16 Eylül 2016 Cuma

İKİNCİ MURAT HAN (Gazi)


Babası.................... : Çelebi Mehmed Han
Annesi.................... : Emine Hâtûn
Doğumu.................. : 1404
Vefâtı...................... : 3 Şubat 1451
Tahta Geçişi............ : 25 Haziran 1421
Saltanat Müddeti..... : 29 sene 7 ay 3 gün
Osmanlı sultanlarının altıncısı. Çelebi Sultan Mehmed Han’ın oğlu. 1404 senesinde Amasya’da Dulkadiroğlu Süli Bey’in kızı Emine Hâtun’dan doğdu. Çocukluğu Amasya, Bursa ve Edirne’de geçti. Ailesinin yanında ilk terbiye ve eğitimini tamamlayınca, devrin âlimlerinden ders aldı. 1415 yılında idâri ve askerî bilgileri öğrenip tecrübe kazanması ve devlet yönetimine hazırlanması gayesiyle lalası Yörgüç Paşa’nın yanında Amasya sancakbeyliğine gönderildi.
Şehzâde Murâd, Amasya’dayken, 1417’de lalası Biçaroğlu Hamzâ Bey’le beraber Cenevizlilerden kâfir Samsun’u aldı. 1420’de vezîriâzam Bâyezîd Paşa ile beraber Börklüce Mustafa ve Torlak Kemâl isyânlarını bastırdı. Babasının 1421’de vefâtı üzerine, on sekiz yaşındayken 25 Haziran 1421’de Bursa’da tahta geçti.
Murâd Han’ın tahta geçmesinden kısa bir süre sonra saltanatını kutlamaya gelen Bizans elçileri aynı zamanda imparator Manuel Paleogos’un bir mesajını getirdiler. İmparator mesajında; Osmanlı târihlerinde Düzmece Mustafa şeklinde geçen, Yıldırım Bâyezîd’in oğlu Mustafa Çelebi’nin kendi yanında olduğunu belirttikten sonra, Murâd Han’ın kardeşleri Mahmûd ve Yûsuf beyleri rehin olarak istiyor, aksi hâlde saltanat iddiasında bulunan Mustafa Çelebi’yi serbest bırakıp, ona destek vereceği tehdidinde bulunuyordu.
Sultan Murâd Han, İmparator’un şehzâdeleri dilediği zaman kendisine karşı koz olarak kullanacağını bildiği için bu isteği şiddetle reddetti. Bunun üzerine Bizans İmparatoru, Limni adasında tuttuğu Mustafa Çelebi ile Aydınoğlu Cüneyd Bey’i serbest bıraktı ve Dimitrios Leontarios kumandasında on beş gemiden meydana gelen bir filo ile onları Gelibolu önlerine çıkardı (Eylül 1421). Bu arada Murâd Han’a cephe alan Bizans imparatoru ve Mustafa Çelebi yanında yer alan Anadolu beylikleri de Osmanlı tabiiyyetini tanımamak suretiyle ayaklandılar. Nitekim Germiyanoğlu ikinci Yâkûb Bey, Murâd Han’ı tanımayarak Mustafa Çelebi tarafını tuttuğu gibi, Hamîd ili de Karamanoğlu tarafından işgal edildi. Diğer taraftan Menteşeoğullarından Ahmed ve Leys beyler, bağımsızlıklarını îlân ederek adlarına bastırdıkları paralara Osmanlı pâdişâhının adını koymadılar. Bu arada Aydınoğlu ile Saruhanoğlu eski topraklarından bir kısmını ellerine geçirmişler, İsfendiyâr Bey de Çankırı, Kalecik ve Tosya’da Osmanlı Devleti himayesinde hüküm süren oğlu Kâsım’ı buralardan kovmuştu. Murâd Han, Mustafa Çelebi’nin (Düzmece Mustafa) Gelibolu’ya çıkıp Rumeli’de saltanatını îlân ettiği bu günlerde, bu oldu bittilere razı olmak mecburiyetinde kaldı.
Bizans imparatoru Manuel’in yardımıyla Gelibolu’ya çıkan Mustafa Çelebi, Gelibolu dâhil olmak üzere, İstanbul’un kuzeyinden Eflak’a kadar uzayan sahaları İmparator’a vermeyi ve; oğlunu rehine olarak bırakmayı taahhüd etti. Osmanlı tahtının meşru vârisi olduğunu söyleyen Mustafa Çelebi’ye, ilk önce Gelibolu ve çevresi ahâlisi iltihâk etti. Ancak Gelibolu kale komutanı Şahmelek, Murâd Han’a bağlı olduğunu bildirip kaleyi teslim etmedi. Mustafa Çelebi, Aydınoğlu Cüneydle Bizanslı komutan Leontarios’u bu kale önünde bırakıp kendisi Aynaroz taraflarına doğru yürüdü ve bâzı yerleri ele geçirdi. Vardar-Yenicesi’nden sonra Edirne’yi de ele geçirmek suretiyle Rumeli’ne hâkim oldu.
Mustafa Çelebi’nin bu isyânını bir an önce bastırmak isteyen Murâd Han, vezîriâzam Bâyezîd Paşa’yı vazifelendirip Rumeli’ne gönderdi. Güzelcehisar (Anadolu hisarı) yakınlarından boğazı geçen Bâyezîd Paşa, Sazlıdere mevkiinde Mustafa Çelebi’nin kuvvetleriyle karşılaştı. Fakat askeri Mustafa Çelebi tarafına geçince, Paşa, yalnız kaldı ve; Mustafa Çelebi kuvvetlerince yakalanıp öldürüldü. Mustafa Çelebi’nin kazandığı bu başarı üzerine Gelibolu kalesi de teslim oldu. Daha önce verdiği söz sebebiyle Bizans askeri kaleye yerleşmeye başlayınca, bölgeye gelen Mustafa Çelebi, bunları kaleden çıkarıp kendilerine artık ihtiyâcı olmadığını belirtip, imparatora gönderdi. Mustafa Çelebi bu şekilde Rumeli’ne tamamen hâkim olunca, Edirne ve Serez’de kendi nâmına para bastırdı. Edirne’de saltanat sürmeye başladı.
Mustafa Çelebi, Rumeli’de hükûmet sürdüğü bu ilk günlerde Anadolu’da hâkimiyeti elinde bulunduran yeğeni Murâd Han’ı pek önemsemedi. Fakat Gelibolu mes’elesinden dolayı kendisine olan desteğini çeken ve ikinci Murâd’la anlaşmak teşebbüsünde bulunan Bizans imparatoru Manuel’in gayreti yanında, Murâd Han’ın Foça’daki Cenevizlilerin komiseri Giovanni Andorno ile bâzı ticarî imtiyazlar mukabili olarak anlaştığı haberini alınca, Aydınoğlu Cüneyd Bey’in de teşvîkleriyle 20 Ocak 1422’de Gelibolu’dan Lapseki’ye geçerek Bursa’yı almak üzere Ulubat gölü kenarına kadar geldi.
Amcasının harekâtından haberdâr olan Murâd Han da kuvvetlerini toplamış, Mustafa Çelebi Bursa’ya ulaşmadan onu karşılamak istemişti. Ulubat’a daha önce gelen ikinci Murâd, Ulubat suyu üzerindeki köprüyü yıktırdı. Suyun bir tarafında Mustafa Çelebi’nin, öte tarafında da sultan Murâd’ın kuvvetlen mevzî aldılar. Sultan Murâd Han, babası Çelebi Mehmed Han’ın son zamanlarında yaptığı bir hatâ sebebiyle Tokat’ta mahbus olan akıncıların pîri Mihâloğlu Mehmed Bey’i yanında getirmişti. Mihâloğlu Mehmed Bey, geceleyin Ulubat çayı kenarına gelerek Rumeli akıncı beylerini çağırmaya başladı. Rumeli akıncı beyleri Mihâloğlu’nun ölmüş olduğunu sanıyorlardı. Çay kenarına gelip sesini duydukları zaman sağ olduğunu anlayıp, çok sevindiler ve emrine âmâde olduklarını bildirdiler. Mihâloğlu ise, onlara sultan Murâd gibi bir Sultan’ı bırakıp bir düzme hükümdara tâbi olduklarını ve tez kendilerine katılmalarını söyledi. Böylece Mihâloğlu Mehmed Bey, Mustafa Çelebi’nin yanındaki Rumeli akıncılarının kendi taraflarına geçmesini sağladı. Vezir Hacı İvaz Paşa da çeşitli vâdlerle Aydınoğlu Cüneyd Bey’i Mustafa Çelebi’nin yanından ayırdı. Mustafa Çelebi’nin yanında kalan Rumeli azablarından beş bin kişilik bir kuvvet, nehrin geçit yerinden geçerek Murâd Han’ın karargâhına gece baskını yapmak istedilerse de, durumu zamanında öğrenen Murâd Han gerekli tedbirleri alarak bunları da saf dışı bıraktı. Böylece ordusunun kendiliğinden dağıldığını gören Mustafa Çelebi kaçmaktan başka çâre bulamadı. Sâdık bir avuç adamıyla hızla Lapseki’ye gelip Gelibolu’ya geçti. Mustafa Çelebi’yi tâkib ederi sultan Murâd, daha önce anlaştığı Foça Cenevizlilerinin gemileriyle Rumeli’ne geçti. Gelibolu’yu zaptedip, önce Bolayır, sonra Edirne’ye çekilen Mustafa Çelebi’yi tâkib ederek Edirne’ye girdi. Mustafa Çelebi kısa bir süre sonra Eflak’a kaçmak isterken, Kızılağaç Yenicesi’nde yakalanarak Edirne’ye getirildi ve kale burçlarından birine asıldı (1422).
Mustafa Çelebi vak’asında iki yüzlü siyâset tâkib ederek Osmanlı Devleti’ni bölmeye çalışan Bizans’a iyi bir ders vermek isteyen Murâd Han, hemen hazırlıklara girişip Mihâloğlu Mehmed Bey’i 10.000 akıncı ile öncü olarak İstanbul üzerine gönderdi (10 Haziran 1422). Çok geçmeden kendisi de 50.000 kişilik bir ordunun başında İstanbul önlerine gelip kuşatmayı başlattı. İmparator Manuel, önemli bir para teklifi ile kuşatmanın kaldırılmasını istediyse de kabul etmedi. Kara tarafından tamamen sarılan şehrin çıkış kapılarının karşılarına isabet eden sahalara siperler kazdırıldı. Surlar toplarla dövüldü. İkinci Murâd Han’ın yaptığı bu muhasara Türklerin şimdiye kadar tatbik ettiği muhasaraların en şiddetlilerindendi. Kuşatmaya, Yıldırım Bâyezîd’in dâmâdı olan büyük âlim ve velî Seyyid Emir Buhârî’nin de 500 dervişiyle birlikte katılması askerin maneviyâtını arttırıyordu. Nitekim 24 Ağustos’da, Emir Sultan’ın da yer aldığı umûmî hücum çok şiddetli oldu. Muhasara Eylül ayı ortalarına kadar sürdü. Fakat bu sırada yine Bizans’ın entrikalarıyla sultan Murâd’ın küçük kardeşi eski Hamîd ili sancakbeyi Mustafa Çelebi’nin saltanat dâvasına kalkması sebebiyle kuşatma kaldırıldı.
Mustafa Çelebi lalası İlyâs Paşa’yla beraber Karaman ve Germiyanoğlu’nun verdiği kuvvetlerin başında Bursa üzerine yürüdü. Bursa halkının şiddetle karşı koyması ile şehre giremeyen Mustafa Çelebi, İznik’i kuşattı. Murâd Han’ı durumdan haberdâr eden kale müdafii Fîrûzoğlu Ali Bey, kırk gün dayandıktan sonra teslim oldu. İznik’de vezîriâzam İbrâhim Paşa’nın sarayına yerleşen Mustafa Çelebi, hükümdarlığını ilân etti. Fakat İstanbul muhasarasına çok az bir kuvvet bırakıp harekete geçen Murâd Han, Mustafa Çelebi’nin lalası İlyâs Paşa’ya mektup yazıp mansıp vâdedip oyalarken, Mihâloğlu Mehmed Bey’i önden İznik’e gönderdi. İznik’e âni bir baskın yapan Mihâloğlu Mehmed Bey, meydana gelen çarpışmalarda ağır yaralandıysa da Mustafa Çelebi yakalanarak gerekli cezaya çarptırıldı (1423).
İç isyânlar me’selesini hâlledip devlete tek başına hâkim olan sultan Murâd Han, Osmanlı Devleti’nin iç karışıklıklarından istifâde ile bâzı şehirleri geri almış olan beyliklere yöneldi. Önce Candaroğulları üzerine yürüyüp zaptettikleri topraklardan çıkardı ve beyliği Osmanlı Devleti’ne bağladı. Karaman ve Eflak beyleri ile andlaşma yaptı. Bizans’ın Ege ve Karadeniz kıyılarındaki topraklarını aldıktan sonra, yıllık 30.000 duka altın haraca bağladı. İzmir, Menteşe ve Teke beylikleri Osmanlı hâkimiyetine geçti. Erkek çocuğu olmayan Germiyan hükümdarı ikinci Yâkub Bey, vefâtından bir sene önce Edirne’ye gelip Murâd Han’a misafir oldu ve ölümünden sonra mülkünün Osmanlı Devleti’ne katılmasını vasiyyet etti (1428). Böylece, Murâd Han’ın yaklaşık beş yıl süren uzun ve yorucu mücâdeleleri sonunda Anadolu birliği tekrar sağlanmış oldu.
Murâd Han, şehzâde Mustafa mes’elesini hâllettikten sonra Anadolu’da birliği tekrar sağlamak için çalışmalara başlarken, bir yandan da Rumeli’ndeki fetih hareketlerinin devamı için tedbirler almış, düşmanın maddî gücünü yıkmak için Fîrûz Bey komutasındaki akıncıları Eflak’a, Evrenosoğlu Îsâ Bey komutasındaki akıncıları da Arnavutluk ve Mora üzerine göndermişti. Fîrûz Bey, sık sık Osmanlı ülkesine akınlar yapan Eflak prensi Drakul’u mağlûb edip, Osmanlı Devleti’ne tâbi olmasını sağlamış ve iki oğlunu da rehin almıştı. Evrenosoğlu Îsâ Bey ise, büyük bir kuvvetle çıktığı seferde Arnavutluk hâkimi Gion Kastriyota’yı mağlûb edip itaat altına aldıktan sonra Mora taraflarına geçip Lakedemonya havalisini zaptetmişti (1423).
Murâd Han 1424 yılında Aydınoğlu Cüneyd Bey’in çıkardığı isyân hareketini de bastırdıktan sonra Bergama-İzmir yoluyla gittiği Ayaslug’da (Selçuk) çeşitli ülkelerden gelen elçileri kabul etti. Sırp kralı Stefan, Lazareviç ile Eflak voyvodası Vlad-Drakul bizzat Edirne’ye gelerek Pâdişâh’a arz-ı tazimatta bulunup eski muahedelerini yenilediler. Cenevizlilere tâbi olan Midilli ve Sakız beyleri ve Rodos şövalyelerinin elçileriyle de andlaşmalar imzalandı. Yıldırım Bâyezîd zamanında fethedilen, fakat fetred devrinde Bizanslılar tarafından geri alınan Selânik’i satın alan Venediklilerle andlaşma imzalanmadı. Genç Pâdişâh, Venedikli heyetine; “Selanik babamdan kalma mülkümdür. Büyük babam Bâyezîd bazusunun kuvvetiyle burasını Rumlardan aldı. Arzunuzla aradan çekiliniz, yoksa hemen geliyorum” cevâbını verdi. Bu suretle elçiler bir iş göremeden geri döndüler.
1427’de Sırbistan kralı Stefan Lazareviç’in ölmesi üzerine yerine Jorj Brankoviç geçti. Brankoviç, Osmanlı dostu olan Lazareviç’in siyâsetini değiştirerek, gerektiğinde Osmanlılara karşı kendisini müdâfaa etmek ve Türk taarruzlarını kuzeye yâni Macaristan’a geçirmemek için Alman imparatoru ve Macaristan kralı Sigismund’a kendi topraklarından bâzı mühim yerler verdi. Bu yerlerden birisi de Sırpların merkezi olan Semendire ile Orşova arasında ve Tuna nehri kenarında bulunan Kolombac (Güvercinlik) idi. Hâlbuki önceki kral Lazareviç burayı on iki bin duka borcuna mukabil beylerinden birine vermişti. Sigismund bu parayı vermeden şehri almak isteyince, Sırp beyi yardım isteyip şehri Osmanlı Devleti’ne bıraktı. Sigismund, büyük kuvvetlerle gelip kaleyi kuşattıysa da Rumeli beylerbeyi Sinân Bey’in uç beyleriyle yaptığı bir baskın sonunda canını zor kurtardı. Sigismund’un yenilmesi üzerine, çaresiz kalan Sırp kralı Brankoviç, Osmanlı Devleti’yle anlaşmak zorunda kaldı. Her yıl elli bin duka vergi vermeyi, Macarlarla münâsebetini kesmeyi ve seferlerde Osmanlı ordusuna asker göndermeyi taahhüt ettiği gibi, kızı Marya’yı da Pâdişâh’a vermeyi vâdetti (1427).
Sırbistan işlerinin hallolmasından kısa bir süre sonra da Anadolu’daki birliğin sağlanmasını tamamlayan Murâd Han, Venediklilerden Selânik’i almak için hazırlıklara başladı. Venedikliler alelacele mevcûd durumun muhafazası için İmparator’a müracaat edip onun tavassutunu rica etti. Ancak Osmanlı pâdişâhını Selânik’i alma karârından döndüremediler. Nitekim Murâd Han, İmparator’un elçilerine, Selanik İmparator’a âid olsa idi orasını hiçbir vakit zaptetmek istemiyeceğini, fakat Venediklilerin imparatorun arazisiyle kendi arasına yerleşmesine de müsâde etmiyeceğini bildirdi.
1430 yılı Şubat ayında hazırlıklarını bitirip büyük bir kuvvetle Selanik seferini başlatan Murâd Han, Mart ayı başlarında kaleyi kuşattı. Venedikliler bütün güçleriyle kaleyi savunmaya çalıştılarsa da, ısrarla hücumlarını sürdüren Murâd Han’ın da ön saflarda katıldığı 29 Mart günü yapılan umûmî hücum sırasında merdivenlerle surlara çıkıldıktan sonra kale kapılarının açılması üzerine Selanik ele geçirildi. Fetihten sonra şehri yeniden iskân etme çârelerini arayan Murâd Han, fidyelerini ödeyen esirlerin şehirdeki evlerinde oturmalarına müsâde edip, Vardar-yenicesi’nden getirttiği bir kısım Türk halkını da şehre yerleştirdi. Yapılan îmâr çalışmaları sonunda, Selanik, çok geçmeden bir Türk-İslâm şehri hâline geldi.
Venedikliler Selânik’in düşmesi üzerine Epir sahillerinde bulunan donanmalarını Gelibolu üzerine gönderip, Boğazlarda Osmanlıların her türlü ticarî ve askerî ulaşımını kesmeye yönelik faaliyetlere giriştilerse de netîce alamadılar. Osmanlı donanması karşısında bozguna uğrayıp geri çekildiler. Bunun üzerine 1430 Temmuz’unda Anadolu beylerbeyi Hamzâ Bey’le bir andlaşma yapmak zorunda kaldilar. Bu andlaşmaya göre Selanik üzerindeki Osmanlı hâkimiyetini tanıdıkları gibi, Arnavutluk’ta ellerinde bulunan şehirlerle Mora’daki Lepanto (İnebahtı) için harac vermeyi kabul ettiler. Yine 1430 Nisan ayında Murâd Han henüz Selanik’teyken, Osmanlı adaletini duyan ve başlarında bulunan İtalyan Tocco ailesinin kendi aralarındaki iktidar kavgalarından bıkan Yanya halkı, bir hey’et göndererek Türk idaresine geçmek istediler. Bunun üzerine Karaca Paşa buraya gönderilerek şehir Osmanlı hâkimiyetine alındı.
Osmanlıların yardımıyla amcası Ali Bey’i yenip Karaman tahtına oturmuş olan İbrâhim Bey, mevkiini kuvvetlendirdikten sonra, Osmanlı Devleti’ne terk ettiği yerleri geri almak için hummalı hazırlıklara girişmiş, fırsat kollamaya başlamıştı. 1432’de Macaristan kralı ve Sırp despotuyla beraber Osmanlılar aleyhine ittifak edince, harekete geçip, Beyşehir’i ve Hamîdeli taraflarını sıkıştırmaya başladılar. Karamanoğlu üzerine gitmek isteyen Murâd Han, iki taraflı saldırı üzerine Edirne’de kalıp, her iki tarafı da kontrol etmeye başladı. Macarlar üzerine Rumeli beylerbeyi Sinân Paşa kumandasında kuvvet sevketti. Vidin Sinânı diye meşhur olan Sinân Paşa, şiddetli bir muhârebeden sonra Macar kuvvetlerini bozguna uğrattı. Kaçabilen çok az sayıdaki Macar askerinin kalanları Türk kılıcı altında ve Tuna nehri sularında can verirken kral kaçmayı başardı (1433).
Bu muvaffakiyet üzerine vezir Saruca Paşa’yı Edirne’nin muhafazası için Rumeli’de bırakan Murâd Han, Anadolu’ya geçip Karamanoğlu üzerine yürüdü. Akşehir, Konya, Beyşehir ve Seydişehir’i alıp Bozkır’a geldi. Karaman hükümdarı İbrâhim Bey, Taşili’ne sığındı ise de, Osmanlı kuvvetleri kendisini orada da tâkib ettiler. Murâd Han, İbrâhim Bey’i yakalayıp mes’eleyi kökünden hâlletmek istediyse de, Macarların Alacahisar taraflarına akın harekâtına girişmesi üzerine, vazgeçerek büyük âlim Mevlâna Hamzâ ile kız kardeşi olan hâtûnunu göndererek sulh talebinde bulunan İbrâhim Bey’in ricasını kabul etti. Bununla beraber bir ihtiyarî tedbir alarak Hamîdeli arazisini, yanında bulunan İbrâhim Bey’in kardeşi Îsâ Bey’e verdiği gibi, Dulkadiroğlu Nâsırüddîn Mehmed Bey’le birlikte Kayseri’yi kuşattı. Ancak Malatya’yı ellerinde bulundurup, güneydeki beylikler üzerinde nüfuz sahibi olan Memlûklüler, Orta Anadolu’da cereyan eden bu gibi olayları tepki ile karşıladılar. Memlûklü sultânı Melik el-Eşref Baybars’ın bizzat sefere çıkması bahis konusu oldu. Bunun üzerine Avrupa’da İslâmiyet’i yaymak dururken, müslüman kanı dökülmesini istemeyen Murâd Han, kardeşine yenilip vefât eden Îsâ Bey’in durumunu da dikkate alarak bir daha itaatten çıkmayacağına dâir yemin eden İbrâhim Bey’le anlaştı (1437). Bu andlaşma gereğince Akşehir, Beyşehir ve havalisi Osmanlı Devleti’nde kaldı.
Karamanoğlu mes’elesinin halledilmesinden sonra sıra Karamanoğlu’yla Macar kralının ittifakına vâsıta olan Sırp despotu Brankoviç’e gelmişti. Durumun vehâmetini anlayan Brankoviç bir elçi gönderip Pâdişâha vâdettiği kızının çeyizinin tamamlandığını ve aldırılmasını istedi. Bu teklifi devlet erkânıyla görüşen Murâd Han, şimdilik gelini almaya ve bilâhare münâsib bir zamanda despotun hakkından gelmeye karar verdi. Evrenosoğlu Ali Bey’i büyük bir akıncı koluyla ittifakın üçüncü ayağı olan Macaristan üzerine gönderdi. Ali Bey, Rumeli akıncılarıyla Tuna’yı geçip Temaşvar havalisini kırk gün vurdu ve külliyetli mikdârda ganîmetle döndü. Maddî yönden büyük tahribata uğrattığı bu bölgenin fethinin kolay olacağını arzetti.
Bunun üzerine hazırlıklarına hız veren Murâd Han, 1437’de bizzat mühim bir kuvvetle Semendire yakınında Tuna’yı geçerek Transilvanya’ya girdi. Bu seferde Sırp despotu Brankoviç ve Eflak prensi Vlad Drakul da mevcûd askerleriyle Osmanlı ordusuna iltihak ettiler. Zibin şehrine kadar gidilip bir çok kale fethedildiği hâlde, Macar kralı ortada görünmüyordu. Kırk beş gün süren seferin sonunda ordu geri döndü. Evrenosoğlu Ali Bey ise Arnavutluk taraflarına akına gönderildi.
Murâd Han, seferden sonra Eflak voyvodası Vlad Drakul ile Sırp despotu Brankoviç’i Edirne’ye davet ederek Sırbistan’ın merkezi Semendire’nin anahtarlarını da beraberinde getirmelerini bildirdi. Brankoviç bizzat gelmeyerek bir oğlunu gönderdi ise de, Semendire’nin anahtarlarını göndermediği gibi, şehri tahkim ettirdi. Şehrin müdâfaasına Graguvar adındaki oğlunu bırakıp kendisi Lazar isimli diğer oğluyla beraber Alman imparatoru ve Macar kralı Albert’in yanına kaçtı. Sunun üzerine 1438’de harekete geçen Murâd Han, üç aylık bir kuşatmadan sonra Semendire’yi fethedip, despotun oğlu Greguvar’ı yakaladı ve öteki kardeşiyle beraber Tokat’a hapsetti. Semendire muhasarasına gelen Eflak prensi Vlad Drakul’u tevkif edip iki oğlunu rehin aldıktan Sonra serbest bıraktı. Semendire’nin fethinden sonra bir Macar ordusunun meydana çıkması üzerine, vazifelendirilen Gâzi İshak Bey ile Tîmûrtaş Paşa torunu Osman Bey kanlı bir muhârebeden sonra büyük bir başarı elde ettiler. Pek çok esir ve ganîmetle döndüler. Sırbistan’a karşı yapılan bu hareketten sonra Macar ordusunun da yenilmesi Bosna kralı Tvartko’yu korkuttuğundan, Osmanlı Devleti’ne vermekte olduğu yıllık haracı yirmi binden yirmi beş bin dukaya çıkardı.
Bu son başarı üzerine Macaristan’a kat’î bir darbe vurmak isteyen Murâd Han, 1439’da Belgrad kalesini zapta teşebbüs etti. Önce Evrenosoğlu Ali Bey kumandasında bir ordu gönderdi. Sonra da kuvvetli bir orduyla papas Zovan tarafından müdâfaa edilen Belgrad önüne gelerek muhasarayı şiddetlendirdi. Yüzden fazla kürekliden meydana gelen ince bir nehir filosu da kuşatma faaliyetine katıldı. Bir ara açılan gedikten asker kaleye girmeyi başardıysa da karşılaştıkları şiddetli savunma sebebiyle geri çekildi. Muhasara altı ay kadar devam etti. Fakat kale düşürülemedi. Neticede kış mevsiminin gelmesi ile muhasara kaldırıldı.
Belgrad muhasarasının başarısızlıkla neticelenmesi üzerine 1440 baharında Erdel voyvodası Drakul ve Macar orduları başkumandanı bulunan Jan Hunyad, karşı taarruza geçerek Bosna’daki Îsâ Bey’i mağlûb ettiler. Ertesi yıl da Erdel’e akın yaparak Szent-İmre mevkiinde piskopos Lepes György kumandasındaki Erdel kuvvetlerini mağlûb eden uç beyi Mezîd Bey’e karşı Hermanştad’da kati bir zafer kazandılar ve bu savaşta Mezîd Bey şehîd oldu. Aynı yılın sonbaharında harekete geçen Rumeli beylerbeyi Hadım Şahâbeddîn Paşa (Kula Şahin) Anadolu askeri ve yeniçerilerin de katıldığı Rumeli askeriyle Silistre üzerinden Eflak’a girdi ise de, Vlad Drakul ile birlikte hareket eden Jan Hunyad tarafından Vazağ mevkiinde baskına uğrayarak mağlûb oldu ve hayâtını güçlükle kurtardı (1441). Derhâl beylerbeylikden azledilerek yerine Kâsım Paşa Rumeli beylerbeyi oldu.
Osmanlılara karşı kazanılan bu savaşlar, hıristiyan âleminde büyük sevinçle karşılanıp haçlı seferi hazırlıkları başlatılırken, Erdel’deki bozgun haberini alarak Osmanlılar aleyhine harekete Geçen Karamanoğlu İbrâhim Bey, ertesi yıl Akşehir ve Beyşehir üzerine yürüdü. Rumeli’de durum karışıkken kuvvetlerinin bir kısmını bırakıp Anadolu’ya geçen Murâd Han, Konya ve Lârende (Karaman) taraflarına sefere çıktı. Fakat Rumeli’de durumun karışık olması sebebiyle, aldığı yerleri geri vermeyi kabul eden İbrâhim Bey’le anlaşıp Edirne’ye döndü.
Öte yandan Karamanoğlu’nun hareketlerinden vaktiyle haberdâr olan Jan Hunyad, yanında Sırp despotu Brankoviç ve yeni Lehistan ve Macaristan kralı Vladislas olduğu hâlde Tuna’yı aşmış, Rumeli kuvvetlerini bozduktan sonra, Niş ve Sofya’yı alarak yerli Bulgarlarla işbirliğine başlamıştı. Hunyadi Yanoş’un Balkan geçitlerine dayandığını gören Murâd Han, onu İzladi derbendinde karşıladı. Bir kaç gün süren kanlı çarpışmalardan sonra ağır kayıplar veren Jan Hunyad, geri çekilmek zorunda kaldı. Fakat Osmanlı kuvvetleri de ağır kayıplar vermiş, vezîriâzam Çandarlı Halil Paşa’nın biraderi Mahmûd Bey dâhil pusuya düşürülen bir kısım asker düşmana esir düşmüştü. Bu arada İzladi savaşlarının yapıldığı sırada Arnavutluk’a kaçan İskender Bey, isyâna başlamış ve sahte bir fermanla Akçahisar’ı eline geçirmişti. Tam bu sırada Amasya sancakbeyi veliahd şehzâde Alâeddîn’in vefâtı haberi geldi. Murâd Han bu üzüntü içindeyken, Karamanoğlu İbrâhim Bey fırsatı kaçırmayarak, söz vermiş olmasına rağmen, müttefiklerinin işlerini kolaylaştırmak için taarruza geçti. Sivrihisar, Beypazarı, Ankara ve Karahisar’a kadar ilerleyerek pek çok tahribatta bulundu.
Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü bu buhran üzerine Macarlarla temasa geçen Murâd Han barış istedi. Bu teşebbüs üzerine Macar kralı ile Jan Hunyad ve Sırp despotu Brankoviç’in elçileri 1443 Mayıs ayı sonlarında Edirne’ye gelerek 12 Haziran’da bir anlaşmaya vardılar. Bu andlaşmaya göre eski tâbilik vazifelerini yerine getirmek şartıyla, despota eski toprakları ve Tokat kalesinde rehin bulunan iki oğlu geri veriliyor, iki taraf da Tuna’yı aşmamayı taahhüd ediyorlardı. Yine aynı andlaşmaya göre Pâdişâh’ın Bulgaristan üzerindeki hâkimiyeti tanınıyor, Eflak voyvodası Vlad Drakul’un Pâdişâh’a tâbi olmakta devam etmesi kabul olunmakla beraber, bizzat Edirne’ye gelme mükellefiyetinden affediliyordu. On beş yıl süre ile geçerli olan bu andlaşma (12 Haziran) Edirne’de Murâd Han tarafından yeminle tasdîk edilmiş olmakla beraber, kral, Jan Hunyad ve despot tarafından da Osmanlı elçisi önünde yeminle tasdiki şart koşulmuştu. Nitekim bu maksatla Segedin’e giden Kapucubaşı Baltaoğlu Süleymân’ın da hazır bulunduğu toplantıda onlar da yemin ettiler (4 Ağustos 1444).
Murâd Gâzi’yi bu kadar fedâkârlıklar karşılığı barış müzâkerelerini kabule sevkeden asıl sebep, Anadolu’da durmadan taarruz eden Karamanoğlu’na karşı serbest kalmak, dolayısıyla Rumeli kuvvetlerini o tarafa geçirmek endişesiydi. Murâd Gâzi, Karamanoğlu’nu bertaraf eder etmez sıkı bir hazırlanma devresine girecek ve bütün kuvvetleriyle geri dönüp, Sırbistan ile Macaristan’ı ezecekti.
Rumeli’nde barışı sağlayan Murâd Han, Anadolu’ya geçti ve devrin İslâm âlimlerine başvurarak, Karamanoğlu üzerine yapılacak bir seferin meşru olacağına dâir fetva istedi. Murâd Han’ın bu haklı müracaatı üzerine Şafiî kâdılkudâtı şeyhülislâm İbn-i Hacer el-Askalânî, Hanefî kâdıt-kudâti Sa’deddîn Deyrî, Abdüsselâm Bağdadî, Mâlikî âlimlerinden Bedreddîn Tenisî ve Hanbelî âlimlerinden Bedreddîn Bağdadî, Karamanoğlu’na karşı eli silâh tutan herkesin savaşmasının vâcib olduğunu belirterek, kanının bile helâl olduğunu beyân ediyordu. Osmanlıların Rumeli’ni kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldıkları çok buhranlı bir dönemde Karamanoğlu İbrâhim Bey’in giriştiği şiddet ve tahrip hareketleri Ortadoğu İslâm âleminde de büyük tepki ile karşılanmış, devrin ulemâsı onu müşkil durumda bırakan vâzlara başlamışlardı.
İslâm âlimlerinden alınan fetvalar üzerine harekete geçen Murâd Han, Rumeli’nin tehlikeli durumunu göz önünde tutarak oğlu Mehmed’i Edirne’de bıraktı. Yanında beş-altı bini aşmayan kapıkulu askeri olduğu hâlde 12 Temmuz’da boğazı geçip, Anadolu askeriyle birleştikten sonra, Karaman üzerine harekete geçti. İslâm âleminden gelen kesîf baskı ve Murâd Gâzi’nin hızla üzerine gelmesi üzerine panik içinde Taşili’ne kaçabilen İbrâhim Bey, Eskişehir’de bulunan Murâd Han’a Server Ağa’yı elçi gönderip çok tâviz karşılığı sulhe tâlib oldu. Murâd Han, İbrâhim Bey’in hanımı olan kız kardeşi ve bütün suçu Turgutoğullarına yükleyen Server Ağa’nın ısrarları üzerine, ileri süreceği şartları yerine getirmesi şartıyla, Karamanoğlu’yla anlaşmayı kabul etti. İbrâhim Bey de yeminle te’yîd ettiği bir sevgendnâme (yeminnâme) akdederek ileri sürülen ağır şartları kabul etmek zorunda kaldı. Türkçe olarak kaleme alınan bu sevgendnâmeye göre İbrâhim Bey, Osmanlılara karşı düşmanca hareketlerde bulunmayacağını Kur’ân-ı kerîm üzerine yemîn etmek suretiyle belirtiyor; Murâd Han’la oğlu Mehmed Çelebi’nin (Fâtih Sultan Mehmed) düşmanlarına düşman, dostlarına da dosi olmayı kabul ederek, savaş sırasında oğlu emrinde yardımcı kuvvetler göndermeyi taahhüd ediyordu. Bu analaşmadan anlaşılacağı üzere İslâm dünyâsında suçlu duruma düşen ve bundan endişe duyan İbrâhim Bey, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki mukadderatını tâyin edecek olan Varna savaşına da oğlu kumandasında yardımcı kuvvetler göndermek suretiyle kendisini affettirmeye çalıştı.
Temmuz sonlarında Karamanoğlu ile yaptığı anlaşmadan sonra, Ağustos başlarında Yenişehir’den Mihaliç ovasına gelen Murâd Han, burada Kapıkulu ve beyleri önünde henüz on iki yaşında genç bir şehzâde olan oğlu Mehmed lehine tahttan feragat ederek kendisini Bursa’da (Bâzı kaynaklarda Manisa’da) ibâdete vakfetti.
Murâd Gâzi’nin tahtı daha çocuk sayılacak yaştaki oğluna bırakması fırsatını kaçırmayan Bizans imparatoru ile Venedik senatosu, Osmanlıları Rumeli’nden çıkarmanın zamânının geldiği iddiasıyla, Macar kralı Vladistas’a verdiği yemini bozdurdular. Yeminin bozulmasında, papanın adamı kardinal Cesari’nin; “Müslümanlara verilen yeminlerin hiç bir kıymeti yoktur” şeklindeki sözleri çok etkili oldu. Sonunda bu fikirlere kendisi de inanan Vladislas, en kısa zamanda haçlı seferine çıkacağını îlân etti. Zâten hazır olan ordusunun yanında Leh, Ulah, İtalyan, Çek, Litvanya, Hırvat, Fransız, Alman, Venedik askerlerinin de katılmasıyla büyük bir haçlı ordusu vücûda getiren Vladislas, ordu komutanlığına Jan Hunyad’ı getirip Eylül’ün sonlarına doğru Tuna’yı aşarak kuzey Bulgaristan üzerinden Varna civarına kadar sokulduğu gibi, kuvvetli bir Venedik donanması da Gelibolu boğazını ablukaya aldı.
Bu tehlikeli durum üzerine telâşa düşen devlet ricali ile yaptığı toplantı sonunda alınan karar gereğince, babası Murâd Han’ı göreve davet eden Mehmed Han, babasından pâdişâhı olduğu ülkeyi savunması yolunda tavsiyeler alınca şu mektubu gönderdi: “Pâdişâh siz iseniz geliniz, ordularınıza kumanda ediniz; yok pâdişâh biz isek, emrimize itaat edip ordularımızın başına geçiniz!”
Bu mektup üzerine Bursa’dan (Bâzı kaynaklarda Manisa’dan) yola çıkan Murâd Gâzi, Venedik ve Bizans donanmalarının engelleme çalışmalarına rağmen, boğazı geçip 40.000 kişilik ordusuyla beraber Varna önlerinde 10 Kasım 1444’de düşman ordusuyla karşılaştı.
Sabah başlayıp akşama kadar sürene şiddetli bir meydan savaşından sonra Macar kralı Vladislas’ın öldürülmesi üzerine düşman bozuldu. Düşmanın ölü sayısı 65.000’den fazla iken Osmanlı ordusu 15.000 şehîd vermişti. Bozgunun başlaması üzerine kaçan düşman başkomutanı Jan Hunyad, iki gün tâkib edildiyse de, yakalanamadı (Bkz. Varna Meydan Muhârebesi). Bu savaş sonunda Macarların yetiştirdiği en büyük komutan sayılan Jan Hunyad’ın mağlûb olması, Osmanlıların daha önceki mağlûbiyet lekelerini sildiği gibi, Türklerin Rumeli’den atılamıyacağı da kesin olarak anlaşılmış oldu.
Varna zaferinden sonra Edirne’ye dönen Murâd Gâzi, Anadolu’ya geçmeyerek bir sene kadar oğlu ile beraber kaldı. 1445 senesinde oğlu Mehmed’i Edirne’de bırakıp kendisi Manisa’ya çekildi. Ancak Zağanos Paşa ile Çandarlı Halîl Paşa arasında cereyan eden bâzı hâdiseler sebebiyle Edirne’ye gelerek yeniden devletin başına geçti.
Murâd Han tahta geçer geçmez ilk iş olarak Mora mes’elesiyle meşgul oldu. Zîrâ Varna savaşı sırasında Mora despotu Kostantin (1448’den îtibâren Bizans imparatoru) Güney Tesalya’da Osmanlılara tâbi toprakları işgal ederek Osmanlı tarafdârı Atina prensi ikinci Nerio Acciajoli’yi de kendisiyle birleşmeye zorlamıştı. Murâd Han işgal edilen toprakların boşaltılmasını istediyse de Kostantin bunu kabul etmedi. Bunun üzerine bölgeyi iyi tanıyan akıncı beyi Turahan Bey’i mühim bir kuvvetle önden gönderen Murâd Han, kendisi de sefere çıktı. Osmanlı kuvvetleri Serez’de toplanarak sür”atli bir yürüyüşle, 27 Kasım 1446’da Korent berzahını kapayan Hexamihon (Kesmehisarı) suru önünde göründü. Şiddetli top atışlarıyla surlar yarılıp akıncılar yarımadanın her tarafına yayıldılar. Bu suretle cür’etli tecâvüzlerde bulunan Kostantin ile kardeşi Thomas tekrar Osmanlı tâbiiyyetini tanıdılar. Murâd Han’ın bu muvaffakiyeti üzerine Osmanlılara yanaşmak isteyen Eflak prensi Vlad Drakul, Jan Hunyad tarafından öldürüldü. Öte yandan Macar kralı ve papa ile münâsebette bulunan Arnavut iskender Bey, Arnavutluk yolu üzerindeki Kucacık hisarı zaptetmiş, fakat Venedik ile de arası açılmıştı. Bu durumu değerlendiren Murâd Han, 1448 yazında büyük bir kuvvetle sefere çıkarak kaleyi İskender Bey’den aldı. Fakat az sonra Albert’in küçük oğlu Ladislas’a nâib olarak Macaristan’ı idare eden Jan Hunyad’ın Macar, Eflak, Bohemya ve Almanya’dan topladığı 90.000 kişilik bir ordu ile Sırbistan’a doğru yürüdüğünü haber alarak Sofya’ya çekildi ve ordusunu yeniden düzene soktuktan sonra, güney yoluyla Kosova ovasına inerek, düşmanı savaşa mecbur etti.
İkinci Kosova savaşı 17-20 Ekim 1448 târihleri arasında üç gün sürdü. Çatışmanın ilk günü hafif kuvvetler arasında çok şiddetli çarpışmalar oldu. Umumiyetle kendine has savaş taktikleri deneyen Osmanlı ordusu, sağ ve sol kolların geri çekilmesini te’min ettikten sonra merkeze saldıran düşmanı dört bir yandan sardı. Plânın uygulanmasında özellikle sağ kol kumandanı Turahan Bey’in büyük yararlılığı görüldü ve savaş Osmanlı ordusunun kesin zaferi ile sonuçlandı. Murâd Han, Karamanoğlu İbrâhim Bey’in yardımcı kuvvet olarak oğlu komutasında gönderdiği ve ekseriya Turgut ve Varsak boylarından derlenmiş kuvvetleri ordunun disiplinini bozar endişesiyle savaşa sokmadı. Jan Hunyad, 1444 Varna savaşında olduğu gibi güçlükle kaçıp canını kurtardı. Fakat haçlı ordusu savaş meydanında, aralarında Macar asilzadeleri de bulunan on yedi bin ölü bıraktı (Bkz. Kosova Meydan Muhârebeleri).
Sırp despotu Brankoviç, Jan Hunyad ile işbirliğinde bulunmadığı için, savaştan sonra elindeki topraklarını muhafaza etti. Buna mukabil Jan Hunyad ile anlaşarak Niğbolu’dan geçip Osmanlı topraklarına taarruz eden Eflak beyi Drakul’un oğlu Dan cezalandırıldı. Nitekim 1449’da Rumeli beylerbeyi Dayı Karaca Bey, Yergöğü’yü geri aldığı gibi, Turahan Bey idaresindeki akıncı kuvvetleri de Eflak’a girdiler. Eflak’a karşı yapılan bu hareketler yanında Murâd Han da ikinci Arnavutluk seferine çıktı. Akçahisar’ı kuşatıp toplarla dövmeye başladıysa da hisarın müdâfaasını Vrana’ya bırakıp dışarıdan ânî hücumlarda bulunan İskender yüzünden zabta muvaffak olunamadı. Bu arada Jan Hunyad’ın yeniden taarruza geçtiği şayiası çıkınca, Murâd Han, Ekim soğuklarına kadar devam ettiği hâlde netice alamadığı kuşatmayı kaldırdı ve Edirne’ye döndü. Sultan Murâd, Arnavutluk seferinden dönüşünde Bizans işleriyle meşgul oldu. İmparator sekizinci Joannes 13 Ekim 1449’da ölmüştü. Onun ölümü sırasında Mora despotu olan Dimitrios, biraderi Kostantin ile imparatorluk için mücâdele ediyordu. Kostantin Dragazes, mâbeyncisi olan devrin tarihçisi Françes’i defalarca Murâd Han’a göndererek, Bizans imparatorluğunu alabilmesi için desteğini isteyince, Murâd Han onun Bizans imparatoru olmasını sağladı. Murâd Gâzi bundan sonra istikbâlin fâtihi olacak olan oğlu şehzâde Mehmed’in, Dulkadir beyi Süleymân Bey’in kızı Sıtti Hâtûn ile düğünlerini yaptı.
İkinci Murâd Han, pek hareketli geçen pâdişâhlığı süresince, bir an durup dinlenme imkânı bulamamış, Anadolu’da Türk birliğini korumak, Rumeli’de bütün Avrupa hıristiyan âlemine karşı memleketi müdâfaa ve tabiî hudutlar içinde korunmasını mümkün hâle getirerek, devletin temelini kuvvetlendirmek için uğraşmış ve çok yıpranmıştı. Bu sebeple tahtını bir ara oğluna bıraktıysa da bunu fırsat bilip anlaşmalar hilâfına zuhur eden yeni haçlı saldırıları sebebiyle tekrar kumandayı ele almış, Varna ve Kosova’da büyük haçlı kuvvetlerini bozguna uğratarak, memleketi Asya ve Avrupa’da geçilmez bir kale hâline getirmişti. Bu huzur içinde ve 47 yaşında olduğu hâlde 3 Şubat 1451 günü şan ve şeref dolu hayâtı sona erdi. Hakk’ın rahmetine kavuştu. Vefâtı on üç gün gizlendi. Şehzâde Mehmed, Manisa’dan gelip Edirne’de tahta geçtikten sonra vasiyeti üzerine Bursa’da, oğlu Alâeddîn Ali’nin yanına yaptırdığı türbesine defnedildi.
Sultan Murâd büyük bir sarsıntıdan yeni çıkmış olan bir devletin hükümdarı olduğu zaman çok gençti. Anadolu’da Tîmûr Han’ın ihya ettiği Türk beyliklerinin; Rumeli’de devletin zaafından istifâde etmek için fırsat gözleyen Balkan ve Avrupa devletlerinin korkunç ihtiraslarıyla karşı karşıya idi. Bizans, devletin başına her gün yeni bir gaile, bir iç buhran açmak için sinsi sinsi çalışıyordu. Böyle buhranlı bir devirde devlet idaresini eline alan sultan Murâd Han, bütün hayâtı boyunca, Anadolu’da Türk birliğinin kökleşmesi, Rumeli’de tabiî hududlar içinde yaşamayı tercih etmesine rağmen, memleket menfaati îcâb ettiği vakit asla vazifeden kaçmayan, rahatını değil, hayâtını bu uğurda fedâdan çekinmeyecek kadar cesur, metin iradeli, azimkar idi. Hayâtı boyunca, o devirdeki en büyük Türk hâkânı olan Tîmûr Han oğlu Şahruh’a karşı çıkmayıp, çatışmamak için çok ince bir siyâset güttü. Böylece iki sünnî devletin karşı karşıya gelmesini önledi. İç ve dış gailelerle geçen hükümdarlık hayâtı sonunda, sâde siyâsî ve askerî bakımdan değil, medeniyet bakımından da yeni çağı açacak olan oğlu sultan Mehmed’e mâmur ve hertürlü ilmî gelişmeye âmâde bir ülke bıraktı.
Halkının kendisine karşı duyduğu sevgi ve tazimden dolayı Koca Murâd Bey, Koca Murâd Gâzi isimleriyle andığı Murâd Han, ince ruhlu, hassas, lütufkâr, âdil, merhametli olup sözüne sâdık, cesur ve tedbir sahibi, kumanda kabiliyeti yüksek bir devlet adamıydı. On iki yaşında şehzâde iken başlayan muhârebe hayâtı, vefâtına “kadar devam etti. İlmî sohbetleri sever, âlimleri himaye eder ve onların ihtiyâçlarını karşılardı. Haftanın iki gününü ilim meclisinde sohbetle geçirirdi. Kendisinin de ilmi ve ibâdeti çok; zühd, verâ ve takvası pek fazlaydı. Tek kaygı ve düşüncesi; son nefesini îmân ile vermek, mahşer günü Allahü teâlânın huzuruna alnı açık, günâhtan pâk olarak çıkabilmekti. Nitekim oğlunu ve kızlarını evlendirdikten sonra, veziri Çandarlı İbrâhim Paşa’ya dönmüş; “Koca Çandarlı! Bu dünyâda arzulanan nedir ki! Oğul evermek, kız çıkarmak... Bunları Allahü teâlânın izniyle yerine getirdik. Geriye îmân ile gitmek kaldı” demişti.
Hemen bütün ömrünü gazâ meydanlarında geçirdiği hâlde, îmâr işlerine ehemmiyet verip çok eser bıraktığı için Ebü’l-Hayrât diye anıldı. Bursa, Edirne ve başka şehirlerde, yoksullar için imâret ve ulemâ için medrese yaptırdı. Edirne’de Dârülhadîsini ve buna gelir olarak Tahtakale hamamı, Alacahamam ve Üç Şerefeli Câmi’ni yaptırıp, bunları bir çok vakıflarla destekledi. Bursa’da Muradiye semtinde câmi, medrese ve imâret yaptırdı. Edirne’de Ergene civânnda bir köprü yaptırıp, Uzunköprü kasabasını kurdu. Selanik ve İpsala’da da câmiler inşâ ettirdi. Her yıl Kudüs, Halîl-ür-Rahmân, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere yoksulları için otuz beş bin altın gönderirdi. Ankara bölgesinde Balıkhisarı adlı büyük bir subaşılığın köylerini; Mekke yoksullarına vakfetmişti. Bulunduğu şehirde her yıl on bin altını kendi eliyle seyyidlere paylaştırırdı. Tebeasının hakkına ziyadesiyle riâyet eder, kul hakkından pek sakınırdı. Babası Çelebi Sultan Mehmed Han’dan kalma, Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere fakîrlerine Resul-i ekrem efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem komşularına hediye gönderme âdetini devam ettirdi. Bir sene Molla Yegân başkanlığında bir sürre alayı gönderecek oldu. Kendi şahsî parası gönderilecek hediyeye yeterli gelmedi. Çandarlı Halîl Paşa’dan ödünç borç para alıp, onu gönderdi.
Gerçi-kim haddim değüldür bû seni kılmak dilek,
Arif olan çün bilür ânı ne lâzım söylemek.
gibi ustaca şiirler yazabilecek kadar kuvvetli bir şâir olan sultan İkinci Murâd Han, ilme ve âlimlere çok hürmet edip evliyâya izzet ve ikrâmda kusur etmediği için, memleketi âlim ve evliyâ yurdu oldu. Herkesin duâsını aldı. Pek kıymetli eserlerin yazılmasma, tercüme edilip Türkçe’ye kazandırılmasına ve kıymetli ilim müesseselerinin inşâsına vesîle oldu.
Yazılan eserlerde açık bir dil kullanılmasını emrederek Türkçe yazmak hususunda titizlik gösterdi. Devrinde Osmanlı sarayı, âlim ve şâirlerin buluştuğu bir yer oldu. Büyük âlim Molla Yegân bile ona hac dönüşünde hediye olarak, Fâtih’in hocası âlim Molla Gürânî’yi getirmişti. Bu husus hiç bir milletin kültür târihinde rastlanılmayan eşsiz bir hâdise olup, ikinci Murâd Han’ın ilme verdiği değeri de gösterir. Osmanlı Devleti’nde, devrinde en çok eser yazılan pâdişâh olması bakımından dikkat çeker. Gerçekten onun devrinde manzum, mensur pek çok eser yazılmış ve Osmanlı sarayı eserler hazînesi durumuna gelmiştir.
Yine tezkirelerin kaydettiğine göre, Osmanlı pâdişâhları içinde şiirleri ilk defa kaydedilen pâdişâhtır. Devrinde şuarâ tezkirelerine temel teşkil eden bâzı nazîre mecmuaları da onun adına ithaf edilmiştir. Ayrıca adına ithaf edilen pek çok eser vardır ve hemen hepsinde İrşâdül’-Murâd ilel-Murâd, Mesnevî-i Murâdiyye gibi bu Pâdişâh’ın ismi geçer. Hâsılı devrinde geniş tabanlı bir kültür faaliyeti vardır ve bu hareket daha sonraki asırlara temel teşkil etmiştir.

KİN BESLEMEZDİ!..

Sultan Murâd hakkında doğu ve batı tarihçileri hemen hemen aynı kanâatte birleşirler ve onun büyüklüğünü, değerini belirtirler. Türk düşmanlığıyla meşhur olan zamanın Bizanslı tarihçisi Dukas bile, sultan Murâd aleyhinde söylenecek bir söz bulamadığından onu şu sözlerle anlatmıştır: “Murâd, düşmanlarına karşı babamdan da daha mülayim davranır ve kin beslemezdi. Allah bilir ki, Murâd, halka karşı dâima teveccühkâr ve fukaraya karşı cömerd idi. Bu lütuflarını, yalnız kendi ırkından ve dininden olanlara değil, hıristiyanlara da gösterirdi. Hıristiyanlara karşı yaptığı yeminli muahedelerin hükümlerine riâyet ederdi. Murâd’ın hiddet ve şiddeti çok sürmezdi. Muzafferiyetten sonra o, düşmanı tâkib etmezdi ve herhangi bir milleti sonuna kadar mahvetmek istemezdi... Harpten nefret eder ve sulhu severdi.”

VARNA FETİHNAMESİNDEN...

Fetihnâme-i Sultân Murâd-ı Sânî:
Nimetleri, ihsânları bütün mahlûkâtı kuşatmış olan Allahü teâlâ hazretleri, müslümanları idare etme, onları rahat ve huzura kavuşturma gücünü ve meselelerini hâlletme, müşkilâtını def etme vazifesini bizim hükümdarlığımıza bağışlayınca, rabbanî inayeti, sübhânî himâyesiyle devletimizi sarsılmaz, saltanatımızın temellerini köklü ve muhkem, memleketimizin nizâmını ahenkli eyledi. Bizlerin bu hizmet ile izzet ve rif’at sahibi olmamızı diledi.Her lâhza ve ânımızda bizlere envai yardımlarını gönderdi. Bizleri bilgili, görgülü, merhametli ve keremli kıldı. Ankebût sûresi 69. âyet-i kerimesindeki ilâhî fermanını gönlümüze yerleştirdi ve Âl-i İmrân sûresi 169. âyet-i kerimesindeki; “Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayınız. Onlar, o şehîdler diridirler. Rablerinin katında rızıklandırılırlar. Fadlı ve keremi ile Rablerinden gelen nimetleri ile huzur ve ferahlık içindedirler”müjdelerine mazhâr eyledi. Bizler de O’nun bu sonsuz, ebedi ihsânlarının şükrünü yerine getirebilmek için bütün günlerimizi, senelerimizi İslâm dînine hizmete, Allahü teâlânın bize vediası (emâneti) olan insanları rûh, düşünce, beden ve dünyalık bakımından saadet ve selâmete kavuşturmaya adadık.İnsanlığın dünyevi ve uhrevî huzur ve saadeti, yalnız İslâm dînine uymakla tahakkuk edebileceğinden, biz de bütün ömrümüzü, her şeyimizi Muhammed aleyhisselâmın dininin sancağını yüceltmeye, O’nun dînini bütün insanlara ulaştırmaya, O’nun sallallahü aleyhi ve sellem sünnet-i seniyyesini yayıp canlandırmaya gayret ettik. Dünyâda yegâne gayemiz ve maksadımız, halisane olarak budur. Bu hâlis niyet ile beldeler zabtettik. Allahü teâlâ’nın kullarının dertlerine çâre, yaralarına merhem ulaştırdık. Allah yolunda cihâd için gerekli her türlü âlet, edevat ve silâhın en iyisini hazırlayıp yer yüzünde fitne ve fesâd çıkaranlar ile harb edebilmemiz için lâzım gelen her şeyi te’minde dakika gecikmedik, bir ânımızı boş yere harcamadık, idaremiz ve mes’ûliyetimiz altında bulunan her nevi millet ve insana adalet ile ve insaf ile muamelede asla kusur etmedik. Dâima şefkat ve merhamet duyguları ile davrandık. Bu mübarek devletin kuruluşundan şu âna gelinceye kadar, niyetimiz ve hâlimiz hep böyle olmuştur. Bizim hükümranlığımız altında milyonlarca insan saadete kavuşdu, dünyâda da huzur ve refah ve adalet ve şefkat ile muamele gördü. Mübarek kılıcımızı ve her türlü silâh ve teknik imkânlarımızı bu yolda seferber ettik ve inâdcı, hâin, ahmak din düşmanlarına, yere batasıca küffâr üzerine sevkettik. Cenâb-ı Hak o alçakların başarılarını yerlebir etsin! Mağlûbiyet ve her çöküntüyü başlarına yıksın! Öyle ki, o mel’ûnlardan tek bir dânesi şu yer yüzünde kalmayıp, eserleri ile birlikte yok olsunlar...
Netice olarak, bütün âleme, bütün müslümanlara farz-ı ayn olan şudur ki, bu büyük fethi bildiren fetihnameyi minberlerde bütün müstiimanlara îlân edip bildireler. Allahü teâlânın bu muazzam nimetini düşünüp kıymetini iyi anlayıp güçleri, imkânları nisbetinde Allahü teâlâya şükredeler. Hayır ve hasenat işleyip sadakalar vereler, Allahü teâlâ dîn-i İslâm’a yaptığı bu yardımı artırsın. Dinimizi ve devletimizi daha muhkem hâle getirsin. Bizi bu saâdetden ayırmasın! Bu fetih bütün müslümanlara bildirilsin, bu mübarek saadetimizin ve devletimizin devamı için duâ buyursunlar. Duâdan asla geri durmasınlar. Vesselam.”

TÖVBE ET, ÇÜNKÜ ÖLÜMÜN YAKINDIR!..

Murâd Han vefâtından önce bir gün gezmeye çıkmıştı. Köprünün başında bir dervişe rastladı. Selâm verdi. Derviş, yaklaşıp; “Hey Pâdişâhım! Tövbeye niyetlen, çünkü vâden yakındır!” dedi. Pâdişâh, dervişe teşekkür edip, duâlarda bulundu. Kendisine ölümü hatırlatanı çok sever, Allahü teâlânın rızâsı için yapılan nasihatleri can kulağı ile dinlerdi. Yanında bulunan İshak Bey’e, dervişi sordu. Emir Sultandın mürîdlerinden olduğunu söyledi. Emir Sultan adını duyan Pâdişâh; “Bunda bir hikmet var” dedi. Tövbe-i nasûh eyledi. Yanındaki bey ve paşalarına dönüp; “Yârın mahşer gününde şahidim olun. İşte bütün günâhlarıma tövbe ediyorum” dedi. Dervişe de izzet ve ikrâmda bulundu. Geriye dönüp sarayına geldi. Daha kapıdan girerken başına bir ağrı düşüp hastalandı. Her müslüman gibi hazırladığı vasiyetnamesini çıkardı. Veziri Çandarlı’ya verdi. Vasiyetnamesinde, kendisinden sonra oğlu şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) sultan, Çandarlı’nın vezir olmasını arzu ediyordu. Vefât edince Bursa’ya götürülmesini ve orada medfûn olan büyük oğlu Alâeddîn Ali’nin yanına defnini istedi. “Vücûdumu doğrudan doğruya toprağa gömün. Cenâb’ı Hakk’ın rahmeti, yağmuru üstüme yağsın. Hükümdarlar gibi üstüme kubbe yapmayın. Mezarımın çevresine Kur’ân-ı kerîm okuyanların oturması için yerler yapsanız yeter. Cuma günü defnolunmak arzumdur” dedi. Mekke ve Medine fukaralarına gönderilmek üzere ve türbesi için kendi öz malından bir mikdâr para ayırdı. Vasiyetinin sonuna doğru da şöyle dedi; “Ve dahî vasiyet eyledük ki: Bir yakut yüzüğümüz vardır, bir yanında delüği olup, 95.000 akçeye alınmışdur. Vezni (ağırlığı) bir miskâlden ziyâdedür. Anı (yüzüğü) satalar ve kabrimiz yanında Kur’ân-ı kerim tilâvet idenlere sarf ideler. Tâ ki, dükeninceye dek... Ve dahi vasiyet iderem ki: Bir elmas taşlı yüzüğümüzi dahi satup, günde 70.000 kerre (Kelime-i tevhîd) çekdüreler. Bir nice yidi gün buna devam ideler. Badehu satıp borcumuzı ödeyeler...” dedi. Vezirlerini şâhid tutup, herbirine imzalattı. Üç gün hasta yattıktan sonra vefât edip, Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Sultan İkinci Murâd Han Devri Kronolojisi

25 Haziran 1421 : Sultan İkinci Murâd Han’ın tahta geçmesi, şehzâde Düzmece Mustafa Çelebi isyânı.
1422................... : Mustafa Çelebi isyânının bastırılması.
1423................... : Arnavutluk ve Mora akınları, İstanbul kuşatması, Murâd Han’ın kardeşi Küçük Mustafa Çelebi’nin isyânı ve bastırılması.
1425................... : Menteşe Beyliği’ne son verilmesi.
1426................... : Teke Beyliği’ne son verilmesi.
1427................... : Güvercinlik’in alınması.
1428................... : Germiyan ülkesinin Osmanlı Devletine katılması.
1429................... : Çandarlı İbrâhim Paşa, Hacı Bayram-ı Velî ve Emir Sultan hazretlerinin vefâtı.
1430................... : Selâniklin fethi, Gelibolu’da Venediklilere karşı ilk deniz zaferi, Yanya’nın Osmanlı hâkimiyetine geçmesi.
1438................... : Sırbistan’ın başkenti Semendire’nin fethi. Alman imparatoru ve Macar kralı ikinci Albert’in yenilmesi.
1439................... : Belgrad’ın kuşatılması.
1441................... : Mezîd Bey ve Kula Şahin Paşa’nın Jan Hunyad’a yenilmeleri.
1442................... : Karamanoğlu üzerine sefere çıkılması.
1443................... : İzladi savaşları, Arnavut İskender Bey’in isyânı, Segedin sulhu, Murâd Han’ın Osmanlı tahtını oğlu Mehmed (Fâtih) lehine tahttan feragati.
10 Kasım 1444 : Varna zaferi.
1445................... : Sultan Murâd’ın ikinci defa Osmanlı tahtına geçmesi.
1446................... : Mora seferi.
17 Ekim 1448 : İkinci Kosova zaferi.
1449................... : Arnavutluk seferi.
3 Şubat 1451 : Murâd Han’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Âşık Paşazade Târihi
2) Mir’ât-ı Kâinat; 6. kısım, sh. 40
3) Münşeât-ı Selâtin-i Feridun Bey
4) Tevârih-i Âl-i Osman (İbn-i Kemâl Paşazade)
5) Gazâvât-ı Sultan Murâd Han
6) Tâc-üt-tevârih
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 314
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 349
9) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 375 vd.
10) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-3, sh. 271 v.d.
11) Büyük İslâm Târihi (Çağ Yayınları); cild-10, sh. 181 v.d.
12) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 184 v.d.
13) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 266 v.d.
14) Büyük Türkiye Târihi; cild-2, sh. 387 v.d.
15) XIII-XVl Asır Eserlerinin, Anadolu Sahasında, Yazılış Sebepleri ve Bu Devir Müelliflerinin Türkçe Hakkındaki görüşleri (Kemâl Yavuz, Türk Dünyâsı Araştırmaları, 1983, sayı-27, sh. 9-54)

MUHAMMED ABDUH


Mısırlı muharrir ve din adamı. 1849 (H. 1265)’de Mısır’da doğdu. 1905 (H. 1323)’de yine burada vefât etti. Zirâatle uğraşan orta seviyeli bir ailenin çocuğu olan Abduh, on yaşında Tanta şehrine giderek mektebe başladı. Fakat derslerden zevk alamadığı için köyüne döndü. Evlenip bir müddet zirâatle meşgul oldu. Babasının ısrarı ile tekrar tahsile karar verdi. Bu maksatla Tanta’ya giderken yolda, akrabasından Şâziliye tarikatına mensub bir zâtla tanıştı. Ondan tasavvufa dâir bâzı şeyler öğrendi. Tanta’ya gidince, Câmi-i Ahmedî’de okudu. 1882’de Kâhire’ye gitti ve Câmiülezher Medresesi’ne girdi. Bu sırada Âlî Paşa tarafından İstanbul’a davet edilen ancak, Ehl-i sünnet îtikadına aykırı sözleri yüzünden kovulup 1872’de Mısır’a gelen Cemâleddîn Efgânî ile tanıştı (Bkz. Cemâleddîn Efgânî). Ondan kelâm, usûl-i fıkıh, mantık, felsefe, eski ve yeni astronomiye dâir kitaplar okudu. Bu esnada Cemâleddîn Efgânî ona din ve siyâsette ıslâh adını verdiği reformcu fikirlerini aşıladı. Onu yavaş yavaş mutezilenin nakil ile bilinebilecek mevzularda bile akılla serbestçe hareket edebilme anlayışına doğru çekti. Bu suretle Abduh, İslâm âlimlerinin nakli esas alıp, aklı ona hizmetçi yapan yolundan ayrıldı. Bundan sonra dînî mes’elelerde, İslâm âlimlerine bağlı kalmadan kendi görüşüyle konuşmaya, hüküm vermeye başladı. Efgânî’nin de teşvikiyle Fransızca’yı öğrendi ve bu dille yazılmış eserleri okudu. Bunun neticesinde Avrupalı müsteşriklerin te’sirinde kaldı ve İslâm âlimlerinin eserlerini okumaya rağbet etmeyerek, daha çok felsefî fikir ve yorumlarla yazılmış kitaplara yöneldi. Bu eserler, Efgânî’nin aşıladığı fikirleri pekiştirdi.
Efgânî onu siyâsî ve içtimaî mes’elelerle meşgul olmaya, bu mevzularda makaleler yazmaya ve konuşmalar yapmaya da teşvik etti. Abduh Mısır’da bulunduğu müddetçe Efgânî’den hiç ayrılmadı ve konferanslarını hiç kaçırmadı. O’nun teşvikiyle 1872’de kelâm ve tasavvufa dâir olan Risâlet-ül-vâridât adlı eserini yazdı. İslâm âlimlerinin bildirdikleri kaide ve kurallara uygun olup olmadığına bakmadan, kendine has aklî izahlarda bulundu. 1876’da Akâid-i Adûdiyye’ye yaptığı şerhde de aynı usûlü tâkib etti. Aynı sene Mısır’ın önde gelen gazetelerinden olan El-Ahrâm’da yazılar da yazdı.
Evinde özel dersler de veren Abduh, ilk derslerinde, bozuk fikirleri meşhur Kindî ve Fârâbî’nin talebesi olan İbn-i Miskeveyh’in Tehzîb-ul-ahlâk’ını okuttu. 1879’da Dârülulûm’a hoca olarak tâyin edildi. Bu yıl dînî ve siyâsî konulardaki bozuk fikirleri sebebiyle, Cemâleddîn Efgânî Mısır’dan sürüldü. Abduh ise köyüne gönderilip, buradan çıkması, makale yazması ve konuşma yapması yasaklandı. Bir müddet sonra, hidiv İsmâil Paşa çekilip, yerine hidiv Tevfik Paşa gelince, Abduh, Matbûât gazetesi muharrirliğine getirildi. Bilâhare tahrîr hey’eti reisliğine (başyazarlığa) tâyin edildi.
1881’de zuhur eden Arabî Paşa isyânı ile alâkası bulunması ve hidiv Tevfik Paşa’nın azline dâir fetva vermesi üzerine üç ay hapisden sonra Suriye’ye sürüldü. Ancak yazıları senet olan âlimlerin bildirdiklerine uymayan konuşmalara devam etmesi üzerine, Ehl-i sünnet âlimlerini karşısında buldu ve burada da tutunamadı.
Daha önce Mısır’dan sürülünce Hindistan’a giden Cemâleddîn Efgânî, deniz yoluyla Avrupa’ya giderken 1883’de Abduh’a bir mektup yazarak yanına gelmesini istedi. Abduh, hayranı olduğu Efgânî’nin isteğini kabul ederek Paris’e gitti.
Burada buluştuktan sonra, müslümanları reformcu fikirleri etrafında toplamak maksâdıyle El-Urvet-ül-vüskâ adıyla bir cemiyet kurdular ve bu isim ile bir de gazete çıkarıp, fikirlerini buradan yaymaya başladılar. Sekiz ay içinde 18 sayı çıkardıktan sonra yayın durduruldu.
Bunun üzerine gizli konferanslar vererek fikirlerini yaymak için birbirinden ayrıldılar. Abduh, 1884 senesinde Tunus’a gitti. Yaptığı reformcu konuşmalara âlimlerin îtirâzı sebebiyle burada da tutunamadı ve Beyrut’a döndü. Üç bucuk sene burada kalıp Tevhîd risalesini yazdı.
Gâzi Ahmed Muhtar Paşa ve başkalarının aracılığı ile hidiv Tevfik Paşa tarafından affedilmesi üzerine, 1888’de tekrar Mısır’a döndü. Fransız kânunlarına göre dâvalara bakan İstinaf ve diğer bâzı mahkemelerde vazîfe yaptı. Ayrıca İngilizlerin desteği ile kendisine Mısır müftîliği verildi. 1899’da Câmiülezher Medresesi idare hey’etine girdi. İlk işi Ezher’in mevcûd ders programını değiştirmek oldu. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırıp, lise ve orta kısımdaki kitapları yüksek sınıflarda okutturarak, derslerin kalitesini düşürdü. Ezher’e masonluğu da sokan Abduh, ayrıca masonluk ruhunun Arab memleketlerine yayılması için de çalıştı. Osmanlı Devleti’nde mason Reşîd Paşa da Tanzîmât döneminde medreselerden fen derslerini kaldırıp din adamlarını yüksek fen bilgilerinden mahrum ederek aynı şeyleri yapmıştı.
Abduh, bu faaliyetleri yanında, Ezher’de; İslâm âlimlerinin asırlardan beri müslümanların dinlerini muhafaza etmek için dört mezhebden birine bağlanmak, âlimlerin sözlerine tâbi olmak, dinde akla geldiği gibi konuşmamak hususunda gösterdikleri hassasiyeti ve bu konularda bildirdikleri kaideleri, İslâmî ilimleri dondurmak olduğunu iddia etti. Talebelere önceki âlimleri taklidden kurtulup, nakli bırakarak, hür bir akılla hareket etmeyi tavsiye etti. Medeniyet-i İslâmiye târihi müellifi Corci Zeydan da onun hakkında; “Eskilerin sözlerine bağlanmamış, onların koyduğu kaidelere değer vermemiştir” der.
Abduh, Ezher’deki konuşmalarında daha ileri giderek; kendisinden önce gelen binlerce İslâm âliminin, mantık, matematik, târih, coğrafya ve astronomi ilimlerinde pek kıymetli eserler verdikleri hâlde, onların bunlardan haberi olmadığını, İslâm’ı anlıyamadıklarını söyliyerek gözden düşürmeye çalışmış, aklı ile dîni ilk defa kendisinin birleştirdiğini iddia etmiştir. Bu görüşlerini kabul ettirdiği talebeleri kendisine müceddîd (dînin yenileyicisi) ve imâm gibi lakablar vermişlerdir. Aslında o, müceddîd ve imâm değil, bir dinde reformcu idi. Selefîlik ve mezhebleri birleştirmek gibi reformcu cereyanlar, onun talebeleri ve hayranları tarafından günümüze kadar devam ettirilmiştir.
Muhammed Abduh, âyet-i kerîmelere ve hadîs-i şeriflere kendi aklı ile garblılaşmaya uyacak mânâlar vererek, önceki tefsîr âlimlerine muhalefet etti. Maddî mucizelere inanmadığı için Fil sûresinde zikri geçen Ebabil kuşlarını sivrisinek, attıkları taşları da mikrop diye te’vil ederek âyet-i kerimenin zahirî mânâsını kabul etmeyerek ona gelinceye kadar binlerce İslâm âlimine muhalefet etti.
Mûsâ aleyhisselâmın âsâsı ile denizi yarması mucizesini, med ve cezir hadisesidir diye te’vil ederek, din bilgilerini, zamanın fen bilgilerine, felsefecilerin o günkü düşünüşlerine uydurmaya çalıştı. Zilzâl sûresinin;“Her kim zerre mikdârı hayır işlerse onun karşılığını görür ve her kim de zerre mikdârı kötülük işlerse karşılığını görür”mealindeki 7 ve 8. âyet-i kerîmelerini kendi görüşüne göre te’vil ederek; “Müslim olsun, kâfir olsun, sâlih amel işleyen herkes, Cennet’e gidecektir” diyerek Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymadı. Câmiulezher’in müdürlerinden Şaltût ile yaptığı Kur’ân-ı kerîm tefsirinde banka faizinin meşru olduğuna fetva verdi. Daha sonra din adamlarının ve çevresinin ağır baskısı altında kalarak bu fetvasından döndüğünü söyledi. Âyet-i kerîmelerle varlığı sabit olan cinleri İnkâr etti. Yine bedenen sağ olarak göğe çıktığı âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif ile sabit olan hazret-i Îsâ’nın öldüğünü ve ruhunun göğe çıkarıldığını iddia edip, Kirâmen ve Kâtibîn meleklerini de inkâr etti.
Abduh, Kur’ân-ı kerimden sonra İslâmiyet’te en kıymetli kitablar olanBuhârî ve Müslim’deki bâzı hadîs-i şeriflerin zayıf veya mevzu olduğunu iddia ederek, binlerce hadîs âlimine muhalefet etmiştir.
Muhammed Abduh’un, Elh-i sünnet âlimlerine muhalif olan fikirleri Muhammed Arabî’nin Mekke’de basılan İfâdet-ül-ahyâr, şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkıf-ül-akl vel-ilm vel-âlem kitabında ve Câmi-ul-Ezher Medresesi yüksek ilim kurulu üyesi Yûsuf-ü Decvî’nin 1966’da Mısır’da çıkan Câmi-ul-Ezher Mecellesi’ndeki yazılarında kuvvetli delîllerle red edilmektedir. Ayrıca, Muhammed Hüseyin Zehebî, Ebû Hâmid Merzûk, Zâhid-ül-Kevseri ve Ahmed Dâvûdoğlu gibi selâhiyetli âlimler tarafından da Muhammed Abduh’un fikirleri delilleriyle çürütülmüştür.
1876 yılından itibaren El-Vekâyi-ul-Mısriyye, El-Urvet-ül-Vüskâ, El-Menâr gibi dergi ve gazetelerde yayınlanan makaleleri, talebesi Reşid Rızâ tarafından Abduh biyografisinin ikinci cildinde toplanmıştır. Abduh’un bozuk fikirlerini ihtiva eden, reformcular tarafından, büyük âlimin kitapları diye tanıtılan bâzı eserleri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) El-A’lâm; cild-6, sh. 152
2) Tefsîr-ul-menâr, cild-2, sh. 49
3) Tevhîd risalesi tercümesi; sh. 1-69
4) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediye sh. 1021
5) Fâideli Bilgiler; sh. 358
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 235
7) Abduh ve Reşîd Rızâ’nın cumhura muhalif fikirlerinin tahlili ve tenkidi
8) Dîni Tamir Dâvâsında Din Tahripçileri (Ahmed Dâvûdoğlu)

MONDROS MÜTAREKESİ


Birinci Dünyâ harbinden sonra Osmanlı Devleti’yle İtilâf devletleri arasında 30 Ekim 1918’de Limni adasındaki Mondros limanında demirli bulunan Agememnon İngiliz zırhlısında imzalanan ateşkes andlaşması.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesinden sonra, İttihâd ve Terakkî iktidara geldi. İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, maceracı isteklerini tatmin etmek ve Rusya, İngiltere ve Fransa’dan meydana gelen İtilâf devletleri karşısında Almanya’nın yükünü hafifletmek için Osmanlı Devleti’ni Birinci Dünyâ harbine soktular. Osmanlı Devleti Almanya, Avusturya ve Macaristan üçlüsü ile ittifak kurmak suretiyle, İtilâf devletlerinin karşısında harbe girdi. Kafkasya, Irak, Sûriye-Mısır ile Çanakkale cephelerinde harbe giren Osmanlı Devleti yüz binlerce müslüman-Türk evlâdını şehîd verdi. Rusya 1917’de Bolşevik ihtilâlinin zuhur etmesiyle savaştan çekildi. Bu durum İtilâf devletlerinin aleyhine oldu. Bu dönemde bütün devletlerde bir yorgunluk ve bıkkınlık başgösterdi. Rusya ile Brestlitovsk andlaşmasını imzalayan Osmanlı Devleti, doğudaki topraklarını istilâdan kurtardı. 1917 Hazîran’ında Yunanistan, îtilâf devletleri safında savaşa girdi. Ayrıca 1918 yazı sonlarına doğru îtilâf devletleri bütün cephelerde umûmî bir taarruza geçtiler. İttifak devletleri yanında savaşa giren Bulgaristan, Fransız taarruzları karşısında yenilince, mütâreke isteyerek savaştan çekildi. Böylece Almanya’nın doğuya açılan yolu kesildi. İstanbul ise, Trakya yönünden gelebilecek bir saldırıya açık duruma geldi. Sayısı dokuza çıkan ve uzaklarda çarpışan Osmanlı orduları da cephane ve gıda sıkıntısı yüzünden yorgun ve bitkin bir hâle geldi. Gerek bu durum, gerekse Suriye cephesindeki mağlûbiyet, yıllardır zafer vadiyle aldatılan millete İttihâd ve Terakkî siyâsetinin başarısızlığını gösterdi. Savaşa devam etmekte hiç bir fayda yoktu. Mart 1918’de sadrâzam olan İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelenlerinden Talat Paşa, mütârekeyi imzalayacak bir hükümetin kurulmasına imkân vermek için, 7 Ekim 1918’de sadrâzamlıktan istifa etti. Sadrâzam olan Ahmed İzzet Paşa, Bağdâd-Kerkük arasındaki Küt-ül-Amare’de Osmanlılarca esir alınan ve Büyükada’daki kampta bulundurulan İngiliz generali Towshend aracılığıyla Londra’ya baş vurarak mütâreke istedi. İngiltere mütâreke teklifini kabul etti. Bunun üzerine Limni adasının Mondros limanında demirli bulunan Agememnon ismindeki İngiliz zırhlısında mütâreke (ateşkes) görüşmelerine başlandı. Görüşmelerde İngiltere’yi, Akdeniz donanması başkumandanı visamiral Calthorpe, Osmanlı Devleti’ni ise, bahriye nâzırı Rauf Bey (Orbay), Hâriciye nâzırı müsteşarı Reşat Hikmet Bey ile erkân-ı harb kaymakamı Sâdullah beyler temsil ettiler. Pâdişâh sultan altıncı Mehmed Vahîdeddîn Han, Dâmâd Ferîd Paşa’yı bu hey’etin başında göndermek istediyse de, sadrâzam ve vekillerin karşı çıkmaları üzerine vazgeçti. Pâdişâh, gidecek murahhaslara (delegelere); “Hilâfet, saltanat ve hânedân hukukunun korunmasını, bâzı eyâletlere verilecek muhtariyetin sâdece idarî olup, siyâsî olmamasını; siyâsî muhtariyetin, âlem-i İslâm’a ihanet sayılacağını tenbîh ediniz” diye söylemesini sadrâzamdan istedi. Pâdişâh’ın bu arzusu üzerine sadrâzam; “Biz şimdi mütâreke akdediyoruz, muahede değil. Bunları muahede müzâkerelerinde düşünürüz” diye cevap verdi.
24 Ekim 1918’de gece yarısından sonra bir vapurla Mondros’a hareket eden hey’etin mütâreke görüşmeleri dört gün sürdü. İmzalanan bu andlaşmayla, dört seneden beri büyük bir mahrumiyetle devam eden ve milyonlarca müslüman-Türk evlâdının şehid olmasına sebeb olan harbe son verildi.
İngiltere hükümeti, müttefiki Fransa’ya bile haber vermeden Akdeniz başkumandanı visamiral Arthur Calthorpe (Kaltrop)’a Londra’dan telsizle bildirdiği yirmi beş maddelik Mondros mütârekesini Osmanlı temsilcilerine dikte ettirerek hiç bir îtirâza yer vermiyecek şekilde imzalattı. Osmanlı târihinde görülmemiş bir esaret ve teslim oluş vesikası olan bu mütârekenin imzalanmasını tâkib eden günlerde keyfî idareleri, ikbâl ve makam hırsları sebebiyle, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına sebeb olan İttihâd ve Terakkî’nin, üç paşası Talât, Enver ve Cemâl paşalar ile diğer ileri gelenleri yurt dışına kaçtılar.
Sâdece Birinci Dünyâ harbine değil, batılı devletlerin tabiriyle 618 senelik Büyük Türk Devleti’ne de son veren yirmi beş maddelik Mondros mütârekesinin maddeleri özetle şunlardır:
1- Karadeniz’e geçişi sağlamak üzere boğazlar açılacak ve geçiş güvenliği için Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki istihkâmlar îtilâf devletleri tarafından işgal edilecek. 2-3- Osmanlı sularındaki bütün mayın tarlaları ve öteki engeller gösterilecek; bunların taranmasına ve kaldırılmasına yardım edilecek. 4- İtilâf devletleri tebeasından olan esirlerle, Ermeni esirleri İstanbul’da toplanacak ve kayıtsız şartsız îtilâf devletlerine teslim edilecek. 5- Sınırların korunması ve içgüvenliğin sağlanması için taraflarca kararlaştırılacak gerekli sayıda askerî kuvvetten fazlası, hemen terhis olunacak ve bunların silâh, cephane ve teçhizatı îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek. 6- Emniyeti sağlamakla vazifeli tekneler dışındaki bütün Osmanlı savaş gemileri belirlenerek îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek ve Osmanlı limanlarından dışarı çıkmayacak. 7- îtilâf devletleri güvenliklerini tehlikede gördükleri herhangi bir stratejik bölgeyi asker çıkarmak suretiyle işgal edebilecek. 8-9- Osmanlı Devleti’nin bütün liman ve tersaneleri îtilâf devletleri gemilerinin faydalanmasına açık bulundurulacak. 10- Toros tünelleri îtilâf devletlerince işgal edilecek; (böylece güneydeki Türk kuvvetlerinin geri çekilmesini önlemek ve Güney Anadolu’yu işgal öngörülüyordu). 11- Kafkasya ve İran’ın kuzeybatısında Türk kuvvetleri savaştan önceki yerlerine çekilecek, (Bu bölgede bir Ermenistan devleti kurulmasını öngören madde). 12- Hükûmet haberleşmeleri dışındaki her türlü haberleşme, îtilâf devletlerince denetlenecek, 13- Askerî ve ticarî kara ve deniz vâsıtaları ve malzemesi tahrip edilmeyecek. 14- Ülkenin ihtiyâcından fazla olan kömür, akaryakıt ve deniz levâzımâtı, îtilâf devletleri tarafından satın alınacak, 15- Bütün demiryolları îtilâf devletleri me’murlarınca denetlenecek; Kafkas demiryollarını ise, doğrudan doğruya îtilâf devletlerinin me’murları idare edecek ve Batum’un işgaline karşı durulmayacak. 16- Sûriye, Irak, Hicaz, Yemen, Trablus ve Bingâzi’deki Türk kuvvetleri en yakın îtilâf kumandanına teslim olacak. 17- Trablus’da ve Bingâzi’de bulunan Osmanlı zabitleri en yakın İtalyan muhafaza kıt’asına teslim olacak. Osmanlı hükümeti teslim emrine itaat etmedikleri takdirde muhâberât ve yardımlaşma kesilecek. 18- Mısır da dâhil olmak üzere Trablus ve Bingâzi’de işgal edilmiş bütün limanlar, îtilâf kuvvetlerine teslim edilecek. 19- Almanya ve Avusturya uyruklu sivil ve asker bütün vazifeliler bir ay içinde Osmanlı ülkesinden ayrılacak. 20- Ordunun terhis edilmesi üzerine elde kalacak silâh ve cephane, îtilâf devletlerinin talimatına göre muhafaza edilecek. 21- Îtilâf devletleri vazifelilerin çıkarlarını kollamak üzere, iaşe nezâretinde kontrol memurları bulunacak. 22- Îtilâf devletlerince esir alınmış Türkler hemen iade edilmeyerek şimdilik bulundukları yerlerde muhafaza edilecek. 23- Osmanlı Devleti merkezî hükümetlerle bütün münâsebetlerini kesecek. 24- Vilâyât-ı Sitte’de (Erzurum, Sivas, Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis) herhangi bir karışıklık çıkacak olursa, Îtilâf devletleri bu bölgede önemli gördükleri yerleri işgal edebilecek. 25- Taraflar arasında ateşkes durumu 31 Ekim 1918 günü öğle vakti başlayacaktır.
Mütâreke (ateşkes andlaşması) olmaktan ziyâde muahede (barış andlaşması) hüviyetinde olan ve Osmanlı Devleti’ni îdâm sehpâsına çıkaran Mondros mütârekesinden sonra, kendi menfaatlerini düşünen, harbin sonunda aslan payını ele geçirerek dünyâ siyâsetinde ön plânda rol oynamak isteyen İngiltere’nin tâkib ettiği siyâset, diğer îtilâf devletleri tarafından hoş karşılanmadı. Osmanlı Devleti’ni paylaşmak hususunda çıkar çatışmasına düşen müttefik devletlerin arası açıldı. Fransa, Almanya’nın parçalanmasını ve Alsas Loren’in kendisine verilmesini istedi, İngiltere ise, harb gücü ve donanmasını kaybeden Almanya’nın parçalanmasını istemiyordu. Çünkü, Avrupa’nın dengesi Fransa lehine bozulmuş olacaktı. Böylece İngiltere’ye Avrupa’dan gelebilecek en büyük tehlike Fransa’dan gelebilirdi. Bu sebeble İngiltere, parçalanmış bir Almanya değil, birleşik bir Almanya olmasını müdâfaa etmeye başladı. Almanya’nın parçalanmasını istemeyen Amerika ile de karşılaşan Fransa, İngiltere’ye karşı çıkmaya başladı. İngiltere’nin yakın şarkta tâkib ettiği İslâm âlemini parçalayarak himayesine almak isteğini de kendi menfaati açısından hoş görmeyen Fransa, kendi hissesine Suriye ve Kilikya’nın ayrılmasına rızâ göstermedi. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin parçalanması veya yıkılması durumunda, kapitülasyonlar sebebiyle en çok zarar görecek olan Fransa, İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ni yıkma siyâsetine de karşı çıktı. İtalya’nın ise, gerek sömürgeler gerekse yakın şarkın taksimi hususunda İngiltere’yle arası açıldı.
Harbden sonra İngiltere’de iktisâdi bir buhran ve işsizlik baş gösterdi. Gizli emellerine Yunanistan’ı âlet etmek isteyen İngiltere, Yunan gelişmesini te’min ederek menfaat mikdârını arttırmak ve kendi menfaatlerini tehlikeye sokan belki de mâni olacak olan Türk mukavemetini kırmak, Türkleri de isteğine boyun eğdirmek için, İzmir’i Yunanistan’a bırakarak onu Anadolu’ya saldırtmak istedi.
Harbden çekilmiş olan Rusya’nın, Doğu Anadolu’da terk ettiği arazî hususunda da görüş ayrılıkları ortaya çıktı. İngiltere burada bir Ermenistan ve Kürdistan devletinin kurulmasını menfaatlerine uygun buluyordu. Fransa ve İtalya ise, aynı düşüncede değillerdi. Fransa kendisine mâl ettiği Kilikya’yı ermenilere terketmek istemediği gibi, ermeniler de İngiltere’nin kendilerine bahşetmek istediği yerleri kâfî görmüyorlardı.
Menfaat için çarpışan, harbi kazandıktan sonra en büyük menfaatleri ele geçirmek isteyen emperyalist İtilâf devletlerinin vaktiyle kendilerinden istifâde etmek için istiklâl ve hürriyet vâd ettikleri milletler de haklarını istediler.
Mondros mütârekesinin imzalanmasından sonra 8 Kasım 1918 günü Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. Yerine Tevfik Paşa sadrâzam tayin edildi. Hiç bir sebeb yok iken mütârekenin yedinci maddesini tatbike koyup 13 Kasım 1918’de İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan gemilerinden meydana gelen İtilâf donanması karaya asker çıkararak İstanbul’un muhtelif yerlerini işgal ettiler. Şehirdeki rumların-çılgın gösterileri ve Yunan bayrakları arasında “Zito=Yaşa” sesleriyle Îtilâf askerleri şehre girip yerleştiler. İtilâf kuvvetleri İstanbul’a girdikten sonra mütâreke muahedesi artık bir hiç oldu. Haydarpaşa’dan Ankara’ya kadar olan tren yolu güzergâhındaki istasyonlar; Karadeniz boğazından Batum’a kadar olan limanlarımız îtilâf devletleri tarafından işgal edildi; Zonguldak ve Ereğli’yi Fransızlar; Samsun, Merzifon, Batum ve Bakü’yü İngilizler işgal ettiler.
İngilizler 19 Nisan 1919’da Kars’ı işgal ederek, ermenilere verdiler. 20 Nisan’da Gürcüler Ardahan’ı, 29 Nisan’da İtalyanlar Antalya’yı, Yunanlılar 11 Mayıs’da Fethiye’yi, 15 Mayıs’da da İzmir’i işgal ettiler. Yunan barbarları karaya çıkar-çıkmaz fes giyen yahut “Zito Venizelos” demiyen masum ve silâhsız insanların hepsini hunharca katletmeye başladılar. O sırada otuz Türk zabiti şehîd edildikten sonra halktan bâzı kimseler denize atıldı ve dükkanlar yağma edildi. Bütün gün katliâm ve yağma ile geçti. Irzlara tecâvüz edildi. Kendilerini medenî sayan Avrupa ve Amerika ise, bu müdhiş sahneyi zevkle seyrettiler. İzmir’i işgal etmekle iktifa etmeyen Yunanlılar; Manisa, Salihli, Denizli ve çevresini de işgâl ettiler. İtalyanlar ise, Kuşadası’ndan başlayarak Muğla, Antalya ve Konya civarını işgale başladılar. İngiltere ve Fransa da taksim sonunda kendi hisselerine düşen yerleri işgal ettiler. Bu işgallerle beraber Millî Kurtuluş hareketi başladı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mondros’tan Mudanya’ya (S. Tansel); cild-1, sh. 25 v.d.
2) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 450
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-8, sh. 357
4) Türk Siyâsi Târihi (T. Ünal); sh. 473
5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-14, sh. 153
6) Görüp İşittiklerim; sh. 153
7) İki Devrin Perde Arkası; sh. 170