30 Ekim 2016 Pazar

MOLLA HÜSREV


Osmanlı Devleti’nin üçüncü şeyhülislâmı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocası. İsmi, Muhammed bin Ferâmuz bin Ali Rûmî’dir. Sivas ile Tokat arasındaki Kargın köyünde doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Babası bir Fransız subayı iken müslüman olmuş, kızını Osmanlı emirlerinden Hüsrev adında bir zâta vermiştir. Babasının vefâtı üzerine eniştesi Hüsrev Bey’in yanında yetişti ve Hüsrev Kaynı diye çağırıldı. Daha sonra kayını kelimesi de kaldırılıp Molla Hüsrev adıyla meşhur oldu. 1480 (H. 885) yılında İstanbul’da vefât etti. Cenaze namazı, Fâtih Câmii’nde kılındıktan sonra Bursa’ya götürülüp Emir Sultan’ın doğusunda kendi yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Mezar taşında; “Menbâ-ı ilm-ü hüner, Vâris-i ulûm-i Hayr-ul-beşer, Fâzıl-ı hurşîd-i eser Sâhib-üd-Dürer vel gurer Mevlânâ Muhammed Hüsrev” yazılıdır.
Molla Hüsrev, Burhâneddîn Haydar Hirevî ve zamanın diğer âlimlerinden ilim tahsîl etti. Tahsilini tamamladıktan sonra, Edirne’de Şah Melik Medresesi’nde sonra da kardeşinin vefâtıyla boşalan Çelebi Medresesi’nde müderrislik yaptı. Sultan İkinci Murâd Han devrinde Varna savaşından önce 1429 yılında kazaskerliğe tâyin edildi. Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Han tahta geçince de bu vazifeye devam etti. Sultan İkinci Murâd Han memleketi iç ve dış huzura kavuşturduktan sonra tahttan çekilmiş, yerine oğlu Fâtih Sultan Mehmed’i oturtmuştu. Ancak düşmanlar, sultânı çocuk yaşta görüp sefer hazırlıklarına başladılar. Bunun üzerine ikinci Murâd Han tekrar tahta geçti ve Fâtih Sultan Mehmed’i Manisa’ya gönderdi. İlim adamlarının çoğu birer bahane ile Manisa’ya gitmek istemediler. Molla Hüsrev kazaskerlikten istifa ederek şehzâde ile birlikte Manisa’ya gitmeye karar verdi. Fâtih onun bu karârını duyunca; “Vazifenize devam edin, zira memleketin size ihtiyâcı var” dediyse de Molla Hüsrev; “Tahttan ayrılıp Manisa’ya giderken, sizi yalnız bırakmam uygun olmaz. Müsâde buyurun geleyim” diyerek samimiyetini bildirdi ve birlikte Manisa’ya gitti. Fâtih Sultan Mehmed bu muhterem âlimden çok istifâde etti.
Daha sonra Fâtih tahta geçince, Molla Hüsrev de Sultan’ın yanına geldi. İstanbul’un fethinden sonra Galata ve Üsküdar kâdılıklarına tâyin edildi. Bu arada Ayasofya Müderrisliğini de yürüttü. Bir ara Bursa’ya gidip medrese kurdu ve ilim öğretmekle meşgul oldu. Bu sırada Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından İstanbul’a davet edilen Molla Hüsrev, ikinci Osmanlı şeyhülislâmı Fahreddin-i Acemi’nin vefâtı üzerine 1460 yılında şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Molla Hüsrev, devletin bu en üstün ve en şerefli fetva makamında yirmi sene adalet ve hakkaniyetle vazife yaptı.
Molla Hüsrev, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın takdir ve iltifatına kavuştu. Fâtih, Molla Hüsrev’den söz ettiği zaman; “Zamanımızın Ebû Hanîfesi’dir” diyerek teveccüh ve sevgisini belirtirdi. Bir düğün yemeğinde hocası Molla Gürânî’yi sağ yanına Molla Hüsrev’i sol yanına alarak, iltifatta bulunmuştu.
Molla Hüsrev orta boylu, gür sakallı, kıymetli elbise giyen, heybetli, tevazu sahibi bir zât idi. Güzel ahlâk, vakur, yüksek ilim ve İslâm dînine uymaktaki titizliğiyle halkın ve devlet adamlarının sevgisini kazandı. Bu büyük, âlim yalnızlığı ve kendi işini kendisi görmeyi severdi. Konağında hizmetçileri olduğu hâlde hiç bîrini kendi hizmetinde kullanmaz odasını kendi süpürür, lâmbasını kendi yakardı.
Molla Hüsrev bir çok talebe yetiştirdi. Fıkıh âlimi ve şâir olarak şöhret yaptı. Önceki âlimlerin kitaplarından her gün iki yaprak yazmayı âdet hâline getirmişti. Vefât ettiğinde kendi el yazılarıyla yazılmış pek çok nefis eserler görüldü.
Ömrünü ilim öğretmek ve yazmakla geçiren Molla Hüsrev’in kıymetli eserlerinden bâzıları şunlardır:
1- Ed-Dürer-ül-hükkâm fî şerhi Gurer-il-ahkâm: Fıkıh ilmine dâir olan ve sık sık müracaat edilen bu en önemli eseri, asırlardır Osmanlı medreselerinde şerhleri ile beraber ders kitabı olarak tâkib edilmiştir. Molla Hüsrev’in 1477 yılında Fâtih Sultan Mehmed Han’a takdim ettiği bu eserin asıl nüshası İstanbul Köprülü Kütüphânesi’nde mevcûddur. 2- Şerh-ul-Miftâh, 3- Şerh-ut-Telvih, 4- Şerh-i Usûl-ül-Pezdevî, 5- Hâşiyetü evâil-i Tefsîr-i Kâdı Beydâvî, 6- Hâşiyet-ü Mutavvel li-Teftâzânî, 7-Mir’ât-ülusûl fî şerh-i mirkât-il-Vüsûl, 8- Nakîd-ül-efkâr fî redd-il-enzâr, 9- Şerh-u Telhîs-il-miftâh lil-Kazvînî.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devhat-ül-meşâyih; sh. 8
2) Ed-Dav’ul-lâmî; cild-8, sh. 279
3) Şâkâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 135
4) Şezerât-üz-zeheb; cild-7, sh. 342
5) Fevâid-ül-behiyye; sh. 187
6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1038
7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 302
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 186

MOLLA GÜRANİ


Osmanlı Devleti’nin dördüncü şeyhülislâmı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’ın hocalarından. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî olup, lakabı Şerefüddîn ve Şihâbüddîn’dir. 1410 (H. 813) yılında Suriye’nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle Gürânî denildi. 1488 (H. 893) yılında İstanbul’da vefât etti. Kabr-i şerifi Aksaray-Topkapı arasındaki kendi yaptırdığı câminin önündedir.
Molla Gürânî, daha küçük yaşta iken kendi memleketinde ilk tahsilini yaptı. Bundan sonra Bağdâd, Diyarbakır, Hıms ve Hayfa şehirlerine ve on yedi yaşında da Şam’a gidip, tanınmış âlimlerin derslerine devam ederek ilmini arttırdı. Şam’dan Kâhire’ye gitti ve o devrin en meşhur âlimi İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Molla Gürânî bu minval üzere tahsilini tamamladıktan sonra; tefsir, kıraat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti. Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdar ve devlet ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münazaralara girdi. İlmi ve fesahati, güzel konuşmasıyla dikkat çekip tanındı. Hattâ Kâhire’de herkese açık bir ders de verdi. Dersini dinleyen âlimler, onun ilimdeki üstünlüğünü takdir ettiler. Sahîh-i Buhârî’yi gayet güzel bir maharetle okuttuğunu bizzat görüp şâhid olan hocası İbn-i Hacer Askalânî ona icazet verdi. Bundan sonra hayâtının bir bölümünü Kahire ve Şam taraflarında geçirip Anadolu’ya geldi. Anadolu’ya gelişi, hayâtında başka bir safha olmuştur.
Molla Gürânî’nin Anadolu’ya gelişi şöyle vuku bulmuştur: O devrin meşhur Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, Anadolu’ya getirmek istedi. Lütuf ve iltifat göstererek beraber gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabul ederek, Molla Yegân ile birlikte geldi. Meşhur âlim Molla Yegân, hacdan döndüğünde sultan İkinci Murâd Han’ın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh; “Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin” diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; “Tefsir, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim” diyerek hiçbir milletin kültür târihinde görülmeyen durumu bildirdi. “Şimdi nerededir?” deyince; “Dışarıda beklemektedir” cevâbını verdi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip selâm verdi. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, Pâdişâh’ın hoşuna gitti. Onu hemen dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzi’nin eski kaplıcadaki medresesine müderris olarak tâyin etti. Daha sonra da Yıldırım Medresesi’ne müderrislikle vazifelendirildi. Bir müddet de bu vazifede kalan Molla Gürânî, sultan İkinci Murâd Han’ın oğlu şehzâde Mehmed’in, yâni Fâtih’in yetiştirilmesi ile görevlendirildi.
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın, yetişmesinde, Molla Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusur etmezdi.
Babası ikinci Murâd’dan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmed Han, Molla Gürânî’yi vezir yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip; “Huzurunuzda, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları; vezirliğe, sadrâzamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Veziriniz onlardan başkası olursa, kalbleri muğber olur ve sultânımıza zarar gelir” dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kazasker yapmak istediğini bildirince, bunu kabul etti. Ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra, evkaf idaresi ve kâdılık vazîfesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet hizmet etti. Daha sonra bâzı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti.
Molla Gürânî Mısır’a vardığında, Mısır sultânı Kayıtbay’dan tam bir kabul ve pek çok ikrâm, hürmet gördü. Bir müddet sonra Fâtih Sultan Mehmed Han, Mısır sultânı Kayttbay’a, Molla Gürânî’yi göndermesini rica etti. Kayıtbay, Fâtih Sultan Mehmed Han’ın bu ricasını Molla Gürânî’ye bildirerek; “Gitme, ben sana onunkinden daha çok ikrâm ve ihtiram ederim” dedi. Molla Gürânî; “Evet inanıyorum, sizden çok fazla ikrâm gördüm. Ancak, benimle onun arasında baba ile oğul arasındaki gibi büyük bir sevgi vardır. Aramızdaki bu hâdise ise, bir başka şeydir. Bu sebepten tabiî olarak ona meyledeceğimi bilir, Eğer ona gitmezsem sizin tarafınızdan gönderilmediğimi zanneder ve aranıza düşmanlık girebilir” cevâbını verdi. Bu cevâbı çok beğenen sultan Kayıtbay kendisine çok para ve yolda lâzım olabilecek eşyaları verip, büyük hediyelerle Fâtih Sultan Mehmed Han’a gönderdi.
Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defa Bursa kâdılığına, sonra yeniden kazaskerliğe tâyin etti. Müderrislik ve eser yazmakla meşgul olan Molla Gürânî, 1480 (H. 885) senesinde şeyhülislâmlık makamına getirildi. Fâtih Sultan Mehmed Han ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında pek çok hediye vererek, ikrâm ve hürmet gösterdi. Sekiz sene şeyhülislâmlık yaptı ve hakka, adalete uymakta titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazifesini yerine getirdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han’a çok nasihat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samîmi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkîd etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesinde, dâima dînin emirlerine uygunluk isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi.
Molla Gürânî; heybetli, vakur, sarsılmaz bir ilim haysiyet ve ahlâka sâhib idi. Uzun boylu, doğru ve açık sözlü idi. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultan’ın huzuruna girince, yüksek sesle selâm verip müsâfeha yapardı. Davet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi.
Müderrislikten resmen ayrıldıktan sonra da ilim öğretmeye devam etti. Pek çok âlim yetiştirdi. Günlerini ders vermek, kitap yazmak ve ibâdetle geçirirdi. Çok hayır ve hasenat yapmıştır. Vakıf olarak; dört câmi, bir dârülhadîs medresesi ile bir hamam ve binalar yaptırmıştır.
Molla Gürânî, vefât ettiği senenin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezirler haftada bir bu bahçeye ziyaretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü. O günlerde sabah namazını kıldıktan sonra, kendisine bir yatak hazırlanmasını istedi. Yatak hazırlandı. Kuşluk namazını kıldıktan sonra kıbleye dönerek, sağ yanı üzerine yattı. O gün, kendisinden Kur’ân-ı kerîm ve kıraat ilmini öğrenen hafızların, yanında toplanmasını istedi. Bu arzusu yerine getirildi. Yanına toplanan talebelerine; “Üstünüzde olan hakkımı ödeme zamanı bu gündür, ikindi vaktine kadar benim üzerime Kur’ân-ı kerîm okumaya devam ediniz, ikindiden fazla uzamaz” dedi. Talebeleri, Kur’ân-ı kerîm okumaya başladılar. Durumu öğrenen vezirler de yanına geldi. Bunlar arasında bulunan Dâvûd Paşa, Molla Gürânî hazretlerini çok sevdiği için hâlini görünce dayanamayıp, ağlamaya başladı. Molla Gürânî bu hâli görünce; “Niye ağlar durursun ey Dâvûd!” dedi. Dâvûd Paşa; “Sizi böyle zayıf görünce kendimi tutamadım” cevâbını verdi. Bunun üzerine; “Ey Dâvûd! Kendi hâline ağla! Ben dünyâda rahat ve huzur içinde yaşadım. Allahü teâlâdan ümîdim odur ki, ömrümün sonunda ve son nefesimde de selâmet üzere olurum” dedi. Sonra vezire dönüp; “Benden Bâyezîd’e (ikinci Bâyezîd Han) selâm söyleyin, namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin” dedi. Sonra; “Size vasiyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun” dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra; “İkindi ezanı ne zaman okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezan okumasını bekledi. Müezzin, Allahü ekber diye ezan okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri; “Lâ ilâhe illallah...” diyerek vefât etti.
Sultan ikinci Bâyezîd Han, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenaze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi bu büyük âlimin vefâtına ziyadesiyle ağladı. Cenazesi kabrin başına getirilince vasiyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesaret edemedi. Cenazesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler.
Arabca kaynaklarda, Diyâr-ı Rum yâni Anadolu’nun âlimi olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1- Gâyet-ül-emânî fî tefsîr-i Seb’il-mesânî, 2- El-Kevser-ül-cârî alâ riyâd-il-Buhârî: Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhdir. 3- Keşf-ül-esrâr an kirâat-il-eimmet-il-ahyâr, 4-Şerh-i cem’ul-cevâmî: Usûl-i fıkha dâirdir. 5- Aruz ilmiyle ilgili bir kasîde.

ŞEHZÂDE DÖVEN HOCA!

Sultan İkinci Murâd Han, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat şehzâde Mehmed, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeble pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî’nin heybetli ve vakur bir âlim olduğunu görerek onu bu işe tâyin etti. Oğlunun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işaret etti. Bunun Üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla Gürânî, şehzâde Mehmed’in (Fâtih’in) yetişmesi için ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakur ve sert tutumuyla, şehzâdenin hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında; “Darabtühû te’dîben” (terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm) mânâsındaki Arabca cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında şehzâde Mehmed derslere devam edip, kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh ikinci Murâd Han, oğlu şehzâde Mehmed’in Kur’ân-ı kerîmi hatmettiğini öğrenince, çok sevinip, hocası Molla Gürânî’ye çok mikdârda hediye gönderdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Mu’cem-ül-müellifin; cild-1, sh. 166
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1038
3) Ed-Dav-ül-lâmi’; cild-1, sh. 241
4) Şakâyik-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdi Efendi); sh. 102
5) Tabakât-üs-seniyye fî terâcim-il-hanefiyye; cild-1, sh. 280
6) Brockelmann; Sup-2, sh. 319
7) Devhat-ül-meşâyih; sh. 10
8) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 185
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 188

MOLLA FENARİ


Osmanlı Devleti’nin ilk şeyhül-islâmı. Adı Muhammed, lakabı Şemsüddîn olup, babasının ismi Hamza’dır. 1350 (H. 751) senesi Safer ayında Fenâr köyünde dünyâya geldi. Bu köyde doğduğundan veya babasının fenercilik san’atıyla meşgul olmasından Fenârî nisbesiyle meşhur oldu. Ömrünü dînine ve devletine hizmetle geçirip, 1431 (H. 834) senesi Receb ayında Bursa’da vefât etti. Kabr-i şerifi Bursa’da, Keşiş dağı eteğindeki Maksem adı verilen semtte yaptırdığı mescidin yanındadır. Câminin yanında bir medresesi ve pek çok hayır eseri vardır.
Molla Fenârî, aklî ve naklî ilimlerde zamanın bir tanesi idi. Alâüddîn-i Esved’den, Cemâleddîn Aksarâyî’den ve Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’den ilim tahsil etti. Babasından ve Somuncu Baba diye meşhur büyük evliyâ Şeyh Hamîdüddîn-i Kayserî’den de tasavvuf marifetlerini elde etti. Din ilimleri yanında, fizik, matematik, astronomi ve diğer fen ilimlerinde de üstün bir dereceye yükseldi. Tahsilini tamamladıktan sonra Anadolu’ya dönerek, Bursa’ya yerleşti. Müderrislik ve kâdılık yaptı. Sultan İkinci Murâd Han’ın iltifat ve teveccühlerine kavuştu. Sultan onu, müftîlik ve kâdılık makamının en yüksek derecesi olan şeyhülislâmlık vazifesine tâyin etti. Pâdişâh’ın her hususda en has müşaviri oldu. Herkesin hürmet ve takdirini kazandı. Sultan Yıldının Bâyezîd ve Çelebi Sultan Mehmed Han zamanında Bursa’da çok talebe okutup binlerce âlim yetiştirdi. Adı ve şöhreti her tarafa yayıldı. Sultanlar, kumandanlar ve büyük âlimler kendisine hürmet ve itibâr gösterdiler, ilim ve irfan taleb edenler, her taraftan koşarak gelip, onun derslerine devam ettiler. Molla Fenârî (r.aleyh) ders okutma yanında fetva işlerini ve Bursa kâdılığını da yürüttü.
Molla Fenârî bir ara Bursa’dan Konya’ya gitti. Karaman Beyi ona çok ihsân ve iltifatlarda bulundu. Ders okutması için ricada bulundu. Bir müddet orada ders verip, Yâkûb-i Asfâr ve Yâkûb-i Esved gibi, ilimde yüksek derecelere ulaşan talebeler yetiştirdi.
Molla Fenârî 1419 (H. 822) yılında bir defa Hicaz’a gidip hac yaptı. Hacdan dönerken Mısır sultânı Melik Müeyyed, memleketinde kalarak ders vermesini rica etti. Bir müddet kalıp bir çok ulemâ ve evliyâ ile sohbet, ilmî müzâkere ve fikir alış verişinde bulundu. Bu yolculuğu esnasında Kudüs-i şerifi ziyaret etti; daha sonra Çelebi Sultan Mehmed Han’ın daveti üzerine Bursa’ya geldi. Bu haccında Medîne-i münevverede iken orada vefât eden büyük velî Şâh-ı Nakşibend’in halîfesi Muhammed Pârisâ’nın cenaze namazında bulundu.
Molla Fenârî hazretleri Bursa’da ilim öğretme yanında kazzâzlık (ipekçilik) yaparak nafakasını te’min etmeye çalıştı ve kazancı ile çok hayrat ve hasenatta bulundu. Kale’de, Manastır mahallesinde ve Debbağlar semtindeki mescidler yanında, Pınarbaşı’ndaki Dârülhadîs onun yaptırdığı eserlerdendir. Kudüs’de de bir medreseyi satın alıp masraflarını Anadolu’da yaptığı vakıfların gelirinden karşılamıştır.
Molla Fenârî, Bursa’da inşâ ettirilen Ulu Câmii’nin açılışında bulundu. Câminin açılışında ilk Cuma hutbesini okuyan hocası Hamîdüddîn-i Kayserî’nin duâ ve iltifatına kavuştu.
Molla Fenârî, İskender Târihi’ni nazm eden Mevlânâ Ahmedî ve tıb ilminde Şifâ kitabının sahibi tabîb Hacı Paşa ile birlikte Mısır’da Ekmelüddîn-i Bâbertî’nin huzurunda ders arkadaşı idiler. Bir gün bir evliyâyı ziyarete gitmişlerdi. Evliyâ zât onlara bakıp; Mevlânâ Ahmedî’ye; “Sen vaktini şiire harcarsın.” Hacı Paşa’ya; “Sen ömrünü tıbda harcarsın.” Molla Fenârî’ye de; “Sen de ömrünü din yolunda harcar ilim ve takvayı birlikte bulundurursun” buyurdu. Gerçekten buyurduğu gibi oldu.
Molla Fenârî, Karaman Beyi’nin kızı Gül Hâtûn ile evlenmiş olup, iki oğlu iki kızı olmuştur, iki oğlu da kendisi gibi âlim olarak yetişmişler, onlar da Bursa’da kâdılık yapmışlardır. Onun soyundan gelen Ali bin Yûsuf İstanbul-Aksaray’da Vatan Caddesindeki kiliseyi câmi yapmıştır. Îsâ Efendi câmiye çok vakıf yaptığından, Fenârî Îsâ Mescidi denilmiştir. Bu zât Bursa’da kâdı iken 1497 yılında vefât etmiştir. Ahfadından (torunlarından) Muhyiddîn bin Muhammed Fenârî, Osmanlı Devleti’nin on üçüncü şeyhülislâmı olmuştur. O da Beykoz’a bağlı Dereseki köyünde ve Rumeli hisarında birer mescid yaptırmış, 1547 yılında vefât etmiştir. Kabri Eyyûb Sultan’dadır.
Molla Fenârî hazretlerinin eserleri pek çok olup bunlardan bâzıları şunlardır:
1- Ayn-ül-a’yân: Fâtihâ sûresinin tefsiridir. 2- Füsûl-ül-bedâyî’ fî usûl-is-serâyî’: Fıkıh usûlüne dâir olup, otuz senede tamamlanmıştır. 3-Îsâgûcî Şerhi: Mantık ilmine dâir bir günde yazdığı çok kıymetli şerhtir. Bu eserine birgün sabahleyin başlamış güneş batarken bitirmiştir. Bu mantık kitabı Osmanlı medreselerinde uzun zaman ders kitabı olarak okutulmuştur. 4- Enmûzec-ül-ulûm: Yüze yakın ilme âid mes’eleleri ihtiva eden ansiklopedik bir eserdir. Bu eser oğlu Muhammed Şâh tarafından şerhedilmiştir. 5- Ferâiz-i Sirâciyye Şerhi, 6- Şerh-i Mevâkıf üzerine Ta’lîkât, 7- Esâs-üt-tasrîf, 8- Risâletünn menâkıb-iş-Şeyh Behâüddîn-i Nakşibend, 9- Şerhu Fevâid-il-Gıyâsiyye, 10- Şerh-uî misbâh, 11- Hâşiyetün alâ Şerhây-is-Seyyid ves-Sa’d lil Miftâh, 12-Uveysât-ül-efkâr fî ihtiyari ülil-ebsâr: Aklî ilimlere dâir olup, fen ilimlerinde zor problemlerin çözüm şekillerine karşı itirazları İnceler. 13-Mukaddimet-üs-salât.

TÂHÂ SÛRESİNİ TEFSİR EYLE!

Molla Fenârî (rahmetullahi aleyh), tasavvufta Zeyniyye tarîkatine mensûb idi. Çok kerâmetleri görüldü. Ömrünün sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Bir gece rüyasında Resûlullah efendimizi gördü. Resûlullah efendimiz ona; “Tâhâ sûresini tefsir eyle” diye buyurdukta; “Yüksek huzurunuzda Kur’ân-ı kerîmi tefsir etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor” demişti. O zaman, âlemlere rahmet olan Resûlullah efendimiz mübarek hırkasından bir kaç pamuk ipliği çıkarıp, mübarek ağız suyu ile ıslattıktan sonra gözleri üzerine koymuştu. Molla Fenârî uyanıp pamuğu gözlerinin üzerinde bulmuş, kaldırınca görmeye başlamıştı. Allahü teâlâya hamd ve şükür etmiş, bu iplikleri saklayıp vefâtında gözleri üzerine konmasını vasiyet etmiştir. Gözlerinin açılmasının bir şükrânesi olarak 1429 (H. 833) yılında Şam yolu ile ikinci defa hacca gitmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 3
2) Şakâyık-ı nu’mâniyye tercümesi; sh. 47
3) Bugyet-ül-vu’ât; cild-1, sh. 97
4) Fevâid-ül-behiyye; sh. 167
5) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3436
6) Miftâh-us-seâde; cild-2, sh. 124
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1060
8) Kıyamet ve Âhiret; sh. 123
9) Eshâb-ı kiram; sh. 339
10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 293
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 328

MOHAÇ ZAFERİ


Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın 29 Ağustos 1526 târihinde Mohaç ovasında haçlılara karşı kazandığı zafer.
Osmanlı Türkleri; Rumeli’ye ayak bastıkları târihten îtibâren, bir buçuk asırdan fazla bir devirde, karşılarında ya hasım veya hasma yardımcı olarak hep Macarları görmüşlerdi. 1521 yılında sefere çıkan Kânûni Sultan Süleymân Han, Belgrad’ı fethederek Macarlara ağır bir darbe indirdi. Kânûnî’nin daha sonra Mısır isyânı ile uğraşmasını fırsat bilen Macar kralı Layoş, Osmanlıları Avrupa’dan atmak için yeni ittifaklar aramaya başladı. Bir taraftan şiî Safevî Devleti ile anlaşmak isterken, diğer yandan Alman imparatoru Şarlken ile dostluk te’sis etti. Osmanlı hakimiyetindeki Eflak ve Boğdan prensliklerini de kışkırtmaya başladı. Bu durum üzerine Macarlara kesin bir darbe vurmak isteyen Kânûnî Sultan Süleymân Han, Rumeli’deki ordu kumandanı ve devlet adamlarına gönderdiği fermanda ilkbahara Sofya’da toplanmalarını bildirdi. Anadolu beylerbeyi Behram Paşa ile Bosna sancakbeyi, Kırım hanı Saadet Giray ve diğer kumandan ve devlet adamlarının da sefere hazırlanmalarını istedi. 1526 baharında bütün hazırlıklarını tamamlayan Kânûnî Sultan Süleymân Han, önce hazret-i Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin, Şeyh Vefâ’nın, dedesi sultan Bâyezid Han’ın ve babası Yavuz Sultan Selim Han’ın türbelerini ziyaret etti. Bunların rûhâniyetlerinden yardım ve duâ istirham eyleyip, onları cenâb-ı Hakk’a vesile yaparak zaferin müyesser olması için Allahü teâlâya yalvardı.
1526 yılı Nisan ayının 23’ünde yola çıkan ordu, Edirne-Filibe-Sofya-Niş üzerinden Belgrad yolunu tâkib etti. Sofya’da, Anadolu askerinin de katılması ile Osmanlı ordusunun kadrosu tamamlandı. Sofya’dan îtibâren sadrâzam İbrâhim Paşa kumandasında öncü kuvvetleri çıkarıldı.
Bu sırada Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın üzerlerine yürüyeceğini haber alan Macar kralı bir taraftan savaş hazırlıklarına başlamış, öte yandan Avrupa’nın bütün devletlerine başvurarak yardım etmelerini istemişti. Bu arada Osmanlıların hedefinin Budin olduğunu bilen Macar meclisi, kralı bizzat ordunun başında görevlendirdi.
Petervaradin ve Ösek kalelerinin alınmasından sonra Osmanlı ordusu Tuna’yı tâkib ederek yola devam etmek için gemiler üzerine kurulan köprüden Drava nehrini geçerken, Macar öncü kuvvetlerinin saldırısına uğradı. Fakat Osmanlı topçusunun zamanında ateş açması üzerine bu baskın püskürtüldü. Alınan esirler konuşturularak, Macar ordusunun Zigetvar’ın doğusundaki Mohaç ovasında bulunduğu öğrenildi.
Osmanlı ordusu hem ağır yürüyor hem de harp tertibatı alıyordu. Sağ kolda vezîriâzam ve Rumeli beylerbeyi İbrâhim Paşa, sol kolda Anadolu beylerbeyi Behram Paşa, merkezde pâdişâh, yeniçeri ağası ve kapıkulu askerleri her seferdeki gibi yerlerini almışlardı.
Macar süvarileri birbirlerine zincirlerle bağlı ve atları da talimli olduğundan, hücum edecekleri cepheleri alt-üst edebilirlerdi. Hele 40-50 bin kişilik bir süvârî kuvvetinin önünde durulamıyacagını tecrübeli akıncılar iyi biliyorlardı. Fakat bunların hücumlarının ancak, önlerinden kaçıp, sür’atle gerilerinden ve yanlarından vurmakla önlenebileceğini öğrenmişlerdi.
Mohaç sahrasında toplanan harp meclisinde Semendre beyi Yahyâ Paşazade Bâli Bey’in bu tarzdaki îkâz ve tavsiyesi üzerine ordu yeni bir harp nizâmı aldı. Evvelâ ordunun ağırlıkları geride bırakıldı. Savaşta ise, ordunun iki kanadını açarak Macar süvârî kitlesinin içeri alınıp topların önüne çekilerek geriden ve yandan vurulması kararlaştırıldı. Yeniçeriler bu defa geriye alındı. Bunların önlerine zincirle birbirlerine bağlı toplar yerleştirildi. Kapıkulu süvarisi ile Bosna beyi Hüsrev Bey’in deli (akıncı) kuvveti ihtiyatta kalıp ihtiyâç olmadıkça harbe iştirak etmiyeceklerdi. Bu toplantıdan sonra komutanlar, emrindeki kuvvetleri harp meydanına yerleştirerek düzene soktular.
Muhârebe öncesi Osmanlı ordusunun mevcudu iki yüz elli bin, Macarlarınki ise iki yüz bin civarında idi. Macar kralı, kumandası altındaki Macarlardan başka, Alman, Leh, Çek, İtalyan ve İspanyollardan mürekkep yetmiş bin kişilik zırhlı şövalyelere de çok güvenmekte idi.
Her zamankinin aksine Osmanlı askeri hemen hücuma geçmeyip, yerlerinde kımıldamadan beklediler. Bu durum düşman komutanlarını şaşırttı. İkindi vaktine kadar bekleyen birleşik haçlı kuvvetleri, daha fazla sabredemeyerek hücuma geçti. Macarların gelişini, İngiliz yazarı Fair Fax Dovvney şöyle anlatmaktadır:
“... Macar süvârî alayları, başlarında krallık bayrağına sarılmış kral Louis olduğu hâlde, hücuma kalktılar. Zırhlı gömlekli şövalyeler, sanki bir cirit oyununda yarış yerinde geçit yapıyorlarmış gibi, savaş meydanına girdiler... Fevkalâde iyi işlenmiş olan zırhları, her bir atlıyı, müteharrik bir çelik kale hâline getirmişti. Gökte top top olmuş bulutlar, bayrakların, flamaların parlak renklerini sönükleştiremiyor, çelikten göğüs siperlerinin ve at koşumlarının parıltısındaki parlaklığı kararlamıyordu. Bunların karşısında ise gösterişten uzak, sultanlarına tam itaatli, şehid olmayı büyük bir arzu ile bekleyen, yalçın kayalar gibi sert, dudaklarında duâlar eksik olmayan Osmanlı ordusu vardı.
Macarlar önce tırıs, sonra dört nala saldırdılar. Sanki çelikten bir çığ, gümbürdiyerek yuvarlandı da, toprak bunun altında sarsıldı. Çatal bayraklar rüzgârla şakırdarken, mızraklar düşmana doğru sivrilmişti. Binlerce at nalının yere vurmasından hâsıl olan korkunç bir uğultunun dalga dalga yayılması ile keskin savaş naraları yükseldi. Ehl-i Sâlib’in ruhu kıyam etmiş, ortalığı sarsıyordu.”
Böylece Macarlar bu son Osmanlı plânına vâkıf olmadıkları için, altmış bin kişilik zırhlı süvarileriyle eski Osmanlı plânı zanniyle asıl merkeze hücum ile işi hâlledeceklerini ümit etmişlerdi. Osmanlılar ise Macarları merkeze çekmek suretiyle imha etmek istiyorlardı. Macar kumandanlarından Piyer Pereney ile Papaz Pol Tomori bütün kuvvetleriyle vezîriâzam kumandasındaki Rumeli askeri üzerine hücum ettiler. Osmanlı merkez kuvvetleri plân mucibince geri çekilip düşmanı içeriye aldılar. Anadolu kuvvetlerinin yandan tazyiki ile Macar kuvvetleri daha içeri alınıp, topların önüne getiriliyordu. Bâli Bey kuvvetleri ise, sür’atle düşmanın arkasını çevirerek Macar süvarilerini ikiye ayırdılar. Bundan başka Macarların bizzat kral Layoş kumandasındaki ikinci kolu Anadolu kuvvetleri üzerine yâni Pâdişâh’ın bulunduğu ordugâhın kalbine doğru hücum ettiler. Kendisini muvaffak olmuş gören düşman iyice içeri girdi. Bu arada Pâdişâh’ı esir veya öldürmeye yemin eden Markzali ismindeki şövalyenin kumandasındaki kırk kişilik fedaî müfreze tarafından Pâdişâh’ın üzerine ok yağdırıldığı, hattâ zırhına bir kaç isabet olduğu hâlde sultan Süleymân yerinden kımıldamıyordu. Hattâ Markzali ve iki arkadaşı Pâdişâh’ın yanına kadar gelmeye muvaffak oldu. Kânûnî kılıcını çekerek, bu namlı üç Macar şövalyesini öldürdü.
Macarların kral kumandasındaki kuvvetleri de içeriye alınıp topların önüne çekildikten, gerileri de akıncı ve deli kuvvetleri tarafından çevrildikten sonra, üç yüz top birden ateşe başladı. Kendisini muzaffer olmuş sanan Macar ordusu karma karışık bir hâle geldi. Panik başladı. Beraberlikleri kaybolan Macar tümenleri küçük müfrezeler şeklinde kendi başlarına çarpışmaya başladılar. Kânûnî, umûmî kumandaya tamamen hâkimdi. Bir taraftan Bâli Bey, diğer taraftan Hüsrev Bey, Kânûnî’nin emri gereğince iki taraftan kıskacı kapatıyorlardı. Bu andan îtibâren yarım saat içerisinde ortada Macar ordusu diye bir şey kalmadı. Osmanlı kılıcından kurtulabilenler gece karanlığında bilmeyerek bataklığa saplanıp boğuldular. Bizzat kral ikinci Layoş da kendini kurtaramadı ve atıyla beraber bataklığa sürüklenip boğuldu.
Bir Fransız tarihçisi Mohaç muhârebesini anlatırken; “Târihte hiç bir savaş gösterilemez ki, Mohaç’da olduğu gibi, bir tek muhârebe bütün bir milletin istikbâlini asırlar boyunca ortadan kaldırsın!..” demektedir. Gerçekten de Mohaç zaferinin neticesi pek mühim olmuş, 637 yıllık büyük Macar krallığı târih ve siyâsî coğrafyadan silinmiştir. Zaferin diğer bir parlak cephesi ise, Türk zayiatının pek az olmasıdır. Osmanlı târihlerine göre Türk şehîdleri çok az idi. Yaralılar ise bir kaç bini geçmiyordu. Buna mukabil düşmandan kaçıp kurtulabilenler hemen hemen hiç yoktu.
Cihân târihinin en kesin imha muhârebelerinden olan Mohaç zaferinin kazanılması, birinci derecede başkumandan olarak Kânûnî Sultan Süleymân’a, ikinci olarak Bâli Bey’e aitti. 31 Ağustos’ta yâni muhârebeden iki gün sonra, Mohaç sahrasında Türk ordusu muazzam bir geçit resmi yapmış ve muzaffer başkumandanını selâmlamıştır. Ertesi gün 1 Eylül’de Pâdişâh, akıncılar başta olmak üzere, orduya Macaristan’ın ve başkent Budin’in fethini emretmiş, halkın esir alınmasını ve yağmayı menetmiştir. Nitekim Mohaç savaşı ile Orta Avrupa’nın açılan kapısından giren Osmanlı ordusu, 3 Eylül sabah namazından sonra, Tuna’nın batı kıyısından kuzeye doğru hareket etmek suretiyle, Macaristan’ın fethine giriştiler.

BİR TEK OT KOPARMADILAR!

J. Michelet adlı Fransız yazarı, Mohaç seferine giden ordudaki disiplini ve mükemmelliğini, hayranlıkla şöyle belirtiyor: “... Başta Yavuz Sultan Selîm Han ve Kanunî Sultan Süleymân Han olmak üzere bir çok pâdişâh devrinde, Türkler, hıristiyanlara harpte itidal ve zaferde yumuşaklık göstermeyi öğretmişlerdi. 1526’da 200.000 kişi, ekilmiş tarlalara ayak basmadan ve bir tek ot koparmadan, yaya olarak ülkeyi bir baştan öbür başa kat etmiştir.”

ÖLÜRSEK ŞEHÎD, KALIRSAK GÂZÎ!

Kânûnî Sultân Süleymân, gece geç vakitlere kadar namaz kılıp, secdede göz yaşı dökerek Allahü teâlâya yalvardı. Askerinin muzaffer olması için Yâsîn-i şerifler okuyarak, âlim ve evliyâyı cenâh-ı Hakk’a vesile eyledi. 29 Ağustos 1526 sabahı, namazdan sonra birlikte yerlerini aldılar. Pâdişâh zırhlı elbisesini giymiş ve bir ak ata binmişti. Başında bir tolga ve tolganın üzerinde de üç sorguç görülüyordu. Savaş kıyafeti ile orduyu son bir defa teftiş etti. Dalgalanan şanlı sancak altında, ellerini gök yüzüne açarak yaşlı gözlerle;
“Yâ Rabbî! Kudret ve kuvvet senden! İmdât ve himaye senden! Ümmet-i Muhammed’e yardım et” diye duâ etti.
Bütün mücâhidler, Pâdişâh’ın bu duâsına “Âmîn!..” dediler. Sonra mücâhid Gâzilerine dönerek; “Ey şu mübarek sancak-ı şerîf (sevgili Peygamberimizin sancağı) altında toplanan müslümanlar!.. Ey yeniçeriler, azaplar, sipahiler!.. Humbaracılar, çarhacılar, akıncı beylerim!.. Erlerim, erenlerim, askerlerim! Cümle âlem bilir ki, müslümanlar, yalnız ve sâdece Allah rızâsını kazanmak için cenk ederler. İşte biz buralara kadar, İslâm dîninin yayılmasını engelemek isteyen fitnecilerle savaşmaya geldik. Ölürsek şehîd, kalırsak gâzi... Gayri göreyim sizi...” deyince, gâzileri coşkun bir yiğitlik dalgası ve alev alev yakan bir îmân rüzgârı sardı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Peçevî; cild-1, sh. 113
2) Mohaç Meydan Muhârebesi (Geza Perjes, çev. Şerif Baştav, Ankara-1988)
3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 324
4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 115
5) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 353
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 178
7) Kânûnî ile 46 Yıl; sh. 29
8) Münşeât-us-selâtîn; cild-1, sh. 569

MİHRİMAH SULTAN


Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın, dînine bağlılığı ve hayırseverliliği ile meşhur kızı. Annesi, Haseki Hürrem Sultan’dır. Doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Annesi tarafından İslâm terbiyesi üzere yetiştirildi. Evlenme çağına gelince, Enderûn’da yetişen zekî ve kabiliyetli Diyarbakır beylerbeyi Rüstem Paşa eş olarak seçildi. Düğünleri 11-26 Kasım 1539 târihinde kardeşleri Şehzâde Bâyezîd ve Cihângir’in sünnet düğünleri ile birlikte yapıldı. Bu izdivacdan Ayşe Hanım Sultan adında bir kızı ile iki oğlu oldu. Mihrimâh Sultan 1578 yılında İstanbul’da vefât etti. Süleymâniye’deki babasının türbesine defnedildi. Zevci Rüstem Paşa ise Şehzâde Câmii türbesinde medfûndur.
Dînine bağlılığı ile tanınan Mihrimâh Sultan, bütün servetini hayır işlerine tahsîs etti. Mîmâr Sinân’a kendi adı ile anılan İstanbul’da Edirnekapı Câmii ile Üsküdar’da İskele başındaki câmiyi yaptırdı. Ayrıca Mekke-i mükerremede Ayn-ı Zübeyde (Zübeyde su kaynağı) te’sislerini tamir ettirdi.
Üsküdar Mihrimâh Sultan Câmii: Külliye hâlinde olup; câmi, medrese, imâret, tabhâne ve sıbyan mektebinden meydana gelir. Bu geniş külliyeden zamanımıza câmi, medrese ve sıbyan mektebi ulaşmıştır. Sıbyan mektebi bugün çocuk kütüphânesi olarak kullanılmaktadır. Medrese ise sağlık merkezi olup, pek çok değişiklikler yapılmıştır.
1548 yılında bitirilen câminin inşâatına hangi târihte başlandığı kesin olarak bilinmemektedir. Câmi, 27,30 x 21,80 metrelik bir sahaya oturtulmuştur. Yapının kanatları ve mihrâb tarafı yarım kubbelerle beslenmiştir. Çapı 11,40 metre, merkezi 24,20 metre yüksekliğinde olan ana kubbe, dört kollu ayaklara binen sivri kemerlere oturur. Kıble duvarının köşelerinde, küçük kubbeler vardır. Son cemâat yerinin iç revakı yüksek ve beş kubbelidir. Bunun denize bakan tarafında güzel bir şadırvan bulunmaktadır. Câminin kuzey köşelerinde ise, tek şerefeli iki minaresi vardır. Bunların her ikisinin kapısı son cemâat yerine açılır. Câminin kitabesinde özetle şunlar yazılıdır:
“Bu câmi-i şerîf, hakanlar hakanı şark ve garbın sultânı, yeryüzünü adâletle ve emniyetle mâmur eden, ehl-i îmân için emniyet ve eman te’min eden sultan oğlu sultan Selîm Han’ın oğlu sultan Süleymân Han’ın kızı hayırlar ve iyilikler sahibi Hanım Sultan -Allahü teâlâ onun iyiklerini ziyâde eylesin- tarafından H. 954 senesi, Zilhicce ayında yaptırılmıştır.”
Edirnekapı Mihrimâh Sultan Câmii: Yanında çeşme, medrese ve haman olup, külliye halindedir. Câmi, şehrin en yüksek, en hâkim yerlerinden biri olan Edirnekapı’da 1562-1565 yılları arasında yapıldı. Kubbe yüksekliği 37 metre olup, tek minarelidir. Külliye, 1714 ve 1894 yıllarındaki zelzelelerde zarar görmüş, sonradan tamir edilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Pâdişâhların Kadınları ve Kızları; sh. 38
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 101
3) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-2, sh. 1314
4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4500
5) Târih-i Solakzâde; sh. 534

5 Ekim 2016 Çarşamba

TRABLUSGARP HARBİ


Osmanlı-İtalyan Harbi. İtalya, birliğini kurunca diğer Avrupa devletleri gibi sömürge siyâseti tâkibine
başladı. Kendi toprakları karşısına düşen Trablus ve Bingazi’yi ülkesine katmak istiyordu. Bu topraklar
o devirde Osmanlı Devletinin hâkimiyetinde olduğundan, doğrudan saldırıya cesâret edemedi.
Destekçi ve ittifak aradı. Bu gâyeyle; 1902’de Avusturya veFransa, 1904’te İngiltere, 1909’da Rusya ile
antlaşmalar imzâladı. Antlaşmalara göre; İtalya, Trablus ve Bingazi de serbest hareket edecekti.
İtalya’nın bu faaliyetlerine karşı, devrin Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) dâhiyane
siyâsî tedbirler aldı. Ayrıca muktedir seçme kumandanlar tâyin ettiği Trablusgarp Tümenini silâh ve
mühimmat bakımından takviye ettirdi. Sultan Abdülhamîd Han, siyâsî, askerî ve merkezî tedbirlerin
yanında bölgenin kuvvetli, îtibarlı sülâlelerinden Bingazi’deki Senûsîleri de silâhlandırdı. Osmanlı
Sultanının merkezî ve mahallî tedbirleri sâyesinde İtalya, denizaşırı sömürgeleri de olan İngiltere,
Fransa, Avusturya ve Rusya’yla ittifak antlaşmaları imzâlamasına rağmen saldırmaya cesâret
edemedi. Bu plânın tatbikâtına Sultan Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra başlanıldı.

12 Ocak 1910’da Roma sefirliğinden sadrâzamlığa getirilen Hakkı Paşa, İttihat ve Terakki Partisi
programı istikâmetinde siyâset tâkip etti. Hakkı Paşa İtalya’nın topraklarına yakın Kuzey Afrika
ülkelerine karşı emellerini bilmesine rağmen, Trablus’taki Osmanlı Tümenini kaldırıp, Yemen’e sevk
etti. Tümenin mühimmatını da birçok ihtarlara rağmen İstanbul’a getirtti. Bölge bütün müdâfaa
tedbirlerinden mahrum bırakılınca; İtalya’nın teşebbüsleriyle Trablusgarp vâli ve kumandanı Müşir
İbrâhim Paşa, vazifesinden alındı. Bütün bunlar İttihat ve Terakki Partisinin akıl almaz bir dış siyâset
tâkip etmesinin neticesiydi. İtalya ile mesele çıkarmamak düşüncesinden hareket ettiklerini iddia eden
İttihatçılar, sonunda işi ihânete kadar götürdüler. İtalya 14 Şubat 1910 târihinde, Avrupa devletleriyle
yaptığı antlaşmalara dayanıp, Akdeniz’deki kuvvet dengesi bakımından Kuzey Afrika’daki bu
toprakların İtalya için son derece önemli olduğunu belirterek Trablusgarp’ta imtiyazlar istedi. Osmanlı
Hâriciye Nâzırı (Dışişleri Bakanı) Rıfat Paşa müstakil bir devletin hâkimiyet telakkisine aykırı İtalyan
teklifini reddetti. Yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyetinde yaşayan bölge halkı da sadakatla İtalyan teklifi
aleyhine cephe aldılar. İtalya, sömürgeci teklifini dünyâya kendi siyâseti istikâmetinde bildirdi. İtalya 23
Eylül 1911 târihli ilk notasında; İttihat ve Terakki Partisinin Trablusgarp ve Bingazi’de halkı İtalyanlar
aleyhine tahrik ettiğinden ve Osmanlı vapurlarıyla bölgeye asker ve mühimmat sevk olunduğundan
şikâyet edilip, İtalyan tebaasının ertesi gün o havaliyi terk edeceklerini bildirdi. Bölgedeki durumun
vahim bir hâl alacağı belli olunca da, İstanbul’a daha önce getirtilen mühimmat hatâsını telafi edici
mâhiyette, bir vapurla bir miktar cephâne gönderildi. Bundan sonra İtalya’nın cüretkârâne teklif ve
icraatları bitmez tükenmez bir şekilde devam etti.

İtalya, 28 Eylül 1911 târihinde verdiği yirmi dört saatlik ültimatomda Trablus’la Bingazi’nin tahliye ve
teslimini istedi. Hakkı Paşa bu ültimatomu, gayri müslim ve Türk jandarma müfettişliğiyle Osmanlı
hizmetinde bulunan İtalyan generali Robilant Paşanın evinde briç oynarken aldı. Sadrâzam brici
bırakıp, ültimatomu okumak hareketinde dahi bulunmayınca ev sâhibesi bayan Robilant, meselenin
vehâmetini bildiğinden ısrarla okuttu. Ültimatoma 29 Eylül 1911 târihinde verilen cevapta; Osmanlı
Devleti toprak bütünlüğünün tanınması şartıyla İtalya’ya bu bölgede iktisâdî ve kısmen siyâsî imtiyazlar
verilmesini kabul ettiğini bildirdi. İtalya, ültimatomun cevap târihi olan 29 Eylül 1911’de Osmanlı
Devletine harp îlân ettiğini notayla bildirdi.

Harp için önceden bütün hazırlıklarını tamamlamış olan İtalya, modern şekilde techiz edilen 36.000
kişilik bir orduyu çıkarma yapmak için bölgeye gönderdi. İtalyan donanması 1 Ekim 1911 târihinde
Libya sâhillerini abluka altına aldı. 4 Ekim’de karaya çıkarılan bir İtalyan müfrezesi, boş bulduğu
Hamidiye Tabyasını işgal etti. Bu kolay işgalden cüretlenilip, 5 Ekim’de 1700 bahriye askeri daha
karaya çıkarıldı. Kara askerlerinin de sâhile çıkarılmasıyla başlayan harekât neticesinde Trablusgarp
vilâyetinin sancak merkezlerinden Humus kasabası 18 Ekimde işgal edildi. 19 Ekim 1911 târihinde
Bingazi sâhiline çıkarma yapan, ilk işgalci kuvvetler 20 Ekimde şehre girdi. Fakat bütün bunlara
rağmen İtalyanların hâkimiyeti daha çok donanmasının bulunduğu sâhil boylarındaydı.

Vâli vekili ve kumandanlığı üstüne alan Miralay Neşet Bey, şehirdeki çok az sayıdaki kuvvetler ve
Sultan Abdülhamîd Hanın silâhlandırdığı Senûsîlerle elbirliği ederek her türlü mahrumiyetler içinde
müdâfaa cephesi kurdu. Bölgeye İstanbul’dan kara kuvveti göndermek mümkün değildi. Bunun için
Tunus ve Mısır yoluyla gizli olarak ve ayrıca subay, para ve mühimmat gönderildi. Bunlarla Tobruk ve
Derne ve diğer kuvvetli müdâfaa hatları kuruldu.

İtalyan ordusu bütün taarruzlarına rağmen sâhilden içeri pek giremedi. Birçok taarruzunun
püskürtülmesi İtalyan kumandan ve askerlerini ümitsizliğe düşürdü. İtalyan ordusunun askerî îtibârı
dünyâ kamuoyunda sarsıldı. İtalya bunu telâfi etmek için, donanmayla Rodos, Oniki Adalar ve
Boğazları işgâl etmek istedi. Bununla Osmanlı Devletini tehdit ederek bölgeye yardım gönderilmesini
engellemeyi düşünüyordu. İtalya, Osmanlı donanmasının bölgeye hareket etmemesinden
faydalanarak Rodos ve Oniki Adayı 1912 baharında işgal edilebildi. İtalyan donanması, 1912 yazında
Çanakkale Boğazını zorladıysa da, kuvvetli müdâfaa karşısında geri çekilmek zorunda kaldı.

Trablusgarp Harbi devam ederken, 8 Ekim 1912’de Balkan Harbi çıktı. İtalya’nın bütün
muvaffakiyetsizliklerine rağmen Balkan Harbi çıkınca Osmanlı Devleti cephe sayısını azaltmak ve
Trablusgarp meselesini halletmek üzere Londra’da İtalya ile görüşmeleri başlattı. Osmanlı-İtalyan
görüşmeleri antlaşmayla neticelendi. Osmanlı-İtalyan Antlaşması 15 Ekim 1912 târihinde Lozan’ın
iskelesi olan Ouchy’de imzâlandı. Trablusgarp Harbine son veren Antlaşma, üç parçası gizli olmak
üzere dört parça hâlindeydi. Açık parça on bir madde olup, şunları ihtivâ ediyordu:

Osmanlı Trablusgarp ve Bingazi’yi, İtalya da işgal ettiği adaları derhal boşaltacaktır. İtalya, bölgede
İslâm dîninin serbestiyetini kabul edip, hutbelerdeHalifenin ismi zikredilmesine, pâdişâhın
(Nâib-üs-Sultan) ünvânıyla bir temsilci bulundurmasına, bu temsilcinin tahsisâtını mahallî gelirlerden
almasına, Trablusgarp ve Bingazi kâdısının Meşîhat makâmı tarafından tâyin edilmesine ve bu kâdının
seçeceği (nâiblere mahallî gelirlerden aylık verilmesine, evkaf (vakıflar)ın istiklâline, yerli eşrafın da
iştirâk edeceği bir meclis tarafından yeni idâre esaslarının tanzimine izin verildi. Nâib-üs-Sultan ile
kâdının tâyininde Osmanlı ve İtalyan hükümetlerinin izni alınacaktı. Trablus ve Bingazi’den Düyûn-ı
Umûmiyyeye para verilmeye devam edilecek ve yıllık taksit miktarı iki milyon İtalyan liretinden, yâni
takriben 90.000 Osmanlı altınından aşağı olmayacaktı. Kapitülasyonların kaldırılmasında İtalya
hükümeti Osmanlı’ya yardım edecekti.

Trablusgarp ve Bingazi İttihat ve Terakki Partisinin affedilmez gaflet ve hıyânetiyle kaybedilmesine
rağmen, harbe katılan gönüllü subaylardan Binbaşı Enver Bey, parti yayın organlarınca “Bingazi kahramanı" ünvanıyla tanıtıldı.

Kaynak: Yeni Rehber Ansiklopedisi