24 Temmuz 2015 Cuma

MAHMUT ŞEVKET PAŞA


Son devir Osmanlı sadrâzamlarından. Kumandan ve devlet adamı. Basra mutasarrıfı Kethüdâoğlu Bağdâdlı Süleymân Bey’in oğludur. 1856 senesinde Bağdâd’da doğdu. İlk tahsîlini Bağdâd’da gördükten sonra İstanbul’a gelerek önce Harbiye’ye girdi. 1882’de de Mekteb-i erkân-ı harbiye’den (kurmay) yüzbaşı rütbesiyle me’zûn oldu. O sene Mısır’a sevk olunmak üzere Girid’de toplanan fırkaya (tümen) tâyin olunarak Girid’e gitti. Bir müddet sonra oradan dönüp 1883’de Harbiye mektebinde silâh bilgisi ve atış tâlimi nazariyeleri muallimliği yaptı. Bir sene kadar Almanyalı müşir Kampatner Paşa’nın daha sonra da Von der Golç Paşa’nın emrinde çalıştı. Satın alınan mavzer tüfeklerinin yapılışını tedkîk etmek ve nezârette bulunmak üzere teşkîl olunan komisyonun âzası olarak Almanya’ya gitti. 1884’de kolağalığa, 1886’da binbaşılığa terfî ettirildi. 1889’da kaymakam (yarbaylık) rütbesiyle muayene komisyonu reis muavinliğine tâyin edildi. İki sene sonra da miralaylığa (albay) terfî ettirildi. Almanya’da kaldığı dokuz-on senelik müddet içinde çeşitli askerî manevralarda, top tâlimlerinde ve Mağdeburg’da, 1892’de çeşitli milletlere mensup iki yüz elli subayın katıldığı seri ateşli top ve zırhlı kale tatbîkâtlarında bulundu. 1894’de Osmanlı zabitlerinden meydana gelen bir komisyonun reîsi olarak Fransa’ya gönderildi. Zırhlı kuleler ve ateşli silahlar hakkında incelemelerde bulundu. Dönüşünde mirlivalığa yükseltildi. 1899’da Tophâne-i âmire tecribe ve muayene dâiresi reis vekilliğine tâyin edildi. 1901’de Feriklik rütbesine terfî ettirildi. O sene Mekke-i mükerreme ile Medîne-i münevvere arasında telgraf hattı döşetme vazifesiyle Hicaz’a gönderildi. Orada kaldığı bir sene içinde, Mekke şerîfi Avnür-Refîk ve Hicaz vâlisi Ahmed Râtib paşalarla anlaşamayarak İstanbul’a döndü. Tophane’deki vazîfesine iade edildi. 1905’de birinci ferik rütbesiyle Kosova vâliliğine tâyin edildi. 1908’de Birinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra Üçüncü ordu kumandanlığına ve ilâveten Rumeli vilâyeti müfettiş-i umûmî vekilliğine tâyin edildi. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen azınlıklarla işbirliği yapan, İttihâd ve Terakkî komitacılarıyla anlaşarak, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı harekete geçti. İngilizler ve İttihâdolar tarafından plânlanan ve İstanbul’da zuhur eden 31 Mart ayaklanması üzerine Selanik’te toplanan Hareket ordusunun kumandanı olarak İstanbul’a geldi. 24 Nisan’da Topkapı ve Edirnekapı’dan şehre girerek yol üzerindeki karakolları teslim aldı ve harbiye nezâretini işgal etti. Pâdişâh’a sâdık paşalar saraya gelerek, Yıldız ve civarındaki birliklerin, Hareket ordusuna karşı kullanılması için izin istediler. Kan dökülmesini istemeyen sultan İkinci Abdülhamîd Han; “Tüfekçilerin silâhları toplansın, kimse silâh atmasın. Müslümanı müslümana kırdırmam” diyerek, teklifi reddetti. Kuvvetli ve talimli askerleri bulunmasına rağmen, büyük fitne çıkmaması için bunu kullandırtmadı.
Taksim kışlasında ve Taşkışla’da bâzı mukavemet hareketleri olduysa da, Hareket ordusunun şiddetli top ateşi karşısında kırıldı. Yıldız Sarayı’nın, Hareket ordusu tarafından işgal edilmesi sırasında, sultan Abdülhamîd Han mukavemet etmek isteyen askerlere; “Ben halîfe-i İslâm’ım. Müslümanı müslümana kırdırmam. Silâh çekmek isteyen ilk önce beni vursun, sonra diğer asker kardeşlerine kurşun atsın” diyerek çatışmanın ve kan dökülmesinin önüne geçti. Pâdişâh’ın emrine boyun eğen askerlerin silâhlarını teslim etmeleri üzerine 25 Nisan günü Hareket ordusu İstanbul’a hâkim oldu. Mahmûd Şevket Paşa örfî idare (sıkıyönetim) îlân ederek suçlu suçsuz demeden İttihâdçılara ve kendine muhalif pek çok kimseyi îdâm ettirdi. Etrafında topladığı yüzlerce Balkan çetecisiyle saraya girerek, kıymetli eşyaları yağmaladı. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yadigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettirdi. Pâdişâh’ın altın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Kendisi Abdülhamîd Han’a muhalif olduğu halde, bu yağmaya dayanamayan Tevfik Fikret, bu hâdise için Han-ı Yağma adlı şiirini yazdı. Mahmûd Şevket Paşa İttihâd ve Terakkî’nin hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da tedhiş ve terör havası estirmeye başladı. Milletin can, mal ve nâmuş emniyeti kalmadı. Pek çok suçsuz kimse tutuklanarak hapse atıldı ve zulme uğradı. Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilerek Selânik’e gönderildi.
İstanbul’a hâkim olan Mahmûd Şevket Paşa; Birinci, İkinci, Üçüncü ordular müfettiş-i umûmîsi oldu. 1909’da kurulan Hakkı Paşa kabinesinde harbiye nâzırı oldu. İttihâd ve Terakkî tarafından yâver-i ekremlik ünvânı verildi.
Daha önceki devirlerde ordudaki subaylar arasındaki görüş ayrılıkları ve grublaşmalar onun harbiye nâzırlığı sırasında, had safhaya vardı. Pâdişâh’a, devletine, vatanına ve dînine bağlı subayları çeşitli bahanelerle ordudan uzaklaştırdı.
1910’da başlayan Arnavutluk isyânını bastırmak üzere sefere çıktı. Kumandasında seksen iki piyade taburu vardı. Arnavutluk isyânını şiddet kullanarak bastırdı. İsyana iştirak eden ve etmeyen bütün ahâlinin silâhlarını toplattı. Bu muamele esnasında erkekleri, kadınlarıyla kızlarının önünde sopalarla dövdürdü. İsyan yatışacağı yerde müzminleşti. Balkan harbi sırasında Arnavutluk’un tamamen elden çıkmasına sebeb oldu.
Roma elçiliğinden sadrâzamlığa getirilen Hakkı Paşa hükümetinin harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablusgarb kumandanı ve vâlisi Müşir İbrâhim Paşa’nın; “Buradaki askerlerin Yemen’e gönderilmesi, Trablusgarb’ın İtalya’ya teslimi demektir” diye itirazına rağmen, Trablus’daki askeri Yemen’e sevk etti. İtiraz ettiği için de İbrâhim Paşa’yı vazifeden aldı. Bu kâfi gelmiyormuş gibi Trablus’daki askeri mühimmat iâşe ve silâhları da İstanbul’a naklettirdi. Trablus’u askersiz, kumandansız ve mühimmâtsız bıraktı. Hıyanet derecesine ulaşan bu gafletinden sonra İtalyanlar Eylül 1911’de Trablusgarb’ı işgal ettiler. Ateş bacayı sardıktan sonra asker gönderildiyse de netice alınamadı. On iki adayı işgal eden İtalyanlar, Çanakkale boğazını topa tutarak, İstanbul’u tehdîde başladılar. Ordudaki subaylar, İttihâdcı ve Halâskârân-ı zâbitân diye ikiye ayrıldı. Makedonya vilâyetlerinde, iktidar ve muhalefeti tutan subaylar çeteler teşkil ederek birbirleriyle çarpıştılar. İstanbul’da bulunan Halâskârân-ı zâbitân mensupları, hükümeti tehdîd etmeye başladılar. Bu baskı ve tehdîdler karşısında, Mahmûd Şevket Paşa 1912’de sadrâzam ve diğer nâzırlarla birlikte istifa etti. Böylece İttihâd ve Terakkî iktidardan uzaklaşmış oldu.
Balkan Harbi sırasında Alasonya ordusu kumandanlığına tâyin olunan Mahmûd Şevket Paşa, bu vazifeyi kabul etmeyerek istifa etti. Böyle mühim bir harbdeki vazifeyi kabul etmeyişinin sebebini de kendine mâbeyn başkâtibi Ali Fuâd Bey tarafından sorulan bir soruya verdiği cevâbda; “Canım efendim ne yapayım. Bu, benim şöhretimi ve şeref-i askerîmi ihlâl etmek, için yapılmıştı. Şöhretimi nasıl feda ederim?” diyerek vatan ve millet hususundaki kayıtsızlığını beyân etti.
İktidardan uzaklaşan İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin 23 Ocak 1913’de düzenledikleri kanlı Bâb-ı âlî baskınından sonra, Kâmil Paşa zorla sadrâzamlıktan istifa ettirilince, sadrâzamlığa Mahmûd Şevket Paşa getirildi. Onun sadâreti döneminde Balkan harbi devam etti. 30 Mayıs 1913 Cuma günü Osmanlı Devleti ile Balkan müttefikleri arasında yedi maddelik, Londra barış andlaşması imzalandı. İttihâd ve Terakkî zihniyetinde olan Mahmûd Şevket Paşa, kendinden önceki sadrâzam Kâmil Paşa’yı ihanetle itham edip Edirne’yi kurtarmayı vâdederken, bütün Rumeli’yi Balkan devletlerine terk edip Midye-Enez hattını hudûd kabul etti. Bu suretle Edirne de sınır dışında kaldı. Arnavutluk’la, adaların geleceği ise, büyük devletlere terk edilmek suretiyle elden çıkarıldı.
Mahmûd Şevket Paşa, yaptığı işler sebebiyle İttihâd ve Terakkîciler arasında şöhret sahibi oldu. Onun bu şöhreti, meclisteki muhalif meb’ûslardan başka İttihâdcıları da düşündürüyordu. Bu sebeble günün birinde bütün devlet idaresini ele geçirip kendilerine mevkî ve makam vermemesinden endişe ediyorlardı. Muhalif milletvekilleri, onun bâzı kötü icrâatlarını tenkid etmekten çekinmiyorlardı. Bu tenkidlere şiddet ve tehdîtle karşılık veren Mahmûd Şevket Paşa’ya karşı muhalefet şiddetlendi. Hattâ bu muhalefet kampanyasına İttihâd ve Terakkî meb’uslarından da katılanlar oldu. Mahmûd Şevket Paşa’nın gün geçtikçe orduda artan nüfuzundan çekinen Talat Bey (Paşa), çeşitli planlar hazırladı ve Paşa aleyhinde yolsuzluk iddialarının çıkarılmasını teşvik etti. Talat Bey ile birlikte harekete geçen Selanik milletvekili yahûdî Emanuel Karaso ile İsmâil Canbolat, Mahmûd Şevket Paşa’nın aleyhinde uğraşırken, Talat Bey ve arkadaşları da İttihâd ve Terakkî umûmî merkezinin hükümet üzerinde nüfuz sahibi olması için çalıştılar. Mahmûd Şevket Paşa’nın daha kuvvetlenmesine ve tahakkümüne tahammül edemedikleri için, onu ortadan kaldırma yollarını düşündüler. Bütün muhalif unsurları, Mahmûd Şevket Paşa aleyhine kullanmaya çalıştılar. İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Hürriyet ve îtilâf fırkasının gayr-i memnunları, İttihâd ve Terakkî’ye düşmanlık besleyen halk, tahsil ve yetişme tarzlarıyla kuru bir gurura kapılan okumuşlar, gayr-i müslim azınlıklara mensup banker, sarraf gibi kimseler, müslüman olup Türk olmayan unsurlar; Mahmûd Şevket Paşa hükümetini devirmek için birlikte çalıştılar.
Sadrâzam ve Harbiye nâzırlığını birlikte yürüten, Bâb-ı âlî baskını ile iş başına geldiğinin dördüncü ayını idrâk eden Mahmûd Şevket Paşa, 11 Haziran 1913 günü saat 11.30 sıralarında Bâyezîd’deki harbiye nezâretinden otomobiliyle çıkıp Bâb-ı âlî’ye gitmek üzere Bâyezîd meydanını geçip, Çarşıkapı’ya sapacağı sırada bir cenaze alayı ile karşılaştı. Topluluk, paşanın Çarşıkapı’ya sapacak otomobilinin yolunu kapadı. Bu sırada meçhul silâhlı kişiler tarafından açılan tabanca ateşiyle yaralandı. İsabet eden beş kurşundan birisi paşanın sağ yanağına isabet etti. Arabasında bulunan İbrâhim Bey de aldığı kurşun yaralarının te’siriyle orada öldü. Paşanın otomobili harbiye dâiresine götürüldü. Mahmûd Şevket Paşa Şûrâ-yı askerî dâiresine kaldırılarak, tedavisine başlandı. Kurşunlardan birinin paşanın sağ şakağını delerek beynini tahrîb ettiği görüldü. Bütün müdâhalelere rağmen, yarım saat sonra öldü. Ertesi gün Ayasofya Câmii’nde cenaze namazı kılındıktan sonra, Hürriyet-i Ebediye tepesine götürülerek defnolundu.
Mensubu olduğu İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin tertipleri sonucunda mı, yoksa muhalifleri tarafından mı vurulduğu kesin olarak aydınlanmamış olan bu cinayet, İttihâdcıların azarak muhaliflerini sindirmesine yol açtı. Katillerinden bâzıları yakalandıysa da cinayetin esası aydınlanamadı. İbnül Emin’in bildirdiğine göre, meşhur İttihâdçı Cemâl Paşa, vak’a ânında İstanbul muhafızı iken suikasttan haberi olup lüzumlu tedbiri almamıştır.
Cebir, geometri ve askerî konulara dâir eserleri olup; Arapça, Almanca, Fransızca dillerini bilen Mahmûd Şevket Paşa, İttihâd ve Terakkî’nin zulüm ve işkencelerine âlet olmasının cezası olarak; “Su testisi su yolunda kırılır” ve “Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur” kâidesince muhtemelen kendisini o makamlara getirenler tarafından öldürüldü.

ABDÜLHAMÎD HAN’A GÖRE, MAHMÛD ŞEVKET PAŞA!..

Sultan İkinci Abdülhamîd Han Hâtırât’ında, Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesiyle ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hareket ordusu kahramanının şöhretinden halâs olmak (kurtulmak) ve Enver Bey’e (Paşa) harbiye nâzırlığı yolunu açmak için, Mahmûd Şevket Paşa’yı güpegündüz kurşunlayıp öldürdüler. Bir taşla iki kuş vurmak istiyorlardı. Hem ikide bir önlerine çıkan meşhur bir kumandanın gölgesinden kurtulmak, hem de ondan yanaymış gibi davranıp günün muhaliflerini bir çırpıda temizleyivermek... Nasıl avcı taburlarını kışkırtıp Hareket ordusunu İstanbul kapılarına getirmişler ve beni düşürmüşlerse, bu sefer de Mahmûd Şevket Paşa’nın kan dâvası ve asayiş bahanesiyle bütün muhaliflerini astılar, sürdüler, birer köşeye sindirdiler...
... Dört yıl önce Takvîm-i vekâyî’de okumuşdum: Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürüleceği yer ve saat hükümetçe daha önceden haber alınmışken, koca bir sadrâzam ve harbiye nâzırı güpegündüz ve harbiye nezâretinin önünde bir yâveriyle birlikte parça parça ediliyor ve on yedi kurşun atılıyor da yine bir polis, bir jandarma eri meydana çıkmıyor. Otomobille kaçamayan bir topal olmasaydı belki olayın suçluları da kolluk me’mûrları gibi ortaya çıkmazlardı.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İttihâd ve Terakkî İçinde Dönenler, sh. 66, 163, 192
2) Son Sadrâzamlar; cild-3, sh. 1869
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 163
4) Hâtırât-ı Siyâsiyye (Cemâleddîn Efendi); sh. 25, 52
5) İkinci Abdülhamîd Han’ın Hâtıra Defteri; sh. 20, 165
6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-7, sh. 231
7) Görüp işittiklerim; sh. 18, 58, 71, 98
8) Türk inkılap Târihi; cild-2, kısım-1, sh. 253
9) Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-17, sh. 9959
10) İkinci Meşrûtiyetin Îlânı ve Otuzbir Mart Hâdisesi (F. Reşit Unat, Ankara-1985); sh. 68 v.d.

İKİNCİ MAHMUT HAN


Babası.................... : Abdülhamîd Han-I
Annesi.................... : Nakş-i Dil Sultan
Doğumu.................. : 20 Temmuz 1786
Vefâtı...................... : 1 Temmuz 1839
Tahta Geçişi............ : 28 Temmuz 1808
Saltanat Müddeti..... : 31 sene 4 gün
Halîfelik Sırası........ : 95
Osmanlı sultanlarının otuzuncu ve İslâm halîfelerinin doksan beşincisi. Sultan birinci Abdülhamîd Han’ın oğlu olup, 20 Temmuz 1786’da Nakş-i Dil Sultan’dan İstanbul’da doğdu, iyi bir eğitim ve öğretim gördü. Yüksek din ve fen ilimlerini, devrin kıymetli âlimlerinden öğrendi. Amcası sultan üçüncü Selîm, yetişmesine çok îtinâ göstererek devrin modern askerî ve teknik bilgilerini ve devlet idaresini iyi bir şekilde öğrenmesini sağladı. Sultan üçüncü Selîm tahttan indirildikten sonra, şehzâde Mahmûd’la sık sık görüşerek, ona politik tavsiyelerde bulundu ve bir çok hatâsını anlatarak, tahta çıktığı zaman dikkat etmesi gereken hususları bildirdi.
Sultan üçüncü Selîm’in tahttan indirilmesiyle yerine geçen dördüncü Mustafa Han, İstanbul’da tam asayişi sağlayamamıştı. Zîrâ bir çok devlet ileri geleni âsîler tarafında idi. Rusçuk âyânı olarak bilinen Alemdâr Mustafa Paşa’ya sığınan bâzı ıslahatçı devlet adamları üçüncü Selîm’i tekrar tahta geçirmek istiyorlardı. Bunun için de devlet ileri gelenlerine farkettirmeden Alemdâr’ın İstanbul’a gitmesi lâzımdı. Alemdâr Mustafa Paşa bu nâzik işi başarabilmek için sultan dördüncü Mustafa’nın ve sadrâzamın îtimâdîarını kazandı. Edirne’den İstanbul’a dönen sadrâzama 16.000 kişilik sâdık askeriyle iştirak etti. Bu sırada Pınarhisar âyânı Hacı Ali Ağa, Alemdâr’in emri ile Kabakçı Mustafa’yı öldürerek kafasını sadrâzama yolladı. Bu durum saray erkânı ve yeniçeriler arasında büyük bir telâşa sebeb oldu. 19 Temmuz 1808 Salı günü İstanbul’a giren Alemdâr, zorbaları ortadan kaldırmaya başladı, Sadrâzam Çelebi Mustafa Paşa, artan nüfuzundan rahatsız olduğu Alemdâr’dan, İstanbul’u terk etmesini istedi. O da bunun üzerine on beş bin kişi ile Bâb-ı âlîyi bastı ve mühr-i hümâyûnu aldı. Sultan Selîm’i tekrar tahta çıkarmak için saraya gitti. Zorbaların kandırması ile sultan dördüncü Mustafa; üçüncü Selîm ve şehzâde Mahmûd’un öldürülmesi için ferman çıkarttı ve tahttan çekilmek istemediğini Alemdâr’a bildirdi. Bunun üzerine Alemdâr kuvvet kullanmaya karar vererek saray kapısını kırdırmaya başladı.
Bu sırada zorbalar ise harem dâiresinde ibâdetle meşgul olan sultan Selîm’e alçakça saldırdılar. Sultan Selîm, Nizâm-ı cedîd çalışmalarında olduğu gibi, canını müdâfaada yalnız kaldı. Hançer darbeleriyle son nefesini veren üçüncü Selîm’in vücudunu Alemdâr’ın kırdığı kapının önüne bıraktılar. Hizmetkârlarının yardımıyla zorbaların elinden kurtulan şehzâde Mahmûd, Alemdâr tarafından tahta geçirildi. Alemdâr, ulemâ, devlet ricali ve ocak ağaları sultan İkinci Mahmûd Han’a bîat ettiler. Sultan Mahmûd, pâdişâh olur olmaz Alemdâr’a sadâret mührünü verdi.
Sultan Mahmûd, Alemdâr’ı sadrâzam yaptıktan sonra, zorbaları cezalandırmakla görevlendirdi. Kabakçı Mustafa isyânında rol oynayanların hepsi cezalandırıldı. Fesat çıkaranlar İstanbul, dışında ikâmete mecbur tutuldu. İstanbul’da otorite sağlanmaya çalışılırken Rumeli ve Anadolu’nun birçok yerinde ve bilhassa, Halep ve Bağdad’da vâlilerin çıkardığı karışıklıklar devam ediyordu. Cezâyir’in idaresini dayılar ele geçirmişti. Vehhâbîler Harameyni zaptederek, hutbelerden pâdişâhın adını kaldırmışlardı. Bu kötü gidişe dur demek isteyen sultan Mahmûd, Anadolu ve Rumeli vâlilerini İstanbul’a davet etti. Bu vâlilerin yeni Sultan’a bağlılıklarını bildirmeleri istendi. Valiler İstanbul’a gelip, sultan Mahmûd Han’a bağlılıklarını arz ettiler ve muhtemel âsîlere karşı ittifak senedi imzaladılar (Bkz. Sened-i İttifak).
Sultan Mahmûd, yeniçeri ocağının artık hiç bir işe yaramadığına ve bir anarşi yuvası hâline geldiğine inanmıştı. Bu ocağın tamamen ortadan kaldırılması yeni bir isyâna sebebiyet verebilirdi. Onun için, ocak mensuplarını kuşkulandırmayacak şekilde yeni tâlim ve terbiye usûllerinin tekrar tatbik edilmesini istedi. Fakat yeniçeriler bu icrâattan memnun olmadılar. 14 Ekim 1808’de kapıkulu ocağının sekizincisi olarak Sekbân-ı cedîd adıyla modern bir ordu kurulmaya başlandı. Sekbân-ı cedîd askeri, yeniçeriler ve tarafdârları tarafından Nizâm-ı cedîd’in ihyâsı alarak kabul edildi. Veziriazam Alemdâr Mustafa Paşa’nın devlet adamlarına ve askerlere karşı tavizsiz icrâatları, yeniçerileri harekete sevk etti. 14-15 Kasım gecesi meydana gelen ve Alemdâr vak’ası denilen hâdiselerde sadrâzamın konağı basıldı. Alemdâr Mustafa Paşa âsîlere karşı kahramanca mücâdele etti. Bulunduğu yerin kubbesinin delinmeye başlanması üzerine, barut fıçısını ateşledi. Meydana gelen patlamada beş yüz civarında âsî öldü. Alemdâr’ın cesedi iki gün sonra enkaz altından çıkarıldı (Bkz. Alemdâr Mustafa Paşa).
Alemdâr vak’asında, tahttan indirilen sultan dördüncü Mustafa’nın teşvîki olduğu anlaşılınca, devletin geleceği düşünülerek, şeyhülislâmın verdiği fetva gereğince dördüncü Mustafa öldürüldü. Asîler daha sonra saraya saldırdılar. Sultan Mahmûd’u tahttan indirip yerine bir başkasını tahta geçirmek istediler. Saray muhafızı Sekbanlarla âsîler arasında kıyasıya bir mücâdele oldu. Saraya giremeyeceklerini anlayan âsîler geri çekildiler. Peşlerine takılan Abdurrahmân Paşa üç bin âsiyi öldürdü. Sultan, donanmaya emir vererek yeniçeri ağasının konağının bulunduğu yeri bombalattı. Âsîler, Pâdişâh’la başa çıkamıyacaklarını anlayınca, ulemâya sığındılar. Ulemânın karârına uyacaklarına söz verdiler. Ulemâ şu karârı verdi: “İki taraf derhâl ateş keserek, kapıkulu kışlalarına girecek, Pâdişâh da Sekbân-ı cedîd ordusunu lağvedecekti.” Sultan Mahmûd Sekbân-ı cedîdi kaldırmayı kabul etti. 18 Kasım’da bu ocakta bulunan askerleri terhis etti ve memleketlerine gönderdi. Subaylarına çeşitli vazifeler verdi. Asîler, isyân sırasında, devleti ayakta tutan savunma müesseselerini kundaklayıp, büyük yangınlar çıkarmışlardı. Sultan derhâl bunların onarımına başladı.
Sultan İkinci Mahmûd Han böylece yalnız yenilik hareketlerinin boğulmasına ve payitahtın ihtilâllere sahne hâline gelmesine şâhid olmakla beraber; isyânlar, muhârebeler ve hattâ Osmanlı Devleti’nin taksim teşebbüsleri ile karşı karşıya kaldı. Fakat bu kadar ağır şartlar ve hâdiseler genç pâdişâhın ümid ve cesaretini kırmadı. O, ecdadına yakışırbir irâde ile mücâdelesine devam etti ve zamanı geldikçe fikirlerini tatbîke girişti. Zîrâ devletin karşılaştığı dış ve iç gaileler, beklemeyi gerektiriyordu. Nitekim İstanbul’daki duruma göre hareket eden Ruslar son iç savaştan cesaret alarak, Osmanlı Devleti’nden Eflak ve Boğdan’ı talep ettiler. Ruslar bu şartlar kabul edilmediği takdirde muahedenin İstanbul yakınlarında imzalanacağını da bildiriyordu. Bu Rus ültimatomundan müteessir olan sultan Mahmûd Han, yazdığı bir Hatt-ı hümâyûn ile Fâtih Câmii’nde büyük bir şûra topladı. Burada Rus tekliflerinin ağırlığını bildiren Sultan, bütün milleti din ve devlet uğrunda seferber olarak sancak-ı şerîf altında toplanmaya ve orduya iltihâka davet etti. Hatt-ı hümâyûnun eyâletlere de gönderilmesi netîcesinde, bütün millet heyecan içerisinde kaldı. Yurdun dört bir yanından gelen gönüllüler ve medrese talebeleri bu cihâda katıldılar. Nitekim bu kuvvetler sayesinde Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan’a kadar istilâ eden Ruslar, Tuna’nın öbür yakasına kadar püskürtüldü. Bu arada Rusya ile arası bozulan Fransa kralı Napolyon’un Moskova seferine hazırlanması neticesinde, Osmanlı Devleti Ruslar ile 1812’de Bükreş muahedesini imzaladı (Bkz. Bükreş Andlaşması).
Osmanlı Devleti, Rusya ile sulh andlaşmasını imzaladı ise de bu defa da dâhilde Sırp, Eflak, Boğdan, Hicaz’da vehhâbîler ve bilhassa Yunan isyânları ile yeni bir sıkıntının içerisine düştü. Bükreş andlaşması ile muhtariyet kazanmalarına rağmen, Sırplar rahat durmuyorlardı. Sırbistan’daki kalelerde Osmanlı askeri bulunmasını bahane ederek, Osmanlı Devleti’ne ödeyecekleri senelik vergiyi kestiler. Tam istiklâl propagandaları yaparak kalelerdeki Osmanlı askerlerine saldırmaya başladılar. 1813 senesinde, Sırpları yola getirmek için Hurşit Paşa seraskerliğinde sefere çıkıldı. Hurşid Paşa, Belgrad’a giderek, âsîleri yola getirdi. Âsî Sırp lideri Kara Yorgi, esir düşmemek için, Avusturya’ya kaçtı ve burada yakalanarak habse atıldı. Belgrad ve Semendire kaleleri Osmanlılara tâbi oldu. Serasker Hurşid Paşa’nın umûmî af îlân etmesiyle, Sırpların başına Miloş Obrenoviç geçti. Miloş Obrenoviç ve Kara Yorgi’nin Sırbistan’daki liderlik mücâdeleleri kanlı hâdiselere sebeb oldu. Osmanlı Devleti’ne sadâkatle hizmete devam eden Miloş, Avusturya’dan dönen Kara Yorgi’yi öldürdü. Sırbistan’ın, dış işlerinde Osmanlılara bağlılığı devam etti.
Osmanlı Devleti iç isyânlar ve Rusya ile savaşırken, Arabistan’daki vehhâbîler Osmanlı Devleti’ne siyâsî faaliyetlerden katliâmlara kadar varan tecâvüzlerde bulunuyorlardı. Ayrıca Hicaz’ı istilâya teşebbüs eden vehhâbîler hac mevsiminde hacıların yollarını kesip, işkence yaptıkları gibi, dîne hakaretleri dayanılamayacak bir duruma getirdiler. Sultan İkinci Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya emir gönderip, vehhâbîleri yola getirmesini emretti. Mehmed Ali Paşa, oğlu Tosun Paşa’nın kumandasında bir kolorduyu 1811 senesinde Hicaz’a gönderdi. Ancak Tosun Paşa’nın muvaffakiyetsizliği üzerine bizzat harekete geçen Mehmed Ali Paşa, Mekke şerîfi Gâlib Efendi ile de istişareler yaparak bir dizi harpden sonra mübarek beldeleri vehhâbîlerden temizledi (Bkz. Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Vehhâbîlik). Vehhâbîler karşısında kazanılan zaferler, İslâm memleketlerinde büyük sevince sebeb oldu. Mısır’da üç gün şenlik yapıldı. Zafer haberine çok sevinen sultan Mahmûd Han, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya ihsânlarda bulundu.
Öte yandan Türklerin idaresinde dînî, içtimaî ve kültürel muhtariyetlerini muhafaza eden rumlar, Fransız İhtilâlinin getirdiği milliyetçilik fikirlerine bağlanarak Rusya ve Avrupa’nın himâyesi ve şımartmasından cesaret almışlardı. Fenerli rumlarla eskiden beri sıkı münâsebetlerde ve İngilizlerle gizli muhaberelerde bulunan Hâlet Efendi’nin hâince faaliyetleri ve husûsiyle Tepedelenli Ali Paşa’yı bertaraf etmesi Yunanlılara ayaklanma fırsatı verdi. Etniki Eterya adı altında masonik esaslara dayanan gizli bir cemiyet kuran rumlar, bunu Rus çarına bağışlayarak halkın cesaretini artırmışlardı. Odesa’da, Yunanistan’da, adalarda ve hattâ bizzat İstanbul’da şubeleri olan bu fesat cemiyeti; masonik esaslara ve şifrelere göre teşkîlât ve faaliyetlerini geliştirmiş, Avrupa’da ve Rusya’da bulunan sermayedarlar da bu millî seferberliğe katılmışlardı. Bunlar mektepler açıyor, Avrupa’dan getirdikleri muallimlerle yeni nesli hazırlıyor, propagandalarını bunlar ve kilise mensupları vâsıtasiyle her tarafa yayıyorlardı.
Etniki eterya cemiyeti 8 Ekim 1820’de, her tarafa gönderdiği bir beyanname ile isyân hazırlığı işaretini veriyor; patrik de parolalı ifâdelerle hareketi teşvik ettiğini bildiriyordu. Sâdece İstanbul’da cemiyetin on sekiz bin âzası bulunduğu rivayet ediliyor, isyân günü yaklaştıkça rumların şımarıklığı artıyordu. Rumlar, silâhları ve Avrupa’dan satın aldıkları harp gemileri ile hazırlandılar. Plâna göre İstanbul’da yangın ve katliâm ile başlayacak hareketle İstanbul halkı dehşete düşürülecek, Türk donanması yok edilecek ve bizzat sultan Mahmûd da yakalanarak Osmanlı Devleti yerine Bizans Devleti kurulacaktı.
Ancak sultan Mahmûd Han rumların hıyanetlerinden haberdârdı. Yığınlarca toplanan gizli vesikaları tercüme ettirmiş, patriğin, metropolit ve papazların nasıl bir taassubla isyânı kışkırttıkları meydana çıkmıştı. Nitekim Yunanlılar 1821’de Mora’da ayaklandığı ve isyânın adalara da sıçraması üzerine, sultan Mahmûd Han derhâl üzerlerine kuvvet sevketti. Daha önceden hıyaneti sabit olan metropolit ve isyânın elebaşıları yakalanarak îdâm edildi. Patrik Gregorios da patrikhânenin orta kapısında asıldı. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekası âyât-ı semâviyye ile sabit bulunan din ve devlet aleyhinde işlediği hıyanetler sayılıyor ve başkalarına da ibret olsun diye îdâm edildiği” ifâde ediliyordu. Sultan Mahmûd Han’ın serî hareketle, daha rumlar harekete geçemeden isyânı bir anda bastırması, dış devletlerin olaya müdâhalesini önledi. Ancak Yunanlıların Mora’da başlattıkları isyân büyüyerek adalara ve Selânik’e kadar yayıldı. Bu durum üzerine sultan Mahmûd, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’yı isyânı bastırmaya me’mûr etti. Nitekim Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında gönderdiği küçük fakat disiplinli ve modern ordu, isyânı kısa sürede bastırmaya muvaffak oldu.
Yunan isyânı sırasında yeniçeri ve sipâhîlerin daha fazla bozulduğunu gören sultan Mahmûd Han, bu fesat yuvalarını ortadan kaldırmaya karar verdi. Yeniçerilerin artan tecâvüz ve zorbalıkları umûmî efkârı da aleyhlerine çevirmişti. Pâdişâh, Yunan isyânının bastırılmasıyla kavuşulan sulh devresinde, önce orduyu ıslâha girişti. Tersane ve topçu sınıflarının modernleşmesine ve gemi inşâ işlerine başladı. Bu esnada Tophane’de inşâ olunan Nusrâtiye Câmii’nin açılışında bulundu. Bu sınıfları teknik bakımdan kuvvetlendirip, kendisine bağlayarak disiplin altına almak istiyordu. Sadrâzamın başkanlığında toplanan bir mecliste, kanunnâmelere göre yeniçerilerin, sultan Süleymân devrinde olduğu gibi, kışlalarında kalıp tâlimle meşgul olmaları, nizâmdan ayrılan bu askerlerin Yunan eşkıyasına karşı devletin haysiyetini perişan ettikleri, küçük Mısır ordusunun tâlim ve terbiye sayesinde muvaffakiyet kazandığı ve artık bıçağın kemiğe dayandığı ifâde edildi. Meclisteki din âlimleri de tâlim ve harp fenlerinin öğretilmesi zaruretini, âyet ve hadîslerle te’yîd ettiler. Şeyhülislâmın fetvasını da alan sultan Mahmûd Han, bu suretle eşkinci adı ile yeni bir ocağın kurulmasını emretti. Yeniçeri orta (taburlarından kaydedilen askerlere tâlim ettirilmesi kararlaştırılırken, bu karar hükümet erkânı ile birlikte yeniçerilere de imzalatıldı. Bu münâsebetle Pâdişâh, Kânûnî devri nizamlarının ihyasını bahis mevzuu ediyor, ocağa asla dokunmayacak gözüküyordu.
Bununla beraber yeniçeriler de zorbalıklarına, tecâvüzlerine devam ediyor, taahhütlerine rağmen yine de isyâna hazırlanıyorlardı. Yeniçerilerin artan zulüm ve tecâvüzleri ilmiye sınıfı ve halkı da kendilerine düşman etmişti. Topçu ve tersane ocakları da yeniçerilere karşı Pâdişâh’ı tutuyordu.
Yeniçeriler tâlim yapmayı reddedip, isyâna başlarken, sultan İkinci Mahmûd Han da hazırlanmış bir durumda idi. Beşiktaş Sarayı’nda kılıcını kuşanıp, Topkapı Sarayı’na geçti. Sadrâzam, şeyhülislâm ve devlet erkânını toplayarak yeniçerilerin artık hıyanette bulunduklarını, isyân hareketine geçeceklerini ve tedbir alınmasını belirtti. Âlimler, din ve devletin bekâsı için ve Pâdişâh uğrunda canlarını fedaya, isyânı bastırmaya ve yeniçerileri öldürmeye dâir heyecanlı konuşmalar yaptılar. Bunun üzerine şeyhülislâmın fetvası ile sancak-ı şerîf çıkarıldı. Pâdişâh bütün milleti onun altında toplanmaya davet etti ve bizzat mücâdeleye karışmak istedi. Hakan, 15 Haziran 1826 günü Et meydanındaki yeniçeri kışlalarının topa tutulmasını emretti. Suçsuzların telef olmaması ve kaçmaları için de kışlaların arka kapılarını serbest bıraktı. Böylece bir kaç saat zarfında top gülleleri ve gürültüleri içinde bu târihî ocağın ömrü sona erdi. Bu mücâdele esnasında yeniçeri elebaşıları ve 199. orta (tabur) arasında azılı 31. orta tamâmiyle yok edildi. Diğerlerinin vilâyetlere kaçmalarına göz yumuldu. Hâdisede ölü sayısı altı-yedi bin civarında idi. Ocak, devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sâhib idiyse, son bir asırlık felâketlerine de o derece sebeb olmuştu. Bu nedenle yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabul edilerek Vak’a-i hayriyye denildi.
İsyanın bastırılmasından sonra toplanan dîvânda, yeniçeri ocağının kesin bir şekilde kaldırılmasına ve Asâkir-i mansûre-i Muhammediyye adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkîline karar verildi (Bkz. Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye).
Yeniçeri ocağının kaldırılması sırasında, Rus çarı birinci Aleksandr ölmüş ve yerine Türk ve müslüman düşmanı olan birinci Nikola geçmişti. Osmanlı Devleti’nin yeni bir ordu teşkil etmesi, Nikola’nın rahatını kaçırıyordu. Osmanlıların ordusuz olduğu günlerde, Nikola savaş açmak istedi ve Sırplarla ilgili Bükreş andlaşmasına uyulmasını isteyen bâzı tekliflerde bulundu. Osmanlı hükümeti, yeni bir ordu kurmakla uğraştığından, Rusya ile bir harb çıkarmamak için, Nikola’nın isteklerine olumlu cevap verdi. Yapılan görüşmeler neticesinde Rus tüccarlara ticâret serbestisi tanındı. Sırbistan imtiyazlarının açıklanması için Sırp mensupları ile İstanbul’da görüşülerek on sekiz ay zarfında bir karâra varılması ve bu hususun Rusya’ya bildirilmesine dâir iki senet imzalandı (7 Ekim 1827).
Mora’da isyânın tamamen bastırılması, hıristiyan Avrupa’da rumlar lehine resmî bir müdâhale fikri uyandırdı. 6 Temmuz 1827 günü Londra’da Fransa, İngiltere ve Rusya arasında bir protokol imzalanarak Osmanlı Devleti’ne müdâhale edilmesi kararlaştırıldı. Osmanlı hükümeti, bu protokol hükümlerini, iç işlerine karışma saydığı için kabul etmedi. Bunun üzerine müttefik üç devlet, donanmalarına, Mora’yı abluka altına alarak Osmanlı Devleti’ni mütârekeyi imzalamak için zorlama görevini verdi. Bu sırada Osmanlı donanması Navarin limanında idi. İbrâhim Paşa, İngiliz donanma komutanı Cardington tarafından yapılan mütâreke teklifini Pâdişâh’tan yetki almadığı için kabul etmedi. Bunun üzerine müttefik kuvvetlerin amiralleri İbrâhim Paşa’ya bir ültimatom göndererek, Osmanlı ve Mısır askerini Mora’dan çıkarmasını istediler. İbrâhim Paşa’nın bunu da kabul etmemesi üzerine, müttefik donanma Navarin limanına girerek, demirlemiş Osmanlı donanmasına ateş açtı. Bu ateş neticesinde elli yedi Osmanlı gemisi battı ve sekiz bin askeri de şehîd oldu (20 Ekim 1827). Navarin baskınından sonra Fransa, İngiltere ve Rusya hâdiseden haberdâr olmadıklarını îlân edip, mes’ûliyetten kaçmak istediler. Osmanlı Devleti, hâdiseyi protesto edip, tazmînât isteyince, mes’ûl devlet sefirleri İstanbul’dan ayrıldı (Bkz. Navarin Faciası). Osmanlı Devleti, Vak’a-i hayriyye ile ordusuz, Navarin faciası ile de donanmasız kalmıştı. Bunu fırsat bilen Rus çarı Nikola 26 Nisan 1828’de, Osmanlı Devleti’ne karşı savaş îlân etti. Balkanlar ve Kafkasya üzerinden saldırıya geçen Rus kuvvetlerinin kısa zamanda İstanbul önlerine geleceklerine bütün dünyâ inanıyordu. Dîvân toplanarak Rusya’ya harb îlân edildi ve seraskerliğine Bursa vâlisi Ağa Hüseyin Paşa tâyin edildi. Harbin ilk günlerinde Osmanlı ordusu muvaffak oldu ise de kısa bir süre sonra Ruslar hızla ilerleyerek Edirne’ye kadar geldiler. Doğuda ise; Kars, Ardahan Erzurum Rusların eline geçti. Osmanlı hükümeti doğudan ve batıdan tehlike altına girdi ve barış istemek mecburiyetinde kaldı. Çar Nikola da kazandığı zaferlere rağmen güç durumda idi. Zîrâ Rusya’da kargaşalıklar çıkmıştı ve ordu, Edirne önlerine gelmekle, merkezle arası çok açılmış olup, irtibat zor şartlar altında sağlanıyordu. Çar da, Osmanlı Devleti’nin barış tekliflerini kabul ederek, görüşmeler neticesinde 14 Eylül 1829’da Edirne barış andlaşması imzalandı (Bkz. Edirne Andlaşması).
Fransa kralı Osmanlı Devleti’nin Ruslara yenilmesinden faydalanmak istedi. İbrâhim Paşa’nın Mora’dan ayrılması üzerine, Mora’yı işgal etti ve 15 Ağustos 1829’da Yunan Devleti teşekkül ettirildi. Cezâyir dayısı Hüseyin Paşa, Fransız ticâret gemilerine, alacağına mahsuben el koymuştu. Fransızlar, Cezâyir dayısının bilgisizce yaptığı işleri, plânlarını yürürlüğe koymak için vesîle saydılar. Fransa ile Cezâyir dayısının arasını bozan bu hâdisenin ortadan kaldırılması için Pâdişâh bir ferman gönderdi. Cezâyir dayısı, Fransız gemilerini serbest bırakmamakta inad etti. Bunun üzerine Fransızlar, yüz harb ve çok sayıda nakliye gemisi ile Cezâyir üzerine yürüdü. 12 Haziran 1830 günü Cezâyir’e 16.000 kişilik bir kuvvet çıkaran Fransa donanması karşısında dayı Hüseyin Paşa mağlûb oldu. Bâb-ı âlî, Rusya ile yaptığı harpten yeni çıktığı ve Cezâyir’in merkezden uzak olması yüzünden yardım yapamadı.
Sultan İkinci Mahmûd Han bir yandan devlete yeni nizâm verirken, bir yandan da iç ve dış dehşetli buhranlarla dağılmak tehlikesine mâruz kalan ülkesini kurtarmaya çalışıyordu. Bunlar arasında en mühimi Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyân oldu.
Mısır’da hâkimiyetini kurmak isteyen Mehmed Ali Paşa, oğlu İbrâhim Paşa kumandasında, daha ordusu bütünüyle teşekkül etmemiş olan Osmanlı Devleti karşısında Suriye’de galip geldi. Şam halkı, Mehmed Ali Paşa’yı tanımak zorunda kaldı. İbrâhim Paşa, ordusu ile Kütahya’ya gelince, Osmanlı hükümeti Rusya’dan yardım istedi. Bu durum karşısında İngiltere ve Fransa telâşa düştü. Fransa’nın aracılığı ile 8 Nisan 1833 Kütahya andlaşması imzalandı. Andlaşmaya göre, Mehmed Ali Paşa’yı Mısır vâliliğine ilâveten Suriye, oğlu İbrâhim Paşa’ya da Adana eyâleti muhassıllık olarak verildi.
Avrupa devletleri, barış görüşmeleri sırasında daha çok Mehmed Ali Paşa’nın çıkarlarını korumaları üzerine, sultan Mahmûd Han Rusya ile ittifak kurmayı kararlaştırdı. Böylece Mehmed Ali Paşa’nın çıkardığı isyân milletlerarası ağır bir mes’ele hâlini aldı. Hâdiseyi körükleyen Fransa ve İngiltere bu olaydan azamî istifâdeyi kalkarlarken Osmanlı Devleti zor dönemde bir yara daha aldı (Bkz. Kavalalı Mehmed Ali Paşa). Nitekim bütün buhranlar karşısında irâdesi, sabrı ve cesareti kırılmayan sultan Mahmûd Han, bu hâdisenin ıstırabı içerisinde 1 Temmuz 1839’da vefât etti. Cenazesi Çemberlitaş’daki türbesine defnedildi.
Sultan İkinci Mahmûd Han’ın ilmi fazla olup, dînî, fennî, teknik, askerî, idarî ve san’at sahalarında kendisini çok iyi yetiştirmişti. Dindâr, akıllı, zekî, çalışkan ve azîm sahibiydi. Şâir olup, Adlî mahlası ile şiirler yazdı. İlim, san’at adamlarına ve eserlerine ziyadesiyle alâka gösterir, kıymet verip, himaye ederdi.
Cevdet Paşa diyor ki: “Sultan Mahmûd Han, irâde ve kudret sahibi bir pâdişâh idi. Lâkin iş başında iktidar sahibi devlet adamları yoktu. Bu sebeble sathî taklitler yoluna gidildi. Acele bir şeyler yapmak isteği ile binanın temellerini tahkîm yerine süslemesi ile uğraşıldı.”
Sultan İkinci Mahmûd Han, Osmanlı Devleti’nin ilerlemesini, teknik ve sanayide devrin seviyesine ulaşılmakta görüyordu. Gayret ve sebat sahibi bir pâdişâhtı. Devrindeki bütün hâdiseler karşısında asla ümidsizlik ve gevşeklik göstermedi. Gayreti sayesinde devlet, Avrupai tarzda sistemli bir orduya sâhib oldu.
Mahmûd Han Avrupa’ya, askerlik ve yeni silâhların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Yeniçeri ocağını kaldırarak yerine talimli bir ordu kurmaya çalıştı ve bunun için Avrupa’dan hocalar getirtti, İstanbul, Rumeli, Anadolu ve Arabistan orduları adıyla yeni ordular teşkil etti. Topçu, humbaracı ve lağımcı ocakları, yeniçeriler kadar bozulmadığından, bu ocakları ıslâh etti. Deniz bilgilerini arttırmak için Mekteb-i Bahriye’yi kurdu. Askerî tıbbiye ve Harbiye mekteblerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassıslar getirtti. Bu okulların öğrenci ihtiyâcını karşılamak için medrese ve mekteplere ilâveten sıbyân mekteblerinin üstünde Rüşdiyeler, devlet me’murlarının yetiştirilmesi için de Mekteb-i maârif-i adlî kuruldu. Eğitim ve öğretim parasız olup, ilk öğretim mecburî hâle getirildi. Açılan okulların seviyesini yükseltmek için ve lüzumlu fen ve teknik kitapların tercümesi için batı dillerinde tercüme bürosu kurdurdu. Avrupa devletlerinin şehirlerine konsolos gönderilmeye tekrar başlanıldı. 1 Ekim 1831 târihinde Takvim-i Vekâyî adlı gazete, Osmanlı Türkçesi ile ülke içinde çıkarılmaya başlandı. Fransızcası da dış ülkelere gönderildi. Avrupa ülkelerine gönderilen gazeteler ile Türkiye’nin propagandası yapılarak, hâdiseler ve ıslâhatlar dünyâ kamuoyunda değerlendirilmeye tâbi tutuldu. Avrupa basınında Türkiye ve sultan Mahmûd Han hakkında neşr edilen yayınlar tâkib edildi.
Sultan İkinci Mahmûd, hükümet teşkilâtı usûlleri ve kıyafet nizâmında da yenilikler yaptı. Osmanlı devlet teşkîlâtındaki sadrâzama başvekil, defterdâra mâliye nâzırı (mâliye bakanı), reisülküttâba hâriciye nâzırı (dış işleri bakanı), sadrâzam kethüdasına dâhiliye nâzırı (iç işleri bakanı) denilmeye başlandı. Devlet bünyesinde büyük yekûn tutan vakıflar için Evkaf nezâreti kuruldu. Hükümet ve ahâlinin önemli mes’elelerinin görüşüldüğü meclis-i Vâlâ-yı ahkâm-ı adliye ve askerî işlerin görüşülüp kararlaştırıldığı dâr-ı şûrâ-yı askerî müesseseleri teşkil edildi. Me’mûrlar iç ve dış işlerde olmak üzere ikiye ayrılıp, maaşları rütbe ve derecelerine göre verilmeye başlandı.
Sultan, bir fermanla devlet için posta müessesesinin gerekli olduğunu açıklıyarak bir teşkilât kurdurdu. Posta teşkîlâtının kurulması üzerine posta yollarının yapımına başlandı. İlk olarak Üsküdar-İzmit arasında yapılan yol, Pâdişâh tarafından hizmete açıldı. Memleketin diğer bölgelerine de posta yolları yapıldı ve postahâneler açıldı. Posta teşkilâtı kurulduğu sırada, memleketin iç ve dışında yapılacak seyahatler için iki usûl kabul edildi. Yurt içinde yapılan seyahatler için yolcuların mürûr tezkeresi taşımaları, yurt dışına gideceklerin ise, her devlette olduğu gibi, hâriciye nezâretinden pasaport almaları şart koşuldu.
1831 senesinde ilk defa kısmî nüfus sayımı yapıldı. Arabistan’dan asker alınmadığı için sayımdan hâriç tutuldu. Dört milyon hıristiyan ile sekiz milyon müslüman ahâlinin sayımı yapıldı. Bölgelerdeki hıristiyanların sayısı, devlete verilen cizye mikdârını da ortaya çıkarmış oldu. Aynı sene ayrıca karantina uygulamasına başlanıldı. Bunun için yurt dışından me’murlar getirildi. Meclis-i sıhhiye cemiyeti ile bir karantina nezâreti kuruldu.
Sultan Mahmûd’un giriştiği bu yenilikler, Türk târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil ettiği muhakkaktır. Fakat bu yol üzerine yürüyen Tanzîmâtçılar ve meşrutiyetçiler, Avrupa ilmini ve tekniğini almak gibi ilmî ve aklî esaslı hedefler dururken, Türk milletinin kültürüne, örf ve âdetlerine uymayan kültürünü almaya çalıştılar. Bir taraftan memleketin içinde bulunduğu maddî-mânevî şartları iyi kavrıyamadıkları, diğer taraftan bu hayatî mes’elede geniş ve ilmî programa dayanan bir görüşten mahrum bulundukları için Türk milletini batıyı körü körüne taklide zorladılar. Nitekim tarihçilerin çoğuna göre büyük ölçüde sultan Mahmûd Han devrinde gerçekleştirilen yenilik hareketleri eğer onun devrinde bir Tanzîmât fermanı şeklinde yayınlansa idi, çok farklı bir yapıda olurdu. Zîrâ, Mahmûd Han, giriştiği yeniliklerle memleketi kurtarmaya çalışırken, ecdâdından mîrâs aldığı millî ve dînî inançlara da bağlı kalmış, ilim ve îmân, akıl ve vicdan arasında ahenkli bir yol tutmuştu (Bkz. Tanzîmât).
Ülkenin imârına; ilim, san’at hayır ve sosyal müesseselerine önem veren Sultan, pek çok eser yaptırdı. Bâyezîd yangın kulesi, Unkapanı ile Azapkapı arasındaki şimdi Unkapanı köprüsü denilen Mahmudiye köprüsü, Beylerbeyi ve Çırağan sarayları, Tophane’deki Nusratiyye, Bahçekapı’daki Hidâyet, Üsküdar’daki Adliye, Arnavutköy sahilindeki Tevfikiyye câmileri bu Pâdişâh tarafından yaptırılmıştır. Eyyûb Sultan hazretlerinin türbesini mükemmel bir şekilde tamir ettirip, iyi bir hattat olduğundan, sandukası pişidesi (örtüsü) üzerindeki yazıyı kendi el yazısı ile yazdı. Tophane’de Kâdirî Câmii ve tekkesini tamir ettirdi.
Mısır, Yanya ve Mora gibi vilâyetlerin isyânı, yeniçerilerin kaldırılmaları ve Rus ordularının saldırmaları sebebiyle bunlarla meşgul olan sultan Mahmûd Han, Mekke ve Medine’yi ancak tamir edebilmiş, kendisinden sonra oğlu Abdülmecîd Han bunları tezyîn için şaşılacak bir himmet ve gayret göstermiştir.
Sultan Mahmûd Han’ın hanımları Âlîcenâb, Bezmiâlem, Hüsn-i Melek, Aşubkan sultanlardır. Hanımlarından Abdullah, Abdülazîz, Abdülhamîd (iki tane), Abdülmecîd, Bâyezîd, Kemâleddîn, Mahmûd, Mehmed (iki tane), Ahmed (Beş tane), Murâd Nizâmeddîn, Osman, Süleymân olmak üzere on dokuz oğlu; Adile, Fatma (iki tane), Esma, Emine, Ayşe, Atiye, Zeynep, Salime, Münîre, Mihrimâh, Hayriye (İki tane), Hamîde, Hadîce olmak üzere on beş kızı olmuştur.

MUHABBETİN VESÎKASI!

İkinci Mahmûd Han, 1820 senesinde Hücre-i Saadete hediye ettiği şamdanla birlikte gönderdiği aşağıdaki şiir, Osmanlı sultânlarının Resûlullah’a olan hürmet ve muhabbetlerinin bir vesikasıdır:
Şamidan eyledim ihdâya cür’et yâ Resûlallah!
Muradım dergeh-i ulyâya hizmet, yâ Resûlallah!
Değildir ravdaya şâyeste, destâvîz-i nâçizim.
Kabulünde kıl ihsân inayet, yâ Resûlallah!
Kimim var hazretinden gayri, hâlim eyleyem ilâm
Cenâbındandır ihsân mürüvvet, yâ Resûlallah!
Dahîlek, el-emân, sad el-amân, dergâhına düştüm,
Terahhüm kıl, bana eyle şefâat yâ Resûlallah!
Dü-âlemde kıl istishâb hân Mahmûd-i adlîyi,
Senindir evvel ü âhirde devlet yâ Resûlallah!

Sultan İkinci Mahmûd Han Devri Kronolojisi

28 Temmuz 1808 : Alemdâr Mustafa Paşanın sadârete getirilmesi.
14 Ekim 1808 : Sekbân-ı cedîd ocağının kurulması.
15 Kasım 1808 : Yeniçerilerin isyânı ve sadrâzam Alemdâr Mustafa Paşa’nın ölümü.
22 Kasım 1808 : Memiş Paşa’nın sadârete getirilmesi.
1 Ocak 1809 : Yûsuf Ziyâüddîn Paşa’nın sadârete getirilmesi.
24 Ekim 1809 : Ruslara karşı Tarice zaferinin kazanılması.
10 Nisan 1811 : Laz Ahmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
28 Eylül 1812 : Bükreş andlaşmasının imzalanması.
5 Ekim 1812 : Hurşid Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
2 Aralık 1812 : Medine’nin vehhâbîlerden geri alınması.
23 Ocak 1813 : Mekke’nin vehhâbilerden geri alınması.
1 Nisan 1815 : Mehmed Rauf Paşa’nın sadârete getirilmesi.
5 Ocak 1818 : Derviş Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
26 Eylül 1818 : Deriyye’nin feth edilmesi.
5 Ocak 1820 : Seyyid Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi.
20 Ağustos 1820 : İsyân eden Tepedelenli Ali Paşa’nın Yanya’da kuşatılması.
21 Şubat 1821 : Yunan isyânının başlaması.
28 Mart 1821 : Benderli Ali Paşa’nın sadâreti.
20 Nisan 1821 : Hacı Salih Paşa’nın sadâreti.
13 Ocak 1822 : Yunanlıların bağımsızlıklarını ilân etmesi.
23 Mart 1822 : Sakız adasındaki rumların isyân etmesi.
15 Haziran 1826 : Yeniçeri ocağının kaldırılması.
5 Haziran 1827 : Atina’nın işgalcilerden alınması.
20 Ekim 1827 : İlk buharlı geminin satın alınması ve Navarin faciası.
26 Nisan 1828 : Rusya’ya sefer açılması.
3 Mart 1829 : Kıyafet değişikliği hakkında ferman yayınlanması.
15 Ağustos 1829 : Yunanistan devletinin kurulması.
24 Nisan 1830 : Kurulan Yunan devletini Osmanlıların tanıması.
5 Temmuz 1830 : Cezâyir’in, Fransa tarafından işgal edilmesi.
29 Ağustos 1830 : Sırbistan’ın bağımsızlığını ilân etmesi.
1 Kasım 1831 : İlk Türk gazetesi Takvimi Vekâyî’nin yayın hayâtına girmesi.
10 Aralık 1832 : Sisam’a bağımsızlık verilmesi.
21 Ocak 1832 : Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyânı.
24 Ocak 1839 : Nizib’de Osmanlı ordusunun Mısır ordusuna yenilmesi.
1 Temmuz 1839 : Sultan Mahmûd Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4225
2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-11, sh. 191
3) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ.H. Danişmend); cild-4, sh. 93
4) Deniz Harp Târihi; cild-2, sh. 313
5) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 421
6) Osmanlı Devleti Târihi; cild-1, sh. 478
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 155
8) Osmanlı Pâdişâhlarının Hayat Hikâyeleri; sh. 419
9) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1091
10) Türk Cihân Hâkimiyeti mefkuresi Târihi; cild-2, sh. 259
11) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2830
12) Osmanlı Târihi (E. Z. KaraL); cild-5, sh. 87
13) Târih-i Cevdet; cild-8, sh. 3 v.d.
14) Târih (Şânizâde Atâullah Efendi, İstanbul-1284); cild-1, sh. 21
15) Târih-i Lütfi; cild-1, sh. 127
16) History of the Ottoman Empire and Modern Turkey; cild-2, sh. 1
17) Eshâb-ı Kirâm; sh. 379
18) Türkiye Hâtıraları (Lord Stratford; Ankara-1959); sh. 57

BİRİNCİ MAHMUT HAN


Babası.................... : İkinci Mustafa Han
Annesi.................... : Sâlihâ Sultan
Doğumu.................. : 2 Ağustos 1696
Vefâtı...................... : 3 Aralık 1754
Tahta Geçişi............ : 2 Ekim 1730
Saltanat Müddeti..... : 24 sene 2 ay 12 gün
Halîfelik Sırası........ : 89
Osmanlı sultanlarının yirmi dördüncü ve İslâm halîfelerinin seksen dokuzuncusu. Sultan İkinci Mustafa Han’ın oğlu olup, 2 Ağustos 1696 senesinde Sâlihâ Sultan’dan Edirne’de doğdu. Okul çağına geldiği zaman babasının hocası Şeyhülislâm Feyzullah Efendi’den ders almaya başladı. Daha sonra şehzâdeye, hoca olarak Feyzullah Efendi’nin oğlu İbrâhim Efendi tâyin edildi. Şehzâdeliğinde, yüksek fen ve din ilimlerini öğrenerek yetişti. Babasının tahttan indirilmesinden sonra amcası üçüncü Ahmed Han tarafından İstanbul’a getirtilerek saray-ı âmirede bir dâireye yerleştirildi. Yetiştirilmesine burada da ihtimam gösterildi.
Üçüncü Ahmed Han, Patrona Halil ayaklanması yüzünden tahttan çekilince, şehzâde Mahmûd, 2 Ekim 1730 günü Osmanlı sultânı oldu. Sultan Ahmed, birinci Mahmûd Han’a duâ ile bîat ettikten sonra şu vasiyyeti yaptı: “Vezirine teslim olma. Dâima ahvâlini araştır ve beş-on sene birini vezârette müstakil istihdam eyleme ve kalem-i dürûğlarına asla itimât etme. Merhamet sahibi ol. Cömertliği elden bırakma. Gayet tasarruf üzere ol. Hâlen hazînelerde bulunan malı zâyî etme. İşi kendin gör, ele itimât etme. İşte benim ahvâlim sana nasihat için kâfidir. Hacet sâhiblerine adaletle davran. Kimsenin bedduâsını alma. Şehzâdeler sana emânettir. Oğlum; devlet işlerini baban ve ben başkalarına bıraktığımızdan bu durum başımıza geldi. Sen bizzat idareyi ele al.”
Sultan Mahmûd, tahta geçtiği zaman otuz beş yaşında idi. Amcası sultan Ahmed’in, Osmanlı sultânı olduğu zaman karşılaştığı aynı mes’eleyle karşı karşıya kaldı. Saltanatının ilk günlerinde hâkimiyet tamamen âsîlerin elinde idi. Âsîlerin reîsi Patrona Halîl ve avânesi, devletin önemli mevkilerine kendi tarafdarlarını getirmişti. Âsîler, istediklerini yapıyorlardı. Sultan Mahmûd buna mâni olmak için Patrona Halîl ve avânesini ortadan kaldırmaya karar verdi. Halil’e Rumeli beylerbeyliği rütbesi verildi. Hil’at giymek için gittiği Revan köşkünde, Pâdişâh’ın emri ile on yedinci bölük ağası Halîl Ağa tarafından öldürüldü. Dışarıda bekleyen âsîlere de “Hil’at giydirilecektir” denilerek birer birer içeri alınarak hepsi öldürüldü. Böylece elebaşıları öldürülen eşkıyanın sesi çıkmaz oldu (Bkz. Patrona İsyanı). Asîler daha sonra iki sefer ayaklandı. Ancak bu isyânlar kısa sürede bastırıldı.
İstanbul’da emniyet ve âsâyiş sağlandıktan sonra, sultan Mahmûd Han, amcası zamanında başlayan İran harpleriyle meşgul olmaya başladı. İran seraskerliğine Bağdâd vâlisi Ahmed Paşa’yı tâyin etti. Bu sırada yeni Sultan’ı tebrike gelen İran elçisi, daha önce kesinleşen sulh şartlarına aykırı olarak yeni bazı teklifler getirdi. Bunun üzerine, toplanan dîvânda İran elçisinin, bölgenin ahvâline vâkıf Bağdâd vâlisi ve İran seraskeri Ahmed Paşa ile anlaşmasına karar verilerek, Bağdâd’a gönderilmesi kararlaştırıldı. Diğer taraftan İran elçisi henüz Diyarbekir’e gelmeden, İran Şâhı’nın Revan üzerine yürüdüğü öğrenildi. Şâh’ın elçi göndermekteki maksadı Osmanlı hükümetini yanıltmak ve oyalamak olduğu anlaşıldığından, elçi ve maiyyeti Mardin kalesine hapsedildi. İran seraskeri Ahmed Paşa ile Erzurum vâlisi ve Revan seraskeri Hekimoğlu Ali Paşa’ya iki koldan taarruza geçmeleri için ferman gönderildi.
Osmanlı kuvvetleri Irak ve Azerbaycan mevkîlerinden, İran kuvvetlerine karşı taarruza geçtiler. Irak cephesinde serasker Ahmed Paşa’nın karşı harekâtına mukavemet edemeyen İran kuvvetleri, geri çekildi. 30 Temmuz 1731’de Kirmanşâh tekrar zaptedilip, oradan Hemedah üzerine hareket edildi. Osmanlı harekâtını haber alan Şâh Tahmasb, Kazvin’e geldi. Şâh’ın takibi için, Amasya mutasarrıfı Selîm Paşa vazifelendirildi. Selîm Paşa bir netice elde edemedi ise de, sekiz bin kişilik kuvveti ile bölgeyi iyice vurdu. Zor durumda kalan Şâh Tahmasb, Osmanlı Devleti ile tekrar anlaşma istedi. Teklife olumlu cevap verildi ise de, Şâh’ın sözüne îtimâd edilmediğinden, tedbir elden bırakılmadı. Nitekim İran Şahı, Osmanlı kuvvetlerini sulh sözleriyle oyalarken, vurmak istediğinden; kırk bin kişilik kuvvet, yirmi balyemez, beş şâhî ve iki yüz zenberek topu ile 15 Eylül 1731 târihinde aniden Hemedân yakınlarında Osmanlı kuvvetlerinin karşısına çıktı. Kürican sahrasında meydana gelen muhârebede, İran kuvvetleri bozguna uğratıldı. Şâh Tahmasb, maiyyeti ile kaçmak suretiyle canını zor kurtardı, İran ordusundaki yirmi bin yayanın hepsi, yirmi bin süvarinin de üçte ikisi ile ordu kumandanlarının Kazvin ve Şiraz hanları öldürüldü. Külliyetli mikdarda harb malzemesi ve ganimet ele geçirildi. Bu zaferden sonra Osmanlı kuvvetleri Hemedan’ı zapt etti. Daha sonra Ahmed Paşa, Sâdık Ağa kumandasında bir orduyu İsfehan bölgesine gönderdi. Sâdık Ağa, askerî mevkileri tahrîb ederek, Safevîlerin taarruz ümidini kırdı. Bu durum karşısında Şâh Tahmasb tekrar anlaşma teklif etti. Ancak Tahmasb’ın sahte sulh tekliflerine inanmayan Osmanlılar harekâta devam ettiler.
Azerbaycan harekâtına me’mur edilen serasker Hekimoğlu Ali Paşa, İran’ın eline geçmiş olan Tebriz’i geri almak için harekete geçti. Tahmasb bir ara, Revan’ı kuşattı. Ancak kale müdâfîlerinin taarruzları neticesinde ordusu bozuldu ve kendisi zorlukla kaçabildi (Ekim 1731). Yenilmekten bıkmayan Şâh, tekrar Revan’a hücum etti ise de mağlûbiyetten kurtulamadı. Bizzat Hekimoğlu Ali Paşa’nın idare ettiği bu muhârebeler netîcesinde; İran ordusunun bütün harb malzemeleri ile şahın rikâbdâr başısı esir alınıp, İstanbul’a gönderildi. Bu galibiyetlerden sonra Ali Paşa, Tebriz üzerine hareket etti. Sefer sırasında çok iyi tahkim edilmiş olan Rumiye kalesi 15 Kasım 1731’de feth edildi. Daha sonra Selmas yoluyla Tebriz önlerine gelen Ali Paşa, şehir muhafızı Bisûtun Han’ın kaçması üzerine 4 Aralık 1731’de şehri zabtetti. Tebriz’in zabtı dolayısı ile sultan Mahmûd’a, Gâzî ünvânı verildi.
Hemedan ve Kirmanşâh’ı kaybeden Tahmasb sulh teklif edince; görüşmeler başladı. Adını Osmanlı seraskerinden alan, 10 Ocak 1732 tarihli Ahmed Paşa andlaşmasına göre; Aras nehri, Osmanlı-Safevî tabiî hududu kesildi. Revan, Gence, Nahcivan, Bitlis, Şirvan, Şimali Dağıstan, Kaht, Karteli Osmanlılara; Tebriz, Kirmanşah, Hemedan, Luristan, Erdelan eyâletleri ve Hüveyze aşîreti İran’a bırakıldı. Zafer Osmanlı Devleti’nin olmasına rağmen, andlaşmadan fazla kazançlı çıkılmadı. Andlaşmadan sonra, Safevîlerde taht değişikliği oldu. Tahmasb tahttan indirilerek, yerine beşikteki oğlu Abbâs hükümdar îlân edildi. Hükümdar vekilliğine ise Nâdir Han getirildi. Nâib Nâdir Han, Osmanlı Devleti ile yapılan andlaşmayı beğenmiyerek tanımadı. Osmanlı hudutlarına taarruz etti. Irak tarafları na adamlar göndererek Osmanlılar aleyhinde propaganda yaptırdı. Ardından Azerbaycan harekâtını başlatarak, Gence taraflarına bir ordu gönderdi. Erbil’i işgal eden Nâdir Han, Kerkük tarafına gelip, Bağdâd, Van, Revan, Gence, Tiflis taraflarına yardımcı kuvvetler gönderdi. Nâdir Han yüz bin kişilik orduyla Bağdâd’ı kuşatınca, eski sadrâzam Erzurum vâlisi Topal Osman Paşa, serasker tâyin edildi. Osman Paşa, yüz bin kişilik kuvvet ile Bağdâd’a hareket etti. Bunu öğrenen Nâdir Han, Bağdâd önlerinde on bin kişi kadar kuvvet bırakarak, Osmanlı kuvvetlerini karşılamak için hareket etti. İki ordu Dicle sahilindeki Duleceylik mevkiinde karşılaştı. 19 Temmuz 1733 târihinde dokuz saat süren muhârebede otuz bin ölü veren Nâdir Han, yaralı şekilde ve bütün ağırlıklarını bırakarak kaçtı. Kaçanlar bir süre tâkib edildi. Böylece sultan Mahmûd Han devrinde İran’a karşı düzenlenen ikinci seferin ilk zaferi kazanıldı. Bağdâd kuşatmadan kurtarılarak, İstanbul’da üç gün şenlik tertip edildi. Bu zaferler, Irak ve Doğu Anadolu’yu Nâdir Han’ın eline düşmekten kurtardı. Hemedan’a çekilen Nâdir Han, taarruz etmek ve sulh yapmak kararsızlığı ile faaliyetlerini devam ettirdi. Doğudaki Osmanlı kuvvetlerinin büyük kısmının ilkbaharda gelmek üzere terhis edildiğini haber alınca, fırsatı kaçırmayarak, aniden saldırıya geçti. Şehrizor, Kerkük ve Deni’yi işgal etti. Bu sırada Anadolu vâlisi Topal Osman Paşa’nın Kerkük’de vefât etmesi üzerine yerine, Köprülüzâde Abdullah Paşa getirildi. Kafkasya’daki Osmanlı nüfuzunu takviye ve İran seferine katılmak üzere Kırım hanı Kaplan Giray’a vazîfe verildi. Bölgedeki Kumuklar’ın reisi Usmi Ahmed’e vezirlik ve oğlu Mehmed’e beylerbeyilik verilip, Osmanlı himayesine alındı.
1734 senesinin başında tekrar Erak harekâtını başlatan Nâdir Han, Bağdâd’ı kuşatamayınca anlaşma teklif etti. Aras nehrinin sağ sahilindeki bütün memleketlerin kendisine verilmesini istedi. Andlaşma sağlanamadan, İranlılar hududa tecâvüz edip, Osmanlı ülkesine propaganda yaparak destek sağladılar. İran tarafdârlarının Osmanlılara ihaneti ve Şirvan hanı Surhay Han’ın Dağıstan taraflarında bulunmasından istifâde eden Nâdir Han, Şemahi’yi, zaptetti. Surhay Han, 27 Eylül 1734 târihinde İran kuvvetlerini yenmişse de kuvvetlerinin azlığı dolayısıyla geri çekilmek zorunda kaldı. Şirvan ve merkezi Şemâhi’yi, elde ederek Dağıstan taraflarını kendi tarafına çeken Nâdir Han, Osmanlıların elinden Gence’yi almak üzere harekete geçti.
Gence’nin kuşatmaya uğraması üzerine, Osmanlı Sultânı’nın şark seraskeri Abdullah Paşa ve diğer hudûd komutanlarına verdiği emirle, üç aydan beri muhasara edilmekte olan Gence kurtarıldı. Nâdir Han, beş saat süren bir muhârebeden sonra Kars suyunun öte tarafına atıldı. Abdullah Paşa, Arpaçay’ı tarafına doğru çekilen Nâdir Han’ı tâkib ederek kesin bir netîce almak istiyordu. Ancak Nâdir Han fırsat kollayarak, Osmanlı ordusunun dağınık olduğu bir sırada Bogaverd civarında saldırısıyla vuku bulan muhârebede, Osmanlı ordusu mağlûb ve serasker Abdullah Paşa şehîd düşmüştür (14 Haziran 1735). Bozulan Osmanlı kuvvetleri Kars’a çekildi. Bunun üzerine Sultân, Rakka vâlisi Ahmed Paşa’yı İran seraskerliğine tâyin etti. Kırım Han’ından da bölgeye hareket etmesini istedi. Ancak bu sırada Osmanlı-Rus münâsebetlerinin bozulması üzerine, İran’la sulh yapılması kararlaştırıldı. Gence muhafızı Ali Paşa, anlaşmaya murahhas tâyin edildi.
Anlaşma görüşmeleri sırasında Nâdir Şâh’ın ağır şartlar ileri sürmesi üzerine İran seraskeri bunu kabul etmedi. Türk hey’eti, Kasr-ı şîrîn andlaşması esaslarına göre sınır çizilmesini teklif etti. Fakat Nâdir Şâh’ın bâzı maddeler daha ileri sürmesi üzerine, görüşmeler uzadı. Müzâkerelere İstanbul’da devam edildi. Bu sırada Nâdir Şâh, bir kukla olan Şâh Abbâs’ı tahttan indirerek, kendini şâh îlân etti. Uzun görüşmeler neticesinde Nâdir Şâh, Osmanlı tekliflerini kabul ederek barış andlaşması imzalandı. Böylece bir süre doğuda savaş sona ermiş oldu.
Osmanlı Devleti’nin doğuda İran ile mücâdelesinin uzun sürmesini fırsat bilen Avusturya ile Rusya, harekete geçti. Prut ve Edirne andlaşmalarını hiçe sayan Rusya, Ukrayna ve Podolya sınırlarına yeni kaleler yaptırırken, Azak kalesi civarına kuvvet yığdı. Kırım kuvvetlerinin İran’a gitmek için Kuban’a inmeleri üzerine, Rusya bunu topraklarına tecâvüz sayarak, 30 Mart 1736 günü Azak kalesini kuşattı. Kale, otuz dört günlük bir kuşatmadan sonra Rusların eline geçti. İstanbul’da bulunan Rus sefiri zaman kazanmak için, Rusya’nın harekâtlarını olmamış gibi göstermeye çalışıyordu. Fransa sefîri ise, durmadan Osmanlı Devleti’ni Rusya’ya harb ilânına teşvik ediyordu.
Bu arada Ruslar harekâta devam ederek, yirmi bin kişilik kuvveti Kılburun kalesini muhasaraya gönderdikten sonra, diğer kuvvetleriyle Kırım’a girmiş, önüne gelen kasaba ve köyleri yakıp yıkarak Bahçesaray, Akmescid, Gözleve’ye doğru yayılmışlardır. Bahçesaray’da Hacı Selîm Giray’ın te’sis ve vakfettiği zengin kütüphânesi yakılmış ve Akmescid de aynı akıbete uğramıştır.
Bu olaylar üzerine Osmanlı Devleti, sultan Mahmûd Han’ın da hazır bulunduğu dîvân toplantısının sonunda Rusya’ya resmen harb îlân etti (2 Mayıs 1736). Sadrâzam Silâhdâr Mehmed Paşa serdâr olarak sefere me’mûr edildi. Osmanlı ordusunun üzerine geldiğini gören Rus kuvvetleri Kırım’ı boşaltarak geri çekildiler. Bu arada iki tarafı uzlaştırmak gayesiyle teşebbüse geçen Avusturya elçisi Talman, Rusların ilerlemiyeceklerine dâir te’minât vererek Osmanlı ordusunun Tuna’nın öte tarafına geçmesini önledi. Ayrıca Rus ve Avusturya hudut kumandanlarının îkâzlarına rağmen kalelere asker bırakmayan sadrâzam Mehmed Paşa, Babadağı’nda kışlamaya çekildi.
Böylece Osmanlı ordusunu bir ölçüde pasifize durumda bırakan Rusya, derhâl harekete geçerek Özi kalesine saldırıp, doksan adet havan topuyla kaleyi dövmeye başladılar. Özi, otuz bin kişilik bir kuvvetle müdâfaa edilecek iken, sulh olacak diye, istenilen kuvvetlerin gönderilmemesi sebebiyle kalede bin kadar muhafız vardı. Fakat o sırada Bender muhafızı bulunan Muhsinzâde Abdullah Paşa, Özi muhafızı Yahyâ Paşa’nın müracaatı üzerine kaleye iki bin muhafız daha göndermişti.
Özi muhafızı Yahyâ Paşa, kaleden üç gün üst üste çıkış yaparak otuz bin kadar düşmanı katletmeye muvaffak oldu. Ancak düşman humbarasiyle kalede yangın çıkıp söndürülmesi mümkün olmadığı gibi, kulelerden yedisinde mevcut cephane de ateş aldı. Kale suları da düşman tarafından kesilmiş olduğundan, üç günden beri susuzluktan takatsiz bir hâlde harp eden askerin, bir aralık ateş kesilmesinden istifâde ile kulenin su kapısına doğru gittikleri sırada, Ruslar bir hücumla arkalarından kaleye girdiler. Yahyâ Paşa, yanında kalan bin kadar maiyyetiyle yetmiş kişi kalıncaya kadar kahramanca çarpıştı. Tam şehîd edileceği bir sırada yanındaki askerlerin paşamız ve seraskerimiz diye bağırmaları üzerine Yahyâ Paşa on kadar maiyyeti ile birlikte esir düştü. İki tarafı andlaştırmak gayesiyle Osmanlıları pasif bırakan Avusturya kuvvetleri de harekete geçerek Vidin, Niş, Eflâk ve Bosna taraflarına saldırdılar.
Rusların taarruzları ve Özi kalesinin düşmesi, sultan Mahmûd Han’ı son derece üzdü. Olaylarda ihmâli görülen sadrâzam Silâhdâr Mehmed Paşa’yı derhâl azlederek, Bender muhafızı Muhsinzâde Abdullah Paşa’yı sadârete getirdi. Ayrıca Avusturya’nın harbe girmesi üzerine, büyük bir soğukkanlılıkla vaziyeti gözden geçirerek, cephelere muntazaman kuvvet ve harp levazımı sevkettirdi. Kılburun ve Özi kalelerinin alınması için şiddetli emirler gönderdi.
Muhsinzâde Abdullah Paşa’nın harekete geçmesi üzerine Özi ve Kılburun kalelerinde tutunamıyacağını anlayan Rus kuvvetleri, bu kaleleri tahrib ettikten sonra çekildi. Böylece Abdullah Paşa bu iki kaleyi harpsiz ele geçirdi (Aralık 1738). Yine aynı sene içinde tekrar Kırım’a girmek isteyen Ruslar, Kırım hanı Mengli Giray ve Kırım seraskeri Mehmed Paşa tarafından bozguna uğratıldılar. Kaptân-ı derya Canım Hoca kumandasındaki Osmanlı donanması ise, Rusların Kırım’a saldırısı ile Özi muhasarası esnasında kıyıya top ve asker çıkarmak suretiyle hizmette bulundu. Yine Rubat kalesini almak isteyen Ruslara karşı Osmanlı donanmasının yardımıyle zafer kazanıldı. Ertesi yıl Lori burnu muhârebesinde de Rusları mağlûb eden Osmanlı ordusu, böylece Rusların Azak’tan ileri geçmelerine mâni oldu. Öte yandan Rusların savaşın ilk yıllarındaki başarılarına güvenen Avusturya da 12 Temmuz 1737’de Osmanlı Devleti’ne harb îlân etti ve üç koldan ansızın Osmanlı topraklarına hücuma geçti. Bosna, Sırbistan ve Eflak’a giren Avusturya ordusu, 27 Temmuz’da Niş’i ele geçirdi. Bosna beylerbeyi Hekimoğlu Ali Paşa’nın, İzvornik’i muhasara eden Avusturya kuvvetleri üzerine gönderdiği altı bin kişilik bir ordu, düşmanı beş saat içinde mağlûb etti. Düşman kuvvetleri, Banyaluka üzerine yürüyerek şehri seksen bin askerle kuşattı. Bu kuvvet karşısında Hekimoğlu Ali Paşa değişik bir yol tâkib ederek geceleyin düşmanın hiç beklemediği noktadan önlerine çıktı. Çok çetin ve kanlı geçen bir savaştan sonra düşman askeri nehre sürüldü ve pek çoğu nehirde boğuldu. 12 top, 2.300 çadır, 15.000 varil barut ve sayılamıyacak kadar kılıç, tüfek gibi harb malzemesi ele geçirildi. Avusturya ordusunun zayiatı 60.000 civarında idi. Hekimoğlu Ali Paşa’nın bu zaferi İstanbul’da büyük bir sevince sebeb oldu.
Vidin cephesinde İvaz Mehmed Paşa, Timok nehrini geçerek altı saatlik süren muhârebe neticesinde düşman kuvvetlerinin yarısından fazlasını imha etti. Avusturya ordusu bütün mühimmatlarını bırakıp kaçtı. Niş taraflarında ise, Köprülüzâde Hâfız Ahmed Paşa on iki bin kişilik bir ordu ile Avusturyalıların eline geçen Niş kalesini kuşattı. Bir kaç günlük muhasara neticesinde kale muhafızı Dokat, kaleyi 20 Ekim 1737 günü teslim etti. Bu zafer haberlerinden çok memnun olan Sultan, Ahmed Paşa’yı Niş muhafızlığına tâyin etti. Bu sırada Osmanlı ordusu kış geldiği için İstanbul’a döndü.
19 Aralık 1737’de Sultan, sadârete Yeğen Mehmed Paşa’yı getirdi. Bu sırada Fransa sefîri sulh yapılmasını teklif edince, Sultan; harb mes’ûliyetinin Rusya ve Avusturya tarafından kabul edilmesi şartıyla sulhe tarafdâr oldu. Fakat buna rağmen güvenliği elden bırakmıyan Osmanlı Sultânı, sadrâzam kumandasında bir orduyu 1738 baharında Belgrad’ı almakla görevlendirdi. Ordunun Muhâdiye boğazında bulunduğu sırada, yüz bin kişilik bir düşman kuvvetinin geldiği haberi alındı. İvaz Mehmed Paşa komutasındaki küçük bir ordu, düşmana saldırarak müthiş bir bozguna uğrattı ve külliyetli mikdarda harb malzemesi ele geçirdi. Bu durumu öğrenen Semendire muhafızı korkusundan kaleyi Vidinli Ali Ağa’ya teslim etti. Bir müddet sonra tekrar Muhâdiye üzerine gelen Avusturya ordusu, İvaz Mehmed Paşa tarafından mağlûb edildi. Türk akıncılarının Erdel ve Tamesvar’a kadar akınlar yapması bölgedeki insanları çok korkuttu. Ada-Kale bunların neticesinde teslim oldu (Ağustos 1738).
Sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa, Belgrad’ı almadıkça sulhe yanaşmıyordu. Bir kısım devlet adamı ise, hazır her tarafta Osmanlı orduları gâlib iken, yapılacak barışın faydalı olacağına inanıyorlardı. Bu sırada bâzı sebeblerden dolayı sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa vazifeden alınarak yerine İvaz Mehmed Paşa getirildi, İvaz Mehmed Paşa, 1739 Temmuz’unda Belgrad üzerine yürüdü. Belgrad önlerinde mağlûb edilen düşman kuvvetleri, Tuna’yı geçerek kaçmaya mecbur kaldılar. 25 Temmuz’da Osmanlı ordusu Belgrad’ı kuşattı. Avusturya ordusu kumandanı Valis Hisarcık mağlûbiyeti üzerine sulh istedi. Sadrâzam, Belgrad, Varadin ve Tameşvar kalelerinin teslimi kabul edilmedikçe sulhe yanaşmıyacağını bildirdi. Belgrad muhasarasının uzaması askere bıkkınlık vermişti. Avusturya kumandanı sulh istemeye devam ediyordu. Fransa sefîri de Belgrad önlerine gelmiş, iki taraf arasında barış yapılması için faaliyet gösteriyordu. Avusturyalılar çok iyi bir şekilde tahkim ettikleri Belgrad’ı teslime yanaşmıyorlar, fakat sadrâzam da teslim edilmesi hususunda diretiyordu. Sonunda Fransa sefîrinin araya girmesi ile Belgrad’ın Osmanlılar zamanındaki haliyle teslimi hususunda bir anlaşmaya varıldı ve barış görüşmeleri 18 Eylül 1739 günü sona ererek Belgrad sulh andlaşması imzalandı. Avustruya ile yirmi yedi senelik, Rusya ile süresiz olan bu andlaşmaya göre: Belgrad, Osmanlı Devleti’ne kaldı. Avusturya ile Tuna ve Sava nehirleri hudud kesildi, Ruslar; Azak denizi ve Karadeniz’de donanma bulunduramayacaktı. Azak kalesi yıkılacaktı. Kazaklar Osmanlı topraklarına, Kırım hanları da Rusya’ya akınlar düzenlemeyecekti. Andlaşma, taraflarca 12 Aralık’ta imzalanarak yürürlüğe girdi.
Devletin doğusunu ve batısını anlaşmalar netîcesinde emniyet altına alan sultan Mahmûd Han, Rusya’nın düşmanı olan İsveç ile 4 Ocak 1740 târihinde dokuz maddelik bir ittifak andlaşması imzaladı. Bunun üzerine Avusturya ile Rusya, ittifaklarını yenileyerek Osmanlı Devleti’ne bildirdiler. Bu iki ittifakın kurulması, dört devletin harbe hazır hâle gelmesine rağmen, sulhun 31 sene kadar muhafazasını te’min etti.
Osmanlı Devleti, Rusya ve Avusturya ile harb ettiği sırada, İran hükümdarı Nâdir Şâh, Afganistan, Bülicistan ve Hindistan’ı ele geçirmeye çalıştı. Ancak bu havalideki başarıları yüzünden gurura kapıldı ve 1743’de tekrar batıya dönerek Osmanlılara saldırmaya niyetlendi ve İstanbul’a elçi göndererek bir çok arazi talebinde bulundu. Ehl-i sünnet mezhebi ile İmâmiye mezhebinden hangisinin doğru olduğunun ilim yolu ile anlaşılmasını istedi. Bağdâd vâlisi Ahmed Paşa, devrin âlimlerinden Bağdâdlı Ebü’l-Berakât Abdullah Süveydî’yi İran Şâh’ına gönderdi. Abdullah Süveydî Efendi, İran ve Buhara âlimlerinin toplantısında meclis başkanı oldu. Abdullah Efendi ilim, akıl ve senetlerle uzun konuşmalar sonunda şiîleri cevapsız bıraktı. 29 Mayıs 1743’de Nâdir Şâh Irak hududuna tecâvüz ederek, Musul’u muhasara etti. Sekiz gün süren çok şiddetli ve kanlı muhârebelerden sonra, çok sayıda ölü verdi. Muhasarayı kaldıran Nâdir Şâh, Osmanlıların, kendilerine sığınan Safevîlerden birinci Hüseyin’in oğlu Safi Mirza’yı İran şahlığına tâyin etmesi ve Kars seraskeri tarafından da İsfehan’a götürülerek tahta oturtulması üzerine; Kars kalesini kuşatmaya gitti.
29 Temmuz’da şehrin güneyindeki üçler tepesi üzerinde ordugâh kurdu. Kars kalesi çok iyi bir şekilde tahkim edilmişti. Nâdir Şâh, Kars’ı 72 gün muhasara etti. Nihayet 9 Ekim günü muhasarayı kaldırmaya mecbur kaldı. Osmanlı-İran savaşları sırasında İran’da bir takım iç karışıklıklar baş gösterince, Nâdir Şâh sulh istedi. Müzâkereler netîcesinde Nâdir Şâh, Osmanlı Devleti’nin şartlarını tamamen kabul ederek, dördüncü Murâd zamanında imzalanan Kasr-ı şîrîn muahedesiyle çizilen hudûd esas olmak üzere bir andlaşma imzalandı (4 Eylül 1746).
Ülke içinde ve dışında Osmanlı Devleti’ne azamet devri yaşatan birinci Mahmûd Han, son yıllarda rahatsız ve halsizdi. 13 Aralık 1754’de çok rahatsız olmasına ve hekimbaşının hareket etmemesini söylemesine rağmen, Cuma selâmlığına çıkıp, Cuma namazını kıldıktan sonra dönüşte Demirkapı’da at sırtında vefât etti. Yeni Câmi’de babası ikinci sultan Mustafa’nın yanına gömüldü.
Birinci Mahmûd Han; çok zekî, anlayışlı, hamiyyetli, lütufkâr ve merhametli idi. Hâdiseleri ihmâlsiz olarak tâkib eder, devlet işlerinde mutlaka istişare yapar ve yaptırırdı. Ciddiyeti, vekârı, sebat ve azmi, fikr-i takibi vardı. Hâdiseleri soğukkanlılıkla mütâlâa edip, acele etmez ve telaş göstermezdi. Yirmi beş sene süren saltanatı boyuncu İstanbul’dan dışarı çıkmadığı hâlde, tâyin ettiği değerli kumandanlarla, İran, Rusya ve Avusturya muhârebelerini idare etmiştir. Tecrübeli vezirleri sadârette ve ordu seraskerliklerinde kullanarak muvaffak oldu. Yeniliği sever ve memleketi bu yolda yükseltmeye gayret ederdi. Lütfü ve merhameti çok olduğundan, devrindeki İstanbul yangın ve zelzelelerinden zarar görenlerin ıztırâbına samimiyetle ortak olup, yanan-yıkılan yerlerin yeniden yapılması için pek çok yardım da bulundu. İlim, san’at, edebiyat meclislerindeki sohbetlere katılır ve Sebkâtî mahlası ile şiirler yazardı.
Sultan Mahmûd Han, ülkede pek çok îmâr faaliyetlerinde bulunup, ilim, kültür, san’at sahalarında çok kıymetli eserler yaptırdı. Kağıthane civarındaki Bağçeköy ile Balaban köyleri arasından geçen iki çayın sularını toplayan Topuzlu Bendini yaptırdı. Burada toplanan sularla, Taksim’deki depodan, Tophâne’deki Meydan çeşmesi ile Azapkapı’da Sâlihâ Sultan çeşmesi ve Beşiktaş, Galata, Kasımpaşa, Tepebaşı semtlerinin çeşitli yerlerindeki kırk kadar çeşmeye su verildi. Ahâli bol ve tatlı suya kavuşturuldu. Pek çok sarayı, kasrı, inşâ ve tamir ettirdi. Beşiktaş Sarayı’nın bir çok kısmını ve Bayıldım Kasrı’nı yeniden yaptırdı. Yûşâ tepesi civarındaki Tokat Köşkü’nü donatıp, Hümâyûn-âbâd ile Kandilli Sarayı’nı imâr ettirerek Nevâbâd ismini verdi. Kanlıca’da Mihrâbâd Kasrı’nı yaptırdı. İstanbul’da Ayasofya Câmii içine, Fâtih Câmii yakınında ve Galata Saray Ocağı’nda olmak üzere üç, Belgrada’da bir kütüphâne yaptırdı. Ayasofya Câmii kütüphânesine sarayın hazîne odasından pek nefis, kıymetli, nadide kitaplar gönderdiği gibi, devrin devlet adamları da hediyelerde bulunarak dört bin cild nadide kitap toplandı. Ayasofya Kütüphânesi’ne İslâm âleminin en meşhur hattatlarından Yâkut-ı Musta’sımî, Şeyh Hamdullah, Hâfız Osman ve hazret-i Ali’ye âid olduğu söylenen Kur’ân-ı kerîmler de kondu. Kütüphânenin masrafını karşılamak için Cağaloğu’nda çifte hamam yaptırıp, gelirlerini vakfetti. Ayasofya’ya bitişik aşevini yaptırıp, huzurunda tertiplenen merasimle açıldı. Galatasaray Ocağı’nda yaptırmış olduğu kütüphâneye, saraydan kitaplar gönderip, açılış merasiminde, kütüphânenin iki tarafına yaptırılmış olan çeşmelerin hazînelerine şekerli şerbet doldurulup halka ikrâm edildi. Nûruosmâniye Câmii’nin yapımını başlattıysa da vefâtından bir sene sonra tamamlanabildi. Beşiktaş’da Arab İskelesi Câmii, Rumeli Hisarı’nda İskele Câmii, Üsküdar’da Sultan Mahmûd Câmii ve Kandilli, Defterdârkapısı, Tulumbacılar Odası, Yalı-köşkü ile Yıldıztepe mescidlerini yaptırdı.
Askerî alanda da bâzı yenilikler yaptırdı. Türkiye’ye gelmiş olan bir Fransız kumandanı vâsıtasıyla humbaracı ocağında ıslâhata teşebbüs etti. İslâmiyet’i kabul eden Fransız komutan Humbaracı Ahmed Paşa adıyla meşhur oldu. Ahmed Paşa, Bosna’dan getirttiği üç yüz kadar humbaracı ile Üsküdar Ayazma Sarayı’nda bir ocak kurdu. Tımarlı humbaracılardan ölenlerin çocukları, maaşlı bu humbaracı ocağına alınacaklardı. Her bölükte bir odabaşı ile iki nefer elli başı, üç nefer otuz başı ve on nefer on başı ve bir çavuş ilâ vekilharç, tabib, cerrah, imâm ve hoca bulunuyordu. Her neferin yevmiyesi on sekiz akçe idi.
Muhârebeler ve ihmâl yüzünden devletin en önemli süvârî askeri olan zeamet ve tımar teşkilâtı bozulmuştu. Pâdişâh bunların önemini takdir ederek ıslâhlarına dâir kânunlar çıkarttı. Bu kânunların en mühimi, 29 Ocak 1732’de çıkan tımar kânunları ile ilgili olan idi. Sultan Mahmûd Han, devrinde ilim, kültür ve san’at faaliyetleri arttı. İkinci defa matbaa açıldı. Matbaa ve hattatların artan kâğıt ihtiyâçlarını karşılamak için Yalova’da kâğıt fabrikası kuruldu. Sultan birinci Mahmûd Han’ın hiç çocuğu olmamıştır.

SİZ DE PAYINIZI ALINIZ!

Avusturya imparatoru altıncı Charles ölünce, Avusturya tahtı, kızı Marie Therese’ye kaldı. Avrupa devletleri, Avusturya’ya saldırarak, bir çok toprağını zabtettiler. Bu sırada Avrupa’dahi bazı devletlerin kralları sultan birinci Mahmûd Han’a başvurarak; “Avusturya’dan siz de payınızı almalısınız” dediler. Sultan Mahmûd Han, şu güzel cevâbı verdi: “Düşene vurmak yiğitlik değildir. Biz bir şey istersek kılıcımızın hakkıyla alırız. Fırsatçılık yapmayız. Tavsiye ederiz ki, siz de bu sevdadan vazgeçiniz ve Avusturya’yı kaderiyle başbaşa bırakınız.”

HİZMETİ GEÇENLERİ TAKDİR EDERDİ

Sultan birinci Mahmûd Han, hemen hemen bütün saltanatı boyunca devam eden İran, Rus ve Avusturya muhârebelerini; Hekimoğlu Ali Paşa, Topal Osman Paşa, Ahmed Paşa, Yeğen ve İvaz Mehmed paşalar gibi değerli kumandanlarıyla idare etti. Bilhassa hayâtı muvaffakiyetlerle dolu Hekimoğlu gibi cidden yetişkin ve tecrübeli vezirleri, sadârette ve ordu seraskerliklerinde kullanarak muvaffak oldu.
Sultan Mahmûd Han hizmet edenleri takdir edip, kıymetli vezirlerini ufak tefek kusur ve hatâları ve hattâ mağlubiyetleri dolayısıyla derhâl azl ve sair suretle cezâlandırmayıp, hatâsını tashih için kendilerine müsâid davranırdı. Bağdâd vâlisi meşhur Ahmed Paşa ki, Sultan’ın toleransı ile Irak’ın hükümdarı gibi idi. İran seferleri dolayısıyla selâhiyeti hâricinde devlet tevcihâtını istediği gibi yapması sebebiyle azl olunarak Rakka eyâletine tâyin edilmişti.
Ahmed Paşa kat’iyyen ayrılmayacağını ümîd ettiği Bağdâd’dan uzaklaştırılınca, korkup katledileceği vehmine kapıldı. Bu hususta vezîriâzam Hekimoğlu Ali Paşa’ya bir mektup yazarak korkuşunu beyân ile yardımını istedi. Ali Paşa bu mektubu pâdişâha arz eyleyince, sultan Mahmûd kendisine şunları yazmıştır;
“Sadrâzam tarafına gönderdiğin kâimen (mektubun) manzûr-ı hümâyûnum olup, kaimende bâzı fikirler olduğun anlaşılmıştır. Sen bu kadar zamandan beri seraskerlik ve tevcîhat (tâyinler) ile kâmrev (istediğine kavuşmuş) olub, bundan dahi senden hidemât-ı seniyye (yüksek hizmetler) zuhuru me’mûl olmakla (ümid edilmekle) tahrîrâtına (raporuna) göre hilaf-ı melhuz (istenilene muhalif) hareketin vuku bulmuş olsa dahi affolunmuştur.”
Bu ferman ile sultan Mahmûd, Ahmed Paşa’nın hizmetlerini takdir ettiğini ve ufak bir kusur ile en ağır cezanın yapılmıyacağını beyân ile kendisini rahatlatmıştır.

Sultan Birinci Mahmûd Han Devri Kronolojisi

15 Kasım 1730 : Patrona Halîl ve yandaşlarının öldürülmesi.
22 Ocak 1731 : Kabakulak Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi.
30 Temmuz 1731 : Kirmanşah’ın geri alınması.
10 Eylül 1731 : Topal Osman Paşa’nın sadârete getirilmesi.
16 Eylül 1731 : Kurican zaferinin kazanılması.
11 Ekim 1731 : Urmiye kalesinin fethi.
4 Aralık 1731 : Tebriz’in geri alınması.
10 Ocak 1732 : Osmanlı-Safevî barışının imzalanması.
12 Mart 1732 : Hekimoğlu Ali Paşa’nın sadârete getirilmesi.
19 Temmuz 1733 : Bağdâd zaferinin kazanılması.
12 Temmuz 1735 : Gürcü İsmâil Paşa’nın sadârete getirilmesi.
9 Ocak 1736 : Seyyid Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
2 Mayıs 1736 : Rusya’ya resmen harb ilân edilmesi.
3 Mayıs 1736 : Azak kalesinin Rusların eline geçmesi.
16 Haziran 1736 : Sadrâzamın Rusya seferine çıkması.
12 Temmuz 1737 : Avusturya’nın Osmanlılara resmen harb îlân etmesi.
4 Ağustos 1737 : Banyaluka zaferi.
6 Ağustos 1737 : Muhsinzâde Abdullah Paşa’nın sadârete getirilmesi.
19 Aralık 1737 : Yeğen Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
15 Ağustos 1738 : Orsova’nın fethi.
22 Mart 1739 : İvaz Mehmed Paşanın sadârete getirilmesi.
22 Temmuz 1739 : Hisarcık zaferinin kazanılması.
1 Eylül 1739 : Belgrad kalesinin teslim alınması.
18 Eylül 1739 : Avusturya ve Rusya ile Belgrad barış andlaşmasının imzalanması.
23 Haziran 1740 : Nişancı Hacı Ahmed Paşanın sadârete getirilmesi.
21 Nisan 1742 : Hekimoğlu Ali Paşa’nın ikinci defa sadârete getirilmesi.
29 Mayıs 1743 : İran Şahı Nâdir Şâh’ın Irak sınırına saldırması.
23 Eylül 1743 : Seyyid Hasan Paşa’nın sadârete getirilmesi.
27 Eylül 1743 : Nâdir Şâh’ın Musul’u kuşatması.
29 Temmuz 1744 : Nâdir Şâh’ın Kars’ı kuşatması.
9 Ekim 1744 : Kars kuşatmasının kaldırılması.
28 Aralık 1745 : Büyük İstanbul yangını.
9 Ağustos 1746 : Tiryâki Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
4 Eylül 1746 : Osmanlı-Avşar barış andlaşmasının imzalanması.
24 Ağustos 1747 : Seyyid Abdullah Paşa’nın sadârete getirilmesi.
3 Ocak 1750 : Mehmed Emin Paşa’nın sadârete getirilmesi.
4 Şubat 1750 : İstanbul’da ikinci defa büyük bir yangın çıkması.
1 Temmuz 1752 : Bahir Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi.
3 Eylül 1754 : İstanbul’da büyük bir depremin olması.
13 Aralık 1754 : Sultan birinci Mahmûd Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4224
2) Abdi Târihi; sh. 42
3) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-14, sh. 138 v.d. , cild-15, sh. 1 v.d.
4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 20
5) Osmanlı imparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-10, sh. 252
6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 310
7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 210
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 152
9) Mürî-üt-tevârih; cild-1, sh. 67