16 Temmuz 2016 Cumartesi

PRENS SEBAHATTİN


Osmanlıların son zamanlarında yaşamış, siyâset adamı ve sosyolog. Jön Türkler hareketinin idarecilerinden. Babası, Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa, annesi ise, sultan Abdülmecîd Han’ın kızı Senîha Sultan’dır. 1879’da İstanbul’da doğdu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kızkardeşinin oğlu olduğu için prens diye anıldı. Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa, Prens Sebahaddîn’in tahsiline özel ehemmiyet verdi. Avrupa’dan muallimler getirterek Fransızca öğretti. Arabî ve Fârisî lisanlarını da öğrenen Sebahaddîn, İsmâil Safâ’dan edebiyat, Sâdık Beliğ’den hukuk, Kadınhanlı Emin ve Hoca Hayret efendilerden Arap edebiyatı, Muallim Fevzi ve Hüseyin Dânîş beylerden Farsça dersleri aldı. İsviçreli Mr. Bachille Bertratod ve Mr. Charlier’den Fransızca, Hepe’den piyano, İtalyan sanatkârlarından Avrelli Valery’den resim dersleri aldı. Küçük yaştan itibaren Fransızca’yı ana dili gibi konuştu. Adliye nâzırlığından azledilmesini hazmedemeyen ve sonra verilen görevleri de kabul etmeyen babası Mahmûd Celâleddin Haşa, oğulları Prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle birlikte Seniha Sultan’ın bile haberi olmadan 1899’da Paris’e kaçtı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı düşmanlık besleyen ve Avrupa’ya kaçmış olan kimselerle birlikte hareket etmeye başladı. Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını ve yıkılmasını isteyen hıristiyan Avrupa devletleriyle birlikte hareket eden ve sultan Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesini isteyen Jön Türklerle yakın münâsebette bulunan Mahmûd Celâleddîn Paşa, Brüksel’de ölünce bu muhalefeti oğlu Prens Sebahaddîn devam ettirdi. Fransız yazarı Edmond Domolins’in fikirlerinden etkilenen Prens Sebahaddîn, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına yönelik fikirleri savundu. Muhtelif Avrupa şehirlerini dolaşarak Osmanlı Devleti’ne ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı olan unsurlarla işbirliği yaptı. Çıkardıkları çeşitli gazete ve dergilerle sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde asılsız propagandalar yapan Jön Türklerin ileri gelenlerinden oldu. Zamanla biraz canlanan Jön Türkler’in 1902’de Paris’de topladıkları birinci kongrelerinde önemli görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Jön Türklerden bir kısmı Ahmed Rızâ’nın etrafında toplanarakMeşveret gazetesini çıkardılar ve Osmanlı İttihâd ve Terakkî cemiyeti adını aldılar. Adem-i merkeziyetçilik (desentralizasyon) fikirlerini savunan Prens Sebahaddîn, tarafdârlarıyla birlikte Terakkî gazetesini çıkardı. Tarafdârlarını Teşebbüs-i şahsî ve Adem-i merkeziyet cemiyeti adlı bir cemiyetin çatısı altında topladı. Ahmed Rızâ grubuna karşı cephe alan Prens Sebahaddîn, onları itham etmeye başladı. Bir taraftan da tarafdâr kazanmak için program ve fikirlerini yaydı. 1907’de yine Paris’te toplanan ikinci Jön Türk kongresine başkan seçilen Prens Sebahaddîn ve adamları sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmeye yönelik kararlara katıldılar. Doğu Anadolu’da müstakil bir Ermenistan devleti ile, yine o devirde Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında bulunan İşkodra, Yanya ve Kosova gibi vilâyetlerden meydana gelen müstakil bir Arnavutluk Devleti’nin kurulmasını ve çeşitli unsurlara muhtariyet veya bağımsızlık verilmesini savundular, İttihâd ve Terakkî cemiyetinin, Jön Türklerin temsilcisi durumuna geçmesi üzerine, ikinci derecede kalan Prens Sebahaddîn arkadaşlarıyla birlikte 23 Temmuz 1908’de meşrûtiyetin îlânından sonra yurda döndü. Çeşitli gazetelerde Adem-i merkeziyet ve Teşebbüs-i şahsî fikirlerini neşr etti ve kendine tarafdâr topladı. Bu arada İttihâd ve Terakkî’nin birleşme teklifini reddederek, icraatlarını tenkîd etti. Bir ara pâdişâha tenbellik ve merkeziyetçilik bizi mahv ediyor diye bir yazı yazdı. Bu yazı İttihâdçıları iyice öfkelendirdi. Yeni kurulan Ahrar fırkası, programında onun görüşlerine yer verdi. Onun Adem-i merkeziyetçi görüşlerini benimseyen gençler Nesl-i cedîd kulübünü kurdu. Daha sonra İttihâd ve Terakkî’ye muhalif olarak kurulan, çeşitli unsurları bünyesinde toplayan Hürriyet ve İtilâf fırkası da Prens Sebahaddîn’in Adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsî fikirlerini savundu. İttihâdcılar tarafından sadrâzamlığa ve harbiye nezâretine getirilen Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesi hâdisesine adı karıştırıldığı için yeniden Avrupa’ya kaçtı. Gıyabî olarak îdâma mahkûm edildi. Avrupa’da iken kendisinin Mahmûd Şevket Paşa’nın ölümüyle ilgisi bulunmadığına, bir de İttihâd ve Terakkî’nin uyguladığı politikaların yanlış olduğuna dâir beyannameler neşretti. Birinci Dünyâ harbi müddetince Avrupa’da katan Prens Sebahaddîn, Osmanlı pâdişâhı ve dayısı olan beşinci sultân Mehmed Reşâd’a yazdığı mektubda, kendisinin te’sirsiz kaldığını, Osmanlı Devleti’nin tamamen zararına olarak harbe devam edilmekte olduğunu bildirdi. Osmanlı Devleti’nin İngiltere ve Fransa ile münferid sulh imzalamak suretiyle harbden çekilmesi için çalıştı. İngiliz ve Fransız hükümetleri Prens Sebahaddîn’in bu yönden teklifini kabul ettilerse de İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri kabul etmediği için netîce alınamadı.
30 Ekim 1918’de Mondros mütârekesi imzalanmak suretiyle Birinci Dünyâ harbi sona ermiş, Osmanlı Devleti’nin bu harbe girmesine sebeb olan İttihâd ve Terakkî erkânı, yurt dışına kaçmışlardı. Sadrâzam Tevfik Paşa, İsviçre’de bulunan Prens Sebahaddîn’e mektub yazarak, Avrupa devletlerinin diplomatlarıyla Osmanlı Devleti lehine irtibat kurmasını istedi. 1919 senesinde tekrar yurda dönen Prens Sebahaddîn, Türkiye’de bulunduğu müddet içinde sosyal ve siyâsî görüşlerini açıklayan yazılar yazdı. Yazılarıyla Anadolu’daki millî mücâdele hareketini destekledi. Cumhuriyetin îlânından sonra, 1924’de Osmanlı hânedânının Türkiye’den çıkarılması ile ilgili kânun üzerine diğer Osmanlı hânedân mensuplarıyla birlikte Avrupa’ya giderek İsviçre’ye yerleşti. Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve yıkmak ve sultan Abdülhamîd Han’ı tahttan indirmek hususunda kendini destekleyen Avrupalı dostlarının desteğinden uzak, gayet sıkıntılı bir hayât sürdü. 30 Haziran 1948’de tutulduğu hastalıktan kurtulamıyarak öldü. Mumyalanan cesedi dört seneyi aşkın bir müddet İsviçre’deki bir hastahânenin mahzeninde kurşundan bir tabut içinde muhafaza edildi. 1952 senesi sonbaharında İstanbul’a getirilerek, 12 Eylül Cuma günü Bâyezîd Câmii’nde kılınan namazdan sonra, Eyyûb Sultan’da Bostan iskelesinde Hüsrev Paşa Kütüphânesi’nin karşı köşesindeki aile türbesine kurşun tabut içinde defnedildi.
Türkiye’de Durkheim sosyolojisine karşı, kaynağını Le Palay ve Edmond Demoulins’in fikirlerinde bulunan ferdiyetçi (bireyci) sosyoloji anlayışının kurucusu ve tanıtıcısı sayılan Prens Sebahaddîn’e göre, bir toplumun, bir devletin temelini fertler teşkil eder. Toplumu kuran, ona varlık bütünlüğü ve yaşama gücü kazandıran ferd olduğu için, sosyolojinin, işe fertleri ele alarak başlaması gerekir. Fert toplum için değil, toplum fert içindir. İçlerinde Ziya Gökalp’in de bulunduğu Durkheim’in görüşlerini benimsemiş olan İttihâdcılarla anlaşamayan Prens Sebahaddîn, bu görüşlerini özellikle Paris’de bulunduğu yıllarda yazdığı mektuplarında açıkladı.
Osmanlı Devleti’ndeki geleneksel teşkilâtlanmayı çağdaş gelişmeye ayak uyduramamanın sebebi olarak gören Prens Sebahaddîn, eskiye âit değerleri inkâra yönelmiştir.
Çeşitli unsurları, İslâmiyet’in verdiği birlik ve kardeşlik duyguları içinde asırlardır birlikte yaşatan Osmanlı Devleti’nin idarî yapısının değişmesini istedi. İdâri merkeziyetsizlik ilkesini savunarak Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan bölgelerde yaşayan çeşitli unsurların İstanbul’a bağlanmaktan kurtarılması gerektiğini iddia ettiği gibi, Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasında düşmanlarla işbirliği yaptı.
“Devletin idare biçiminin değiştirilmesiyle yenileşme ve reform olmaz. Reform ancak fert hayâtının gelişimini durduran, özel teşebbüsü önleyen kurumların değiştirilmesi, yenilerinin kurulmasıyla olur. Türkiye’de yapılması gereken en önemli yenilik eğitim ve öğretim düzeninde olmalıdır” diyen Prens Sebahaddîn’in çeşitli dergilerde yayınlanan;Teşebbüs-i Şahsî tevsi-i mezuniyet hakkında bir îzâh (1908),Teşebbüs-i şahsî ve adem-i merkeziyet hakkında ikinci bir izah(1908). İttihadaların tenkidlerine karşı yazdığı mektub ve makaleleri içine alan Mesleğimiz hakkında üçüncü ve son îzâh (1911) ve Türkiye Nasıl Kurtarılabilir (1918) adlı eserleri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Jön Türklerin Siyâsi Fikirleri; sh. 213
2) Modern Türkiye’nin Doğuşu; sh. 199
3) İnkılâp Târihimiz ve Jön Türkler; sh. 219, 260
4) Prens Sebahaddîn Hayâtı ve İlmi Müdâfaaları (N.N. Ege, İstanbul-1977)

15 Temmuz 2016 Cuma

MÜHENDİSİN-İ MÜLKİYE MEKTEBİ


Osmanlı Devleti’nde mühendis yetiştirmek için açılan okullar. Bayındırlık hizmetlerini yürütmek için 1839’da kurulan Nâfia nezâretinin, belediye ve mîmârî işlerde hizmet görmek üzere mühendisler yetiştirilmesi için bir mühendis mektebinin kurulmasını istemesi üzerine, 1867’de Mühendisîn-i Mülkiye ve Islâh-ı Sanâyî mektebi adıyla senede otuz mühendis yetiştirecek bir mekteb açıldı. Dîvânyolu’ndaki eski darülfünûn binasında faaliyetlerini sürdüren bu okulun kaç sene eğitim yaptığı ve me’zun verip vermediği belli değildir.
1874 senesinde dârülfünûn-i sultanî içinde Mühendisîn-i Mülkiye tekrar açıldı. Ertesi sene yapılan sınıf geçme imtihanı sonunda iyi netîce alınınca okul, turuk (yol) ve meâbir (geçit) mühendisliği derecesine yükseltilerek, talebe seviyesinin Avrupa’da mühendislik tahsîli yapanlara rekabet edebilecek hâle gelmesi kararlaştırıldı. Lise me’zunlarının alındığı bu okulun dört yıllık eğitimini tamamlayarak me’zun olan mühendisler, doktor ünvânı alırlardı. Bunu başaramayanlara ise, basit bir imtihana tâbi tutularak, mühendis yardımcılığı ve tekniker mânâsına gelen kondöktür diploması verilirdi.
Turuk ve meâbir mektebinde okutulan dersler arasında şunlar yer alıyordu: Müsellesât-ı küreviyye (küresel trigonometri), cebr-i a’lâ, hendese-i halliyye (analitik geometri), hesâb-ı tefâzuli (diferansiyel hesâb), hesâb-ı temamı (integral hesâb), hendese-i resmiyyenin (tasarı geometri) kısm-ı sânîsi, hey’et ve taksîm-i arazî (kadastro), İlm-i hikmet-i tabîiyye, ilm-i kimya, cerr-i eşkâl-i aliyye, makine-i tatbikiyye, topografya ve makina eşkâli (makine ressamlığı), ilm-i miyâh (hidroloji), jeoloji, ayrıca inşâata âid bir çok dersler.
Bir süre Nâfia nezâretine bağlı olarak öğretime devam eden bu mühendislik fakültesi, daha sonra maârif-i umûmiyye nezâretine devredildi ve nezâretçe yapılan yeni düzenlemelerle yeniden eğitime başladı. 1878’de 43 öğrencisi olan bu okul, beş senelik bir çalışmadan sonra, kapatıldı.

Hendese-i Mülkîye Mektebi

Sivil hizmetler için teknik eleman ihtiyâcının artması üzerine pâdişâhın emri ile 3 Kasım 1883’de Mühendishâneye bağlı, Hendese-i Mülkiye mektebi açıldı. Halıcıoğlu’ndaki Mühendishâne binalarının bir bölümünde öğretime başlayan bu okul, sivil olmakla beraber, eğitim Mühendishâne-i Berr-i hümâyûnun subay ve hocaları tarafından yürütüldüğü gibi idarî bakımdan da buraya bağlı idi. Yedi senelik bir öğretim yapan okulun ilk üç senesi lise olup, dört senesi de mühendislik eğitimi veren fakülte idi. Okula; Mekteb-i Sultanî, Dârüşşafaka, askerî ve sivil rüşdiye me’zuntarı ile Maârif nezâretinin teftîş ve yönetimi altında olan okullardan tedrisâtça yukarda yazılı mekteplere denk olanlardan me’zunlar imtihanla alınırdı. Giriş imtihanları, Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûn Maârif meclisi tarafından düzenlenirdi. Eğitim sırasında her üç ayda bir ara imtihanı ve her sene sonunda bitirme imtihanı yapılırdı. Bu okulun talebesi evlenemezdi ve tahsilini yarıda bıraktığı zaman tazmînât öderdi. Öğretim yönetimi bakımından Fransızların Ponts et Chousstes okulu örnek alınmasına rağmen, sonraki senelerde Almanların etkisi ağırlık kazandı.
Hendese-i Mülkiye’de okutulacak dersler 1883 senesinde yayınlanan nizâmnâme ile şöyle belirlenmiştir: I. sene: Cebr-i âdî, hendese ve tatbikatı, Osmanlı coğrafyası, müsellesât-ı müsteviyye (düzlem trigonometri) ve küreviyye, kitâbet-i Osmâniyye, Fransız lisanı, eşkâl-i hendesiyye tersîmi, resm-i mücessem (teknik resim), arazi üzerine hendese, II. sene:Topografya, hendese-i resmiyye (tasarı geometri) ile tatbikatı, fizik, cebr-i âlâ, hesâb-ı temâmî (integral) ve tefâzuli (diferansiyel), kitâbet-i Osmâniyye, Fransızca. III. sene: Cerr-i eşkâl ile umûmen tatbikatı, turuk-i âdiye, fenn-i kısm-ı arazi, muhtasar ilm-i hey’et ve kimya, kitâbet-i Osmâniyye, Fransızca, resm-i mücessem, üm-i tabakat-il-arz (jeoloji), IV. sene:Demiryolları, alelumûm köprüler, nakl-i miyâh (su getirme), fenn-i mîmârî, inşâat ve usûl-i keşf, Fransızca.
Hendese-i Mülkiye ilk me’zunlarını 1888 senesinde on üç kişi olarak verdi. Okulun me’zunlarının özellikle, demiryolu yapımında ve işletmesinde, yol yapımında büyük emekleri olmuştur. Devletin kendi imkânlarıyla inşâ ettiği Hicaz demiryolu bu okuldan me’zun mühendislerin eseridir.
İkinci Meşrûtiyet’in îlânından sonra Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûna bağlı olan Hendese-i Mülkiye, bu idareden ayrılarak Nâfia nezâretine bağlandı. Bu değişiklikle, yatılı ve müstakil mühendis mektebi isimli bir fakülte kuruldu. Almanya ve Avusturya-Macaristan’dan yabancı öğretim üyeleri getirildi. Tahsîl müddeti bir ihtiyat sınıfı, olmak üzere, altı seneye indirildi. Birbirini tâkib eden Balkan, Birinci Dünyâ savaşları ve mütâreke döneminde okul gelişemedi. 1915 ve 1921 senelerinde savaş yüzünden hiç me’zun veremedi. 1916 senesinde ise sâdece dört kişi me’zun oldu.
1909’dan 1923 senesine kadar geçen on dört sene içinde okul yedi kere yer değiştirdi. Cumhuriyetin ilânından sonra, okul bugünkü İstanbul Teknik Üniversitesi’nin bir binasını teşkil eden, Gümüşsüyü kışlasına taşındı. 1928’de çıkarılan bir kânunla okulun adı Yüksek Mühendis okulu oldu. Yol, demiryolu, su, inşâat şubeleri açıldı. Bu kânun aynı zamanda okula tüzel kişilik verdi. 1936’da çıkarılan kânunla tüzel kişiliği geri alındı. 1941’de Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlandı. 1944’de ise İstanbul Teknik Üniversitesi olarak yeniden teşkilâtlandırıldı.
Mühendisîn-i Mülkiye Mektebleri; Hendese-i Mülkiye zamanında 239, Mühendis Mektebi zamanında 237, Yüksek Mühendis Mektebi döneminde ise 297 me’zun vermiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türk Maârif Târihi; cild-3-4, sh. 1151
2) Mir’ât-ı Mühendishâne; sh. 152
3) Maârif-i Umûmiyye Nezâreti; sh. 168
4) Uluslararası Türk-İslâm Bilim ve Teknolojisi Târihi Kongresi; cild-3, sh. 121
5) Târih Deyimleri; cild-1, sh. 801

BİRİNCİ MUSTAFA HAN


Babası.................... : Üçüncü Mehmed Han
Annesi.................... : Handan Sultan
Doğumu.................. : 20 Ocak 1638
Vefâtı...................... : 21 Kasım 1617 (1. defa), 19 Mayıs 1622 (2. defa)
Tahta Geçişi............ : 22 Kasım 1617
Saltanat Müddeti..... : 19 ay
Halîfelik Sırası.......... : 82
Osmanlı sultanlarının on beşincisi ve İslâm halîfelerinin seksen ikincisi. Sultan üçüncü Mehmed Han’ın oğlu. 1591 senesinde Handan Sultan’dan Manisa’da doğdu. Her şehzâde gibi sarayda iyi bir eğitim gördü. Ağabeyi birinci Ahmed Han’ın vefâtı üzerine 22 Kasım 1617 günü ilk defa ekberiyet kaidesine göre, yâni hânedânın en yaşlı mensubu olarak tahta çıkarıldı.
Sultan Mustafa Han, devlet mes’eleleri ile meşgul olmağa hazır olmadığını ifâde ederek saltanatı kabul etmedi ise de, devlet erkânı tarafından dinlenmedi. Bu yüzden kısa bir süre sonra devlet işleri karıştı. Yeni Sultan’ın acemiliğinden faydalanmak isteyenler ortaya çıktı. Hâkimiyet yeniçeri ağalarının eline geçti. Devletin geleceğini düşünen bâzı devlet adamları, durumun böyle devam etmesini istemiyerek, hal’ine fetva aldılar ve tahta geçtikten doksan altı gün sonra 26 Şubat 1618 günü sultan Mustafa’yı tahttan indirerek yerine Genç Osman’ı geçirdiler.
Yenilik taraftarı olmayanların tahrikleri, neticesinde isyân eden yeniçerilerin 19 Mayıs 1622’de Genç Osman’ı tahttan indirmeleri üzerine sultan Mustafa ikinci defa tahta geçirildi. Bütün istekleri yerine getirilen âsiler çok şımardılar. Veziriazam tâyin ettirdikleri Kara Dâvûd Paşa, Genç Osman’ı Yedikule zindanlarında şehîd ettirdi (Bkz. Genç Osman). Bunun üzerine sipahiler ayaklandılar. Kara Dâvûd Paşa, sultan Osman’ı Pâdişâh’ın emriyle öldürttüm demesi üzerine ayaklananlar dağıldılar. Yeniçeri halkın gözünden iyice düşmüştü. Onları gören halk; “Sultan Osman’ın katilleri” diye laf atıyordu. Bir süre sonra sarayda bulunan şehzâdelerin öldürüleceği haberi duyulunca, yeniçeri ve sipâhî ayaklanıp, Kara Dâvûd Paşa’nın konağı önünde toplanarak; “Sultan Osman’ın acısı yüreğimizde iken, şehzâdeleri öldürmek reva mıdır?” diye bağırdılar. Karışıklığın daha da ileri gideceğini fark eden şeyhülislâm Yahyâ Efendi, Sultan’a Kara Dâvûd Paşa’yı azletmenin lüzumunu anlattı. Sükûneti sağlamak için Kara Dâvûd Paşa 13 Haziran 1622 günü azledildi. Yerine Mere Hüseyin Paşa getirildi. Fakat sükûnet sağlanacağı yerde, karışıklık daha da artti. Bunun üzerine yirmi beş gün gibi kısa bir süre sadârette kalan Mere Hüseyin Paşa azledilerek, yerine Lefkeli Mustafa Paşa getirildi ise de bu makamda iki buçuk ay kadar kalabildi ve kendi isteği ile ayrılınca yerine Gürcü Mehmed Paşa tâyin edildi.
Osmanlı Devleti’nin iç karışıklıklarından istifâde etmek isteyen Lehistan kazakları, daha önce imzalanan anlaşma şartlarına uymayarak Şayka adı verilen yüz elli civarında küçük gemi ile Osmanlı kıyılarına saldırdılar. Kazakların üzerine gönderilen Karadeniz serdârı Dâmâd Recep Paşa, kazakları tâkib ederek Kilgra önünde bir çok gemilerini batırdı ve 21 gemiyi zabt ettikten sonra beş bin esir ile İstanbul’a döndü.
Diğer taraftan Anadolu’da Genç Osman’ın şehîd edilmesi nefretle karşılandı. Önce Trablusşam beylerbeyi Yûsuf Paşa isyân etti. Eyâletinde bulunan yeniçerileri öldürttü. Ardından Erzurum beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa başkaldırarak, bölgesinde bulunan yeniçerilerin bir kısmını öldürttü. Genç Osman’ın intikamını alacağım diye and içen Abaza, İstanbul’a gelmek için yola çıktı. Bâzı Anadolu vâlileri de kendisine katıldı. Kırk bin kişilik bir kuvvet ile Ankara’yı muhasara etti. Daha sonra Bursa’yı kuşatan Abaza, şehrin suyunu kesti. Şehri ele geçirdi ise de, kaleyi alamadı. Kış geldiği için Niğde’ye çekildi (Bkz. Abaza Mehmed Paşa).
Anadoludaki ayaklanmalar ve Genç Osman’ın şehîd edilmesi yüzünden halk arasına çıkacak yüzü kalmayan sipâhîler, 17 Kasım 1622 günü dîvânın toplandığı sırada ayaklanarak sultan Osman’ın katillerinin bulunmasını istediler. Yolda yakalanan cebecibaşı, Genç Osman’ın su içtiği çeşmenin başında, halkın ağır hakaret ve lanetleri arasında îdâm edildi. Bir samanlıkta yakalanan Kara Dâvûd Paşa ve Kalenderoğlu denilen kişiler de yakalanarak îdâm edildi.
Bu sırada ikinci defa sadrâzam olan Mere Hüseyin Paşa, çıkan isyânları bastırmak için bir çok âsiyi İstanbul dışına sürdü ve bir kısmını ortadan kaldırmak istedi. Bunun öğrenen sipâhîler tekrar ayaklandılar. Bu durum üzerine Mere Hüseyin Paşa, 20 Ağustos 1623 günü sadâretten çekildi ve Kemankeş Ali Paşa getirildi. Ali Paşa sadârete gelir-gelmez, Osmanlı Devleti’ni düştüğü durumdan kurtarmak için harekete geçti. Osmanlı Devleti mutlâkiyetle idare edildiğinden; başta kudretli, azimkar, zekî bir pâdişâhın bulunması gerekiyordu. Bu yüzden Ali Paşa, şeyhülislâm Yahyâ Efendi ve diğer devlet erkânını toplayarak, sultan Mustafa’nın artık makâm-ı saltanatta kalmaması gerektiğini delîlleriyle ortaya koydu. Bütün devlet erkânı, pâdişâhın hal’i hususunda aynı kararda idi. Fakat yeni cülûsta yeniçeriye bahşiş verilmesi gerekiyordu. Hâlbuki hazînede para yoktu. Ali Paşa, askerin ileri gelenleri ile anlaşarak, bu sefere mahsûs olmak üzere bahşişten vazgeçmelerini te’min etti. Verilen fetva ile 10 Eylül 1623 günü sultan Mustafa ikinci defa tahttan indirilerek eski dâiresine götürüldü.
Sultan Mustafa Han, son derece dindar bir kimse idi. Sık sık türbeleri ziyaret eder ve çokça sadaka dağıtırdı. Saraydaki hayâtını ibâdet ederek, dînî eserler ve Kur’ân-ı kerîm okuyarak geçirmişti. İkinci defa tahta geçmesi için davet edildiği zaman odasında Kur’ân-ı kerim okuduğunu bir çok kaynak yazmaktadır. Hâl sahibi olan sultan Mustafa Han, saltanatta gözü olmadığı için her iki defâki hal’inde de en küçük bir memnuniyetsizlik göstermemiş ve tahttan sevinçle feragat etmiştir.
20 Ocak 1630 günü Topkapı Sarayı’nda vefât eden Sultan Mustafa Han, Ayasofya Câmii karşısındaki türbesine defnedildi.

CANLI KUZU

Bâzı tarihçilerin kerâmet gösterdiğini yazdıkları Sultan Mustafa Han çok dindar bir pâdişâhtı. Bir gün sultan Mustafa, saray bahçesinde gezerken, bostancıbaşıyı yanına çağırttı. İlerde bir tümseği göstererek; “Şu tümseği kaz, altında canlı bir kuzu bulacaksın, kuzuyu al, bana getir” dedi. Buna şaşıran bostancıbaşı çekingen davrandı. Fakat pâdişâh emrinde ısrar etti ve; “Bre, tümseği kaz dedik, emrimiz niçin dinlenmez?” deyince; bostancıbaşı, hemen kazma kürek bulup, istemeye istemeye orayı kazdı. Gördüğü şey karşısında şaşırıp kaldı. Toprağın altından gerçekten de nazlı nazlı bakan canlı bir kuzu çıktı. Şaşkınlıktan kurtulmaya çalışarak kuzuyu kucağına aldı ve Pâdişâh’a getirdi. Sultan kuzuyu bir müddet okşadıktan sonra, bostancıbaşıya vererek; “Al bunu besle!” dedi.

Sultan Mustafa Han Devri Kronolojisi

22 Kasım 1617 : Mustafa Han’ın ilk saltanatı.
26 Şubat 1618 : Mustafa Han’ın hal’i ve Geriç Osman’ın pâdişâh olması.
19 Şubat 1622 : Mustafa Han’ın ikinci defa pâdişâh olması.
19 Mayıs 1622 : Kara Mustafa Paşa’nın sadrâzam olması.
20 Mayıs 1622 : Genç Osman’ın şehîd edilmesi.
22 Mayıs 1622 : Sipahilerin ayaklanması.
13 Haziran 1622 : Kara Dâvûd Paşa’nın azli ve Mere Hüseyin Paşa’nın sadârete getirilmesi.
8 Temmuz 1622 : Hüseyin Paşa’nın azli ve Lefkeli Mustafa Paşa’nın sadrâzamlığı.
21 Eylül 1622 : Gürcü Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
17 Kasım 1622 : Abaza Mehmed Paşa isyânı.
31 Aralık 1622 : Sipahilerin ikinci defa ayaklanması.
3 Ocak 1623 : Genç Osman’ın katillerinden Cebecibaşının îdâmı.
8 Ocak 1623 : Kara Dâvûd Paşa ve Kalenderoğlu’nun îdâmı.
30 Ağustos 1623 : Kemankeş Ali Paşa’nın sadrâzamlığı.
10 Eylül 1623 : Sultan Mustafa’nın ikinci defa tahttan indirilmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4309
2) Îzâhlı Osmanlı Kronolojisi (İ. H. Danişmend); cild-3, sh. 268
3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 149
4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-9, sh. 5
5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, bölüm-1, sh. 127
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 330
7) Nâimâ Târihi; cild-2, sh. 708, 817
8) Hülâsat-ül-Eser; cild-4, sh. 363
9) Tûgi Târihi; (Belleten); sayı-43, sh. 50

İKİNCİ MUSTAFA HAN


Babası.................... : Sultan Mehmed-IV
Annesi.................... : Râbia Gülnûş Sultan
Doğumu.................. : 5 Haziran 1664
Vefâtı...................... : 20 Aralık 1703
Tahta Geçişi............ : 6 Şubat 1695
Saltanat Müddeti..... : 8 sene 6 ay 14 gün
Halîfelik Sırası......... : 87
Osmanlı sultanlarının yirmi ikincisi ve İslâm halîfelerinin seksen yedincisi. Sultan dördüncü Mehmed Han’ın oğlu. 5 Haziran 1664 günü Râbia Gülnûş Sultan’dan İstanbul’da doğdu. Devrin âlimlerinden iyi bir tahsîl gördü. Baş hocaları, büyük âlim Hâce-i Sultanî Vânî Mehmed Efendi ve onun dâmâdı Seyyid Feyzullah Efendi idi. Ayrıca devlet idaresini ve harb oyunlarını çok iyi bir şekilde öğrendi. Ok atmada mahir ve iyi bir silâhşördü.
İstanbul ve Edirne saraylarında serbest bir hayat yaşayan şehzâde Mustafa, babası ile sefer-i hümâyûnlara katılarak bilgi ve tecrübesini arttırdı. Daha sonra iki amcası sultan İkinci Süleymân ve sultan İkinci Ahmed zamanlarında, devletin uğradığı felâketleri ve yetersiz devlet adamlarının birbirine takiben iktidara gelmelerini dikkatle tâkib etti. Bu sebeble devlet idaresini, babası ve amcaları gibi vezirlere emânet etmemede kararlı idi. Amcası İkinci Ahmed Han’ın 6 Şubat 1695 günü vefâtı ile yirmi ikinci Osmanlı sultânı olarak tahta geçti. Pâdişâh olduğunda Osmanlı Devleti, on iki seneden beri Avusturya, Lehistan, Rusya ve Venediklilerle harp hâlinde idi.
Gayretli ve kahraman ruhlu bir hükümdar olan sultan Mustafa, henüz tahta geçtiğinin üçüncü günü sadrâzama gönderdiği fermanda: “Cenâb-ı Hak, bu âciz ve günahkâr kuluna bir cihân pâdişâhlığı ihsân etti. Devleti idare edenlerin hangisi zevk ve sefaya, kendi nefsinin rahatına düşmüş ise, eli altındaki memleket ve tebeasının huzuru ve rahatı kaçmıştır. Biz, bugünden zevki ve sefayı kendimize haram kıldık. Düşmana karşı ceddim (Kânûnî) Sultan Süleymân gibi kendim sefere çıkmaya kat’î niyet ettim. Sizler ki vezîriâzamım, vüzerâ, ulemâ, vükelâ ve ocak ağalarısınız; cümleniz bir yere gelip, bu hatt-ı hümâyûnumu okuyup düşününüz; gazâya gitmem mi mâkul, yoksa Edirne’de oturup kalmamız mı münâsib? Din, devlet ve halka hangisi faydalı; Allah için söyleşüp, doğruyu bana bildiriniz vesselam...” dedi. Sadrâzam; Pâdişâh’ın Edirne’de kalmasının iyi olacağını, sefer-i hümâyûnun büyük masraflar îcâb ettirdiğini, hele bozgun olursa, adının pâdişâh yenilmiş diye çıkacağını arzetmesi üzerine, sultan Mustafa irâdesini şu hatt-ı hümâyûn ile açıkladı: “Bana hazîne lâzım değil. Kuru ekmek yerim. Vücûdumu din uğruna feda ederim. Her ne denlü meşakkat arz olunsa, sabr ve tahammül ederim. Hizmet-i ibadullah (halka hizmet) tamâma ermeyince seferden dönmem, elbette sefere bizzat çıkarım...”
Bu hatt-ı hümâyûnlar devlet adamlarını, âlimleri, kumandanları, askerleri ve ahâliyi ziyadesiyle sevindirdi. Derhâl hazırlıklara başlandı. Bu sırada sultan İkinci Ahmed’in büyük bir gayretle düzenlediği Sakız seferi devam etmekteydi. Serdâr, eski kapdân-ı derya ve Trablusgarb beylerbeyi vezir İbrâhim Paşa idi. Donanmanın başında kapdân-ı derya vezir Hüseyin Paşa var ise de, bu zât denizci olmadığı için donanmanın idaresi, eski kapdân-ı derya ve büyük denizci Mezomorto Hüseyin Paşa’da idi. Mezomorto, 48 parçalık donanma ile 9 Şubat 1695 günü Karaburun ile Sakız adasının Kuzeydoğusu arasında Koyun adaları mevkiinde, Venedik gemileri ile karşılaştı. Venedik donanması amirali Molino Kontarini’nin bulunduğu kalyon, alabanda ateş etmek suretiyle saf dışı bırakılınca, Venedik donanması Sakız limanına doğru kaçtı. Muhârebenin bu birinci safhası olan Koyun adaları zaferi altı saat sürdü. Dokuz gün sonra yeni tertibat alınarak, Tırfıl limanına yapılan baskında Venedikliler ikinci defa mağlûb edildi. Venedik donanması Sakız’da tutunamıyarak, adaya atlı ve yaya olarak bin kadar asker çıkardıktan sonra İstendil adasına kaçtı. Mezomorto Hüseyin Paşa, Venediklilere karşı kazandığı bu zaferden sonra tekrar kapdân-ı deryalığa yükseltildi. Düşman donanmasının mağlûb edilmesi üzere, Anadolu sahilinde Çeşme limanında beklemekte olan İbrâhim Paşa kumandasındaki asker Sakız’a geçirildi. Sakız kalesi mukavemet göstermeden teslim oldu (21 Şubat 1695).
Sefer hazırlıkları tamamlandıktan sonra, sultan İkinci Mustafa, 30 Haziran 1695 günü Avusturyalıların işgalindeki Macaristan’ı kurtarmak için ilk Avusturya seferine çıktı. Bu sefere istisnaî olarak şeyhülislâmlığa getirdiği hocası Seyyid Feyzullah Efendi de katılıyordu. Ordu-yı hümâyûn, Filibe ve Sofya üzerinden kırk gün sonra Belgrad’a vardı (9 Ağustos 1695). Burada toplanan harb dîvânında; Janova-Lippa, Lagos’un ve havalisinin işgalden kurtarılmasına karar verildi. 7 Eylül günü ordu Lippa önüne geldi. Şevk ve heyecan içinde olan ordu derhâl hücuma geçti. Lippa kalesi, Türk’ün savaş gücü ve îmân kuvveti karşısında iki gün dayanabildi. Lippa’da, Avusturyalıların Tameşvar’ın zaptı için yığdıkları mühimmat ele geçirildi. Kale tamamen tahrîb edilerek, zahîre ve mühimmat Tameşvar kalesine taşındı. Bu sırada Kırım hanı Selîm Giray orduya katıldı.
21 Eylül günü Osmanlı ordusu Lagos kalesi önlerine geldi. Avusturya kumandanı general Veteran, Lagos kalesi yakınında Temes suyu kenarında ordugâhını kurmuş ve etrafını iyice tahkîm etmişti. Avusturya ordusu, etrafı bataklık ve arkası ormanlık bir yerde mevzilenmişti. Osmanlı askeri, büyük bir azimle düşman üzerine hücum etti. Kırım hanı Selîm Giray da aldığı emir üzerine düşman ordusunun arkasına geçerek çevirdi. Sultan Mustafa bizzat ordunun başında kılıç sallıyordu. Muhârebe üç saat sürdü. Avusturya ordusu müthiş bir hezimete uğradı. Avusturya askerlerinin ekserisi öldürüldü. Kalanı ise esir alındı (22 Eylül 1695). Avusturya kumandanı ve Lehistan prensi ölüler arasında idi. Büyük zaferden sonra Lagos kalesi de zapt edildi. Bu zaferden sonra sultan Mustafa, sefer mevsimi geçtiği için 28 Eylül 1695 günü geri dönmek için yola çıktı. Niğbolu üzerinden 1 Ekim günü Edirne’ye 14 Ekim günü Dâvûd Paşa sahrasına geldi. 18 Ekim günü parlak bir zafer alayı ile İstanbul’a girdi.
Diğer taraftan Karadeniz’de bir liman sahibi olmak isteyen Rus Çarı Petro, 10 Temmuz 1695 günü yaklaşık üç yüz bin kişi ile Azak kalesini kuşatmıştı. Muhasara 3 ay dört gün sürdü ve çok kanlı ve şiddetli geçti. Türklerin akıllara durgunluk veren şanlı müdâfaaları karşısında, kalenin düşmesinden ümidlerini kesen Ruslar, 13 Ekim 1695’de elli bin ölü vererek Azak’tan çekildi. Kefe beylerbeyi Mustafa Paşa ve Kırım velîahdı Kaplan Giray’ın takibi sonucunda, Rus ordusunun asker ve mühimmat kaybı daha da arttı.
Mustafa Han, Avusturya üzerine ikinci seferine 20 Nisan 1696 günü çıktı. Ordu Sofya’ya geldiği zaman, Alman ordusunun Budapeşte ve Erdel’de toplandığı öğrenildi. 3 Ağustos günü sultan Mustafa Belgrad’a girdi. Bu sırada Saksonya kralı Nalkıran Fredric ile general Heisler kumandasındaki düşman kuvvetlerinin Tameşvar kalesini kuşattığı haberi geldi. Bunun üzerine ordu Tameşvar’a hareket etti. Osmanlı ordusunun yaklaştığını gören düşman kumandanı, dokuz günden beri sürdürdüğü muhasarayı kaldırarak, Tisa suyuna karışan Belga boylarında Olaş mevkiine geldi. 27 Ağustos günü Osmanlı ordusu da buraya gelerek mevzîlendi. Muhârebe, Türk taarruzuyla başladı. Sultan Mustafa ordunun önünde olduğundan, askerin şevki daha da arttı. Muhârebenin en şiddetli ânında sadrâzam Elmas Mehmed Paşa on iki bin serdengeçti ile düşmana öldürücü darbeyi vurdu. Düşman ordusu perişan bir hâle geldi. General Heisler ve Caprara ölüler arasındaydı. Osmanlı ordusundan da sadrâzam Elmas Mehmed Paşa’nın kardeşi Mustafa Paşa, yeniçeri ağası Baltazâde Mehmed Paşa şehîd düşenler arasında idi. Sultan Mustafa, Kırım atlılarını, düşmanın ardına göndererek, ric’at (geri dönme) yolunu kapatmıştı. Gece düşmanı tâkib eden Kırım atlıları, Almanlara pek çok zâyiât verdirdiler. Bu zaferden sonra Osmanlı ordusu 31 Ağustos günü Tameşvar’a ulaştı. Gerekli mühimmat bırakılarak kale tahkim edildi. 17 Eylül günü Daltaban Mustafa Paşa tarafından Morevik zaptedildi. Daha sonra Belgrad’a dönen Sultan, buranın muhafızlığına Amcazade Hüseyin Paşa’yı tâyin ederek, 28 Eylül günü İstanbul’a dönmek için yola çıktı. Sultan Mustafa ikinci Avusturya seferinde iken, Rus çarı Petro, 3 Haziran 1696 günü tekrar Azak’ı kuşattı. Bu sırada Azak garnizonu henüz değiştirilmemiş ve kale tamir edilmemişti. Çarın hareketi duyulunca, İstanbul’dan üç paşa komutasında yardım kuvveti gönderildi. Fakat bunda çok geç kalınmıştı. Bâzı iç hâdiselerden dolayı da Kırım hanı vaktinde yardıma yetişemedi. Kalede beş yüz civarında Türk askeri vardı. Bu kadar kuvvetle kale, düşman muhasarasına karşı tam iki ay üç gün müdâfaa edildi. 6 Ağustos günü kalede sağ kalan Türkler yardımdan ümidlerini kestikleri için, vire ile kaleyi teslim ettiler ve Kırım’a çekildiler. Azak kalesinin düşmesi, sultan Mustafa ve bütün ülkenin büyük üzüntüsüne sebeb oldu. Azak kalesinin ikmâlini ihmâl eden ve yardıma me’mur edilip zamanında yetişmeyen kumandanlar cezalandırıldı. Osmanlı hükümeti tarafından Kuban nehri ağzına Açu kalesi yaptırıldı. Böylece Moskof yayılmasının önüne geçme çâreleri düşünüldü.
Diğer taraftan kapdân-ı derya Mezomorto Hüseyin Paşa, 66 parçalık donanma ile 13 Mayıs 1696’da denize açılmıştı. 24 Ağustos günü Kiklad takımadalarından Andros önlerinde Venedik donanması ile karşılaşan Mezomorto, düşman gemilerini hasara uğrattı ise de fazla zâyiât verdiremedi. 18 Eylül günü donanma tekrar Venedik donanması ile karşılaştı. Amiral Steineau’nun gemisinin batması, Osmanlı kuvvetlerinin üstün gelmesini sağladı. 13 Venedik gemisi batırıldı. Türk donanması ise altı gemi ile üç yüz şehîd vermişlerdi. Daha sonra İstanbul’a dönen donanmayı, ikinci Viyana seferinden dönen sultan Mustafa, yalı köşkünden seyretti. Donanma-yı hümâyûn bütün topları ateşliyerek Sultân’ı selâmladı.
Serhatlerde ordusunun başında bulunmaktan zevk alan sultan Mustafa, Nemçe seferi kasdıyla 17 Haziran 1697 Pazartesi günü Edirne’den hareketle, 10 Ağustos günü Belgrad’a vardı. Burada, ordunun ne tarafa sevk edileceği hakkında karara varmak için biri pâdişâhın huzurunda olmak üzere iki harb dîvânı toplandı. Bu toplantılarda iki görüş ortaya kondu. Birinci görüş; Sava’dan Zemun sahrasına geçerek Peter-Varadin kalesini kuşatmak idi. Bunu sadrâzam Elmas Mehmed Paşa, Belgrad muhafızı Amcazade Hüseyin Paşa, Mısırlızâde İbrâhim ve Bostancı Mehmed Paşalar müdâfaa ediyordu, ikinci görüş ise; Tuna’dan Tameşvar yakasını geçerek düşman ordusuna taarruz etmekti. Bunu da Tameşvar müdafii Koca Cafer Paşa ile diğer erkân istemişti. İkinci plân tehlikeli idi. Amcazade Hüseyin Paşa, hududda bulunması sebebiyle düşmanın durumuna vâkıf olduğundan, ikinci plâna göre hareket edilirse üç nehir geçmek gerektiğini, düşmanın ilk anda nehirleri geçerken mâni olmayacağını, fakat geçişten sonra veya geçiş sırasında ânî baskın yapabileceğini, muvaffakiyet olsa bile büyük külfet yükleyeceğini, aksi olduğu takdirde, fena neticeler doğuracağını savundu. Ancak ekseriyet ikinci görüşü desteklediğinden, Tameşvar tarafına gitmeye karar verildi.
Osmanlı ordusu; Tuna ve Temş nehirlerini geçtikten sonra, Tise nehri kıyısına vardı. Avusturya ordusu, prens Öjen do Savua kumandasında Tise yakınlarında idi. Bu sırada Pâdişâh, Segedin üzerine gidilmesine karar verdi. Bâzı devşirme ve dönmeler vasıtasıyla, ordunun hareketini öğrenen prens Öjen, acele Segedin’e kuvvet gönderdiği gibi, Sultan’ın Segedin üzerine gitmekten vazgeçerek Zenta’da Tise’yi geçip, Macaristan ve Erdel taraflarına gideceğini öğrendi. Bunun üzerine Osmanlı ordusunu Tise nehrini geçerken yakalamak için sür’atle hareket etti. Zenta mevkiine geldiği zaman, Osmanlı ordusu nehri geçiyordu. Geçiş esnasında ordu erkânı arasındaki ihtilâf askere de sirayet etmiş düzen bozulmuştu. Ayrıca düşmanın geldiği haberi üzerine âsâyiş daha da bozuldu ve asker emir ve kumanda dinlemeden karşı tarafa geçmeye başladı. Karşı tarafa geçen askerin sayısı az olduğu için, müdâfaa hattı daraltıldığı sırada durumdan haberi olmayan asker, düşman bastı zanniyle paniğe kapılarak köprüye ve nehre doğru çekildiler. Ancak sadrâzam yalın kılıç köprü başına koşup kaçanları önledi ve sipere soktu.
Düşman, Osmanlı ordusunun bu hâlinden cesaretlenerek ikindi vakti yeni metrise hücuma başladı. Büyük bir sür’atle hareket ederek Osmanlı kuvvetlerini nehir kenarında sıkıştırdı. Askeri kurşun yağmuruna tutarak bunalttı. Bu durum üzerine sadrâzam, köprüye ve nehre doğru kaçan askere mâni olmak istedi. Asker, sadrâzama saldırarak parçaladı ve köprü önünde toplandı. Ancak köprü yıkıldığından kurtuluş ümidi yoktu. Bu durumda Osmanlı askeri ile düşman arasında korkunç, kanlı ve ümitsiz bir boğuşma oldu. Ordunun büyük kısmı şehîd düştü ve kalanı nehirde boğuldu. Osmanlı ordusunun zayiatı çok fazla idi. 20.000 asker karada, 10.000 asker ise nehirde boğularak şehîd oldu. Târihe Zenta faciası olarak geçen bu muhârebede Sadrâzam şehîdler arasında olduğu için ilk defa mühr-i hümâyûn düşman eline geçti.
Askerin emre itaatsizliğinden doğan bu büyük faciadan sonra sultan Mustafa Han, ordudaki bâzı kumandanların teklifi ile bütün ağırlıklarını bırakarak Tameşvar’a çekildi. Osmanlı ağırlığını ilk önce yeniçeri yağmaladı. Tameşvar’da on gün kadar kalan Sultan, Amcazade Hüseyin Paşa’yı sadârete getirdi. Sultan, Tameşvar kalesinde, mevcud kuvvete ilâveten, mühim mikdârda asker bırakarak Belgrad’a çekildi. Buranın da takviyesini yaptıran Sultan, 30 Eylül 1698’de Edirne’ye hareket etti.
Sultan İstanbul’a dönerken Bosna muhafızı Mehmed Paşa vefât etmiş ve başsız kalan askerin disiplini bozulmuştu. Bunu fırsat bilen prens Öjen, Zenta muhârebesinden bir ay sonra açık bir şehir olan Bosna kasabasına girdi. Bütün şehri yağma ve tahrib ederek baştan başa harabe hâline getirdi... Bu haber üzerine Pâdişâh; o tarafa kuvvet sevketti ve prens alelacele çekildi. Bosna vâliliğine de Daltaban Mustafa Paşa tâyin edildi. Sadrâzamlığa Amcazade Hüseyin Paşa’yı tâyin eden sultan Mustafa yeniden büyük bir ordu hazırlattı. Zenta faciasının izlerini silmek için hazırlatılan seferin önüne geçmek isteyen İngiliz ve Hollanda elçileri müttefikleri, Avusturya lehine anlaşmaya zemin aradılar. Sultan, elden çıkan yerlerin hiç olmazsa bir kısmını almadıkça sulhe yanaşmak istemiyordu. İngiliz ve Hollanda elçilerinin ısrarlı faaliyetleri netîcesinde ve sulh anlaşmasının lüzumlu olduğuna inanan sadrâzam bu hususta pâdişâh ve diğer devlet erkânı ile görüşerek, on altı seneden beri devam eden muhârebenin devleti her yönden bozduğunu, muhârebeye devam için asker ve mühimmat tedârik edilmesinin imkânsızlığını söylemesi üzerine sulhe karar verildi. Karlofça’da anlaşma görüşmeleri devam ederken, Sultan, hudut tecâvüzlerine karşı serdar tâyin (edilen sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa komutasındaki yüz bin Osmanlı ve otuz bin Kırım askerini Belgrad’a gönderdi. Akdeniz, Karadeniz ve Tuna donanmaları yeni gemilerle takviye edilerek sefere hazır hâle getirildi. Semendire ve Belgrad önlerinde bekleyen Osmanlı ordusu, uzun süren görüşmeler üzerine 1698 Kasım’ında geri döndü. İngiltere, harb hâlinde olduğu Fransa’ya karşı desteklediği Avusturya, Venedik, Lehistan ve Rusya ile Osmanlı Devleti aleyhine 26 Aralık 1699’da Karlofça andlaşması imzalandı (Bkz. Karlofça Andlaşması). Bu andlaşmaya göre, Macaristan ve Erdel Avusturya’ya terk edilerek Sava ve Unna nehirleri hudut kesildi. Mora, Dalmaçya ve Aya Mavri adası Venediklilere; Ukrayna ve Podolya Lehistan’a verildi. Karlofça’da Ruslarla bir anlaşma yapılmamasına rağmen üç senelik bir mütâreke imzalandı.
Ruslarla sulh görüşmeleri İstanbul’da devam etti. İki devlet arasında 15 Temmuz 1700’de andlaşma imzalandı. Bu andlaşmaya göre; 1- Azak kalesi Rusya’ya terk edildi. 2- Ruslarla yapılan son muhârebeler sırasında Rusların eline geçen kaleler Osmanlı Devleti’ne terk edildi. 3- Rus kazakları Karadeniz’e inmeyecek, Kırımlılar da Rusya’ya akın yapmayacaklardı. 4- Rus çarının, Kırım hanlarına verdikleri harac kaldırıldı.
Osmanlı Devleti, ilk defa Karlofça andlaşmasıyla taksim edilmiş oldu. O âna kadar Avrupalılar, Osmanlı ordusunun mağlûb edilemez kanaatini taşıyorlardı. Bu andlaşmadan sonra Avrupalılar, Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve Avrupa’dan atmak; Osmanlı Devleti de, önce kaybettiklerini geri almak ve sonrada bu hâli muhafaza etmek siyâsetini tâkib eder oldular.
Karlofça andlaşmasından sonra, Osmanlı Devleti bir sulh devresine girdi. Bu dönemde felâketlerin sebebleri üzerinde durularak, idare ve askeriyedeki bozuklukların bu mağlûbiyetlere sebeb olduğu anlaşıldı ve bir takım değişiklikler yapılmaya karar verildi. Sadrâzam Hüseyin Paşa, sultan Mustafa Han’ın muvafakati ile bir takım düzenlemeler yapmaya başladı. Eldeki toprakların muhafazası için, ilk iş olarak, mevcûd hududlar takviye edifdi. Yepyeni ve mütecaviz bir düşman olarak ortaya çıkan Rusya’nın, Karadeniz’e inmemesi için Azak denizinin ağzında bulunan Yeni kale tahkim edildi. Uzun süren savaşlar, Anadolu halkının üzerinde çok kötü te’sirler bırakmıştı. Zirâat, sanayi ve her türlü istihsâl faaliyetleri durmuştu. Halk ağır vergilerle zor duruma düşmüştü. Anadolu’da yer yer isyânlar meydana gelmekte idi. Sultan Mustafa bunlara karşı bir tedbîr olarak, Sarıca ve Sekban teşkilâtını kaldırdı ve vâlilerin bundan sonra bu çeşit asker beslemelerini yasakladı. Harp vergilerini kaldırdı.
Islâhat hareketlerinin en önemlisi orduda yapıldı. Uzun savaşlar sebebiyle askere olan ihtiyaçtan dolayı, kapıkulu ocağına gereğinden fazla asker yazılmış ve bunların tâlim ve terbiyesine dikkat ve ihtimam gösterilmemişti. Bu maaşlı askerin sayısının çokluğu, hazîneyi de çok zor durumda bırakıyordu. Bundan sonra ocağa yeni asker yazılmamasına, mevcudun da azaltılmasına çalışıldı. Bundan dolayı sayıları 70.000’e çıkmış olan asker 34.000’e indirildi. Kapıkulunun diğer sınıflarında da sayı azaltılmasına gidildi. Sipahiler üzerinde de duruldu. Bütün tımarların beratları gözden geçirildi. Sipahilerin muhakkak eyâletlerinde oturmaları, ancak savaş zamanı alaybeyleri ile sefere iştirak etmelerine dâir emirler verildi. Donanmada da esaslı bir yenilik yapılarak kürekli gemilerin yerine, yelkenli gemi olan kalyonların sayısının artırılmasına önem verildi. Donanmaya, denizcilikten yetişme personelin alınmasına dikkat edildi. Bütün bu yeni düzenlemeler yapılırken, bâzı sebeplerden dolayı Amcazade Hüseyin Paşa sadrâzamlıktan istifa etti (4 Eylül 1702). Amcazâde’nin yerine, yeniçerilikten yetişmiş Daltaban Mustafa Paşa getirildi.
Karlofça andlaşması sırasında Kırım hanı, Selîm Giray’ın oğlu Devlet Giray idi. Devlet Giray kardeşi Gâzi Giray ile geçinemediğinden, İki kardeş arasında kanlı bir muhârebenin vukua gelmesi an mes’elesi idi. Fakat Özi vâlisi Yûsuf Paşa ile Kefe vâlisi Murtezâ Paşa olaya müdâhale ederek böyle bir duruma mâni oldular. Gâzi Giray İstanbul’a getirilerek Rodos’a sürgün edildi. Karlofça andlaşması, Kırım Hanlığına büyük bir darbe olmuştu. Zîrâ Kırım hanları ve halkı, gelirlerini Rusya ve Lehistan içlerine yaptıkları akınlardan aldıkları esirler ve ganimetlerle sağlarlardı. Bu andlaşma gereğince, Osmanlı Devleti Kırım tatarlarının bu iki ülkeye akın yapmamalarını taahhüd etmişti. Devlet Giray uzun süre buna dayanamıyarak Rusya içlerine akın yapmak için fırsat kollamaya başladı. Kırım Han’ı, siyâsî duruma tamamen vâkıf olamayan Daltaban Mustafa Paşa ile el altından Rusya’ya akın yapmak için anlaştı. Devlet Giray, Rusya içlerine asker gönderirken, İstanbul’a, Rusların Kırım yakınlarında kuvvetli bir kale inşâ ederek, Kırım’a tecâvüz niyetinde olduklarını bildirdi. Bu haber devlet erkânını şüphelendirdi. Bölgeye gönderilen hey’et, durumun böyle olmadığını dîvâna bildirdi. Bu haber üzerine dîvân, Kırım hanından, akına giden kardeşi Saadet Giray’ı derhâl geri çağırmasını ve akınlardan vazgeçmesi emrini gönderdi. Devlet Giray’ın bu emri dinlememesi üzerine, babası İslâm Giray, 26 Aralık 1702 günü dördüncü defa Kırım Hanlığı’na tâyin edildi. Bu durum karşısında Devlet Giray isyân etti. Akkerman, Kili ve İsmâil taraflarına akınlar yaparak yağmaya başladı. Hattâ sadrâzamın da kendisiyle beraber olduğunu îlân etti. Sultan Mustafa, Özi vâlisi Çelebi Yûsuf Paşa’yı Devlet Giray üzerine gönderdi. Daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayan Devlet Giray, Çerkezistan’a iltica etti. Bu sırada hâdiseye adı karışan Daltaban Mustafa Paşa sadâretten azledildi. Yerine Rami Mehmed Paşa sadrâzam oldu.
Bu sırada Gürcistan’ın Goril, Dadyan ve Açıkbaş beylikleri, Osmanlı Devleti’ne karşı itaatsizlikte bulunmaya başlamışlardı. Goril ve Dadyan beyi Mamya, hükümet tarafından Açıkbaş beyliğine getirilmiş olan Simon ve Görgi’yi öldürdüğü gibi bir kaç seneden beri vergisini göndermiyordu. Bunun üzerine Erzurum vâlisi Köse Halil Paşa, Gürcistan üzerine gönderildi. Ayrıca İstanbul’dan; yeniçeri, topçu ve cebeci ocaklarından bir mikdâr asker gönderilmesine karar verildi. Cebeciler, birikmiş maaşlarını almadan sefere gitmeyeceklerini bağıra bağıra söylemeleri üzerine bir isyânın öncüsü oldular. İsyan hareketinin alevlenmesinde, şeyhülislâmla arası açılan sadrâzam Rami Mehmed Paşa büyük rol oynadı. Cebecilerin maaşlarının bir kısmı ödendi. Kalanının ise daha sonra verileceği açıklanmasına rağmen, tamâmını istemekte direnerek Atmeydanına yürüdüler. Cebecilerin toplu hâlde İstanbul sokaklarından geçmeleri sırasında, halktan da çok kimse katıldı. Durum Atmeydanında bir isyân havasına büründü. Sadâret kaymakamı Abdullah Paşa’nın işi biraz ağırdan alması üzerine; isyân hareketi sür’atle genişledi ve yeniçeriler, topçular ve esnaf da iştirak edince, yirmi iki bin kişilik bir asker ve elli bin kişiye yakın halk topluluğu meydana geldi. Sekban başı nasîhat etmek istedi ise de, âsîler tarafından öldürüldü.
Büyük bir kalabalık hâlini alan âsîlerin bir başı yoktu. Bu sırada, daha önce dirliği kesilmiş olan Karakaş Mustafa adında bir tımarlı sipâhî, memleketine gitmekten vazgeçerek, tantana, beceriklilik ve güzel konuşmasıyla âsîlerin başı hâline geldi. İstanbul’u ele geçiren âsîler, daha önce şeyhülislâmlık yapmış olan İmam Mehmed Efendi’yi şeyhülislâm, Kavanoz Ahmed Paşa’yı da İstanbul kaymakamı yaptılar. Daha da ileri giderek, yazdıkları bir arıza ile Pâdişâh’dan; şeyhülislâm Feyzullah Efendi, nakîbül-eşrâf Fethullah Efendi ve Rumeli kazaskeri Dede Efendi’nin azl edilerek İstanbul’a gönderilmelerini ve Pâdişâh’ın da derhâl İstanbul’a gelmesini istediler; istekleri kabul edilmediği takdirde Edirne üzerine yürüyeceklerini bildirdiler. Durumun ciddiyetini anlayan sultan Mustafa, hocası Feyzullah Efendi ve dört oğlunu deniz yoluyla Erzurum’a gitmeleri için Varna’ya gönderdi. Yanlarına muhafaza için elli kadar atlı bostancı verdi.
Diğer taraftan Pâdişâh İstanbul’a haber göndererek; şeyhülislâm ve oğullarının görevden azl edildiklerini ve Erzurum’a gönderildiklerini, cemiyet dağıldıktan sonra Pâdişâh’ın da İstanbul’a geleceğini, âsîler tarafından tâyin edilen Anadolu ve Rumeli kazaskerlerinin derhâl İstanbul’a gönderilmesini istedi. Fakat âsîlerin sayısı arttıkça istekleri değişti. Bir süre sonra sultan Mustafa’nın hal’i ağızlarda dolaşmaya başladı. Kendilerine Kavanoz Mehmed Paşa’yı sadrâzam tâyin ettiler ve isteklerini zorla yaptırmak için Edirne’ye yürümeye karar vererek Dâvûd Paşa sahrasında toplandılar. Durum İstanbul’dan kaçmaya muvaffak olan Mirahor Selîm Ağa tarafından Pâdişâh’a bildirildi. Pâdişâh, Rumeli ve Arnavut askerlerinin derhâl Edirne’ye gelmelerini emretti. Asîlerin üzerine yürüyecek ordunun başına, Rami Mehmed Paşa serdâr tâyin edildi.
Asîler yaklaşık otuz bin kişi ile Edirne’ye hareket ettiler. Yörük Hasan Paşa kumandasındaki Edirne öncü kuvveti 17 Ağustos 1703 günü Çorlu’da âsîlerle karşılaştı. Asîlere nasîhat için giden hey’et; “Bütün isteklerinin kabul edildiğini, yaptıkları tâyinlerin tasdîk edildiğini ve cemiyet dağılır dağıtmaz Sultan’ın İstanbul’a geleceğini bildirdi ise de, âsîler, Sultan’ın hal’ edilmiş olduğuna dâir fetvayı Edirne’ye gönderdiler. Cevâbı beklemeyen âsîler, Edirne üzerine yürüyüşlerini devam ettirdiler. Rami Mehmed Paşa kumandasındaki ordu ile âsîler Babaeski civarında karşılaştılar. Aynı günün akşamı Edirne kuvvetleri de isyân ederek âsîlere katıldı. 22 Ağustos günü Edirne’ye giren âsîler, sultan Mustafa’nın kardeşi üçüncü Ahmed’i tahta geçirdiler.
Bu sırada Varna’ya gitmekte olan Feyzullah Efendi yoldan çevrilerek, Edirne’ye getirildi ve âsîler tarafından hunharca katledildi (Bkz. Feyzullah Efendi). Mustafa Han, yeni sultan üçüncü Ahmed tarafından İstanbul’a getirildi. Yeni Sultan, âsîlerin elebaşılarını ve Feyzullah Efendi’nin katillerini îdâm ettirdi. Sultan Mustafa Han 29 Aralık 1703 günü üzüntüsünden İstanbul’da vefât etti. Yeni Câmii yanındaki Vâlide Sultan türbesine babasının yanına defnedildi.
Dokuz seneye yakın Osmanlı sultanlığı yapan ikinci Mustafa Han muktedir, gayretli, vatanperver, çalışkan ve değerli bir pâdişâhtı. Ordularının başında sefere giden son Osmanlı sultânıdır. Âlimlere ve hocasına hürmeti o kadar çoktu ki, bu hal tahttan indirilmesine sebeb oldu. Aynı zamanda sultan Mustafa iyi bir şâirdi. Şiirlerinde önceleri Meftûnî, daha sonraları İkbâli mahlasını kullanmıştır.
Devrinde devlet adamları ve âlimler, kıymetli ilmî ve sosyal müesseseler yaptırmışlardır. Hocası Feyzullah Efendi, Fâtih’te bir medrese ve değerli kitapların toplandığı bir kütüphâne; sadrâzam Amcazade Hüseyin Paşa, Saraçhane’de bir medrese, kütüphâne ve çeşme; sadrâzam Rami Mehmed Paşa, Eyyûb’de bir çeşme ile mektep; Dâmâd Ali Paşa bir kütüphâne yaptırmışlardır. Sultan’ın silâhdârı olan Çorlulu Ali Paşa tarafından Tersane içinde iki katlı câmi yaptırılmıştır.
Sultan İkinci Mustafa’nın; Ahmed, Hasan, Hüseyin, Selîm, Mahmûd, Osman, Mehmed, Murâd, İsâ isminde dokuz oğlu ve; Emetullah, Emine, Zeynep, Safiye, Ayşe, Atike, Ümmü Gülsüm, Fatma isminde sekiz kızı olmuştur. Hanımları Şehsuvar Sultan, Sâlihâ Sultan ve Alicenâb Kadın’dır.

Sultan İkinci Mustafa Han Devri Kronolojisi

16 Şubat 1695 : Koyun Adaları zaferi.
2 Mayıs 1695 : Elmas Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
30 Mayıs 1695 : Sultan Mustafa’nın birinci Avusturya seferine çıkması.
18 Eylül 1695 : Donanmanın Zeytinburnu zaferi.
22 Eylül 1695 : Lugos zaferi.
6 Ağustos 1696 : Azak kalesinin düşmesi.
20 Nisan 1696 : İkinci Avusturya seferi.
27 Ağustos 1697 : Olaş zaferi.
17 Haziran 1697 : Üçüncü Avusturya seferi.
11 Eylül 1697 : Amcazade Hüseyin Paşa’nın sadârete getirilmesi.
26 Ocak 1699 : Karlofça andlaşmasının imzalanması.
14 Temmuz 1700 : Osmanlı-Rus barış andlaşması.
21 Temmuz 1700 : Kapdân-ı Derya Mezomorto Hüseyin Paşa’nın vefâtı.
4 Eylül 1702 : Daltaban Mustafa Paşa’nın sadârete getirilmesi.
24 Ocak 1703 : Rami Mehmed Paşa’nın sadârete getirilmesi.
22 Ağustos 1203 : Edirne Vak’ası ve ikinci Mustafa’nın tahttan indirilmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4320
2) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 476
3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-6, sh. 174
4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-10, sh. 137
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 330
6) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 555, cild-4, kısım-1, sh. 1
7) “Bir Medeniyeti Tasfiye Teşebbüsleri” A.Ü. Edebiyât Fakültesi Araştırma Dergisi (Kaya Bilgegil, Ankara-1978); sayı-8, sh. 3
8) Nusretnâme (Silâhtar Fındıklı Mehmed Ağa) Veliyyüddîn Efendi Kütübhânesi, No. 2469
9) Râşid Târihi, (İstanbul-1282); cild-1, sh. 71, cild-2, sh. 293, 298
10) Netâyic-ül-Vukuat (Mustafa Nûri Paşa İstanbul-1327); cild-3, sh. 10, 97, 98

MUSTAFA BEHÇET EFENDİ


Hekimbaşı, Osmanlı Devleti’nde modern tıbbın kurucularından. 1774’de İstanbul’da Eyyûb Sultan’da doğdu. Hâcegândan Mehmed Emin Şükûhî Efendi’nin oğlu olup, üçüncü Mustafa Han devri hekimbaşılarından Büyük Hayrullah Efendi’nin kızı tarafından torunudur. Yine hekimbaşı Abdülhak Molla’nın ağabeyi, şâir Abdülhak Hâmid’in amcasıdır.
Süleymâniye tıb medresesini bitiren ve hekim olan Mustafa Behçet Efendi, bir kaç yabancı dil öğrenerek bu dillerdeki tıp kitaplarından tercümeler yaptı. 1800’lerde bir fizyoloji kitabı ile Bouffon’un Histoire Naturelle adlı eserini Türkçe’ye tercüme etti. Bu faaliyetleri o devir Osmanlılarında hâkim olan tıp ve biyoloji anlayışı dışına çıkma temayülü gösteren ilk çalışmalar oldu. 1803’de Mes’ûd Efendi’nin yerine hekimbaşı tâyin edildi. Hacca giden müslümanlar için sağlık rehberi niteliğindeki Tertîb-i Ecza adlı esere bir bölüm ekleyerek, 1817 yılında Türkçe basılan ilk tıb kitabını ortaya koydu. Hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi, 22 Aralık 1826’da sultan birinci Mahmûd Han’a, yeni kurulan ordunun hekim ve cerrah ihtiyâçlarının karşılanması için, bir tıp okulu açılmasını teklif etti. Teklifinin uygun bulunması üzerine, 14 Mart 1827’de Şehzâdebaşı’nda yeniçerilerden boşalan Tulumbacıbaşı konağında Tıbhâne-i Amire ve Cerrahhâne-i Amire adlı iki bölümü bulunan bir tıp okulu açıldı. Okulun tıbhâne bölümünde İtalyanca, cerrahhâne bölümünde Türkçe öğretim yapılıyordu. Mustafa Behçet Efendi, bu okulun nâzırlığına tâyin edildi. O sıralarda mikrobu henüz keşfedilmemiş olan kolera hakkındaki epidemiyolojik müşâhadelerini 1831 yılında yayınladı. Bilhassa epidemilerin çıkış noktası hakkındaki gözlemleri dikkati çektiğinden, bu risalesi Almanca’ya tercüme edildi.
Jenner’in Aşı risâlesi’ni, Yukan’ın Ameliyât-ı Tıbbiye’sini, Burne’ninHikmet-i Tabiiyye’sini Türkçe’ye tercüme eden Mustafa Behçet Efendi,Risâle-i Rûhiye’yi yazmış ve Bouffon’un Mârifet-i Arz ve Tercüme-i hayvanât adlı eserlerini dilimize kazandırmıştır. Yine Risâle-i İllet-i Efrenc de tıbla ilgili tercüme eserlerindendir. Avrupa dillerinin yanında Arabça’yı da çok iyi bilen Mustafa Behçet Efendi, Mısır ulemâsından Şeyh Abdurrahmân Cebertî’nin Mazhar-üt-Takdîs bi-Hurûc-i Tâifet-il-Fransis adlı, Fransızların Mısır’ı işgalini anlatan eserini Türkçe’ye tercüme etmiştir.
Üçüncü Selîm ve İkinci Mahmûd Han zamanında iki defa hekimbaşılık yapan Behçet Mustafa Efendi, 1832 yılında vefât ederek Üsküdar’daki Nasûhî dergâhına defnedilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sicill-i Osmanî; cild-2, sh. 31
2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 203
3) Türkiye’de Maârif Târihi; cild-1, sh. 336
4) Mustafa Behçet Efendi (F.N. Uzluk, Ankara-1954)
5) Mustafa Behçet Efendi’nin Fizyoloji Tercümesi adlı kitabı; Çağında Avrupa’da ve Bizde Fizyoloji Çalışmaları (E. Kâhya, Doçentlik tezi, Ankara, D.T.C.F. -1976)
6) Osmanlı İmparatorluğunda Tıp Zoolojisi ve Parazitoloji (E.K. Unat, 1970); sh. 10
7) Osmanlı Türklerinde İlim; sh. 217
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 306