24 Şubat 2016 Çarşamba

AHİ AHMET ÇELEBİ


Osmanlılar devrinde yetişen ünlü tıb âlimi. İsmi, Muhammed bin Kemâl’dir. Ahî Çelebi diye meşhur olmuştur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. Babası tarafından yetiştirilerek iyi bir tahsîl gördü. Yirmi sekiz yaşında iken babası ile birlikte İstanbul’a geldi. Babası, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hekimleri arasında yer aldı. Babasının vefâtından sonra. Hekim Kutbuddîn ve Altuncuzâde’nin derslerine devam etti. Bir çok araştırmalar yaparak daha önceki doktorların bulamadıkları ilâçları keşfetti.
Âhî Çelebi, önce Fâtih Sultan Mehmed’in yaptırdığı dârüşşifânın başhekimliğine tâyin edildi, ikinci Bâyezîd, hassa emîni olarak tâyin edip, saraya alarak özel tabiblik makamına getirdi. Hâdiseleri çok güzel anlatmasından dolayı Pâdişâh onun sohbetlerini çok severdi. Kendisini çekemeyenlerin uydurduğu bâzı yalanlar üzerine vazifeden azl edildi. Fakat doğruyu öğrenen Sultan, eski vazifesine iade etti ve İstanbul’daki vazîfeli tabiblerin reîsületibbâsı yâni başhekîmi olarak görevlendirildi. Bir çok iltifat ve ihsânlara kavuştu.
Yavuz Sultan Selîm Han, pâdişâh olunca, Ahî Çelebi’yi bir müddet vazifesinden uzaklaştırıp, daha sonra tekrar eski vazîfesine tâyin etti, ona hürmet gösterdi. Kânûnî Sultan Süleymân’ın saltanatının ilk senelerinde hacdan dönerken, 1523 senesinde, doksan yaşını aşkın olarak, Mısır’da vefât etti ve İmâm-ı Şafiî hazretlerinin kabri yakınında defnedildi. Ahî Çelebi, bilhassa üroloji üzerine çalışmıştır. Böbrek ve idrar torbasında meydana gelen taşlarla ilgili Risâle-i Hâsât-ül-kilye vel-Mesâne adlı eserini yazmıştır. Eser tedâvî için tabiî ilâçları, özellikle şifalı sularla banyoyu tavsiye etmiştir. Ayrıca, İbn-i Nefîs’in Arabça el-Mûcez adlı bir tıb kitabını da Türkçe’ye tercüme etmiştir.
Ahî Çelebi, tabibliği yanında hayır sâhibi idi. İstanbul Yemiş İskelesi yakınlarında bir câmi yaptırıp, etrafındaki dükkânları ve Unkapanı’ndaki dükkân ve depolarının kira gelirlerini bu câmiye vakf eyledi. Edirne’de bir medrese, mekteb ve kendi adıyla meşhur hamamı yaptırdı. Çorlu’ya bağlı üç, Hayrabolu’ya bağlı üç, Çelebi çiftliği diye meşhur olan yirmi üç ve Anadolu’daki Şibli kazasına bağlı on bir köyün kendisine âit gelirini bu medrese ve mektebe vakf eyledi. Arazilerden elde edilen mahsûllerin fazlasının Medîne-i münevvere fukarasının ihtiyâçlarını te’min etmek üzere gönderilmesini şart koştu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 423
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 249
 3) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-2, sh. 600
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 114
 5) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 109
 6) Tıb Târihi (Süheyl Ünver, İstanbul-194); sh. 166
 7) Şakâyık-ı Nu’mâniyye (Tasköprüzâde, Beyrut-1975); sh. 256
 8) Osmanlı İmparatorluğu’nda Fen ilimleri ve Yetişen Bilginler (Nuri Çalışkan, Yayınlanmamış öğretim Üyeliği tezi, Samsun-1981); sh. 127

10 Şubat 2016 Çarşamba

ŞEHREMİNİ


Osmanlı Devleti’nde İstanbul’daki saraya ve devlete âid binaların bakımı ve tâmiriyle uğraşan ve saraylara gerekli olan şeyleri satın alan kimse.
Şehremininin yukarıdaki hizmetlerinden başka, sarayların vekil harçlığı, hastahâne arabalarının tamiri, surre alayında lâzım olan mühimmatın tedâriki, enderûnun bâzı ihtiyaçlarının te’mini ve icâbında bunların tamiri, nakliyat ambalajlarının yapılması gibi görevleri vardı. Ayrıca sarayın ve içoğlanlarının bazı ihtiyaçlarının alınması, hassa ve dârüsseâde ağası matbahına her sene verilmesi lâzım gelen lüzumlu malzemelerin te’mini ve her sene eski saraya verilen bazı âletlerin tedâriki gibi görevleri vardı.
Fâtih kanunnâmesine göre, şehremini, teşrifatta defter emîninden sonra ve reîsülküttâbdan önce gelirdi. Terfî ederse, defterdâr olurdu. Genellikle dîvân-ı hümâyûn hocalarından seçilen şehreminlerinin muayyen maaşları vardı. On beşinci yüzyıl ortalarında yevmiyeleri yüz yirmi akçe idi.
Şehreminlerinin emrinde su nâzırı, kireççi başı, ambar müdürü, ambar kâtibi, sermîmâr ve tâmirat müdürü gibi görevliler vardı. Şehremini dâiresi sarayın birinci avlusunda yâni Bâb-ı Hümâyûn ile orta kapı arasındaki sahanın solunda bulunmakta idi. Dîvân-ı hümâyûn toplantılarında şehreminleri dîvâna gelip diğer eminlerle beraber dışarda muayyen bir yerde otururlar, kendilerinden bir şey sorulacak veya bir emir verilecekse dîvâna çağrılıp mütâlâaları alınır ve îcâbeden teblîgât yapılırdı.
On yedinci asrın ikinci yarısında, saray mühimmatı ve enderûn hademeleriyle eski saray hademelerinin yiyecek ve içecekleri ve bâzı tâmirat ve inşâat için şehreminine senede 6.900 kese akçe veriliyordu. On sekizinci asırda ise, şehremini mâliyeden senede 850.000 kuruşluk bir tahsîsât almakta idi.
Zaman zaman resmî binaların inşâ ve tamirlerinde şehremini ile mimarbaşıların beraber çalışmaları aralarında ihtilâfa sebeb olurdu. Bu sebeple 1831 yılında her iki vazîfe yâni şehreminliği ile mîmâr başılık birleştirilerek Ebniye-i hâssa müdürlüğü ihdas edilmiş ve şehreminliği kaldırılmıştır.
Ebniye-i hâssa müdürlüğü 1849 yılına kadar müstakil, bu târihten 1856 yılına kadar da ticâret ve nâfiâ nezâretine bağlı olarak görevini yürüttü. Bu târihten îtibâren ise, şehrin temizliğini sağlamak ve güvenliğini korumak üzere kurulan şehremanetine bağlandı. Bu teşkilât başlangıçta, bir şehremininin başkanlığında iki yardımcı ile İstanbul halkının ve esnafının ileri gelenlerinden kurulu karma bir şehir meclisinden meydana gelmekteydi. Sonradan bu kuruluşun şeklinde bâzı değişiklikler yapıldı. 1867’de uygulanan teşkilât ve usûllerle bugünkü belediyeciliğin ilk temelleri atılmış oldu. Devletin her şehir ve kasabasında şehremaneti denilen belediye teşkilâtı kuruldu. Nihayet Cumhuriyet devrinde kabul edilen bir kânunla şehremaneti tâbiri kaldırıldı (1930).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 375-378
2) Lütfî Târihi; cild-3, sh. 165
3) Osmanlılarda İhtisas Müessesesi (Ziya Kazıcı); sh. 37, 235
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 56
5) Hammer Târihi (Atâ Bey trc.); cild-10, sh. 43

SÜNBÜL EFENDİ


Osmanlılar zamanında, İstanbul’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi Yûsuf bin Ali’dir. Dedesi Kaya Bey diye anılmıştır. Lakabı Sinânüddîn ve Zeynüddîn’dir. Sünbül Sinân diye şöhret buldu. Zamanının büyüklerinden idi. 1529 (H. 936)’da İstanbul’da vefât etti.
Merzifon’da 1451 (H. 856) yılında doğan Sünbül Sinân, bulûğ çağına kadar Isparta’nın Borlu kasabasında ilim tahsil etti. Oradan İstanbul’a geldi. Fâtih Sultan Mehmed Han ve sultan İkinci Bâyezîd Han devrinin meşhur âlim ve evliyâsı olan Efdalzâde Hamîdüddîn Efendi’den ders aldı. Sultan İkinci Bâyezîd Han’ın hocası olan Çelebi Halîfe’nin, Yedikule’deki dergâhına gelip, ilim öğrenmeye, feyz ve teveccühlerine kavuşarak kemâle gelmeye başladı.
Sünbül Efendi, hocasının verdiği dersleri ve vazifeleri eksiksiz yerine getirirdi. Nefsini terbiye etmek için, uzlete çekilip, gayret ederdi. Çelebi Halîfe onu sık sık odasına çağırır, başbaşa sohbetlerde bulunurdu. Bol bol teveccüh eder, kalbinde bulunan feyzleri, onun kalbine akıtırdı. Zahirî ilimlerde de, bildiği ne varsa, hepsini Sünbül Sinân’a öğreterek, halîfesi olacak şekilde yetiştirdi. Bu bilgileri pekiştirmesi için onu Mısır’a gönderdi.
Mısır hükümdarı Kaçmaz Sultan, Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir hürmet gösterdi. Kendi yaptırdığı câmide, halkı irşâd etme vazifesi verdi. Mısır ulemâsı ve evliyâsı, sohbetlerine ve ilmine hayran kaldılar. Kur’ân-ı kerîme, sünnet-i seniyyeye olan bağlılığını, âlimlerin ictihâdlarına uymaktaki gayretini pek beğendiler. Bu sebeple ona saygı ve hürmette kusur etmemeye azamî gayret gösterdiler.
Sünbül Sinân, Mısır’da insanlara üç yıl kadar dînin emir ve yasaklarını öğretti. Hasta kalblere, irfan pınarlarından şifâlar sundu. Allahü teâlânın kendisine ihsân ettiği feyz ve bereketlerden, onları da nasîbdâr etti. Bu sırada İstanbul’da bulunan hocası Çelebi Halîfe; hacca gitmek üzere yola çıktığını, Şam’dan Mekke-i mükerremeye giden yol güzergâhını tâkib edeceğini, bu yolculuğa Sünbül Sinân’ın da katılmasını bildiren bir mektup gönderdi.
Sünbül Sinân, mektubu alır almaz, hazırlıklarını yapıp Mısırlılarla helâllaştı. O sene hacca gideceklerle yola çıktı. Uzun bir yolculuktan sonra Mekke-i mükerremeye vardılar. Sünbül Sinân hac vazifesini yaparken, İstanbul’dan gelen hacılarla görüştü. Onlar, Şam’dan dokuz konak mesafede Tebük veya Hasa korusunun olduğu yere geldiklerinde, Çelebi Halîfe’nin vefât ettiğini söylediler. Bir de vasiyeti olduğunu ve; “Bu vasiyeti Sünbül Sinân’a veriniz” diye emrettiğini bildirdiler. Sünbül Sinân hazretleri, hocası Çelebi Halîfe Muhammed Cemâleddîn Efendi’nin vefâtına çok üzüldü. Kur’ân-ı kerîm hatmi ve hatm-i tehlîl (yetmiş bin defa Kelime-i tevhîd) okudu. Hocası vasiyetinde; 1- Kendisinin, Kâbe-i muazzamaya gidecek hacıların yolu üzerine defnedilmesini, 2- Sünbül Sinân’ın İstanbul’a gidip, Koca Mustafa Paşa’daki dergâhında talebelere ders vermeye başlamasını, 3- Kızı Safiye Hâtûn ile evlenmesini istiyordu. Sünbül Sinân hac vazîfesini tamamladıktan sonra, bu vasiyeti yerine getirmek üzere İstanbul’a hareket etti. İstanbullular, Sünbül Sinân’ı büyük bir kalabalık hâlinde karşıladılar. Koca Mustafa Paşa’daki dergâhta bulunan talebeler de, yeni hocaları Sünbül Sinân hazretlerine büyük bir hürmetle bağlandılar. Sünbül Sinân, burada, zahiri ve manevî ilimlerde binlerce talebe yetiştirdi. Huzuruna gelip de isteyeni boş göndermezdi. Talebelerinin içinde Merkez Efendi’yi çok severdi. Onu, teveccühleri ile yetiştirip, olgunlaştırdı. Ona kızını vererek, kendisine dâmâd eyledi. Allahü teâlânın emir ve yasaklarını otuz yedi yıl İstanbullulara duyurdu. Pâdişâhlar dahî, Sünbül Sinân hazretlerinin huzuruna gelir, onun feyz ve bereketlerinden istifâde etmeye çalışırlardı. Sünbül Sinân, Cuma ve kıymetli gecelerde, İstanbul’un büyük câmilerinde vâz ve nasîhatlerde bulunurdu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük şeyhülislâmlarından Ahmed İbni Kemâl Paşa, Sünbül Sinân’a büyük bir hürmet gösterir, geldiği zaman, kendisini en üst tarafa oturturdu.
Sünbül Sinân’ın vefâtından sonra, talebeleri okutmak üzere, yerine dâmâdı Merkez Efendi geçti.
Sünbül Sinân hazretlerinin, Sünbülî tarikatının usûl ve erkânı hakkında yazdığı Risâlet-ül-Etvâr ile Risâle-i tahkîkiyye adlı eserleri vardır.

Mürşîd-i kâmili ne sanırsın?

Muhammed Çelebi isminde bir talebesi anlatır: “Sünbül Sinân hazretlerine talebe olmuştum. Dergâhında hizmetiyle şerefleniyordum. Bir gün kendisinden izin alarak Gelibolu’ya gittim ve orada bir haram işleme durumu ile karşı karşıya kaldım; nefsim harama meyletti. Tam işlemek üzere idim ki, yanımda hocamı gördüm. Onu görür görmez, utancımdan kıpkırmızı oldum. Ne yapacağımı şaşırmış bir hâlde haramdan uzaklaştım. İstanbul’a gidecek olan bir gemiye binerek İstanbul’a geldim. Hemen dergâha koştum. Hocam Sünbül Sinân ile kapıda karşılaştım. Beni görünce; “Ey Çelebi! Sen mürşid-i kâmili ne sanırsın? O, talebesini gözetmez ise, şeytan ve nefs, onu hevâsına uydurup helak eder, çabucak tövbe-i nasûh eyle. Bir daha da böyle işleri yapmaya kalkma” buyurdu. Bundan böyle nerede bir haram ile karşılaşsam, hemen hocam hatırıma gelir, onun himmeti bereketi ile haramlar gözüme çok kötü görünürdü.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyık-ı Numâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 371
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1069
3) Sefînet-ülevliyâ; cild-3, sh. 232
4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 350

SÜLEYMANİYE KÜLLİYESİ


Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından meşhur Osmanlı mîmârı Koca Sinân’a 1550-1557 seneleri arasında İstanbul’da yaptırılan külliye. Boğaza ve Haliç’e bakan yüksek bir tepe üzerinde yapılan külliyenin merkezinde Süleymâniye Câmii yeralmıştır.
Külliye, şu bölümlerden meydana gelmiştir: Câmi, dârüttıb, medreseler, dârülkurrâ, sıbyan mektebi, hamam, imâret, bîmârhâne, çarşı Kânûnî ve Hürrem Sultan’ın türbeleri gibi yapılar. Bu yapılar câminin çevresinde gayet güzel bir şekilde yerleştirilmiştir. Osmanlı medeniyetinin nadide eserlerinden olup, Mîmâr Sinân’ın ikinci önemli eseridir. Temeline ilk taşı, büyük Osmanlı âlimi Ebüssü’ûd Efendi koymuştur.
Mîmâr Sinân’ın kalfalığım diye nitelendirdiği bu büyük külliyenin kısa sürede yapılması, zamanına göre fevkalâde bir başarıdır. Câmi, 16 Ağustos 1557’de Kânûnî Sultan Süleymân Han ve bütün devlet ricalinin hazır bulunduğu bir törende, Mîmâr Sinân tarafından ibâdete açılmıştır.
1- Süleymâniye Câmii: Bulunduğu yer, İstanbul’a hâkim bir noktadadır. Avlusu ile birlikte dikdörtgen şeklinde olan câminin harem kısmı 68x63 m. ölçüsündedir. 26,50 m. kutrunda (çapında) ve 53 m. yükseklikte olan düz pandantifli kubbe, dört kalın kemer üzerinde oturmakta ve kaidesinde yuvarlak kemerli otuz iki pencere bulunmaktadır. Sütunlardan biri Topkapı Sarayından, biri Kıztaşı’ndan, biri İskenderiye, diğeri de Baalbek’ten getirilmiştir. Mihrap ve cümle kapısı tarafında iki yarım kubbe bulunmaktadır. Yanlarda, ayaklar arasında mukarnas başlıklı ikişer mermer sütuna dayanan üç sivri kemerli galeri uzanır. Câmi, 138 pencereden ışık alır. Câminin akustik ve havalandırma düzeni bir mimarînin ulaşamadığı bir şaheserdir.
Camide büyük kubbenin bir tarafından çıkan hafif bir ses diğer tarafta duyulur. Akustik düşünülerek, bütün kubbeler, çift kubbe şeklinde yapılmıştır. Ana kubbeye ağızları içeri doğru açılan altmış dört küp yerleştirilmiştir. Bu küpler elli santimetre derinliğindedir. Bu küplerden ayrıca küçük kubbelerin köşelerine ve stalaktitlerin altına da konulmuştur. Câminin zeminine de sesi aksettiren tuğladan boşluklar yapılmıştır.
Havalandırma için ise, cümle kapının içeri açılan kısmında üstte bulunan küçük bir odanın altında dört pencere ile içeriye ve dışarıya doğru dörder küçük menfez vardır. Bunların hepsi birden açılınca, meydana gelen hava akımı câminin havasını kısa zamanda değiştirir.
Camide dikkati çeken hususlardan biri de bir is odasının bulunmasıdır. Sağlam düzenli hava akımı sayesinde burada toplanan is, mürekkeb yapımında kullanılmıştır. Yine diğer bir husus da câmide örümceklerin ağ örmelerine mâni olmak için binanın muhtelif yerlerine deve kuşu yumurtaları asılmıştır.
Camideki yazılar meşhur hattat Ahmed Karahisârî ve talebesi Hasan Çelebi tarafından yazılmıştır. Sonradan kazasker Mustâfa Efendi de bâzı yazılar ilâve etmiştir. Yazıların bir kısmı hâriç, hepsi âyet-i kerîmedir. Mânâları bulundukları yerlerle uyum ve ahenk içindedir.
Caminin dört minaresinden ikisi, iç avlunun kuzey cephesinin iki köşesinde olup, ikişer şerefelidir. Diğer ikisi ise üç şerefeli olup, arka cephenin köselerinde yer alır. Câminin dış görünüşü, ne taraftan bakılırsa bakılsın bir ahenk örneği olarak görülür. Yarım kubbeler, ağırlık kubbeleri, köşelerdeki küçük kubbeler, büyük kubbenin baskısını hafifletecek şekilde, çok ince hesaplarla yapılmıştır. Câmi, estetik, çizgilerindeki güzellik ve tenasüp (uygunluk) bakımından şaheserdir.
Kubbeyi tutan ayakların alt taraflarında birer oyuk hücre açılarak, ayakların gözde hâsıl edeceği ağırlık ortadan kaldırılmış, yeknesaklık da bertaraf edilmiştir. Böylece Süleymâniye’de dışta ve içte ahenk, nesillere örnek olacak şekilde denkleştirilmiştir. Minârelerdeki on şerefe, Kânûnî’nin onuncu sultan olduğuna işarettir. Üç şerefeli olan minareler 63,80 m. yüksekliktedir. Câminin mermer işleri, yazıları, çinileri, fildişi ve sedef kakmaları devrin en iyi örneklerini teşkil eder.
Mer’a kapısı, eski saray kapısı, mektep kapısı, çarşı kapısı, hekimbaşı kapısı, imâret kapısı, kubbe kapısı, tabhâne kapısı, ağa kapısı ve harem kapısı adıyla on tane kapısı vardır. Dikdörtgen bir plânda olan iç avlunun biri merkezde, diğerleri yanlarda üç kapısı vardır. Merkezdeki kapının iki yanında üçer sırada 12 pencere ve odalar, iç avlunun ortasında dikdörtgen şeklinde mermer bir şadırvan bulunmaktadır. Avlunun zemini mermer döşelidir ve etrafını 28 kubbeli bir revak çevirmektedir.
2- Dârüttıb: Bu bölüm tıb öğrenimi yapılan bir medresedir. Mimarlık bakımından külliyenin diğer yapılarından farklıdır. Külliyenin en küçük yapısıdır. Dârüttıb, arazinin câmiye doğru inen hafif eğiminden istifâde edilerek iki kat hâlinde yapılmıştır. Alt katı dükkânlar teşkil eder. On dükkân vardır. Üst kat tıb medresesidir. Burada on bir oda ve bir dershane vardır. Câmiye bakan hücrelerin önünde bir galeri kuzey dipteki dershaneye bağlanır. Tıb talebeleri dersleri burada görür; uygulama için de, şifâhâne sokağı üzerindeki dârüşşifâya ve bîmârhâneye giderlerdi.
3- Evvel medresesi ve sânî medresesi: Bu medreseye çifteler medresesi de denir. Bu medrese tıb medresesi ile câmi yönünden bir bütün hâlinde gözükür. Bu sebeple mekteb-i sıbyana kadar iki katlı olarak yapılmıştır. Alt katta sırayla dükkânlar vardır.
4- Sıbyan mektebi (ilkokul); Evvel medresesinin güneydoğu köşesinde inşâ edilmiştir. Dikdörtgen bir plânla yapılan bu yapının üstü iki büyük kubbe ile örtülüdür.
5- Râbi medresesi ve sâlis medresesi: Süleymâniye Câmii’nin Haliç ve boğaza bakan doğu tarafından aşağı doğru inen saha üzerinde yapılmıştır. Bu medreseler de açık avlulu medrese örneğine uygun olarak yapılmıştır. Eğimli bir avlunun dört tarafında hücreler ve önlerinde revaklar vardır.
6- Mülâzim medresesi: Râbi ve sâlis medreselerinin Haliç’e bakan yüzünde ve alt katında yapılmıştır. On sekiz yuvarlak kemerli odası bu odaların birer kapısı ve ikişer pencereleri vardır.
7- Dârülhadîs: Bu medrese tek bir kanat üzerinde yapılmıştır. Bu sebeple iç avlusu yoktur. Ön cephesi Süleymâniye Câmii’nin arka avlusu ve hazîresi tarafına dönüktür. Yetmiş beş metre uzunluğundaki revaklı örme sütunlar üzerine yerleştirilmiştir. Sütunlar sivri kemerlerle birbirine bağlıdır. Bu uzun revakın arkasında yirmi talebe odası vardır. Eğimli bir çatı ile örtülmüştür.
8- Süleymâniye hamamı: Külliyenin güneydoğu köşesindedir. Düğmeciler hamamı dadenir. Dikdörtgen bir plân üzerine yapılmıştır. Sıcaklık kısmı büyük, soğukluk kısmı ise küçük bir kubbe ile örtülmüştür.
9- İmâret (Dârüzziyâfet): Dârüşşifâ da bu yapının içinde yer almıştır, imâretin doğusunda tabhâne vardır. Bu iki bina bağlantılıdır. İmarethane, dikdörtgen bir plân üzerine kurulmuştur. Ortada havuzlu bir avlu, çevresinde kareye yakın bir alan üzerinde sivri kemerli revaklar ve bunların arkasında koğuşlar ve odalar yer almıştır (Bkz. İmaret).
10- Tabhâne: Burası, külliyede kullanılacak erzağın muhafaza edildiği yer olup, yemeklerde burada pişirilirdi. Dikdörtgen bir plân üzerine yapılmıştır. Ana kapısı şifâhâne caddesindedir. Ortada bir avlusu, avlu çevresinde yüksek sütunlu ve kemerli revaklar olup, avlunun ortasında bir havuz vardır. Avlunun kuzeyinde, doğusunda ve batısında yüksek kubbeli eyvanlar açılmıştır. Giriş kapısının iki yanında ikişer oda vardır. Kapıdan girince karşıdaki eyvanın iki yanında üçer, doğuya ve batıya bakan eyvanların yanlarında da dörder oda vardır.
11- Dârülkurrâ: Süleymâniye Câmii’nin arkasındaki hazîreyi çeviren duvarların güneye bakan yüzünün ortasındadır. Burada kıraat ilmi öğrenimi yapılırdı. Kur’ân-ı kerîmi yedi kıraat üzere okuyan hafızlar, kuralar yetiştirilirdi. Bina, yapı itibariyle kare bir plân üzerine oturtulmuştur. Tek kubbelidir. Kubbe beden duvarlarının üzerine oturtulmuştur. İçerisi son derece aydınlıktır.
12- Kânûnî Sultan Süleymân Han türbesi: Câminin mihrabı önünde bulunan sahada Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın türbesi vardır. Türbe sekiz köşeli bir plân üzerine etrafı revaklı olup, 28 sütuna dayanmaktadır. Türbenin iki duvarı nefis çinilerle süslenmiştir. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın yanına kızı Mihrimâh Sultân, ikinci Süleymân ve kardeşi ikinci Ahmed ile Dilâşup Sâlihâ Sultan ve kızı Ayşe Sultan defnedilmiştir.
Türbenin yan tarafında sadrâzam Ali Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, Mütercim Rüşdî Paşa, kaptân-ı derya Kayserili Ahmed Paşa gibi devlet ricali bulunmaktadır.
Hurrem Sultan türbesinde, Hurrem Sultan ile ikinci Selîm’in şehzâdesi sultan Mehmed ve ikinci Ahmed’in kızı Hadîce Sultan medfûndur. Külliyenin sol tarafında, köşede Mîmâr Sinân’ın ufak bir sebil ve küçük bir türbesi vardır.
13- Mîmâr Sinân türbesi: Meşhur Osmanlı mîmârı Mîmâr Sinân’ın türbesi de külliye dâhiline yapılmıştır. Fetva yokuşu ile Mîmâr Sinân caddesinin kesiştiği köşededir. Hurrem Sultan’ın türbesi de aynı kabristandadır.
14- Hesap Çeşmesi: Tiryâki çarşısının güneybatı ucunda ve ortada yapılan bu çeşme de külliyenin bir parçasıdır. Külliyenin sularının buradan taksim edilmesi; bir rivayete göre de, Mîmâr Sinân çalıştırdığı ustalara yevmiyelerini burada dağıttığı için Hesap çeşmesi denilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Süleymânîye Câmiî ve İmareti İnşâatı (Ö.L. Barkan, Ankara-1972)
2) Mîmâr Sinân Dönemi Türk Mimârlığı ve San’atı; sh. 15
3) Mimarbaşı Koca Sinân; Yaşadığı Çağ ve Eserleri; sh. 168
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 380
5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-7, sh. 49

İKİNCİ SÜLEYMAN HAN


Babası.................... : Sultan İbrâhim
Annesi.................... : Sâliha Dilâşub Sultan
Doğumu.................. : 15 Nisan 1642
Vefâtı..................... : 22 Haziran 1691
Tahta Geçişi............ : 8 Kasım 1687
Saltanat Müddeti..... : 3 sene 7 ay 4 gün
Halîfelik Sırası......... : 85
Osmanlı sultanlarının yirmincisi ve İslâm halîfelerinin seksen beşincisi. Sultan İbrâhim Hân’ın, oğlu olup, 15 Nisan 1642 senesinde Sâliha Dilâşub Sultan’dan doğdu. Şehzâdeliğinde mükemmel tahsil ve terbiye gördü. Kardeşi sultan dördüncü Mehmed Han zamanında sarayda husûsî hocalardan ders aldı. Hattat Tokatlı Ahmed Efendi’den sülüs ve nesih hattını öğrendi. Dördüncü Mehmed Han’ın tahttan indirilmesi üzerine, 8 Kasım 1687’de Osmanlı sultânı oldu.
Sultan İkinci Süleymân Han tahta geçtiğinde, Osmanlı Devleti; Avusturya, Venedik, Papalık, Lehistan, Malta, Toskana ve Rusya ile harb halindeydi. Osmanlı ordusunun Viyana önlerinde yenilmesinden ve bilhassa Kara Mustafa Paşa’nın îdâm edilmesinden sonra orduda çözülme başlamış, Lehistan kuvvetlerine karşı kısmî başarılar elde edilmesine rağmen, Venedik, Mora yarımadasını işgal etmiş, Avusturya cephesindeki kapıkulu askerinin düşman önünden kaçarak İstanbul yolunu tutması üzerine; Macaristan’da derin bir boşluk meydana gelmiş, kaleler yardımsız, imdatsız kalmış, müdafaasız kasabalarda müslüman ahâli ne yapacağını şaşırmış, cephede dirayetli bir başın bulunmaması, umûm bir panik havasının doğmasına sebeb olmuştu. Bu şartlar içinde, bir an önce Türkleri Macaristan’dan hattâ Avrupa’dan atmak ihtirasıyla dört bir yandan çılgınca saldıran düşman kuvvetlerine karşı esaslı bir mukavemet olamazdı. Nitekim büyük toprak kayıplarından sonra, Vişegrad, Uyvar, Estergon gibi önemli kaleler ve Budin gibi yüz altmış yıllık Türk yurdu elden çıktı. 14 Kasım 1687’de Eğri kalesi vire ile teslim oldu. Daha sonra 6 Eylül 1688’de İstolni-Belgrad, onu takiben Szolnok, Lippa, İllok, Varadin düşman eline geçti. Bosna cephesinde Banyaluka, İzvornik, Gradiska kaleleri düştü.
Cephe boş kalıp, kaleler birer birer düşerken, âsî asker bütün uğraşmalara rağmen geri döndürülemeyip, İstanbul’a gelmiş, zorbalık yapmaya başlamıştı. Sık sık ayaklanmalar çıkarıp vezîriâzam Siyavuş Paşa’yı azlettirip öldürdüler. Yerine değerli, azimkar bir vezir olan Nişancı İsmâil Paşa tâyin edildi (2 Mart 1688). İsmâil Paşa, İstanbul ve Anadolu’daki zorba ve âsîleri temizleme harekâtına giriştiyse de muhalifleri onu azlettirmeyi başardılar. Yerine Tekirdağlı Bekri Mustafa Paşa sadrâzam oldu (2 Mayıs 1688).
Mustafa Paşa, Yeğen Osman Paşa’yı Avusturya cephesi serdârlığına tâyin etti. Yeğen Osman Paşa, önceden celâlîlerin içinde bulunmuş, sonradan affedilerek paşa olmuş bir kimseydi. Bu yüzden âsî asker tarafından tutuluyordu. Buna güvenen Osman Paşa, kendi başına hareket ediyor, düşmana karşı hiçbir tedbir almıyordu. Bu sırada Avusturya kumandanı Maximillian otuz bin kişilik bir kuvvetle Zemlin’de bulunan Tökely İmre ve Osmanlı kuvvetlerini mağlûb ettikten sonra, Yeğen Osman Paşa’nın dayısı Veli Paşa’nın gafletinden istifâde ile on bin kadar askerle Belgrad tarafına geçip, karşısına gelen Osmanlı kuvvetlerini bozdu ve Belgrad’ı kuşattı. Serdâr Osman Paşa, emrine bin yedi yüz asker verdiği Ahmed Paşa’yı Belgrad’ın muhafazasına bıraktıktan sonra, Niş’e kaçtı. Belgrad’ın düşmesi, düşmanın kolayca Balkan yarımadasına inmesine sebeb olacağından, Süleymân Han imdat yetiştirilmesi için fermanlar yolladı. Fakat Osman Paşa’nın kayıtsızlığı üzerine 8 Eylül 1688’de Belgrad düştü. Bu arada Semendire ve Tuna’nın sol sahilinde Macaristan topraklarında kalan Pançova Palangaları da düşman işgaline uğradı. Macaristan’da yalnız Tameşvar, yokluk içinde müdâfaasına devam ediyordu.
Bu vahim durum üzerine Edirne’de durumun müzâkere edilmesi için toplantı yapılması kararlaştırıldı. Devlet erkânı, ulemâ ve kapıkulu reislerinin yanında bu sırada Kırım hanı olan değerli devlet adamı Selîm Giray Han’ın da katıldığı toplantı sonunda, âsî askeri arkasına alarak emir dinlemeyip bir çok mühim kalenin düşmesine sebeb olan Yeğen Osman Paşa’nın katline fetva verildi. Avusturya cephesi serdârlığına Recep Paşa tâyin edildi. Osman Paşa’nın tenkil edilmesi vazifesini de üstlenen Recep Paşa, kısa bir süre içinde kuvvetlerini dağıttığı Osman Paşa’yı yakalayarak gerekli cezayı verdi.
Bu arada Ruslar büyük kuvvetlerle Kırım’a saldırınca, Selîm Giray Han geri dönerek, büyük bir sür’atle gece gündüz durmadan altı günde Orkapı’ya ulaştı. Kısa sürede toplayabildiği on beş-yirmi bin kişilik kuvvetiyle Ruslara karşı çıktı. Az bir kuvvetle akıl almaz kahramanlıklar gösteren Selîm Giray Han, beş gün süren kanlı muhârebelerden sonra, Rus ordularını dağıtarak perişan duruma düşürdü ve ağır kayıplar verdirdi (11 Mayıs 1689).
Avusturya cephesinde bozgunlar sürerken, Venedik cephesinde de durum pek parlak değildi. Osmanlı ordularının Avusturya cephesinde perişan olmasını fırsat bilen Venedik, büyük kuvvetlerle saldırıya geçip, Mora’yı almış, Atik kıyısına geçerek Atina’yı da zaptetmişti. Bu muvaffakiyetten sonra iyice cesaretlenen Venedik donanması, 14 Temmuz 1688’de de Ağrıboz önüne geldi. Amiral Morasini kumandasındaki donanmada 62 kalyon, 54 adet kadırga, 6 mavna ve 18 firkate vardı. Ağrıboz muhafızı vezir Celebi İbrâhim Paşa, yardım alamamasına rağmen çok az sayıdaki askeriyle düşmana şiddetle mukavemet etti. 106 gün boyunca kaleye defalarca saldıran Venedikliler, kayıplarının çok fazla olması sebebiyle 30 Ekim 1688’de muhasarayı kaldırıp geri çekildiler.
1689 sefer mevsimi geldiğinde Avusturya cephesindeki işlerin her geçen gün biraz daha kötüye gitmesi üzerine, bütün memleket sathında nefîr-i âmm suretiyle asker toplanmasına ve ikinci Süleymân Han’ın da teşvik etmek gayesiyle hasta olmasına rağmen sefere çıkmasına karar verildi. Pâdişâh, 7 Haziran’da Sofya’ya kadar gitti. Fakat sıhhati daha öteye gitmeye müsait olmadığı için orada kaldı.
Sofya’dan sonra orduya kumanda eden Serdâr Recep Paşa, ordunun ağırlıklarını Niş’de bırakarak Belgrad’a doğru ilerlemek isterken bir düşman ordusu da Pasarofça’ya doğru çekilmekte idi. Serdâr bunların üzerine vezir Ömer Paşa’yı gönderdi. Ömer Paşa’nın mağlûbiyeti üzerine bizzat harekete geçtiyse de yenildi. Top ve bütün mühimmat, çadırlar, düşman eline düştü. Bu mağlûbiyet Sofya’da bulunan Süleymân Han’a haber verildiğinde, Sultan teessüründen ağlamaya başlamış ve yanında bulunanlara; “Bir sâdık kulum yok ki ortalığın ahvâlini doğru söyleye” demişti.
Bütün ordu mühimmatını bırakarak Niş’in kuzeyindeki Dragmana’ya kaçan serdâr Recep Paşa orada iki gün kaldı. Düşman, ümid etmediği kadar harp malzemesi ele geçirdikten sonra, yardımcı kuvvetlerin de katılmasıyla iyice güçlendiğinden, Niş üzerine yürüdü. Düşmanı karşılayacak yeterli asker ve silâh olmamasına rağmen müdâfaaya karar verildi. İlk iş olarak kadın, çocuk ve ihtiyarlar kasabadan çıkarılarak Üsküb ve Sofya taraftarına gönderildi. Etrafa hendekler kazıldı. 24 Eylül’de gelen düşmanın ilk saldırısında Arnavud askerler kaçınca, tutunamayan Recep Paşa, zorlukla Samoka’ya çekildi.
Niş’in düşman eline geçmesi üzerine yapılan toplantı sonunda, serdârlığa Sadrâzam Bekri Mustafa Paşa’nın getirilmesine ve Pâdişâh’ın da Edirne’ye çekilmesine karar verildi.
Edirne’ye dönen sultan Süleymân Han, yeni çâreler araştırmaya başladı. Devlet çok kötü durumdaydı. Macaristan cephesindeki orduyu bir türlü yerinde tutmak mümkün olmuyordu. Askerin ve halkın maneviyâtı bozulmuştu. Askere yeni bir ruh, yeni bir enerji verecek kudretli, iradeli ve değerli bir kumandan, bir devlet adamı lâzımdı. Ortalıkta görünen bütün serdârlar, sadrâzamlar, bu tür vasıflardan mahrum kimselerdi. Bu yüzden bozgunların önü alınamıyor, her gün cepheden yeni mağlûbiyet haberleri geliyordu. Avusturyalılar son günlerde Arnavudlarla da elbirliği ederek Üsküb ve Priştine gibi yerleri de elde etmeye çalıştılar. Kropos adında bir Sırp sergerdesi, imparatordan aldığı fermana dayanarak, kendini Komonova kralı ilân ederek, o taraflarda Osmanlı kuvvetlerine karşı çıkmaya başladı. Bu sırada Venedikliler Avlonya’yı işgal ettiler, nihayet mühim bir mevki olan Vidin de düştü.
Her biri diğerinden daha tehlikeli ve üzücü olan bu mağlûbiyet ve memleket kaybı haberlerinin gelmesi sonunda, ikinci Süleymân Han, bütün devlet erkânı ve ulemânın hazır bulunduğu fevkalâde bir meclis toplayıp, memleket ahvâlini görüştükten sonra, Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa’yı sadârete getirdi (25 Ekim 1689).
Sakız muhafızlığından gelerek görevi devralan Fâzıl Mustafa Paşa, sefer mevsimine kadar durumu düzeltmesi gerektiğini düşünerek öncelikle memleketin umûmî ahvâlini yoluna koymaya, sonra da askeri bir disiplin altına almaya ehemmiyet verdi. Aldığı âcil iktisadî tedbirlerle piyasada ferahlık meydana getirdiği gibi, hazîneyi rahatlattı. Bundan sonra nefîr-i âmm suretiyle toplanmış olan gayri muntazam askeri terhis ederek, asıl muvazzaf orduyu ıslâh edip, disiplinli hâle getirdi. Bu esnada dört seneden beri düşman içinde kalarak Fındık Mustafa Paşa tarafından harikulade kahramanlıkla müdâfaa edilmekte olan Kanije kalesi; zahiresi tükenip kedi, köpek gibi hayvanlar da yenildikten ve bir hayii telafât verildikten sonra, imdat gelmesinden ümîd kesilerek vire ile teslim oldu (11 Temmuz 1690). Hazırlıklarını bitiren Fâzıl Mustafa Paşa, 13 Temmuz 1690 Perşembe günü sancak-ı şerîfi alıp Avusturya cephesine hareket etti. Ağustos başında Şenkendorf kumandasındaki Avusturya kuvvetlerini yenerek Şehirköy’ü (Pirot) ve 12 Ağustos’da da Mûsâpaşa palangasını zaptetti. Buradan Niş üzerine yürüyen Mustafa Paşa, teslim teklifini reddeden kaleyi kuşattı. Bu arada Mustafa Paşa tarafından; Niş’e yardım için gelen fakat Kırım kuvvetlerinin de gelmesi sebebiyle geri çekilen Avusturya kuvvetleri üzerine gönderilen Kemankeş Ahmed Paşa da Pasarofça, Güvercinlik ve bâzı palangaları ele geçirdi. Yine bu esnada mühim düşman kuvvetlerini o tarafa çekmek için Erdel’e gönderilen Çerkez Ahmed Paşa ve Tökeli İmre de Avusturya ordularını ağır hezimetlere uğrattıkları gibi, komutanlarını da esir aldılar. Avusturya ordularının ard arda yenilmesi üzerine, 9 Eylül’de Niş teslim oldu. Buradan Belgrad üzerine yürünürken Semendire’nin düşman elinde bırakılarak geçilmesi doğru olmadığından, önce buranın alınmasına karar verildi. 18 Eylül’de Semendire’yi zapteden Fâzıl Mustafa Paşa, 1 Ekim’de Belgrad’ı kuşattı.
Fâzıl Mustafa Paşa’nın kısa zamanda yeni bir rûh verdiği ordunun şevkle çarpışmasına, Avrupa’nın en müstahkem mevkılerinden biri olan Belgrad kalesi ancak sekiz gün dayanabildi, 8 Ekim 1690’da kale zaptedildi. Tuna üzerinde kalıp kaçamayan içi asker dolu on iki Avusturya gemisi zaptedildiği gibi, 396 adet de top ele geçirildi. Kaleye yapılan son taarruz sırasında vurulup şehîd olan Rumeli beylerbeyi Arnavud Mustafa Paşa’nın nâ’şı sadrâzamın otağı önüne getirilip, bizzat Fâzıl Mustafa Paşa’nın imâmetiyle cenaze namazı kılındıktan sonra, kanlı elbisesiyle defnedildi.
Belgrad muhasarası esnasında akına sevkedilen Tatar kuvvetleri Tuna’nın karşı tarafına Siren sahrasına geçip, Varadin taraflarına giderek bir kaç palangayı ele geçirdikleri gibi, Kalgay Devlet Giray da Sava nehrini geçip Eşek taraflarına kadar olan yerleri vurup nehirdeki bâzı gemileri zaptetti. Osmanlı kuvvetleri ise Vidin, Fethülislâm Hırsova ve Şansi adasını ele geçirdi. Böylece Tuna’nın güney kısmındaki yerler düşmandan tamamen temizlendi.
Düşman tarafından işgal edilen Osmanlı topraklarındaki hıristiyan halkın bir kısmı onlarla iş birliği yapmıştı. Bunun için Avusturyalılar çekilirken Niş ve Belgrad arasındaki on bin kadar Sırp tebeayı beraberlerinde götürdüler. Belgrad’ın zaptından sonra sadrâzam Fazıl Mustafa Paşa, kimin elinde reâyadan esir varsa onları toplatıp zahirelerini hükümetten te’min ettiği gibi, düşman tarafından dönüp gelenleri de affedip yerlerine gönderdi. Zirâate kudreti olmayanlara da yine hükümetten tohumluk buğday ile Çift hayvanı verdirmek suretiyle harâb yerlerde yerleşimi te’min etti.
Fâzıl Mustafa Paşa, Niş’den sonra sekiz günde Belgrad’ın alındığını, Edirne’de bulunan ikinci Süleymân Han’a müjdeledikten sonra, kaleyi iyice tamir ettirip içine yeteri derecede asker, mühimmat ve zahîre koydu. 15 Kasım’da Belgrad’dan hareket edip, kırk gün sonra İstanbul-Dâvûdpaşa kışlasına geldiği sırada hastalığı sebebiyle oraya kadar arabayla gelmiş olan ikinci Süleymân Han tarafından karşılanarak kabul edildi. İkinci Süleymân Han, Fâzıl Mustafa Paşa’yı oturtup; “Hoş geldin. Berhudar ol, yüzün ak, kılıcın berrak, ekmeğin sana helâl olsun, arzum üzere hizmet eyledin. Seleflerinden birine böyle bir ulu gazâ müyesser olmadı” diyerek köşke karşı at çekip saf bağlayan ordu erkânının önünde, arkasından çıkardığı gülgülî çuha ile kaplı samur erkân kürkünü sadrâzama giydirdi. Belinden çıkardığı hançeri beline ve başından çıkardığı bir kıt’a murassa pençe sorgucu da başına taktı. Sonra elini kaldırıp ağlayarak; “Ben mükâfat etmeye kadir değilim; Allahü teâlâ iki cihânda yüzün ak etsin” diye duâda bulundu. Tekrar üst üste iki hil’at giydirerek saraya döndü.
İstanbul’da Avusturya cephesinde kazanılan seferlerin sevinci sürerken, bir sevinçli haber de Mors cephesinden geldi. Mora serdârı vezir Koca Halîl Paşa, Venediklilerin işgali altında olan Avlonya’yı otuz bir günlük bir muhasaradan sonra ele geçirdi (6 Mart 1691).
İstanbul’a döndükten sonra yeniçeri ocağında düzenlemeler yapıp ordu noksanlarını tamamlayan Fâzıl Mustafa Paşa, sefer hazırlıklarına girişti. Sefer mevsiminin gelmesi üzerine, 13 Mayıs 1691’de ikinci Süleymân Han’dan sancak-ı şerîfî alıp, Dâvûdpaşa sahrasına çıktı. Süleymân Han ağır hasta olmasına rağmen, orduyla beraber Edirne’ye kadar gitti. Süleymân Han Fazıl Mustafa Paşa’nın 14 Haziran’da orduyla beraber ayrılmasından sekiz gün sonra, yıllardan beri muzdarip olduğu istiska (verem) hastalığından 22 Haziran 1691’de vefât etti. Edirne’de teçhiz ve tekfini yapılarak İstanbul’a gönderildi. 24 Haziran günü Süleymâniye Câmii’nde Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın kabri yanına defnedildi.
İkinci Süleymân Han kadirşinas, halim, cömert ve temkinli bir pâdişâhtı. Fakir, muhtaç ve ihtiyâç sahiplerine pek çok ihsânlarda bulunurdu. Saltanat müddeti iç ve dış gailelerle geçti. Bilhassa, Avusturya karşısında alınan mağlûbiyetler dolayısıyla, herkesin, Rumeli elden çıkıyor diye Anadolu’ya kaçtığı sırada, muktedir devlet adamı Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa’yı iş başına getirerek, kaybedilen yerleri devlete tekrar kazandırdı.
Memleket içerisinde îmâr faaliyetleri ile de ilgilenen Süleymân Han, kendisi de Fener kulesi ile İzmir’de bir câmi inşâ ettirdi.

Sultan İkinci Süleymân Han Devri Kronolojisi

8 Kasım 1687 : Sultan İkinci Süleymân Han’ın tahta çıkması.
14 Kasım 1687 : Eğri kalesinin düşman eline geçmesi.
2 Mart 1688 : Nişancı İsmâil Paşa’nın sadrâzam olması.
2 Mayıs 1688 : Bekrî Mustafa Paşa’nın sadrâzam olması.
6 Eylül 1688 : İstolni-Belgrad kalesinin düşman eline geçmesi.
8 Eylül 1688 : Belgrad’ın düşmana teslim olması.
30 Ekim 1688 : Çelebi İbrâhim Paşa’nın Ağrıboz zaferi.
11 Mayıs 1689 : Kırım hanı Selîm Giray Han’ın Ruslara karşı kazandığı büyük zafer.
7 Haziran 1689 : İkinci Süleymân Han’ın Avusturya seferine çıkan orduyu uğurlamak için Sofya’ya kadar gitmesi.
24 Eylül 1689 : Niş’in düşman eline geçmesi.
25 Ekim 1689 : Köprülüzâde Fâzıl Mustafa Paşa’nın sadâreti.
11 Temmuz 1690 : Kanije kalesinin düşmana teslim olması.
13 Temmuz 1690 : Fâzıl Mustafa Paşa’nın Avusturya eferine çıkması.
12 Ağustos 1690 : Şehirköy ve Mûsâpaşa’nın zaptı.
9 Eylül 1690 : Niş’in geri alınması.
28 Eylül 1690 : Semendire’nin zaptı.
8 Ekim 1690 : Belgrad’ın geri alınması.
6 Mart 1691 : Avlonya’nın geri alınması.
22 Haziran 1691 : İkinci Süleymân Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Râşid Târihi; cild-2, sh. 32 v.d.
2) Silahtar Târihi; cild-1, sh. 53; cild-2, sh. 295-298
3) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 97-98
4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 496 v.d.
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh. 377
6) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 465
7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-10, sh. 100

SURRE ALAYI


Osmanlı pâdişâhlarının her yıl hac mevsiminde Haremeyn-i şerîfeyn ahâlisine, bu mukaddes yerlerde geçici olarak bulunan zâhid müslümanlara (mücavirlere), mukaddes yerlerin ve hac yollarının emniyetini sağlayan Mekke şeriflerine ve Hicaz bölgesinde yaşayan bütün şeyhlere gönderdikleri para ve değerli eşyalara surre; bunları götüren topluluğa da surre alayı denirdi.
Osmanlı Devleti’nde ilk defa surre gönderen pâdişâh, Çelebi Sultan Mehmed Han’dır. Ondan sonra gelen pâdişâhlar da seferde bulunmadıkları zamanlarda surre gönderdiler. Her sene muntazaman gönderme âdeti ise, Hâdim-ül-Haremeyn-iş-şerîfeyn lakabını alan Yavuz Sultan Selîm Han zamanında başladı.
Surre-i hümâyûn, Haremeyn evkafı nâzırı olan dârüsseâde ağalarının sorumluluğu altında hazırlanıp merasimle gönderilirdi. Merasim sırasında bulunması gereken kimseler bir gün önceden, dârüsseâde ağası ve sadâret kethüdası tarafından yazılı olarak davet edilir, ayrıca surrenin Üsküdar’a geçirilmesi için, Kireçkapı iskelesinde bir çektiri hazırlanması lâzım olduğundan, bunun te’mini de kaptan paşaya yazılırdı.
Dârüsseâde ağasıyla kethüda beyin tezkireleri üzerine gelen davetliler, sarayda, dârüsseâde ağasının makamında toplanırlardı. Ağa gelince, Mekke şerîfine gönderilmesi âdet olup daha evvel sadrâzamın huzurunda mühürlenmiş olan nâme-i hümâyûnu reîsülküttâb efendiden alır ve surre alayında görev alanlara hil’atfer giydirirdi. Bu sırada hazırlanan surre-i hümâyûn defterlerini (gönderilecek para ve eşyaların listesi) dârüsseâde ağasının yazıcısı ve haremeyn müfettişi mühürlerdi. Daha sonra defterdâr tarafından imzalanan defterlere nişancı tuğra çekerdi. Bu muamelelerden sonra davetlilere ziyafet verilir ve yemekten sonra pâdişâhın gelmesi beklenirdi. Pâdişâh, yanında vazifeli asker ve maiyyetiyle geldikten sonra, gönderilecek para, eşyalar ve bunların kayıtlı olduğu defterler ile Mekke emîrine hitaben yazılan nâme-i hümâyûn kızlarağası tarafından surre eminine teslim edilirdi. Bu esnada Kur’ân-ı kerîm ve na’tlar okunur, kurbanlar kesilir, buhurdanlar yakılır, tekbir getirilir, duâlar edilirdi.
Hediyelerin yükleneceği surre develeri son derece süslenmiş, donatılmış bir vaziyette ahır kethüdası tarafından, yedek deve de sekban başı tarafından pâdişâhın oturduğu kubbe-i hümâyûn önünden geçirilirdi. Bundan sonra develer sıra ile Bâb-ı hümâyûndan çıkarılıp Alay köşkü altından Hocapaşa’ya, oradan Bahçekapısı yoluyla Kireç iskelesine götürülürdü. Bu iskelede tekrar duâ yapılır, hazırlanan çektiriyle Receb ayının on ikisinde Üsküdar’a geçirilirken 41 pare top atılarak uğurlanırdı. Üsküdar’da da devlet erkânının merasimle karşıladığı alay, halkın coşku dolu gösterileri arasında Hicaz’a doğru yoluna devam ederdi. Yol üzerinde bulunan beylerbeyiler, surrenin emniyetini te’min etmekle mükelleftiler.
Surre-i hümâyûnla gönderilen paralar, Haremeyn’in idâresinde sarf edilirdi. Mekke emîri bu paradan aşiret şeyhlerine de hediye ederdi. Aşiretler, Osmanlı Devleti’nin bu yardımından memnun ve minnetdâr kalırlardı.
Surre-i Hümâyûnda paralar dışında gönderilen ve nâdir bulunan kıymetli halılar, seccadeler, murassa avizeler, şamdanlar, baha biçilmez mushaf-ı şerifler, levhalar, pûşîdeler (örtüler), gümüş perde halkaları, okkalarla buhurlar, elbiseler, Mekke emîrine mahsus sırmalı ve işlemeli kaftan, mücevherli kılıç, inciden tesbih ve daha pek çok kıymetli hediyeler ise, Mekke ve Medine’deki mübarek makamlara, seyyidlere, şeriflere, fakirlere, zâhidlere hediye edilirdi. Bu arada pâdişâhın ve saray erkânının dışında, mübarek makamlara ve orada bulunan müslümanlara hediyeler göndermek isteyenler, armağanını surreye teslim ederdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mekke-i Mükerreme Emîrleri (Uzunçarşılı); sh. 13
2) Mir’ât-ı Mekke (Eyyûb Sabri Paşa) cild-2, sh. 695
3) Lütfî Târihi; cild-3, sh. 166
4) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 371

SULTANAHMET CAMİ


İstanbul’un en büyük câmilerinden. Osmanlı Devleti’nin ihtişamını, mimârideki gücünü, san’attaki inceliğini, zerâfetini, tezyinatını gösteren muhteşem bir mâbeddir. Türkiye’nin altı minareli tek câmisidir. Câmi, İstanbul’da kendi adıyla anılan Sultanahmed semtindedir. Sultan birinci Ahmed Han tarafından yaptırılan câminin mîmârı baş mîmâr Sedefkâr Mehmed Ağa’dır.
İstanbul boğazından ve Marmara denizinden İstanbul’a gelen gemiler, Sultanahmed Câmii’ni karşılarında muhteşem manzarasıyla görürler. Bizans hipodrumunun doğu kenarında Atmeydanında ve Ayasofya Câmii’nin karşısında yer alan bu Câmi, Osmanlı mimarisinin şaheseridir.
Osmanlı mimarisinin en büyük eserlerinden biri olan Sultanahmed Câmii’nin temeli 1609 (H. 1018) senesinde atıldı. Câminin temeli atılırken ilk kazmayı, devrin büyük âlimi ve meşhur evliyâ Aziz Mahmûd Hüdâî hazretleri ve sultan birinci Ahmed Han vurdu. Pâdişâh elbisesinin eteğine toprak doldurup taşıyarak; “Yâ Rabbî! Ahmed kulunun hizmetidir” diyerek Allahü teâlâya duâ etmiştir. Yedi sene süren azimli bir çalışmadan sonra, 1616 (H. 1025) senesinde asırlarca kalacak târihî bir yadigâr olarak bitirilmiştir.
Sultanahmed Câmii’nin ön cephesi yetmiş iki, yan cephesi ise altmış dört metredir. Câminin ön kısmındaki revaklı avlu da aynı ölçüdedir. Altı minaresinin dördü üçer, ikisi ise ikişer şerefelidir. Dört uzun minarenin ortasında kalan merkezî büyük kubbe yirmi dört metre çapındadır. Ayasofya’nın kubbesinin çapından 2,6 metre büyüktür. Yerden tepesine kadar yüksekliği 43 metredir. Bu kubbe dört kemere, kemerler de dört büyük fil ayağı üzerine oturtulmuştur. Fil ayaklar silindirik dilimlerle süslenmiş olup, çapı beş metredir. Ortadaki büyük kubbe dört yarım kubbe, yarım kubbeleri de daha küçük üçer yarım kubbe taşımaktadır. Mihrab tarafında üç yarım kubbe yerine iki yarım kubbe konmuştur. Kare şeklinde bir sahayı örten büyük orta kubbe ile dört yarım kubbenin köşelerinde kalan boşluklar gayet zarîf bir şekilde küçük kubbelerle doldurulmuştur. Câminin 260 penceresi vardır. Bu sayede câminin içi ferah bir havaya bürünmüştür. Pencereler öyle yerleştirilmiştir ki, büyük kubbe diğer kısımlarla büyük bir ahenk içinde olup sanki havada asılı gibi durmaktadır. Câminin tezyinatında mavi ve yeşil renkte örgülerle süslenmiş iki milyon bin kırk üç adet beyaz çini, benzeri az bulunan bu muhteşem mabede bambaşka bir güzellik vermiştir. Bu eşsiz zenginlikteki çinilere hayran kalan Avrupalılar, eşsiz bir san’at âbidesi olan Sultanahmed Câmii’ne Mavi Câmi adını vermişlerdir.
Caminin nadide yazılarını o devrin büyük hat ustalarından Diyarbakırlı Kasım Gubârî yazmıştır. Ayrıca Mihrâb, hünkâr mahfeli, minberi, pencere aralarında panolar, taç mermer işçiliğinin ve oymacılık san’atının şaheserleridir. En nâdir ve renk renk taşlardan sanki kuyumcu san’atkârının elinden çıkmış gibi oyulan yaprak, lâle çiçek motiflerindeki güzellik, görenleri hayretler içerisinde bırakmaktadır.
Caminin iç avlusunun zemîni mermer döşeli, etrafı yirmi altı kemerli revak ile çevrilidir. Dış avluya bakan duvarlarda otuz sekiz pencere vardır. İç avluya ikisi yanlardan, biri cepheden üç kapı açılır. Bu kapıların kanatları tunçtan yapılmıştır. İç avludaki şadırvan, altı mermer sütûnlu saçak altında olup, yalnız su içmek için yapılmıştır. Abdest muslukları câminin dışında iki yanında bulunmaktadır.
Sultanahmed Câmii’nin bir diğer hususiyeti de külliye hâlinde yapılmış olmasıdır. Külliyesinde câmi ana binasından başka, kasr-ı hümâyûn, tabhâne, imâret, medrese, mekteb, dârüşşifâ, asker odaları, dükkanlar, sebil ve birinci Mustafa Han tarafından yaptırılan sultan birinci Ahmed Han’ın türbesi vardır.
Sultanahmed Câmii’nin inşâsı tamamlandığında, câmiyi yaptıran sultan birinci Ahmed Han vefât etmiş bulunuyordu. Bu sebepten câminin inşâat defteri sultan birinci Mustafa Han tarafından tasdik edilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Hadîkat-ül-Cevâmi’; cild-1, sh. 18
2) Seyahatname; cild-1, sh. 146
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-15. sh. 347
4) Eminönü Câmileri; sh. 179