd ilmine dâirMeydâniyye, Cezeriyye ve Şâtıbiyye adlı eserleri okuyup ezberledi. Sonra sarf, nahiv ilmini ve Şafiî mezhebi fıkıh bilgilerini öğrendi. Bu ilimlere dâir temel metinleri de ezberledi. Bundan sonra da meşhur âlimlerden olan Seyyid Muhammed Şâkir Sâlimî’den fen ve sosyal ilimler yanında; tefsîr, hadîs, fıkıh ilimlerini öğrendi. On yedi yaşında iken fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhler (açıklama ve izahlar) yaptı, kıymetli eserler yazmaya başladı. Hadîs ilminde meşhur muhaddis Kuzberî’den icazet aldı. Zahir ilimlerini öğrendikten sonra kelâm ve tasavvuf ilmini Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinden öğrenip, onun sohbetlerinde kemâle erdi. Hocası Mevlânâ Hâiid-i Bağdadî hazretlerinin tavsiyesi üzerine Hanefî mezhebine geçti.
İbn-i Âbidîn, fıkıh âlimlerinin yedinci tabakasındandır. Yâni önceki tabakalarda bulunan fıkıh âlimlerinden doğru nakil yapanlar derecesindedir.
İlimdeki üstün derecesini, ahlâkını ve hizmetlerini oğlu Alâeddîn Muhammed şöyle anlattı: “Babam, uzun boylu, heybetli ve vakarlı idi. Yüzünde nûr parlardı. Vaktini, devamlı ilim öğretmek ve talebe yetiştirmekle, İbâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri az uyur ve durmadan kitap yazardı. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetva) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve gözyaşı dökerdi, insanlara faydalı olmak hususunda çok titiz davranır, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini boşa geçirmezdi.”
İbn-i Âbidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meşhur olup, kerâmetleri ve menkıbeleri çoktur. Fakirlere pek çok sadaka verir, akrabasını ziyaret eder, annesine, babasına çok iyilik ve hürmet ederdi. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mubahları çok az kullanır, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehablara, edeblere uymakta son derece titiz davranırdı.
Beş vakit namazda, tahiyyâtı okurken, Resûlullah efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı.
Onun meclisinde boş söz konuşulmazdı. Şam’da ve diğer şehirlerdeki şer’î mahkemelerde ihtilâflı bir hüküm verilse, derhâl ona müracaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor mes’eleler ona sorulurdu. İhtilaflı bir şey hakkında ona müracaat edilmeden hüküm verilmezdi. İlim kitapları üzerine kendi güzel yazısıyla açıklamalar koyardı. Böylece en zor mes’eleler kolaylıkla anlaşılırdı. Kendisine sorulan sorulara verdiği cevapları güzel bir üslûpla yazardı. Bir çok talebe yetiştirip icazet (diploma) vermiştir.
Hocası Mevlânâ Hâlid’in cenaze namazını İbn-i Âbidîn kıldırmıştır.
İbn-i Âbidîn hazretleri her sözünü, her hükmünü müctehîd âlimlerden, onlar da İmâm-ı âzam hazretlerinden, o büyük imâm da Kitâb ve Sünnetten almıştır.
İbn-i Âbidîn’in en meşhur eseri, daha çok İbn-i Âbidîn diye tanınmış olan beş cildlik Redd-ül-muhtâr’dır ve pek kıymetlidir. Bu eseri Hanefî mezhebine göre olup, Dürr-ül-muhtâr adlı esere yazdığı haşiyedir. Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi ve en faydalısıdır. Fıkıh âlimleri tarafından üzerinde söz edilmiş her mes’elenin hülâsası, bütün İslâm âlimlerinin kabul ve takdir ettiği şekilde bu kitabda toplanmıştır. Eser kendi zamanına kadar, Hanefî mezhebinde yazılmış fıkıh kitaplarının bir hülâsası gibidir. Dört mezhebin inceliklerine vâkıf derin âlim, veliy-yi kâmil ve mükemmil Seyyid Abdülhakîm Arvasî hazretleri; “Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı İbn-i Âbidîn’dir. Her sözü delil, her hükmü sünnettir” buyurmuştur. Ayrıca Beydâvî haşiyesi, El-İbâne, El-Ukûd-üd-düriyye, İthâf-üz-zekî, Bugyet-ül-menâsik, Tahrîr-ül-İbâne, Tahrîr-ün-Nükûl, Şifâ-ül-alîl, Uküd-ül-leâlî, îcâbet-ül-gavs, Sell-ül-hisâm-il-hindî li nusreti Mevlânâ Hâlid en-Nakşibendî adlı eserleri vardır.

MUHABBET ATEŞİ

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin (rahmetullahi aleyh) İbn-i Âbidîn’e yazdığı bir mektup şöyledir;
“Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emin Abidîn’e en güzel duâlarımı ve en latif medhlerimi bildiririm.
Sizinle görüşüp buluşma arzumuz çoğaldı. Size olan muhabbet ateşimiz arttı. Şeyh İsmâil Enârânî’nin sizden tarafa gitmesini vesile ederek bu mektubu yazıyorum. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pek çok duâlara mazhâr oldunuz.
Siz de bizim hâlimizi sorarsanız, sevdiklerimizden uzak kalmanın acısı içindeyiz. Allahü teâlâdan dileğimiz, sizin de öyle olmanızdır. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânın izni ile her sıkıntınızda bütün gücümüzle size yardım edeceğiz. Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yanınızda olduğumu bildiririm.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1033
 2) Tabakât-ül-usûliyyîn; cild-3, sh. 147
 3) Sefînet-ül-evliyâ; cild-4, sh. 133
 4) Fâideli Bilgiler; sh. 133
 5) Kurret-ül-uyûn-il-ahyâr, sh. 3
 6) Redd-ül-muhtâr;
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 23
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-13, sh. 219

HÜSEYİN AVNİ PAŞA


Sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilip şehîd edilmesine sebeb olan sadrâzam ve seraskerlerden. Aslen Isparta’nın Şarkikarağaç kazasına bağlı Gelendost’ta 1820 yılında doğmuştur. Babası, Odabaşızâde Ahmed Efendi’dir. 15 yaşında İstanbul’a geldi. Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde müderrislik yapan dayısının yanında kaldı ve medrese tahsiline başladı. 1837’de Harbiye’ye girdi. 1839’da girdiği liyâkat imtihanını kazanarak baş çavuş, 1842’de mülâzım (teğmen) oldu. 1847’de erkân-ı harbiye (kurmay) sınıfına ayrıldı. 1848’de erkân-ı harbiye yüzbaşılığı rütbesi verildi. 1849’da erkân-ı harbiye (kurmay) kolağası rütbesiyle şehâdetnâme (diploma) aldı. Harbiye mektebinin fenn-i harb muallim muavinliği ile seferî ve dâhiliye kânunları muallimliğine tâyin edildi. 1852’de binbaşı oldu. Aynı yıl içinde kaymakamlığa (yarbay) terfî ettirilerek Şumnu’ya gönderildi. Kırım harbine kadar Sofya cihetindeki Balkan geçitlerinin tahkîmine me’mur edildi. Burada gösterdiği başarı üzerine miralaylığa terfî etti. Kars muhârebesinden sonra mirlivalığa yükseltildi. Kırım, Tuna ve Kafkas cephelerinde harbe katıldıktan sonra 1862’de ferikliğe terfî etti. Fuâd Paşa tarafından himaye edildi. Harbiye kumandanı ve Şûrâ-yı askerî reisi, daha sonra 1863’de müşîr (mareşal) rütbesiyle birinci ordu kumandanı ve serasker kaymakamı oldu. Kaba, görgüsüz ve lâübâli bir kişiliğe sâhib olan Hüseyin Avni Paşa, bir selâmlık merasimi sırasında sultan Abdülazîz Han’ın zevcelerinden bir kadın efendiye sözle sarkıntılık yapınca, 1865’de vazifeden azledildi. Bir müddet açıkta kaldıktan sonra 1867’de Girid daha sonra da Teselya vâliliklerine tâyin edildi. Bu târihten îtibâren sultan Abdülazîz Han’a karşı aşırı kin duymaya başlayan Hüseyin Avni Paşa, 1868’de Fuâd Paşa’nın tavsiyesiyle Âlî Paşa tarafından tekrar seraskerliğe getirildi. Bu vazîfesi esnasında Pâdişâh’ı zehirleme teşebbüsünde bulundu. Londra’dan getirttiği kokusuz ve gayet te’sirli bir zehiri sultan Abdülazîz Han’ın içeceği şerbete koydurarak zehirleme teşebbüsünde bulundu. Pâdişâh’ın, içmeden önce şerbeti yakınlarına tattırmak âdeti olduğundan, câniyâne tasavvurunu gerçekleştiremedi. Bunun üzerine sultan Abdülazîz Han’ı tahttan indirerek öldürtmeye karar verdi. 1871’de Mahmûd Nedim Paşa’nın sadâreti esnasında seraskerlikten azledilerek Isparta’ya sürüldü. Bu beldede kumar ve tavla bilinmezken bunları buraya soktu. Isparta’da on bir ay ikâmet ettikten sonra affedildi. 1872’de Aydın (İzmir) vâliliğine tâyin olundu. 1873’de de bahriye nâzırlığına getirildi. Aynı sene içinde tekrar serasker oldu. Affedilmesine rağmen kininden vazgeçmeyen Hüseyin Avni Paşa, sultan Abdülazîz Han’a karşı darbe fırsatı kollamaya ve kendisine arkadaş aramaya başladı.
1874’de seraskerlik uhdesinde kalmak üzere binbir hîle ve desîse ile sadâret makamına gelen Hüseyin Avni Paşa, bu makamda ümid ettiği gibi uzun müddet kalamadı. Pâdişâh’a mâlî ve siyâsî konularda yanlış bilgiler vererek devletin durumunun daha kötüye gitmesine sebeb olduğu için, 1875’de sadrâzamlıktan ve seraskerlikten azledildi. Aydın (İzmir) vâliliğine gönderildi. Valilikten affını isteyen Hüseyin Avni Paşa, tedâvî olunmak bahanesiyle Fransa’ya gitti. Oradan Londra’ya da giderek İngiliz nâzırlarına Pâdişâh’ı tahttan indirme düşüncelerini açıkladı. Velîahd Murâd Efendi’nin tahta çıkmasına imkân sağlayacak olan bu fikri, İngilizler tarafından desteklendi. Bir müddet Avrupa’da seyahat ettikten sonra aynı sene yurda döndü ve Konya vâliliğine tâyin edildi. Ancak saraydaki tarafdârlarının gayreti ile Konya’ya gitmekten kurtulup, İstanbul’da kaldı. 1875 senesi içinde üçüncü defa seraskerliğe getirildi ise de kısa bir müddet sonra tekrar azledildi ve Hüdâvendigâr (Bursa) vâliliğine gönderildi. Midhat Paşa’nın medrese talebelerine gizlice para dağıttırması ve talebelerin ayaklanması üzerine vükelânın (bakanların) değiştirilmesine lüzum görüldüğünden, Hüseyin Avni Paşa da 13 Mayıs 1876’da son olarak seraskerlik makamına getirildi.
Ordunun idaresini fiilen eline afan Hüseyin Avni Paşa, şahsen kin duyduğu sultan Abdülazîz Han’ı, tasarladığı üzere, tahttan indirmeye karar verdi. Bu hususta meşrûtiyet tarafdârı görünen Şûrâ-yı devlet reîsi Midhat Paşa, adam yokluğu sebebiyle sadâret makamını işgal eden, hiç bir iş beceremeyen, dirayetsiz, basiretsiz ve koltuğunu kaybetmemek için Hüseyin Avni Paşa’nın dümen suyunda hareket eden sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, Müfsîd İmâm lakabı ile tanınan Pâdişâh’ın istememesine rağmen Mütercim Rüşdî Paşa’nın zoru ile meşihat makamına getirilen şeyhülislâm Hayrullah Efendi de Hüseyin Avni Paşa ile beraber hareket ettiler. Ayrıca Kayserili Ahmed Paşa, askeri şûra reisi müşîr Redîf Paşa, askerî mektebler nâzırı Süleymân Paşa, donanma kumandanı mîrlivâ Ârif Paşa, kazasker Ahmed Hulûsî Efendi, “Abdülazîz’in hal’i için çarşaf kadar fetva veririm” diyen fetvâ emîni kazasker Filibeli Kara Halil Efendi de Hüseyin Avni Paşa’nın yanında yer aldılar.
30 Mayıs 1876’da Abdülazîz Han’a karşı hazırladığı darbe plânını Midhat ve sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa’ya açtı. Süleymân Paşa, Pâdişâh’ı bir sûikasdden korumak bahanesiyle 300 kadar Harbiye talebesi ile Suriye’den gelmiş olan ve Türkçe bilmeyen bâzı Arab bölüklerini peşine takarak Dolmabahçe sarayını kuşattı. Arif Paşa da donanmayı sarayın önüne getirdi. Sultan Abdülazîz Han tahttan indirilerek Velîahd Murâd Efendi, sultan beşinci Murâd Han ünvânıyla pâdişâh yapıldı. Abdülazîz Han, Hüseyin Avni Paşa’nın emri ile ezâ ve cefâ edilerek Topkapı Sarayı’na nakl edildi. 2 Haziran 1876 günü ise, “Sultan beşinci Murâd Han’ın iradesiyle, denilerek, Fer’iye Sarayı’na götürüldü. Hüseyin Avni Paşa ve Kayserili Ahmed Paşa’nın insiyatifine terk edilen sultan Abdülazîz Han, sıkıntılı günler geçirdi.
Hüseyin Avni Paşa uzun zaman sarayda casusu olan ikinci mâbeynci Fahri Bey’i kendi arzularını yerine getirme işinde kullandı. Cezâyirli Mustafa Pehlivan, Yozgatlı pehlivan Mustafa Çavuş ve Boyabatlı Hacı Mehmed Pehlivan’ı Fer’iye Sarayı’na bahçıvan yaptırdı. Fahri Bey’le bu pehlivanlar, Sultân’ın kaldığı odaya girip, uzun bir mücâdeleden sonra bileklerini keserek pencereden bahçeye kaçtılar. İntihar süsü verilmek istenen sûikasdden sonra, pencereden koparılan perdeye sarılan sultan Abdülazîz’in cesedi Fer’iye karakoluna taşınıp neferlerin yattığı ot minderler üzerine atıldı. Daha önce plânladığı hâdiseyi duyar duymaz Kuzguncuk’taki yalısından kayıkla hemen Fer’iye’ye gelen Hüseyin Avni Paşa, Abdülazîz Han’ın intihar ettiği şeklindeki ölüm raporunu imzalamayan iki doktordan birini hemen Trablusgarb’a sürdü. İkinci doktor Ömer Bey’in de apoletlerini (rütbelerini) söktürdü. Sonradan gelen doktorlar cesedi tamamen muayene etmek isteyince de; “Bu cenaze Ahmed Ağa, Mehmed Ağa değildir, bir pâdişâhındır. Onun her tarafını açıp size gösteremem” diyerek baştan ayağa kadar bir muayenenin yapılmasına mâni oldu. Bunun üzerine hazır bulunan beş doktor Hüseyin Avni Paşa’nın emriyle, cesedin sâdece kollarını muayene ederek ve kendilerine gösterilen kanlı bir makasa bakarak bir rapor verdiler. Bu raporun da tam istediği gibi olmadığını söyleyen Paşa, 19 imzalı başka bir rapor daha düzenletti. Bu rapor da isteğe uygun görülmediğinden üçüncü bir rapora ihtiyaç duyuldu. Nihayet Hüseyin Avni Paşa ve adamlarının istediği şekilde bir rapor verildi! Bu ısmarlama rapordan sonra, hiç bir soruşturmaya gerek görülmeden, Abdülazîz Han’ın cesedi, esef verici bir şekilde Topkapı Sarayı’na götürüldü. 5 Haziran günü cenazesi büyük merasimle kaldırılarak, babası sultan İkinci Mahmûd Han’ın Çemberlitaş’taki türbesine defnedildi.
Abdülazîz Han’ı şehîd ettiren paşalar, başarılarının zevkine ermek için Midhat Paşa’nın Bâyezîd’deki konağında 15 Haziran 1876 gecesi toplanmışlardı. Sultan Abdülazîz Han’ın kayınbiraderi, 26 yaşındaki Erkân-ı harb kolağası Hasan Bey (Bkz. Çerkez Hasan) Abdülazîz Han’ın intikamını almak üzere, silâhlandı; saat 22.00’yi biraz geçerken Midhat Paşa’nın konağına girdi. Resmî üniformalı olduğu için toplantı salonuna rahatça girdi. Serasker Hüseyin Avni Paşa’yı ve hâriciye nâzırı Râşid Paşa’yı vurarak öldürdü. Hüseyin Avni Paşa’nın cenazesi ertesi günü Süleymâniye Câmii hazîresinde Âlî Paşa’nın kabrinin ayakucuna defnolundu. Yaralı olarak yakalanan Çerkes Hasan Bey de ertesi gün Bâyezîd meydanında îdâm edildi.
Düşmanla devlete karşı birleşebilen ve kindar bir şahsiyete sâhib olan Hüseyin Avni Paşa, iki yüzlü, önü alınmaz ihtiras sahibi, vatan ve millet sevgisinden uzak, hânedân ve pâdişâha bağlılığı olmayan, kaba, görgüsüz, lâubâlî ve zâlim bir kişi idi. Bâzı askerî hareketlerde başarısı görülmüşse de Fuâd Paşa tarafından desteklenerek yükselmiştir. Tanzîmât ricalinden Âlî Paşa bu adamdan nefret etmekle beraber, Fuâd Paşa’yı kırmamak için yükselmesini engellememiştir.
Hüseyin Avni Paşa’nın bu menfî hal ve hareketleri sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilip şehîd edilmesine ve devlet için 93 harbi başta olmak üzere, sonu gelmez bir sürü felâketlere sebeb oldu. Son yüzyıl Türk târihinin en karanlık ve menfî şahsiyetlerinden biri olarak târihe geçti. Memleketi olan Isparta’da bir iki çeşmenin dışında hiç bir hayratı yoktur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Eshâb-ı Kiram; sh. 283
 2) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 483
 3) Mir’ât-ı Hakikat Tercümesi; sh. 101
 4) Bir Darbenin Anatomisi
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 348
 6) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi; sh. 22 v.d.
 7) Mir’ât-ı Şu’ûnât; Sh. 47
 8) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 256

HUZUR DERSLERİ


Osmanlı Devleti’nde, pâdişâhın huzurunda ilim adamlarınca yapılan dersler. Buna Huzûr-ı hümâyûn dersleri de denirdi. Osmanlı pâdişâhları zaman zaman âlimlerden ileri gelenleri saraya davet ederek, istişare ve onların ilmî mütâlâalarını dinleyip istifâde ederlerdi. Huzurda dînî konular yanında tecrübî ilimler ile edebî konular konuşulur, ilmî müzâkereler yapılırdı.
Pâdişâh huzurunda yapılan derslerin hangi târihte başladığı kesin olarak belli olmamasına rağmen, Osman Gâzi’ye kadar uzanmaktadır. Huzur derslerinin Ramazân-ı şerîf ayında yapılanları meşhurdur. Mevzûu dînî konular idi. Kâdı Beydâvî tefsirinin okunması âdet olup, dersler suâl, cevap ve münazara şeklinde cereyan ederdi. Osmanlı pâdişâhları huzur derslerine önem vermekle, ilmi teşvik ve âlimleri taltîf etmişlerdir.
Huzûr-ı hümâyûnda, Ramazan ayı dışında da ilmî müzâkereler yapılmıştır. Sultan dördüncü Mehmed Han, şeyhülislâm Minkârîzâde Yahyâ Efendi’yi huzuruna davet edip, akşam ile yatsı arasındaki derslerini tâkib etmiştir. Sultan üçüncü Mustafa Han, 1759 târihinde bir kânunla huzur dersi adı altında, Ramazân-ı şerîfin birinden onuncu gününe kadar devam eden bir ders ihdas etmiştir. Onuncu günü olan ders, saray kütüphâne hocası riyasetinde (başkanlığında) yapılırdı. Huzur dersi için seçilen âlimlerin en kıdemli ve liyakatli olanlarına mukarrir, diğerlerine muhâtab denmiştir. Mukarrir tarafından mevzuun tefsîri yapılır, muhâtabların suâl ve itirazlarına mukarrir cevap verir, bu suretle ders, ilmî bir şekilde cereyan ederdi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında huzûr dersleri, Ramazan’da Yıldız’daki Çit kasrında, ikindi namazından sonra haftada iki gün üzerinden ayda sekiz gün yapılırdı. Pâdişâh yüksekçe bir mindere diz çökmüş vaziyette oturur, karşısında, önlerinde rahleleriyle mukarrir ve muhâtablar yer alır, derse başlarlardı. Huzur derslerine mâbeyn erkânının büyükleri ile davet üzere bâzı devlet adamları da katılırlardı.
Huzur dersleri, Osmanlı Devleti ve hilâfetinin ilgâsına dâir 3 Mart 1924 (26 Receb 1342) tarihli kânunun neşriyle sona ermiştir. Son huzur dersi, halîfe Abdülmecîd Efendi zamanında ve 1923 (H. 1341) Ramazan’ında yapılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı; sh. 215
 2) Osmanlı Târih Deyimleri: cild-1, sh. 860
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-7. sh. 336