14 Şubat 2017 Salı

ABDÜRRAHİM ARVASİ


Seyyid Abdullah Arvâsî’nin büyük oğlu. Nesebi; Abdurrahîm bin Abdullah bin Muhammed bin Şehâbeddîn bin İbrâhim bin Cemâleddîn bin Kemâleddîn bin Muhammed bin Kâsım Bağdadî’dir.
Seyyid Abdurrahîm, Van’ın Arvas köyünde babalarının medresesinde okudu, onların sohbetleriyle olgunlaştı. Zamanın aklî ve naklî ilimlerinde söz, tasavvufda ise hâl sahibi meşhur bir velî oldu. Şöhreti her tarafa yayılıp, dillerde söylenmeye başlandı.
1785 (H. 1199) senesinde, Doğubâyezîd’deki meşhur sarayın banisi Çıldıroğullarından İshak Paşa, Seyyid Abdürrahîm’i davet etti. Alim ve velîlere pek kıymet veren İshak Paşa, ilim erbabı bir zât idi. Onların meclislerine katılmaktan zevk alırdı. Seyyid Abdurrahîm, İshak Paşa’nın davetini kabul edip, Doğubâyezîd’e gitti. Bölge halkı şiîliğe meyilli idi. Orada Ehl-i sünnet itikadının yayılması için çalıştı. Uzun münazaralardan ve mücâdelelerden sonra sapık şii fırkasının bozukluğunu herkese kabul ettirdi. Halk, Ehl-i sünnet olup huzura kavuştuğu gibi, aralarındaki ayrılık ve düşmanlıklar da son buldu ve fitne söndürüldü.
Seyyid Abdurrahîm, bu gayretinin yanısıra naklî ve tasavvufî ilimleri de öğretiyor, insanların ebedî saadete kavuşması için bütün gücünü harcıyordu. Talebelerine Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerininMesnevî’sini okuttuğu bir sırada, onu dinleyen bir İranlı ayağa kalkıp, Mevlânâ’yı ve Mesnevî’yi kötülemek maksadıyla; “Ne okuyorsunuz?” diye sordu. Seyyid Abdurrahîm; “Mesnevi okuyoruz” buyurdu. İranlı, dinlemeye değmez anlamına gelen; “Meşnevî” deyince, bu söze son derece hiddetlenen hazret-i Seyyid, Mesnevî-yi şerifi rastgele açıp, “Şu beyti bir oku!” buyurdu. Orada;
“Mesnevî râ meşnevî mehân,
Ey seg-i gürgîn bed kerdeî.”
yâni; “Mesnevî’yi meşnevî diye okuma. Ey uyuz köpek! Kötü bir iş yaptın” yazılıydı. İranlı ve oradakiler bu manâlı söz karşısında şaşkına döndüler. İranlı diyecek söz bulamadı, meclisi terk edip gitti. Talebeler, Mesnevî’den o beyti çok aradılar, fakat bulamadılar. Hocalarının kerâmeti olduğunu anlayıp, Seyyid Abdürrahîm’e tam bir teslîmiyetle bağlandılar.
Seyyid Abdurrahîm hazretlerinin bu ve benzer kerâmetleri, doğuda dilden dile dolaşarak uzun yıllar söylenegelmiştir.
1786 yılında Doğubâyezîd’de vefât etti. Kabri, sevenlerinin, ihtiyâç ve istek sâhiblerinin ziyâretgâhı oldu. Hâlen ziyaret edilmektedir. Sırt ağrısından muzdarib olanların, sırtlarını kabir taşına sürmesinden taş yıpranmış, üzerinde Arvâsî kelimesi ile vefât târihi ve Fatiha Kelimesinden başka yazı kalmamıştır.
Seyyid Abdürrahîm’in, Muhammed ve İbrâhim isminde iki oğlu vardı. Bunlardan Seyyid Muhammed’in çocuğu yoktu. Babasının maddî ve manevî vârisi olan Seyyid İbrâhim’in; Abdurrahîm ve Abdülazîz adlı iki oğlu ve Emine Hanım (Seyyid Fehîm-i Arvâsî’nin annesi) adlı bir kızı vardı. Seyyid İbrâhim, İranlılarla yapılan görüşmelerde Osmanlıları temsil etti. 1832’de Yukarı Doğubâyezîd’de vefât etti. Büyük oğlu Abdurrahîm de 1818’de aynı yerde vefât etmişti. Babasına vâris olan diğer oğlu Seyyid Abdülazîz de, 1880’de vefât ederek babasının yanına defnedildi. Beş oğlu vardı. Büyük oğlu ve vârisi Seyyid Muhammed Emîn Efendi, hâl ve kerâmetleri ile meşhur oldu. 1914 yılında Doğubâyezîd’de vefât etti. Yedi oğlu vardı. Kendisi ile aynı senede vefât eden refikası Medine Hanım da kerâmet ehli idi. Seyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri, kendilerini sıla-i rahm için ziyaret eder, beraberce tatlı sohbetler ederlerdi. Böyle bir ziyaretlerinde, Muhammed Emîn Efendi’nin dünyâya yeni gelen ortanca oğluna kendi ismini vererek Abdülhakîm koydu. Bu Abdülhakîm Efendi’nin dört oğlundan Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, kendisini İslâm ve batı kültüründe yetiştirmiş, bugünkü beşerî sıkıntıları iyi anlamış bir zât idi. 1988 senesinin son gününde vefât ederek İstanbul-Edirnekapı Kabristanı’na defnedildi. Eğitim Enstitülerinde vermiş olduğu dersleri ile on binlerce öğretmen yetiştirmiş olan Seyyid Ahmed Arvâsî Bey, çeşitli makale ve kitapları ile de, Türk gençliğinin fikrî yapısının gelişmesine, İslâm ahlâkı ile ahlâklanmasına büyük hizmetler etmiştir. Eğitim Sosyolojisi, Kendini Arayan İnsan, İnsan ve İnsan Ötesi, Türk-İslâm Ülküsü, Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz, İlmihâl, Doğu Anadolu Gerçeği, Şiirlerim, Size Sesleniyorum (Türkiye Gazetesindeki makaleleri) gibi eserleri yayınlanmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Abdürrahîm Arvâsî (S. Ahmed Arvâsî, Türkiye Gazetesi Kütübhânesi)
 2) Size Sesleniyorum-1 (S. Ahmed Arvâsî, İstanbul-1989)

2 Şubat 2017 Perşembe

MİTHAT PAŞA


Tanzîmât devri Osmanlı sadrâzamlarından. Rusçuklu Hâfız Mehmed Eşraf Efendi’nin oğlu olup, 1822’de İstanbul’da doğdu. Asıl adı Ahmed Şefik’tir. Me’mûriyeti esnasında Midhat mahlası verildiği için, bu adla tanındı. 1833’de Ağa Hüseyin Paşa’nın Vidin vâliliği sırasında babası nâib tâyin edilince, babasıyla birlikte Vidin’e gitti. 1834’de İstanbul’a döndü. Bu arada Reîsülküttâb Akif Paşa’nın aracılığı ile Dîvân-ı hümâyûn kalemine çırak girdi. Dîvânî hattını altı ayda öğrendi ve kendisine Midhat mahlası verildi. 1835’de babası Lofca nâibliğine tâyin olununca babasıyla birlikte gitti. Ertesi yıl tekrar İstanbul’a döndü. Dîvân kalemine devam etmekle birlikte çeşitli hocalardan özel dersler aldı. Fârisî öğrendi. 1838’de Bâb-ı âlîdeki genç kâtiplerin devam ettirildiği Mekteb-i irfâniyeye ve özel hocalardan ders almaya devam etti. 1840’da sadâret mektûbî kaleminde vazife aldı. 1842’de 2.500 kuruş maaşla Şam tahrîrât kitabeti refakatine tâyin edildi. İki buçuk sene kadar Şam’da ve Sayda’da kaldıktan sonra İstanbul’a döndü. 1845’de Bekir Sâmi Paşa’nın dîvân kâtibi olarak Konya’ya, 1847’de de Kastamonu’ya gitti. Bir müddet sonra İstanbul’a gelerek evlendi. 1849’da Meclis-i vâlâ mazbata kalemine girdi. Akranları arasında yükselerek, 1850’de mümeyyizliğe terfi ettirildi. Şam ve Haleb civarı gümrükleriyle ilgili tahkîkâtı yürütmekle vazifelendirildi. Vazifesini tamamlayarak altı ay sonra geri döndü. Mustafa Reşîd ve Âlî paşaların takdîrini kazandı.
Mustafa Reşîd, Âlî, Mütercim Rüşdî ve Sâdık Rifat paşaların başkanlıklarında toplanan mühim meclislerin zabıt kâtipliğinde bulundu. 1851 yılında, Anadolu ikinci kâtipliğine rütbe-i ûlâ sınıf-ı sânîsi verilerek, tâyin edildi. 1856’dan sonra Vidin ve Silistre vâliliklerinin tahkikatını yapmak için gönderildi. Yapmış olduğu tahkikatın aleyhinde bâzı dedikodular çıkması üzerine, 1858’de bir müddet istirahat etmek üzere Avrupa’ya gitti. Paris, Londra, Viyana ve Belçika taraflarını gezip, incelemelerde bulundu. Osmanlı Devleti’nin parçalanması ve yıkılmasına yönelik Avrupai fikirlerin te’sirinde kaldı. 1859’da yurda döndü ve Meclis-i vâlâ başkâtipliğine getirildi. 1861’de vezirlik rütbesi verilerek Niş vâliliğine tâyin edildi. 1862’de birinci rütbe mecîdi nişanı verildi. Niş vâliliği sırasında Avrupalıların dikkat ve iigisini çeken Midhat Paşa’nın faaliyetleri hakkında medhiyeler yazıldı. Yaptığı çalışmaların, Vidin ve Silistre vilâyetlerinde de uygulanmasına karar verildi. Avrupa hayranı Âlî ve Fuâd paşalar, Midhat Paşa’yı İstanbul’a çağırdılar. 1864’de Silistre, Vidin ve Niş eyâletleri birleştirilip, Tuna adıyla yeni bir eyâlet kuruldu ve vâliliğine de Midhat Paşa tâyin edildi. Bu vilâyette yaptığı bâzı çalışmalar da Avrupa devletleri tarafından takdir edilerek övüldü.
1868 yılında Şûrâ-yı devlet reisliğine getirilen Midhat Paşa, buradaki keyfî idaresi, serkeşliği ve lâubalilikleri sebebiyle sadrâzamla arası açıldı ve bu sebeple 1869’da Bağdâd vâliliği vazifesiyle İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Bağdâd ve civarında bâzı imâr faaliyetlerinde bulunan Midhat Paşa üç sene kadar kaldıktan sonra, yeni sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa tarafından Bağdâd vâliliği vazifesinden alındı. İstanbul’a dönünce, etrafını, Mahmûd Nedim Paşa’ya düşman kimseler sardı. Bu durumdan rahatsız olan Mahmûd Nedîm Paşa onu Edirne vâliliğine gönderdi ise de, aleyhinde gelişen havayı değiştiremedi. Tuna ve Bağdâd vâliliklerindeki bâzı çalışmalarından dolayı, Avrupa basını tarafından göklere çıkarılan ve İngiliz hayranı olan Midhat Paşa, Edirne vâliliğine gönderildikten beş gün sonra Mahmûd Nedîm Paşa’nın azledilmesi üzerine 31 Temmuz 1872’de sadrâzamlığa getirildi. İlk iş olarak Mahmûd Nedîm Paşa’nın İstanbul’dan uzaklaştırdığı adamları İstanbul’a çağıran Midhat Paşa, üç ay kadar sadârette kaldı.
İcrâatında başarısız olduğu kısa müddet içinde ortaya çıktı. Pâdişâhın huzurunda lâübâlî hareketlerde bulundu. Mısır hidivi İsmâil Paşa’ya hârici istikraz yâni Avrupa’dan borç alabilmek yetkisi tanıdı. Bu ferman için Hidiv İstanbul’daki hükümet adamlarına, binlerce altın rüşvet dağıttı. Açığı bulunan devlet bütçesinde, gelir fazlalığı bulunduğu şeklinde ve yalan beyânda bulundu. Bu hareketi onun ne kadar pervasız olduğunu gösterir. Zîrâ Osmanlı geleneğinde pâdişâha yalan söylemek çok büyük suç sayılırdı. Bütün bu uygunsuz ve beceriksiz davranışları ve yalanının ortaya çıkması sebebiyle 19 Şubat 1873’de sadrâzamlıktan azledildi. 20.000 kuruş mâzuliyet maaşı bağlandı. Aynı sene içinde Es’ad Paşa’nın sadâretinde Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâretine tâyin edildi. Dış politika üzerinde bilgi ve tecrübesi olmayan, batı kültüründen ve din bilgilerinden mahrum olan Midhat Paşa, sadrâzamlıktan azledilmesi sebebiyle sultan Abdülazîz Han’a kin beslemeye başladı. Yeni Osmanlılarla birleşerek, Sultan’ın aleyhinde çalıştı. Yeni Osmanlıların, Alî Paşa’nın yerine düşündükleri Mahmûd Nedîm Paşa’nın başarısız olması üzerine, Cemiyet’in sadrâzam adayı oldu. Mütercim Rüşdî Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Müfsid İmâm lakabıyla tanınan Hasan Hayrullah Efendi ile Abdülazîz Han’a karşı birlikte hareket ederek onu tahttan indirmek için plânlar hazırladılar.
Vazifesi olmayan işlere karıştığı için Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırlığından da azledilen Midhat Paşa, 1873 yılı içinde Selanik vâliliğine gönderildi. Selânik’de bulunduğu sırada pâdişâhın aleyhinde çalıştığı için bu vazifeden de azledildi. İstanbul’a geldi. İstanbul’da bir buçuk sene açıkta kaldı. 1875’de ikinci defa Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırlığına tâyin olundu. Kısa bir müddet sonra yazdığı istifa dilekçesinde; “Ekser-i evkâtım taşra me’mûriyetinde geçmesi sebebiyle bu kadar karışık işlerin içine girmemiş ve emsalini görmemiş olduğum efkâr ve iktidâr-ı acizâneme muvafık (uygun) ve muvazin (denk) diğer bir hizmet ihsân buyrulması ümitline mütevessilen istidâ-yı merhamet ve şevkât-ı veliyyinîmete mecburiyet hâlinde bulundum” diyerek iyi ve başarılı bir devlet adamı olmadığını kendisi de ifâde etti ve Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nezâretinden ayrıldı.
Sultan Abdülazîz Han’ı tahttan indirmek isteyen Hüseyin Avni Paşa ve arkadaşlarıyla birlikte pâdişâhın aleyhinde çalışmaya devam etti. Fâtih, Bâyezîd ve Süleymâniye medreselerindeki talebeleri ayaklandırdı. Derslere girmeyen talebeler saraya doğru yürüyüp, sadrâzam ve şeyhülislâmın azledilmesini istediler. Kan dökülmesini istemiyen sultan Abdülazîz Han da onların isteklerini kabul ederek Mahmûd Nedîm Paşa’yı sadrâzamlıktan alarak yerine Mütercim Rüşdî Paşa’yı getirdi. Hüseyin Avni Paşa’yı seraskerliğe, Midhat Paşa’yı da önce Meclîs-i aliyye daha sonra da Şûrâ-yı devlet reisliğine getirdi. Şeyhülislâmlığa da Hasan Hayrullah Efendi’yi getirdi. Böylece talebelerin gösterileri son buldu.
Devletin durumunun düzelmesi için mutlaka meşrûtiyet rejiminin kabul edilmesi gerektiğini savunan Midhat Paşa ve arkadaşları, kurdukları hîle ve plânlarla sultan Abdülazîz Han’ı tahttan indirdikten sonra sultan beşinci Murâd’ı tahta geçirdiler. Abdülazîz Han’ı şehîd ettirip, devlete hâkim diktatörlük hey’eti durumuna geldiler. Sadrâzam Mütercim Rüşdî Paşa, serasker Hüseyin Avni Paşa, şurâ-yı devlet reîsi Midhat Paşa ve şeyhülislâm Hasan Hayrullah Efendi; Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesini işitince korkudan aklı bozulan, tedavisine imkân olmadığı doktor raporuyla bildirilen sultan beşinci Murâd’ı da tahttan indirip, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahta geçirilmesine karâr verdiler. Bunun üzerine Mütercim Rüşdî ve Midhat Paşa, Kâğıthane’ye gelerek Abdülhamîd Han’la görüştüler. Abdülhamîd Haa mevkiinden başka bir şey düşünmeyen Mütercim Rüşdî Paşa’ya, kendisini iş başından ayırmayacağından bahsetmiş, Midhat Paşa’ya da; “Usûl-i meşrûtiyet ve meşverete mübtenî olmıyacak (dayanmayacak) bir hükümeti kabul etmem” diyerek kol düğmelerini hediye etti. Bundan sonra Bâb-ı âlî’de yapılan cülûs merasiminde okunan hatt-ı hümâyûn ile Abdülhamîd Han, Midhat Paşa’yı Kânûn-i esâsî’yi hazırlamakla vazîfelendirmiştir. Bu fermandan sonra, Kânûn-i esâsî’ye hazırlık olmak üzere yirmiye yakın proje hazırlandı. Bunların içinde en ilgi çekicisi Midhat Paşa’nın hazırladığı proje idi. Elli yedi madde ve dokuz bölümden meydana gelen ve Kânûn-i cedîd adı verilen bu proje, dengesiz bir meşrûtiyet rejimi öngörüyordu. Bu projede icra yetkisi sâdece Pâdişâh’a verilmesine rağmen, yapılanlardan Pâdişâh sorumsuz olacak ve bütün icraat onun adına vekiller tarafından yürütülecekti. Pâdişâh’ın kânuna uygun emirlerine îtiraz eden ise ceza görecekti. Proje sekseni seçimle, kırkı hükümetçe tâyin edilecek yüz yirmi kişilik bir meclis ihtiva ediyordu. Bu meclis mutlak yasama yetkisine sâhib değildi. Seçilen meb’usların görev süresi üç yıldı. Hükümetçe tâyin edilenler yerinde bırakılabilirdi. Yapılacak kânunlar, Şûrâ-yı devlette görüşüldükten sonra karara bağlanacak ve meclisin tasdikinden sonra icra makamına arz edilecekti. Pâdişâh tasdik ederse yürürlüğe girecek, reddettiği takdirde, meb’uslar yenilenmedikçe tekrar görüşülemeyecekti. Meclis sâdece devlet bütçesini düzenleyebilecekti.
Görüldüğü gibi Midhat Paşa, hazırladığı projede meclise fazla bir yetki vermemiş, bütün yetkiyi icrada toplamıştı. Bu durum meşrûtiyeti savunan Midhat Paşa’nın aslında bunu kendisi için istediği şeklinde îzâh olunmaktadır. Daha sonraki olaylar da bunu te’yîd etmektedir. Bir hey’et tarafından hazırlanan projelerden ayrıntıları tesbit edilen Kânûn-i esâsî metni, 19 Aralık 1876’da ikinci defa sadrâzam olan Midhat Paşa başkanlığındaki vükelâ hey’etinde incelendi. Buradaki görüşmelerde Kânûn-i esâsî metni üzerinde bâzı değişiklikler yapıldı. Pâdişâh’ın karşı çıkmasına rağmen 113. madde eklendi. Vükelâ meclisi tarafından değiştirilerek kabul edilen Kânûn-i esâsî tasarısı, Pâdişâh’a arz olundu. Sultan Abdülhamîd Han tarafından da kabul ve tasdîk olunan Kânûn-i esâsî îlân edilmek ve uygulanmak üzere Midhat Paşa’ya verildi.
İngiliz hayranı olan ve meşrûtiyet hakkında köklü bir bilgisi de bulunmayan Midhat Paşa, nâfiâ (bayındırlık) müsteşarı Odyan Efendi’yî İngiltere’ye göndererek, meşrûtiyet rejiminin Avrupa devletlerince garanti altına alınması talebinde bulundu. Osmanlı Devleti’nin dahilî idaresini yabancı devletlerin kefaleti altına sokmak için gayret etti. O sırada İstanbul’da toplanan Tersane konferansına da aynı teklifi yaptı. Fakat kabul ettiremedi.
Meşrûtiyetin îlânından sonra pâdişâh, bir sene beş ay kadar devlet idaresine karıştırılmadı. Midhat Paşa ve arkadaşlarının basiretsizlikleri yüzünden 24 Nisan 1877’de Doksanüç harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbine girildi. Bu savaşa girilmesini sultan İkinci Abdülhamîd Han istemediği hâlde, Midhat Paşa ve arkadaşlarının meşhur olma hayâlleri sebebiyle girildi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, Abdülazîz Han ve beşinci Murâd’ın tahtan indirilmelerinde birinci derece rol oynayan, sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesi hâdisesine sesini bile çıkartmayan, pâdişâhın hukukunu hattâ şahsiyetini umursamayan Midhat Paşa ile işbirliği yapmasına imkân yoktu. İçki sofralarında devletin sırlarını ulu orta ifşa eden Midhat Paşa; “Bu âna kadar Âl-i Osman denildi, bundan sonra âl-i Midhat denilse ne olur” gibi sözler sarf etti. Osmanlı hânedânından hayır gelmeyeceğini söylerek, devlet ordusundan başka müslim ve gayr-i müsiim gençlerden meydana gelen kendisine bağlı bir ordu kurmaya teşebbüs etti.
Millî geleneklere aykırı davranarak, Bosna-Hersek eyâletinde Türk bayrağındaki ayyıldızın yanına bir haç ilâve edilmesini emreden ve bu emri tatbik ettirerek müslümanları kalbinden yaralayan Midhat Paşa, Pâdişâh’a karşı çeşitli kaba hareketlerde ve saygısızlıklarda bulundu. Bir defasında evine çekilip birkaç gün işlere bakmadı ve Pâdişâh’ı aklının ermediği şeyleri yapmakla suçlayarak; “Ben istifa edecek değilim. Pâdişâh beni azl ederse etsin. Lâkin bu defâki infisâlim (ayrılmam) sabıklarına (öncekilere) kıyas olunmaz. Halk gelip beni evimden alarak makâm-ı sadârete oturtmak isteyecekler. Sonra iş de müşkilâta düşecek. Böyle bir mahzura tesadüf etmemek için işte şu çantada param var. Bir de vapur kiralatacağım. Azlimle ilgili haberi alır almaz, ona binip Midilli adasına gidip ikâmet etmeyi isteyeceğim” demişti. Sadrâzamlığı sırasında daha önce Pâdişâh’a karşı birlikte çalıştıkları Ziya Paşa, Nâmık Kemâl gibi arkadaşlarına da vefâsızlık göstererek sürgüne gönderen Midhat Paşa, bir kaç gün konağında oturduktan sonra, bâb-ı âlî’ye geldi. Ertesi sabah yâni 5 Şubat 1877’de Pâdişâh’ın daveti üzerine saraya gitti. Kendisine sadâretten azl edildiği ve memâlik-i Osmâniyyeden çıkıp gitmesi emri tebliğ edildi. Azl emrini kendisine tebliğ eden Sa’îd Paşa’ya; “Eğer beni buradan tard ve teb’îd ederseniz, alimallah memleket mahv olur. Beşikler körfezindeki donanma üç güne kadar buraya gelir. Bunları iyi düşünmelidir” deme cür’etinde bulundu. Sadâret mührü elinden alındıktan sonra, memâlik-i Osmâniyye hâricinde nereye isterse gönderileceği bildirildi. Brendizi’ye gönderilmesini ve kendisine para verilmesini istedi. Vapura götürülürken de; “Yazık, devlet ve millete yazık!” diyerek devlet ve milleti kendiyle kâim zannetmekte olduğunu göstermiştir. Beş yüz altın verildikten sonra hazırlanan vapurla İstanbul’dan hareket etti. Gelibolu’dan geçerken İhtilâl olup olmadığını sorarak hâlâ hayellerden kurtulamadığını gösterdi. Kendi koydurduğu Kânûn-i esasinin 113. maddesinde belirtilen; “Memleketin bir tarafında ihtilâl zuhur edeceğini te’yid eder mâhiyette âsâr ve emare görüldüğü hâlde hükümetin o mahalle mahsûs olmak üzere muvakkaten örfî idare ilânına hakkı vardır. Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri idâre-i zabıtanın tedkîkât-ı mevsûkası üzerine sabit olanlar, hükümdar, Osmanlı ülkesi hudutları dışına sürgün edebilir” hükmüne istinaden sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından sadâretten azledilip, yurt dışına yollanan Midhat Paşa, İzzeddîn vapuru ile Brendizi’ye ulaştı. Daha sonra Napoli’ye gitti. Bir ay kaldıktan sonra Endülüs’e (İspanya) geçti. İki ay sonra da Paris’e ve Londra’ya gitti. Avrupa’nın çeşitli yerlerini dolaştı. İngilizlerden pek fazla iltifat gördü. İskoçya’da bulunduğu sırada, Pâdişâh tarafından affedildiği kendisine bildirildi. Ailesiyle birlikte Girid’de ikâmet etmesine müsâde edildi. 200 altın lira maaşla Hanya’da ailesiyle birlikte bir müddet ikâmet etti. Kısa bir müddet sonra Suriye vâliliğine tâyin edildi. Yaşının ilerlemesi sebebiyle Suriye vâliliğinden affedilmesini, mümkün ise, İstanbul’daki evinde, yâhud Midilli’deki Viranhânede yerleşmesine izin verilmesini istedi. Fakat isteği reddedildi. Suriye vâliliği zamanında, Lübnan’daki Maruniler ve Dürziler arasında kanlı olaylar zuhur etti. Saltanat ve hükümet aleyhine bâzı faaliyetleri üzerine Ağustos 1880’de Aydın vâliliğine nakledildi. Aydın vilâyeti merkezi olan İzmir’e ulaşan Midhat Paşa, Pâdişâh’a ve devlete sadâkatini bildirdi. Bu sırada sultan İkinci Abdülhamîd Han, Abdülazîz Han’ın hal’i ve şehîd edilmesiyle ilgili olarak tahkikat yapılması için ilgili mahkemeye dâva açtı. Bu dâva ile ilgili görülen Midhat Paşa’nın da sorgulanması gerekiyordu. Midhat Paşa’nın İstanbul’da bulunan arkadaşları açılan bu dâvada suçlu çıkacağını düşünerek haber gönderdiler, bâzı Avrupalı dostları da Avrupa’ya gitmesini tavsiye ettiler. Midhat Paşa, bu haberlere aldırış etmedi. Yapılan tahkikat neticesinde, sultan Abdülazîz Han’ın hal’i ve şehid edilmesinde rolü olduğu tesbit edildi. Kendisini kuşkulandırmadan tutuklamakla Mayıs 1881’de binbaşı Hüsnü Bey vazifelendirildi. Sivil olarak İzmir’e giden Hüsnü Bey, ertesi günü akşam oraya vararak Kordon’dakî Otel Pates’a misafir oldu. Son zamanlarda bâzı şeylerden şüphelenmeye başlayan Midhat Paşa, İzmir’e gelen ve giden vazifelileri özel ve gizli bir surette tesbit ve tâkib ettiriyordu. Hüsnü Bey’in peşine de adam takarak tâkib ettirdi. Bir kaç gün İzmir’de kalan Hüsnü Bey, 4 Mayıs 1881 akşamı saray erkânının emriyle Mirliva Hilmi Paşa ile beraber sorgulanmak üzere Midhat Paşa’yı tutuklamak için faaliyete geçti. Midhat Paşa, Hüsnü Bey’i takibe me’mur ettiği adamları vasıtasıyla durumdan haberdâr oldu. Hükümet konağının askerler tarafından kuşatılmasından önce komşu kapısından arka sokağa çıktı, sür’atle uzaklaşarak Fransız konsolosluğuna sığındı. Osmanlı târihinde yabancı bir kapıya sığınarak iltica eden ilk sadrâzam Midhat Paşa oldu.
Fransız konsolosluğu Midhat Paşa’nın himayesini kabul ettiğini açıkladı. Bâb-ı âlî hükümeti faaliyete geçerek Midhat Paşa’nın sorgulanmak üzere teslim edilmesini istediyse de, Fransız konsolosluğu, Midhat Paşa’nın yalnız Fransız konsolosluğunun değil, bütün devletler konsolosluklarının himayesine girdiğini, durumun kendi hükümetine bildirildiğini ve cevap beklendiğini, şu anda Midhat Paşa’ya mevkuf (tutuklu) gözüyle bakılamıyacağını açıkladı. Bâb-ı âlî hükümeti, Midhat Paşa’yı vâlilikten azl ederek yerine sabık şûrâ-yı devlet reisi Âlî Paşa’yı tâyin etti. Yeni vâli vazifeye başlayıncaya kadar da Hilmi Paşa vâli vekili oldu. Konunun netîcelendirilmesiyle de Adliye nâzırı Cevdet Paşa vazifelendirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tehdidi üzerine Fransa, Paşa’yı himayeden vaz geçti. Bunun üzerine Midhat Paşa, vâli vekili ve İzmir kumandanı Hilmi Paşa’ya teslim oldu. İstanbul’a getirilen Midhat Paşa’nın Yıldız Sarayı’nda çadır köşkünde tutuklu olarak, Sürûrî Efendi, Abdüllatif Bey ile Râgıb Bey’den meydana gelen sorgu hey’eti önünde ifâdesi alındıktan sonra, Haziran 1881’de diğer zanlılarla birlikte muhakeme edildi. Sultan Abdülazîz han’ın şehîd edilmesinde suç ortağı bulunarak diğer suçlularla birlikte idama mahkûm edildi. Bu hüküm üzerine kabine üyeleri, eski sadrâzamlar, müşir ve feriklerden teşekkül eden fevkalâde bir temyiz hey’eti karar verdi ise de, Pâdişâh azınlıkta kalanların reylerini tercih ederek îdâm hükmünü sürgüne çevirtti. İzzeddîn vapuru ile Cidde üzerinden Taife sürgün edilen Midhat Paşa, üç yıl kadar sürgün hayâtı yaşadı. Sürgünde bulunduğu sırada sırtında çıkan şirpençe çıbanı mahallî tedavi ile iyileşti. Zindan muhafızları kendileri için büyük bir mes’ûliyet kaynağı olan sürgündeki paşaların öldürülmeleri için bir yüzbaşı idaresinde, bir üstteğmen, bir çavuş ve beş erden meydana gelen ölüm mangası hazırladılar. Bu ölüm mangası 8 Mayıs 1884 gecesi Paşa’nın kaldığı odayı basarak, erlerden berber İsmail, Midhat Paşa’yı boğarak öldürdü. Aynı şekilde öteki odada bulunan Mahmûd Paşa da tüfek kayışı ile boğulmuş olarak bulundu. Midhat Paşa’nın cenazesi Tâif kalesi surları dışındaki kabristana defnedildi. 26 Haziran 1951’de kemikleri Tâif’den getirilerek İstanbul’da Hürriyet-i ebediye tepesinde gömüldü.
Garp kültüründen ve İslâmî bilgilerden mahrum olan Midhat Paşa, zekî bir kimse idi. Sosyal konular üzerinde bâzı hizmetleri olmakla birlikte, kendisinin de bâzı vesilelerle îtirâf ettiği gibi iyi bir siyâset adamı değildi.
Yurt dışına sürgün edilişinin ve başına gelenlerin temel sebeplerinden biri; bugün bile hiç bir devlet başkanının tahammülüne imkân olmayan, şahsen tahammül etse bile, temsil ettiği devletin şerefinin tahammül edemeyeceği; “Evvelâ zât-ı mülûkânelerine âid olan vezâif-i hükümdârânenizi mutlaka bilmelisiniz. Zira bilcümle harekâtınızda millet nazarında mes’ûl olacaksınız: Usûl-i meşveretle idare olunan bir millette nizâm nedir bilir misiniz! Binâ-yı devleti tamire çalıştığımız sırada siz adetâ yıkmak istiyorsunuz” gibi sözler söylemesidir.
Sorumluluktan çekinmeyen ve kibirli bir kişi olan Midhat Paşa, devlet sırlarını en olmadık kimselere söylemekten çekinmezdi. Siyâsî tecrübeden de mahrum olduğu gibi, memleketin kurtuluşu için tek çârenin meşrûtiyet rejimi olduğuna inanmıştı. Henüz tam manâsıyla teşekkül etmemiş olmasına rağmen halk efkârının (kamu oyu) kendisini kurtaracağı, verilen hakları koruyacağı kanâati ve basiretsizliği sebebiyle, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a karşı cephe almıştı. Bu hususta sultan İkinci Abdülhamîd’de en küçük bir kusur olmadığına işaret etmek gerekir. Bütün kusur, İbn-ül-Emin Mahmûd Kemâl İnal’ın tabiriyle; “önünü ardını gözetmez, yaptığı işi düşünmez” bir adam olan Midhat Paşaya âiddir.
Meşrûtiyete taçlı demokrasi, kendisine de hayât boyu iktidar (sadâret) te’min edecek bir vâsıta gözüyle bakan Midhat Paşa, faizle çalışan ve Avrupa usûlünde olan ilk Zirâat Bankası’nı kurdu. İstibdada meyilli bir kimse olup, ilk sadâretinde kendisiyle aynı fikirleri savunan Nâmık Kemâl’i Magosa’ya sürdüğü gibi, İkinci sadâretinde de birçok devlet adamını şahsî emirle sürdürdü. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi için çalışan Yeni Osmanlılarla (Jön Türkler) birlikte hareket eden Midhat Paşa, içki sofralarında Yeni Osmanlılarla devlet ve rejim üzerinde kararlar alan bir hayalperest idi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye (Y. Öztuna); cild-7, sh. 138
2) Midhat Paşa ve Tâif mahkûmları
3) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 28
4) Son sadrâzamlar; cild-1, sh. 320
5) Târih Enstitüsü Dergisi (Prof. Tayyib Gökbilgin, sene, 1981-82); sayı-12, sh. 279
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-12, sh. 160
7) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi
8) Mir’ât-ı Hakikat; sh. 104 v.d.
9) Midhat ve Rüşdî Paşaların Tevkiflerine Dâir Vesîkalar
10) Eshâb-ı Kiram; sh. 293
11) Tabsıra-i İbret (Ali Haydar Midhat, İstanbul-1325)
12) Mir’ât-ı Hayret (Midhat Paşa-İstanbul-1325)
13) Midhat Paşa (M. Z. Pakalın, İstanbul-1940)

HAÇOVA MEYDAN MUHAREBESİ


Sultan üçüncü Mehmed Hân kumandasındaki Osmanlı ordusunun, Avusturya arşidükü Maksimilyan’ın kumanda ettiği Alman, Macar, İspanyol, Leh, Çek, Slovak, İtalyan, Hollanda ve Belçika ordularına karşı kazandığı zafer.
Nisan 1595 yılında sultan üçüncü Mehmed Han (1595-1603) tahta geçtiği sırada, Osmanlı kuvvetleri Avusturya ve Alman kuvvetleri karşısında arka arkaya mağlûbiyetler alıyordu. Bilhassa Estergon’un düşman eline geçmesi bütün yurtta derin bir üzüntüye sebeb olmuştu. Boğdan ve Eflâk’ta da durum, tamamen Osmanlılar aleyhine idi. Osmanlılara âid olan İbrail, Kili, Silistre, Yergöği, Rusçuk, Akkerman ve Varna da elden çıkmak üzere idi. Bu sebeble üçüncü Mehmed Han, hocası Sâdeddîn Efendi’nin de tavsiyesiyle, bizzat Avusturya sefer-i hümâyûnuna çıktı. Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın ölümünden, 30 yıl geçtiği hâlde hiç bir pâdişâh ordusuna bizzat başkomutanlık etmemişti. 21 Haziran 1596’da kapıkulu ocaklarıyla beraber hareket eden Sultan, 11 Ekim 1596’da Eğri kalesini teslim aldı. Kale muhafazasına Anadolu beylerbeyi Lala Mehmed Paşa’yı bırakarak sür’atle, Macarların Kereşdeş dedikleri Haçova’ya geldi. Osmanlı ordusu Haçova’ya geldiği zaman, imparatorun kardeşi arşidük Maksimilyan’ın kuvvetleriyle karşılaştı. Arşidük’un kumandası altında gerek Alman, Macar ve gerekse diğer devlet ve milletlerden toplanmış büyük bir ordu vardı. Osmanlı ordusunda ise Kırım hânı Gâzi Giray’ın, biraderi Fetih Giray ile gönderdiği Tatar kuvvetleri bulunmaktaydı.
Netîce olarak Osmanlı ordusu yüz bin kişi civarında iken, düşman ordusu bâzı kaynaklara göre üç yüz bin kişiye yaklaşıyordu. Düşman kuvvetlerinin Osmanlı ordusuna ânî baskın yapmasından endişe edildiğinden, Cafer Paşa kumandasında on beş bin kişilik bir öncü kuvveti ileri gönderildi. Cesur bir asker olan Cafer Paşa, harekete geçmeden önce yaptırdığı keşifte, düşmanın sayı ve silâh bakımından çok üstün olduğunu öğrendiğinden, emrindeki kuvvetin böyle bir görev için yeterli olmadığını bildirdi. Sadrâzam İbrâhim Paşa’ya gönderdiği raporda; “Dînimiz uğrunda canım feda olsun. Fakat bir Cafer’in ölümüyle bu iş düzelmez. Saltanatın şerefini kaybederiz!..” diyordu. Ne yazık ki, İbrâhim Paşa’ya sözünü dinletemedi. Aslında düşman, Cafer Paşa’nın tahmininden de çoktu. Takviye olarak otuz top, 5-10 bin kişilik bir kuvvet daha verildi.
Cafer Paşa aldığı emri yerine getirmek için düşman üzerine korkusuzca baskın yaptı. Ancak elindeki cüz’i kuvveti, bu muazzam düşman kuvvetinin karşısında eriyordu. “Alnımızın yazısı bu imiş” diyerek kahramanca çarpışan Cafer Paşa, Rumeli beylerbeyi Veli Paşa, kuvvetleriyle geri çekildiği halde muhârebeden çekilmedi. Ancak kendisinin yanındaki tecrübeli hudud komutanları zorla savaş alanından uzaklaştırdılar. Bütün ağırlık ve toplar düşman eline geçti. Karşılaşılan bu hezimet dolayısıyla son derece üzülen sultan üçüncü Mehmed Han, derhâl harp meclisini topladı ve ne suretle hareket edeceğine dâir ordu görüşmesi yapıldı. Pâdişâh’ın kumandayı vezîriâzama bırakıp geri çekilmesinin uygun olacağı düşüncesine karşı Hoca Sâdeddîn Efendi;
“Bu büyük bir iştir. Hasan Paşa, İbrâhim Paşa ve gayrisi ile olur biter değildir, bizzat saâdetlu pâdişâhın, askere baş olup gitmesi lâzımdır” dedi.
Ertesi sabah (26 Ekim) iki taraf kuvvetleri harp vaziyeti alıp birbirine yanaştı. Osmanlı ordusunun merkezinde üçüncü Mehmed Han vardı. Başının üzerinde sancak-ı şerif dalgalanıyordu. Pâdişâh’ın sağında vezirler, solunda kâdıaskerler ile Hocası Sâdeddîn Efendi bulunmakta idi. Sağ kanada vezir Mehmed Paşa, sol kanada vezir Sokulluzâde Hasan Paşa komuta ediyordu. Kırım süvarilerinin başında Gâzi Giray Han’ın kardeşi Fetih Giray vardı. Ortada topçular, onların gerisinde yeniçeriler, kapıkulu süvari birlikleri ve Otağ-ı hümâyûn bulunuyordu. Ağırlıklar ve geri kısmın korunması müteferrika ağası Yûnus Bey’e verildi.
Muharebenin başlamasıyla birlikte düşman birlikleri uzun menzilli toplarıyla hücuma geçti. Arkasında tüfek ateşiyle Osmanlı ordusunun merkezine tazyik yapmaya başladı. Sol kanat komutanından yardım istendi, fakat etkili olamadı. Düşmanlar sarsılan Osmanlı ordusunun merkezine doğru derinlemesine girdiler. Demir zırhlara bürünmüş düşmanın piyade ve süvari birlikleri, Pâdişâh’ın bulunduğu merkez kısmı sardılar. Düşman ateşi tehlikesine düşen Pâdişâh, otağına çekilerek sırtına Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hırka-i şerifini giyip eline mızrağını aldı. Zaferi nasîb etmesi için gözyaşları içinde Allahü teâlâya yalvarmaya başladı. Sağ kolda yer alan kuvvetler dağıldı. Böylece düşman kuvveti ordunun içine daldı. Bunların bir kısmı Türk cephane ve hazîne sandıklarının üzerine kadar çıkarak yağmalamaya başladı. Vaziyet tehlikeli bir hâl almıştı. Yerinden kıpırdamadığı hâlde bu durumu bizzat gören sultan Mehmed Han, yanında bulunan hocası Sâdeddîn Efendi’ye; “Efendi, şimdiden sonra ne yapmamız gerek” diye sorunca, metanetini kaybetmeyen Hoca Efendi;
“Pâdişâhım, lâzım olan yerinizde sebat ve karâr etmektir. Cengin hâli budur. Ecdadınızın zamanında olan muhârebeler çoğunlukla böyle vâkî olmuştur. Mûcizât-ı Muhammedi ile inşaallahü teâlâ fırsat ve nusret, ehl-i İslâm’ındır. Hatırınızı hoş tutun” dedi.
Artık panik başlamış ve düşman kuvvetleri çadırlar arasına kadar girmiş, ordugâhı zaptetmişti. Düşmanın böyle çadırlar arasına girdiğini gören at oğlanı yâni seyis, aşçı, deveci, katırcı, karakollukcu denilen hademe grubu bu çadırları zapteden düşman üzerine kazma, kürek, balta ve odun gibi şeylerle hücuma geçerken, aynı zamanda; “Düşman kaçıyor” diye bağırarak askerleri geri döndürmeyi başardılar. Bu sırada ön kol kumandanı Çağalazâde de süvarileriyle hücuma geçti ve Osmanlı ordusunun sağ kolunu bozmuş olan yirmi bin düşmanı bataklıklara sürerek imha etti, Bu hengâmede üçüncü Mehmed Han’ı dimdik atının üzerinde, Hoca Efendi’yi de onun yanı başında atının gemlerini tutmuş gören akıncılar ve Kırım atlıları, zaferi kazandığını sanan düşmana dehşetli bir darbe indirdiler. Düşmanın elli bin kadarı öldürüldü. Böylece kaybolmuş sayılan Haçova savaşı Pâdişâh’ın teslimiyet ve duâsı, Hoca Sâdeddîn Efendinin sebatı, askerin şecâatı ile zaferle neticelendi. On bin duka altın ile beraber, Alman topraklarının yüzde doksan beşi ele geçti.
Haçova meydan muhârebesinde, Osmanlı ordusu Mohaç’dan sonra en büyük imha hareketini gerçekleştirdi. Tarihçi Hammer bu savaş için; “Hoca Sâdeddîn’in cesaret ve te’siriyle kazanılan ve Mohaç ve Çaldıran’la mukayese edilen parlak zafer” diye bahsetmektedir. Sultan üçüncü Mehmed Han bu seferin sonunda Eğri Fâtihi ünvânını almıştır.

ÇOLAK HASAN

Çolak Hasan, yeniçeri olmak istiyordu. Acemiler ocağına başvurdu. Fakat ağa ocağa kabul etmedi. Hasan’ın boynu büküldü. Sonra, çolak elini gizlemek için bedenine yaklaştırdı ve kendi kendine; “Artık hiç bir zaman savaşa katılamıyacağım, yeniçeri olamayacağım” dedi. Oradan ayrılarak evine gitti. Çolak eline baka baka ağlamaya başladı. Devrin büyük âlimlerinden Hoca Sa’deddîn Efendi, sarayın bahçesinde gezintiye çıkmıştı. Hasan’ın ağlama sesini duydu ve sesin geldiği tarafa doğru yürüdü. Hasan’a, niçin ağladığını sordu. Hasan çolak elini arkasına saklayarak, gözyaşlarını gizlemeye çalışıyordu. Hoca Sâdeddîn Efendi ona; “Derdini bana söyle de bir çâresini bulmaya çalışalım” dedi. Hasan; “Çâresini bulamazsınız” deyince, Hoca; “Sen yine söyle” dedi. Hasan yaşlı gözlerini Sa’deddîn Efendi’nin gözbebeklerine dikerek; “Pâdişâh efendimiz düşman üzerine sefer düzenlemiş. Fakat ben gidemiyeceğim. Hayâtım boyunca hiç asker olamıyacağım ve sefere katılamıyacağım. Bir süre önce beni acemiler ocağına almadılar. Eğer o zaman alsalardı, belki şimdi ben de sultânımızın ordusuna katılır, savaşa giderdim” dedi. Sa’deddîn Efendi bir süre düşündükten sonra; “Seni harbe götüreceğim” dedi. Hasan bir an hayretler içinde kaldı. Hoca Efendi onun şaşkınlığını fark edince; “Orduda sâdece muhâribler yoktur. Pek çok kişi de orduya hizmet eder. Ama savaşta önemli olan her türlü hizmeti yapmaktır. Hizmetin küçüğü büyüğü olmaz. Herkes elinden geleni yapar, sen de mutfak hizmetçisi olacaksın” dedi.
Bu sözlerden sonra Hasan, Sa’deddîn Efendi’nin yanından ayrılmadı. 1596 senesinin Haziran ayında, sultan üçüncü Mehmed ordusu ile sefere çıktı. Çolak Hasan da bu ordunun mutfak görevlileri arasında yer almıştı. Önce Budin’in yakınlarındaki Eğri kalesi feth edildi. Osmanlı ordusu, haçlılarla Haçova’da karşılaştı. Otağ-ı hümâyûn bataklığı gören bir tepeciğin üzerinde kuruldu. İlk günkü çarpışmalardan bir netîce alınamadı. Ertesi gün savaş yeniden şiddetlendi. Sultan, beyleri ve paşaları yanında olduğu hâlde savaşı tâkib ediyordu. Öğleden sonra bataklığın geçilmesi esnasında, öncü birlikleri olan Kırım atlıları bozulup geri çekilmeye başladılar. Ön saflardahi bu bozgun arkalara da bir çözülme olarak yansıdı. Fırsattan istifâde eden düşman, Sultan’ın otağına saldırdı’. Otağ-ı hümâyûn ortadan kaldırıldığı zaman Türk ordusu dağılır ve kesin şekilde mağlûb edilirdi.
Bu sırada ordunun geri hizmetini görmekle vazifeli olanlar, mutfak çadırının önünde toplandılar. Hasan ise, her zaman yaptığı gibi yine mutfak çadırından ayrılmış, savaş alanının yakınlarından çarpışmaları seyrediyordu. Ordunun bozulduğunu görünce, hemen koşarak, mutfak çadırının önünde toplanmış olan kalabalığın karşısında nefes nefese durdu. Onlara; “Ne duruyorsunuz? Kâfir, Sultan’ımızın otağına saldırıyor. Bir şeyler yapmazsak, Otağ-ı hümâyûnu düşman çizmeleri kirletecek. Ellerimiz bağlı bekleyemeyiz. Biz Türk değil miyiz? Bir ordunun mensubu değil miyiz? Analarımız bizi hangi günler için doğurdu?” diye bağırdıktan sonra, mutfak çadırına girerek direklerden birinde asılı olan baltayı kaptı. Elindeki baltayı hırsla sallayarak; “Ben gidiyorum, isteyen gelir” dedi. Bu hareket oradakileri coşturdu. Herkes ne bulduysa eline alarak, Hasan’ın peşine takıldı. Kiminin elinde bıçak, kiminin elinde satır, kiminde de kepçe vardı. Hattâ bâzıları ocaktan çektikleri ucu yanmış odunlarla hücuma katılmışlardı.
Hasan, Sultan otağına iki metre yaklaşmış olan düşmana baltasını öyle bir savurdu ki, kâfirin zırhı göğsünden parçalandı. Bir anda düşman neye uğradığını anlayamadı. Kafalarına yedikleri kepçeler ve odunlarla paniğe kapıldılar. Allah Allah sesleri ortalığı çınlatmaktaydı. Tepe-nin üzerinde hâdiseyi seyreden Hoca Sa’deddîn Efendi, yanında bulunan Cağaloğlu Sinân Paşa’ya; “Düşmanın bu şaşkınlığından istifâde edebiliriz. Ne duruyorsun?” diye bağırdı. Savaş bir anda tam tersine dönmüş, düşman askeri dağılmış, kaçmaya başlamıştı. Az önce zafer naraları atan ağzı salyalı kâfirler, her şeylerini bırakarak kaçıyordu. Fakat bu zaferin kazanılmasında büyük rol oynayan Çolak Hasan ağır yaralandı. Hasan, Sultan’ın çadırına getirildi. Bir ara gözlerini açtı. Çadır kapısından Pâdişâh’ın girmekte olduğunu görünce; “Çok şükür, çok şükür Pâdişâh otağına kâfir girmedi” diyerek son nefesini verdi. Çadırda duâlar, şehîdlerin acısı, zafer sevinci ve göz yaşı birbirine karışmıştı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih-i Peçevî; cild-2. sh. 182
 2) Târih-i Nâimâ; cild-1, sh. 159
 3) Târih-i Devlet-i Osmâniye (Hammer); cild-7, sh. 2197
 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 75
 5) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi, cild-1 sh. 172
 6) Osmanlı imparatorluğu Târihî; cild-8, sh. 124
 7) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 46
 8) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-3, sh. 1628
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 14
10) Haçova Zaferi (Hayat Târih Mecmuası sene-1974); sayı-3, sh. 14

HACI PAŞA


Yıldırım Bâyezîd Han devrinde yetişen fıkıh ve tıb âlimi. İsmi, Hıdır bin Ali bin Hattâb olup, Hacı Paşa diye meşhurdur. Lakabı Celâlüddîn’dir. Aslen Aydınlı olan Hacı Paşa, Konya’da doğdu. Anadolu’da ilim öğrendikten sonra, Mısır’a gitti ve büyük âlim Ekmelüddîn Bâbertî’den yüksek din bilgilerini öğrenerek Hanefî mezhebi fıkıh âlimi oldu. Mübarek Şâh Mantıkî’den de aklî ilimleri tahsîl etti. Aklî ve naklî ilimlerde tahsilini tamamlayıp, faydalı eserler yazdı.
Bir ara ağır hastalığa yakalanması, tıb tahsîline yönelmesine yol açtı ve kısa zamanda, devrinin en meşhur doktoru oldu. Kâhire’nin büyük hastahânesine baş tabib tâyin edildi. İlâçlar ve hastalıklar üzerine ihtisasını ilerlettikten sonra memleketine döndü. Aydınoğulları beylerinden Îsâ Bey’in teveccühüne mazhâr oldu. Îsâ Bey için Şifâ-ül-eskâm ve devâ-ül-âlâm adlı eserini, Türkçe olarak da Teshil adlı muhtasar bir tıb kitabı yazdı. Tîmûr Han’ın tabibleriyle görüştü. Yapılan ilmî münazarada, ilminin üstünlüğünü, tebâbetteki ehliyeti ve dirayetini kabul ve tasdik, ettiler. Seyyid Şerîf Cürcânî hazretleriyle görüşüp sohbette bulundu ve iltifatlarına mazhâr oldu. Yerleştiği Birgi kazasında 1413 veya 1417 senesinde vefât etti. Hıdırlık kabristanı yakınlarına defnedildi.
Hacı Paşa’nın 1380 senesinde tamamladığı Şifâ-ül-eskâm ve devâ-ül-âlâm adlı eserinin genel plânı, İbn-i Sînâ’nın Kânun’una benzemektedir. Dört bölümden meydana gelen eserin birinci bölümünde genel bilgiler, ikinci bölümünde yiyecek ve içecekler, üçüncü bölümde hastalıkların sebebleri, dördüncü bölümde genel hastalıklar yer almaktadır. Hacı Paşa kitâbın girişinde, eseri yazarken karşılaştığı güçlükleri, hocalarından yaptığı tahsili, hastahâne tecrübelerini ve okuduğu tıb kitablarını bildirmektedir. Ayrıca bir çok gözlemlere de yer vermiştir. Hacı Paşa daha sonra bu eserini kısaltıp, Türkçe olarak Teshîl-üt-Tıb isimli kitabı yazmıştır. Bunlar arasındaki fark, Arabça’sının ilmî olması, Türkçe’sinin ise halka hitâb edip, pratik olmasıdır. Hacı Paşa’nın Müntehâb-üş-şifâ adında diğer bir eseri daha vardır. Bu da Şifâ’nın başka bir kısaltmasıdır ve Aydınoğlu Îsâ Bey’e İthaf edilmiştir.
Hacı Paşa, ömrü boyunca, Allahü teâlânın dînini öğrenmek, insanlara doğru yolu öğretmek için uğraştı. Öğrendiği tıb bilgilerini, Allahü teâlânın kullarını tedavide kullandı, insanların hem rûh, hem de bedence sağlam; dünyâ ve âhirette huzurlu olmaları için çalıştı. Bir çok talebe yetiştirdi. Bahsedilen eserlerden başka, Kutbüddîn Râzî’nin Şerh-i Metâli-ül-envâradlı eserine bir haşiyesi, İmâm-ı Beydâvî hazretlerinin Tavâlî adlı eserine de bir şerhi vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 209
 2) Şakâyık-ı Nu’mâniye Tercümesi; sh. 74
 3) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 1906
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12. sh. 45
 5) Keşf-üz-zünûn; sh. 1048, 1116, 1716
 6) Osmanlı Türklerinde İlim; sh. 21

HACI BEKTAŞ-I VELİ


Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyid Muhammed bin İbrâhim Atâ olup, lakabı Hacı Bektâş’dır. 1281 (H. 680) târihinde Horasan’ın Nişâbûr şehrinde doğdu. Seyyid olup, nesebi (soyu) hazret-i Ali’ye dayanmaktadır. 1338 (H. 738) târihinde Kırşehir’e yakın bir yerde vefât etti. Vefâtı hakkında başka rivayetler de vardır. Türbesinin bulunduğu kasabaya sonradan Hacı Bektaş ismi verilmiştir.
Bektâş-ı Velî küçük yaşta ilim öğrenmesi için, ailesi tarafından Ahmed Yesevî’nin halîfesi Şeyh Lokman-ı Perende’ye teslîm edildi. Çocukken bir çok kerâmetleri görüldü. Lokman-ı Perende hacca gidip Arafat’ta kıbleye döndüğü sırada, bir anda karşısında Bektâş-ı Velîyi gördü. Nişâbûr’a dönünce bu kerâmetini herkese anlattı ve Hacı lakabını verdi. Hacı Bektâş-ı Velî kendisinden kerâmet görenlerin şaşırdıklarını görünce; “Ben Resûlullah’ın sallallahü aleyhi vesellem soyundanım. Bana bunları çok görmeyiniz. Bunlar bana Allahü teâlânın bir ihsânıdır” demiştir. Sık sık Hızır aleyhisselâm ile buluşurdu. Hacı Bektâş-ı Velî, tahsîlini tamamladıktan sonra, Anadolu’ya geldi. Haka doğru yolu göstermeye başlayıp, kıymetli talebeler yetiştirdi. Kısa zamanda herkes tarafından tanındı ve büyük iltifat ve rağbet gördü. Bu sırada Anadolu’da dînî, iktisadî, askerî ve sosyal bir teşkîlât olan kendisine bağlı ahîlik teşkilâtı ile büyük hizmetler yaptı (Bkz. Ahîlik). Bundan dolayı Osmanlı sultanları, tarafından sayılıp sevildi. Osmanlı Devleti’nin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük himmetleri oldu.
Hacı Bektâş-ı Velî, Sultan Orhan ile sohbet etti. Yeniçeri askeri kurulurken duâda bulundu. Onlara İslâmiyet’ten ayrılmamalarım nasîhat etti. Böylece Hacı Bektâş-ı Velî’yi kendilerine mânevi pîr olarak kabul eden bu ordu, mânevi hayâtını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektâş-ı Velî asırlarca yeniçeriliğin pîri, üstadı ve manevî hâmisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, yeniçerilerin sulh zamanlarındaki tâlimleri ve harblerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok iyi netîceler verdi. Yeniçeriler, dervişler gibi cihâd azmiyle dolu olarak büyük kahramanlıklar gösterdiler. Yeniçerilerin;
Allah Allah, İllallah!
Baş uryân, sine püryân, kılıç aI kan
Bu meyanda nice başlar kesilir
Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyân
Kulluğumuz pâdişâha âyân
Üçler, yediler, kırklar!
Gülbang-i Muhammedi,
Nûr-i Nebî Kerem-i Ali Pirimiz,
sultânımız Hacı Bektâş-ı velî!”
diyerek savaşa başlamaları bunun mânidâr bir ifadesidir
Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinden feyz alanlara Bektaşî denildi. Hacı Bektâş-ı Velî; “İşin esâsı, elini, dilini, belini haramdan korumaktır” buyurmuştur. Bektâşîler zamanla azaldı. Daha sonra yapılan bir takım değişiklikler sebebiyle hakîkî Bektaşîlik unutuldu. Herkes tarafından sevilen, hürmet ve îtibâr edilen bu isim, hurüfî denilen sapıklar tarafından siper olarak kullanıldı. Bunlar Bektaşî adı altında toplanıp haramlara helâl, nefsin arzu ettiği kötü isteklere serbesttir demekle, bozuk ruhlu insanlar arasında yayıldılar. Halk arasında anlatılan Bektaşî fıkraları bu sahte ve yalancı Bektâşîlere âiddir (Bkz. Hurufîlik).
Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makalât adında Arabça bir eseri vardır. Sonradan nefes adıyla yazılan ve ona nisbet edilen şiirler, onun değildir.

HİÇ KORKMUYOR MUSUN?

Hacı Bektâş-ı Velî (rahmetullahi aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlânın dostlarını ve kerâmetlerini tasdik etmek îmândır. Zîrâ onlar, kendi nefslerinin arzularını, dünyâyı sevmeyi bıraktılar. Allahü teâlâya yaklaştıkça, Rablerine olan korku ve saygıları gittikçe çoğaldı. Allahü teâlâ, o velîlerin hatâlarını yüzlerine vurmadı. Sen ise, her gün türlü türlü günahlar işliyorsun da hesaba ve sorguya çekilmiyeceğini, kıyametin kopmayacağını veya mezârdakilerin tekrar dirilmeyeceğini veya saidlerin şakilerden ayrılmayacağını mı sanıyorsun? Haramdan kaçınmıyor, bulduğunu yiyip giyiyorsun. Yaradanın nimetlerini yiyor ama emirlerine uyup, yasaklarından kaçınmıyorsun? Hiç Allahü teâlânın cezalandırmasından korkmuyor musun ki, kötü olan işleri yapmaya devam ediyorsun?”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Mecdi Efendi); sh. 44
 2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 452, 456, 1008
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 8
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 129
 5) Makâlât (Süleymâniye Kütüphânesi, Denizli kısmı, No: 313/4)
 6) Mir’ât-ül-mekâsıd; sh. 42
 7) Tiryâk-ul-Muhibbîn; sh. 47
 8) Künh-ül-ahbâr; cild-5, sh. 53
 9) Eddevlet-il-Osmâniyye min fütûhâhât-il-İslâmiyye; cild-2, sh. 117
10) Kâşif-ül-esrâr; sh. 3

GİRİT VE SEFERLERİ


Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’la hemen hemen aynı büyüklük ve nüfûsa sahip, Anadolu’ya, Muğla deveboynu burnundan uzaklığı yüz seksen, Mora yarımadasına ise doksan beş kilometre mesafede bir ada.
826 senesinde halîfe Me’mûn tarafından fethedilerek İslâm topraklarına katılan Ada, yaklaşık 135 yıllık bir idareden sonra tekrar Bizans kuvvetlerinin eline geçti. Dördüncü haçlı seferi sırasında Bizans Latinler tarafından istilâ edilince, 1204’de Venedikliler adayı ele geçirdiler. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Aydınoğlu Umur Bey donanma ile Girid’e çeşitli akınlar düzenledi.
İstanbul’un fethinden sonra ada Venedikliler tarafından iyi tahkim edildi. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında Venediklilerle yapılan savaşlarda (1463-1479) Girid’e akınlar yapıldı. Kânûnî Sultan Süleymân Han devrinde ise Barbaros Hayreddîn Paşa yönetimindeki Osmanlı donanması Girid’i bir hayli hırpaladı. 1540’da Osmanlı Devleti ile Venedikliler arasında yapılan andlaşma adaya yapılan akınları bir süre durdurdu. İkinci Selim Hân zamanında Kıbrıs’ın fethi sebebiyle Venedikle Osmanlı Devleti tekrar savaş durumuna gelince saldırılar yeniden başladı. 1567 senesinde bir gece baskınında Suda kalesi tahrîb edilirken, öbür tarafta Hanya kalesi Türk denizcilerinden güçlükle kurtulabildi. Cezâyir’den gelen bir donanma ise Resmo bölgesini top ateşine tuttu.
1638 senesinde dördüncü Murâd Han’ın Bağdâd seferi sırasında Doğu Akdeniz’in emniyetini te’min etmekte Cezâyir ve Tunus donanmaları vazifelendirilmişti. Bu arada Tunus donanması kapdanlarından Bicenoğlu Ali Bey 16 parçalık filosuyla Girid’i vurduktan sonra, Avlonya limanına gemileri yağlamak maksadıyla demir atmış ve levendlerini de dağıtmıştı. Venedikliler bunu öğrenince, Marino Capello komutasında 29 parçalık bir donanma sevkederek şehri topa tuttular ve Bicenoğlu’nun mürettebatsız bulunan gemilerini alıp götürdüler.
Venediklilerin, gemileri zaptetmeleri ve şehri topa tutarak bir minareyi yıkmaları üzerine dördüncü Murâd Han derhâl Venedik’e harb açmak için güçlü bir donanma hazırlanmasını emretti. Güçlü ve enerjik Sultan’dan çekinen Venedikliler telâşa kapıldılar. Derhâl İstanbul’a bir elçiyle yüklü bir tazminat göndererek seferi önlemek istediler. Ancak sultan Murâd Han’ın vefâtı sebebiyle bu parayı vermediler. Bunun üzerine vezîriâzam Kara Mustafa Paşa, donanmanın hazırlığa devamını emretti. Cezâyir, Tunus ve Trablus donanmalarının da ilk bahardaki sefere hazırlanmaları bildirildi. Fakat Venedikliler hemen elçileri vasıtasıyla elli bin flori altın göndererek muhârebeyi önlediler.
Sultan İbrâhim tahta geçtikten sonra, 1644 senesinde kızlarağası Sümbül Ağa’yı azlederek Mısır’a sürgün etmişti. Sünbül Ağa deniz yoluyla Mısır’a sevkedileceği sırada, donanma gemileri İstanbul’da bulunmadığından, bütün ağırlığıyla beraber Karadeniz limanlarında yeni yapılıp gelen İbrâhim Reis’in gemisine bindirildi. Bu arada Mekke kâdılığına tâyin edilen Bursalı Mehmed Efendi ve hac yolculuğuna çıkanlar da gemideydi.
Bir çok mal ve insan taşıyan bir geminin askersiz ve silâhsız olarak yola çıktığını duyan Malta korsanları, Girid’in kuzeydoğusundaki Kerpe adasının bir yerine gizlenerek yolu gözetlemeye başlamışlardı. İbrâhim Reis Rodos’a varınca, Malta korsanlarının beklediğinden haberdâr olmuş, fakat Sünbül Ağa ve hacıların acele etmeleri sebebiyle beklemeden tekrar yola çıkmak mecburiyetinde kalmıştı. Gemi, Kerpe açıklarında seyrederken, Malta korsanları ortaya çıkıp saldırdılar. Topu ve askeri olmamasına rağmen İbrâhim Reis cenge başlamış, gemide bulunan 600 civarındaki yolcudan Sünbül Ağa dâhil 550’si katledilip, Mekke kâdısıyla beraber 50 kadarı da esir alınarak malları yağmalanmış ve gemi korsanlar tarafından zaptedilmişti.
Gemiyi yedeklerine alarak Girid’e giden korsanlar, elde ettikleri ganimetin bir kısmını Girid vâlisine verip kalanını adada sattılar.
Bu fâciâ üzerine derhâl donanma hazırlanması emrolundu ve silâhdârlıktan ikinci vezir olan Yûsuf Paşa, Girid üzerine serdâr tâyin edildi.
Esasen Trablus, Tunus ve Cezâyir deniz yolları üzerinde bulunan Girid adasının, bu ehemmiyetli mevkii sebebiyle Osmanlı Devleti tarafından er-geç zaptedilmesi gerekiyordu. Hattâ denilebilir ki, bu hususta geç bile kalınmıştı. Eğer Girid, Osmanlı Devleti’nin olsaydı, Malta şövalyeleri buralara kadar gelip korsanlık yapamazlardı. Ayrıca adanın Venediklilerin elinde bulunması, Akdeniz’deki Türk hâkimiyetini tehdîd ediyordu. Diğer taraftan bu denizde hâkimiyetin muhafazası için, donanmaya bir üs vazifesi görecek olan Girid, artık Venedik’in elinde bırakılamazdı.
Osmanlı Devleti’nin Girid üzerindeki emellerini anlayan Venedikliler, adada ellerinden geldiği kadar savunma tedbirleri almaktan geri kalmadılar. Düşmanın daha fazla yığınak yapmasını istemeyen Osmanlı sultânı İbrâhim Han, düşmanın hazırlıklarını farkedeceğini anlayarak, ince bir propagandayla seferin Malta üzerine olacağını bütün Avrupa’ya yaydı. Durum İstanbul’daki Venedik balyozuna da (elçisi) resmen bildirildi. Venedik balyozu kendi hükümetine raporunda dikkatli olunmasını yazdıysa da, sultan İbrâhim’in dâhiyane propagandasına kanan Venedik, Girid’e sâdece 23 kadırga ile asker ve mühimmat gönderdi.
30 Nisan 1645’de donanma-yı hümâyun İstanbul’dan hareket etti. Sultan İbrâhim, serdâr Yûsuf Paşa ve diğer ileri gelenlere hil’atler giydirdi. Donanma, Gelibolu’da bir kaç gün kalarak bâzı ikmâl maddeleriyle Rumeli askerlerinin bir kısmını aldı. Bir kısım Anadolu askerini de Çardak iskelesinden aldıktan sonra, Çanakkale boğazından geçerek, Ege denizine açıldı ve 21 Mayıs’da Sakız’a, 28 Mayıs’da Termis’e geldi. 8 Haziran’da Navarin’e geçti. Trablusgarb beylerbeyi Abdurrahmân Paşa, 8 kadırgasıyla gelerek burada donanmaya katıldı. Seferin Malta’ya olduğu duyurulduğu için Girid geçilmişti. Bunu, donanmada bir kaç paşadan başka kimse bilmiyordu. Aynı gün Bekir Paşa 17 kadırgayla Navarin’den Tunus’a açıldı. Son hazırlıklar yapılıp 21 Haziran’da Navarin’den ayrıldıktan sonra Yûsuf Paşa, kapdanları, baştardesine davet etti. Pâdişâh’ın al kadife kese içinde bulunan hatt-ı hümâyûnunu çıkardı. Üç defa öpüp başına koyduktan sonra mührünü açıp okudu. Herkes, seferin Girid üzerine olduğunu öğrendi.
Trablus, Tunus ve Cezâyir gemileriyle beraber irili ufaklı 300 parçayı bulan donanma, güneydoğuya dümen kırarak Girid’in Hanya burnuna doğru yol almaya başladı. 3 gün içinde Girid’e ulaşan donanma ilk çıkarmayı 24 Haziran 1645 gecesi Hanya’nın üç-dört mil kuzeyindeki Ayatodori adasına ve Hanya yakınlarına yaptı. Ayatodori’deki Turiulu kalesi ele geçirildi. 25 Haziran’da ise buradaki limanı koruyan kale alındı ve Hanya kuşatıldı. Bu arada Cezâyir filosu 20 gemiyle adaya yardımcı kuvvet getirdi. Bu kuvvetler Suda limanının muhafazasına me’mur oldular.
Hanya kalesi pek müstahkemdi. Osmanlı devleti Ege adalarını ele geçirmeye başladığından beri Girid kalelerinin tahkîmâtı zaman zaman elden geçirilip arttırılmıştı. Muhasaranın kırk beşinci ve elli ikinci günleri umûmî hücum yapıldıysa da kale düşürülemedi. Kale kumandanı üçüncü bir umûmî hücuma mâni olamayacağını anlayarak 18 Ağustos 1645 târihinde imzalanan andlaşma ile kaleyi teslim etti. Kale müdafileri kadırgalarına binerek malları ve aileleriyle beraber Kandiye’ye götürüldüler. Hanya muhafazasına Küçük Hasan Paşa tâyin edildi.
Osmanlı donanmasının Girid’e geldiğini duyan Venedikliler, Papalık, Malta ve İspanya’nın da yardımlarıyla büyük bir donanma hazırlayarak Suda limanına geldilerse de, Hanya kalesinin düştüğünü öğrenince karaya asker çıkarmadılar.
Serdâr Yûsuf Paşa, Hanya’ya yeteri mikdarda muhafız kuvvet, cephane ve mühimmat ile yiyecek koyduktan sonra, Kasım ayı sonlarında İstanbul’a döndü. Venedik donanması ise Osmanlı sahillerine taarruz edip şimdiki Patras kasabası iskelesine başarısız saldırılarda bulundu.
Sultan İbrâhim, Hanya muhafızlığını ikinci vezirliğe yükselttiği Deli Hüseyin Paşa’ya verdi. Küçük Hasan Paşa da Rumeli beylerbeyliğine döndü. Devrin büyük askeri olan ve cesaretinden dolayı Deli lakabını alan Bursa Yenişehir’li Hüseyin Paşa, 2 Şubat 1646’da Hanya’ya ayak bastı ve Girid’i tamamen ele geçirmek için savaşa başladı. Hanya’nın çevresini ve Kisamo kalesini fethetti. Venediklilere büyük kayıplar verdirdi.
7 Nisan’da Venedikliler, İstanbul’dan Girid’e yardım gitmesini engellemek için Çanakkale boğazının ağzına kadar ilerleyip, Bozcaada’ya asker çıkardılarsa da bir kaç gün sonra Rumeli beylerbeyi Küçük Hasan Paşa tarafından büyük zâyiât verdirilerek adadan atıldılar.
Bu arada Girid serdârı tâyin edilip, İstanbul’dan yola çıkan Sultanzâde Mehmed Paşa, 12 Temmuz’da adaya gelip, Suda kalesinin muhasarasına başladı. Ancak kısa bir süre sonra vefât edince, yerine Hanya muhafızı Deli Hüseyin Paşa serdâr oldu.
Hüseyin Paşa serdâr olunca, denizden takviye alması önlenmedikçe alınamayacağı anlaşılmış olan Suda kalesini muhasaradan vazgeçerek, 7 Ekim 1646’da Resmo kalesini muhasaraya başladı. Kandiye ve Hanya arasındaki bu kale Girid’in üçüncü büyük müstahkem mevkii idi. 11 Ekim’de Resmo’nun az doğusundaki Milopotamo (Sivrihisar), 20 Ekim’de de Resmo ele geçirildi. Daha sonra Kandiye taraflarına doğru ilerleyerek bâzı kaleleri alıp Kandiye’yi kuşattı.
1656 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyâsî durumu sebebiyle Girid’de büyük çaplı bir harekete girişilememiş, Deli Hüseyin Paşa’nın komutasındaki ilk çıkarılan kuvvetlerle bu başarılar sağlanabilmişti. Köprülü Mehmed Paşa sadrâzam olunca, fetih faaliyetleri arttırıldı. Venediklilerin elinde ege adaları alınarak deniz güçleri kırıldı.
Dördüncü Mehmed Han, Anadolu ve Rumeli’de iç ve dış güvenliği sağladı ve yıllardır askıda kalan Girid mes’elesini halletmeye karar verdi. Bizzat sadrâzam Köprülü Fâzıl Ahmed Paşa’yı serdâr olarak adaya gönderdi (1666).
Fâzıl Ahmed Paşa, Hanya’da karaya çıktıktan sonra, Kandiye karşısındaki Osmanlı karargâhına gelerek durumu gözden geçirdi. Bir ay sonra donanma ile yeni takviyeler geldiğinden, Türk kuvvetlerinin mikdârı 70.000’i buldu. Her türlü hazırlıklar yapıldıktan sonra harb meclisi toplanıp gerekli strateji tesbit edildi.
Askerin mevziye girmesini müteâkib 21 Mayıs 1667’de muhasara ve muhârebeler başladı. Bu arada düşman, Malta ve Papalık donanmaları tarafından yardımcı kuvvetlerle takviye almış, Osmanlı ordusuna da Sivas ve Budin vâlileri iltihak etmişlerdi. Muhârebe esâs îtibâriyle müstahkem bir kalenin kuşatılmasından ibaret olduğundan, mücâdelenin esâsını top ve tüfek çatışmaları ile lağım açıp patlatma faaliyetleri teşkil ediyordu.
Venedikliler bir yandan bütün güçleriyle müdâfaaya çalışırken bir taraftan da müzâkere imkânlarını arayarak mümkün olduğu kadar az zararla kurtulmak istiyorlardı. Fazıl Ahmed Paşa ise hem muhasaranın şiddetle devam ettirilmesi için gerekli tedbirleri alıyor, hem de kışın gelmesi sebebiyle muhârebenin durakladığı aylarda Venediklilerle görüşerek kalenin sulh ile te’mini için çalışıyordu.
Kış mevsimi geçtikten sonra 30 Haziran 1668’de Kandiye muhasarası Türk kuvvetlerinin taarruzuyla yeniden şiddetlendi. Fâzıl Ahmed Paşa, baharda dört defa yardım alarak eksiklerini tamamladı. Venediklilerin yeni anlaşma istekleri ise kabul edilmeyip, Kandiye surları iyice tahrib edildi. 15 Temmuz’da düşman cephaneliğine isabet eden bir Türk güllesi, düşmanın 2000 kantar barut, bir çok malzeme ve askerinin telefine sebeb oldu.
Kandiye muhasarasının uzamasına dayanamıyan dördüncü Mehmed, bizzat sefer için Edirne’den Girid’e doğru yola çıktı. Dimetoka, Gümülcine, Kavala, Seren, Selanik, Yenişehir yoluyla Glos limanına kadar geldi. Ancak kışın gelmesi ve muhasaranın şiddetini kaybetmesi sebebiyle Edirne’ye dönmek mecburiyetinde kaldı.
Bu arada Venedik’ten İstanbul’a fevkalâde bir elçi geldi. Arzusu üzerine Koca Mustafa Paşa’nın huzuruna çıkarıldı. Kandiye kendilerinde kalmak şartıyla her türlü sulhe razı olduklarını bildirdi. Mustafa Paşa ise, kendisini Kandiye kalesinin anahtarını getirdiğini zannederek kabul ettiğini, aksi hâlde görüşmenin lüzumsuz olduğunu söyledi. Venedik elçisi ise, buna Venedik senatosunun çoktan razı olduğunu fakat Kandiye’nin tesiimi hâlinde, papa başta olmak üzere bütün Avrupa devletlerinin gönderdikleri muazzam yardımın hesabını soracaklarından korktuklarını beyân etti. Bunun üzerine orada bulunan şeyhülislâm Minkârîzâde Yahyâ Efendi; “Demek ki siz İspanyol ve Fransızlara îtimâd ettiniz. Devlet-i âliyye-i Osmaniye ise sâdece Allah’a îtimâd eder ve tiz zamanda lütf-i ilâhî ile Kandıye’yi alır” dedi. Sonuç alamayan elçi İstanbul’u terketti.
1669 Ağustos’unda Kandiye kale kuvvetleri komutanıyla Fransız yardımcı kuvvetleri komutanı arasında anlaşmazlık çıkınca, müttefik donanması Girid’i terketti. Bu fırsatı kaçırmayan Fâzıl Ahmed Paşa, muhasarayı iyice şiddetlendirip düşmanın kaleyi vire ile teslim etmesini sağladı. 6 Eylül 1669’da bir andlaşma yapılarak Girid savaşma son verildi ve yaklaşık yirmi beş senedir Osmanlı Devleti’ni uğraştıran mes’ele son buldu. Bu arada Osmanlı adaletini gören bir kısım halk müslüman olmuş, Anadolu’dan getirilen müslümanlarla beraber çoğunluğu teşkil etmişlerdi. Girid idâri olarak, Kandiye eyâlet merkezi olmak üzere; Kandiye, Hanya ve Resmo sancaklarına ayrıldı. İlk isyânların çıktığı 1821 yılına kadar Girid halkı Osmanlı adaleti altında 152 sene sulh ve sükûn içinde yaşadı. 6 Eylül andlaşması gereğince Venediklilere bırakılan Granbosa kalesi 1692’de, Spınalonya ve Suda kaleleri ise 1715’de fethedilerek Girid’in Venedik’le ilgisi büsbütün kesildi. Çar birinci Petro ile başlayan ve gittikçe artan Rus tahrikleri, Fransız ihtilâli ile uyandırılan milliyetçilik duyguları, Girid’de bâzı kıpırdanışlara yol açtı. Hıristiyan tebea arasında Osmanlı Devleti’nden ayrılma istekleri baş gösterdi. Rumların kurdukları Etniki Eterya cemiyetinin propagandası, adanın rum halkını açıktan açığa harekete geçirdi. Tepedelenli Ali Paşa isyânının bastırılması sırasında Mora’da ve adalarda çıkan isyân, Girid’e de sıçradı. Başta hırsızlık ve serkeşlikleriyle tanınan Isfakyalılar olmak üzere Hanya sancağına bağlı Apokorono ve Hanya nahiyesinin dağ köyleri reâyası 1821 Temmuz ayı başlarında ayaklandılar. Meskûn kasabalarla köylerde bulunan Türklere hücum ettiler. Rumların Türkler üzerine saldırılarını ve işledikleri zulümleri öğrenen sultan İkinci Mahmûd Han-ı Adlî, bu isyânı bastırmakla Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’yı görevlendirdi. İsyanı bastırınca kendisine Girid vâliliği de verildi.
1830 yılında sona eren Osmanlı-Rus harbi sonunda bir Yunan krallığı kurulunca, adanın Yunanistan’a verilmediğini gören Girid rumları yeniden ayaklandılar. Mehmed Ali Paşa 1831 yılında bu ayaklanmayı bastırdı ise de Yunanlılar tarafından durmadan körüklenen fesat ve kışkırtmalar bir türlü dinmedi. 1840 Londra andlaşması ile Girid’in idaresi Mısır’dan alınıp tekrar Osmanlı Devletine verildi. Eski vâli Mustafa Vâilî Paşa, bundan sonra da görevine devam etti. 1841’de Yunan mültecilerinin tahrikleri ile çıkarılan bir ayaklanmayı da kolayca bastırdı.
Bu arada îlân edilmiş olan Tanzîmât fermanı hükümlerinin Girid’de de uygulanması, ahâlîyi yeterince memnun etmedi. 1864’de yedi ada Yunanistan’a verilince, tekrar rumlarla meskûn yerlerin birleştirilmesi ile büyük bir Yunanistan kurma arzusu belirdi. Adayı Osmanlı Devleti’nden çekip koparmak için ahâlisini ayaklandırma çalışmalarına hız verdikleri gibi, Yunan gemileriyle de adaya devamlı gönüllü rumları taşıdılar. Çok geçmeden 1866’da geniş bir ayaklanma başladı. Âsîler, Bâb-ı âli’ce kabulü imkânsız isteklerde bulundular. İstekleri reddedilince, adanın Yunanistan krallığına katıldığını îlân ettiler. İngiltere, Fransa ve Rusya ise, Osmanlı Devleti’ne ültimatom vererek adanın Yunanistan’a iltihâkının kabul edilmesini, hiç değilse muhtariyet verilmesini istediler. Bâb-ı âlî ise buna yanaşmayarak müzâkere ile çözüm bulmak üzere adanın her nahiyesi halkından ikişer temsilcinin İstanbul’a gönderilmesini istedi. Bu teklif de reddolununca, Ömer Paşa Girid’e gönderildi. Ömer Paşa gerekli tedbirleri almaya başlayınca yine âsîleri her bakımdan destekleyen Yunanistan’ın tertibiyle hıristiyan köylü ve Yunanistan’dan gelme gönüllüler güya adadan ayrılma bahanesi ile sahillere yığıldılar. Bu hâli, müdâhaleye fırsat kabul eden büyük devletlerin Girid konsolosları, sözde Osmanlı askerinin zulmünden kaçan bu zavallıları insanlık adına korumak zorunda olduklarını ileri sürerek, kendi gemileri ile Yunanistan’a taşımaya başladılar. Öte yandan Yunanistan adaya gönüllü yığmaya devam ediyordu. Büyük devletler olaya müdâhale etmek istedilerse de, Bâb-ı âlî içişlerine kimseyi karıştırmamak hususundaki karârında direndi. Bu arada Abdülazîz Han mes’eleyi çözümlemesi için sadrâzâm Âlî Paşa’yı olağanüstü yetkilerle adaya gönderdi.
Alî Paşa, Girid’de, bâzı çalışmalarından sonra bir ferman yayınladı. Buna göre Girid adası çeşitli sancaklara ve kazalara ayrılmış, kazalar da nahiyelere taksim olunmuştu. Bu sancaklara tâyin edilecek mutasarrıfların yarısı müslüman, yarısı hıristiyan olacaktı. Kazalar kaymakamları da ahâlinin çoğunluğunun mensub olduğu din ve mezhebe göre müslüman veya hıristiyan olacaktı. Müslüman mutasarrıflara hıristiyan, hıristiyanlara da bir müslüman muavin verilecekti. Vilâyet, sancak ve kazalarda birer idare meclisi kurulacak ve bu meclislerde halk tarafından seçilmiş üyelerin yarısı hıristiyan olacaktı. Vilâyet merkezinde, sancak ve kazalarda dâvaların görülmesi için kurulan ve Fransız medenî kânununa göre hüküm veren Deâvî Meclisi’nin üyelerinin yarısı; ahâlinin hepsi hıristiyan olan yerlerde tamâmı hıristiyan olacaktı. Sancaklarda hıristiyanlar için ayrı bir hıristiyan meclisi kurulacaktı. Alî Paşa, adadaki hıristiyan tebeaya adetâ muhtariyet derecesinde selâhiyetler tanıyan ve ilerde Osmanlı Devleti’nden kopmasına sebeb olacak hıyanet derecesine varan bu imtiyazları ıslâhat adı altında yürürlüğe koydu (Kasım 1868).
Ancak bu yeni yönetim şekli de probleme sürekli bir çözüm getirmedi. Rum ahâlinin arasında radikal parti kuruldu. 1877’de Osmanlı-Rus savaşını (93 harbi) fırsat bilerek yeniden ayaklandılar. Berlin kongresinde Girid’in Yunanistan’a katılma isteği reddedildi ise de, 1868’de Âlî Paşa’nın yürürlüğe koyduğu imtiyazların bâzı değişikliklerle uygulanması, Osmanlı Devleti tarafından taahhüd edildi. Bu amaçla Girid’e gönderilen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa ile âsîler arasında batılı konsolosların denetimi altında yapılan Halepa sözleşmesi imzalandı (23 Ekim 1878). Bu sözleşmeye göre Girid vâlisi her beş yılda bir büyük devletlerin muvafakati ile Bâb-ı âlî tarafından tâyin edilen bir hıristiyan olacaktı. 80 üyeli bir meclis kurulacak, bu meclisin 49 üyesi hıristiyan, 31 üyesi müslüman olacak, mahallî jandarma kuvvetlerine hıristiyanlar da alınacaktı.
Muhtariyete yakın bir yönetim sistemi sağlayan Halepa sözleşmesi de ada rumlarının emellerini söndürmedi. Fırsat buldukça ayaklandılar. Bunun üzerine 1889’da Girid’e gönderilen Şâkir Paşa idareyi ele alıp imtiyazlarda bâzı kısıtlamalar yapıldı. Fakat bir süre sonra iç tazyik ve dış baskılar sonunda hâriciye nâzırı Tevfik Paşa İstanbul’da altı büyük devletin temsilcileriyle beraber hazırladığı Halepa sözleşmesi esaslarına dayanan yeni bir nizâmnâmeyi hazırlayıp yürürlüğe koydu (5 Ağustos 1896).
Bununla da tatmin olmayan Yunanistan, prens George’un kumandası altında bir filoyu Girid’e yolladı ve 16 Şubat 1897’de karaya çıkarılan askerin komutanı Vassof, 16 Şubat 1897’de Yunan kralı adına adayı zaptettiğini îlân etti. Bunu protesto eden Bâb-ı âlî’nin kararlı tutumu üzerine altı devlet işbirliği hâlinde Atina hükümetini 6 gün içinde savaş gemileriyle askerlerini adadan çekmeye davet ettiler. Yunanistan sâdece gemilerini çekmekle yetinip askerini adada bıraktı. Bu durumu savaş sebebi kabul eden Osmanlı Devleti, Yunanistan’a harb ilân etti (18 Nisan 1897).
Harbin kısa bir zamanda Osmanlı Devleti’nin tam bir zaferi ile bitmesi, Girid’de Osmanlı hâkimiyeti bakımından beklenenin tam tersi bir sonuç getirdi. Büyük devletler başta İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya adanın hemen Yunanistan’la birleşmesine tarafdâr olmadıklarını ifâde etmekle beraber, Bâb-ı âlî’yi hükümranlık hakkı saklı kalmak şartıyla adaya muhtariyet vermeye zorladılar. Bu sistemin bir gereği olarak adada bulunan Yunan askerleriyle beraber Osmanlı kuvvetleri de geri çekildi. Rusya, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın himayeleri altında kurdurdukları yeni yönetimin başına Osmanlı hükümetinin bütün itirazlarına rağmen Yunan kralının oğlu Yorgi fevkalâde komiser olarak getirildi. Osmanlı me’murlarına işten el çektirilerek yönetimi doğrudan doğruya ellerine aldılar.
Bunu ganimet bilen rum çeteleri bir çok Türk köylerini tahrib edip, yangınlar çıkardılar. Hayvanları alıp götürdüler. Yüzlerce erkek öldürdükleri gibi, müslüman ahâliyi genç-ihtiyâr, kadın-çocuk demeden câmilere doldurup yakarak hunharca katlettiler. Yunanistan’dan, aralıksız bir çalışma ile gönüllü çete, cephane ve erzak gönderilerek adanın yarıya yakın olan müslüman nüfûsu yok denecek seviyeye indi.
Rumlar, Girid fevkalâde komiseri Yorgi ve ondan sonra andlaşmalara aykırı olarak Yunan kralı tarafından tâyin edilen Zaimis zamanlarında bağımsızlık çalışmalarını hızlandırdılar. İkinci Meşrûtiyet’in ilânı ve İttihâd ve Terakkî’nin yönetimdeki zaaflarından faydalanan, Avusturya’nın Bosna ve Hersek’i ilhakı, Bulgaristan’ın da bağımsızlığını îlân etmesi fırsatını kaçırmayan Girid meclisi de adanın Yunanistan’a katılmasına karar verdi (9 Ocak 1909). 1910 Mayıs’ında Girid millî meclisi Helenlerin kralı adına açıldı ve meb’ûslar bu krala itaat edeceklerine yemin ettiler. Ne müslüman meb’ûsların itirazlarına, ne de bu hareketi hükümranlık haklarına tecâvüz sayan Bâb-ı âlî’nin protestolarına aldırış eden olmadı. Çoğunluk partisinin ve aynı zamanda Girid hükümetinin başkanı Venizelos’un tekfifi ile Müslüman meb’ûslar meclis toplantılarına alınmadılar. Bâb-ı âlî bunu protesto etti. Fakat büyük devletler Girid meclisinin hıristiyan üyelerine ihtarda bulunduklarını söyleyerek oyalama taktiklerini sürdürdüler. Girid’in hıristiyan yönetimi ise, adanın Yunanistan’la birleşmesi yolunda yeni bir adım daha attı. 25 Girid meb’ûsu Yunanistan parlamentosuna katılma karârı aldı. Yunan hükümeti barışın korunması için Girid meb’ûslarının katılmalarına bir süre için karşı durur bir tavır takındı. Balkan harbi çıkarma tertiblerinin tamamlanıp Balkan devletleri ittifakla Osmanlı Devleti’ne harb açınca, barışı koruma endişesi de ortadan kalktığından, Yunanistan ve Girid meclislerinin birleştiği resmen îlân edildi (10 Ekim 1912). Yunanistan’dan Girid’e bir genel vâli gönderildi. Balkan harbi sebebiyle çok sıkışık durumda olan Bâb-ı âlî bu oldu bittiyi protesto etmekten başka bir şey yapamadı.
Balkan harbinden yenik çıkan Osmanlı Devleti, 30 Mayıs 1913’de Londra’da ve 10 Ağustos 1913’de Bükreş’te yapılan andlaşmalarta Girid adasının Yunanistan’a ilhakını resmen tanıdı. Rumlar, adada yönetimi ele geçirdikten sonra başlattıkları katliâm ve asimilasyon hadiseleriyle müslüman Türk nüfûsunu yok ettiler.

SEN KANDİYE FÂTİHİ OLARAK İSTANBUL’A DÖNECEKSİN

Ege’de büyük bir ada. İki seneyi aşkın zamandır kıyıya vuran dalgalar, Osmanlının sabır, cesaret ve azametini terennüm etmektedir. Esen rüzgârlar âdeta payitahta zafer müjdesini götürmek için sabırsızlanıyor. Başta Kandiye kalesi ve bütün Girid, Osmanlı sancağına kucak açmış, burçlarda dalgalanacağı zamanı bekliyorlar.
Ordunun başında ciğerlerinden rahatsız Fâzıl Ahmed Paşa var. Tecrübesiz, ama yılmak bilmiyen bir azim sahibi... Kandiye kalesini iki sene üç ay yirmi gün yaz kış demeden kuşattı. Kışın sabahtan akşama kadar diz kapağına kadar çamur içinde asker arasında dolaşır, onların sırtlarını okşar, maneviyâtlarını yükseltirdi. Akşam olunca, yorgun argın çadırına döndüğünde bütün yorgunluğu dindiren ihtiyar biriyle karşılaşırdı. Bu ciğerparesinin rahatsızlığını bilen ana yüreğinin verdiği merhametle yaralarına merhem olmak için gelen ihtiyar anacığından başkası değildir. Gün görmüş, kahır çekmiş, saçları ağarmış Sâliha Hanım, hep oğluyla beraberdir. Fâzıl Ahmed Paşa, her akşam anacığının dizlerine kapanır, ağlar; “Âh anacağım! Bugün de kale teslim olmadı” derdi.
Sâliha Hanım, yiğid oğlunun omuzunu okşar; “Bugün olmadıysa inşâallah yarın olacaktır. Sen Kandiye fâtihi olarak İstanbul’a döneceksin, bende fâtihin anası olarak hacca gidip, sevgili Peygamberimizin yattığı toprağa yüz süreceğim” derdi.
Nihayet o gün geldi. 5 Eylül 1669’da Kandiye teslim oldu. Bu muhasarada Türk ordusu 56 yer üstünden, 45 yer altından hücum yapmış, 3500 civarında lağım patlatmıştı. Şehîd sayısının otuz bini bulduğu rivayet edilir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 326. 414
 2) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-10, sh. 94, 163, cild-11, sh. 166
 3) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-5, sh. 323, 390
 4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-4, sh. 1964
 5) Girid’i Nasıl Kaybettik (İhsân Ilgar. Hayat Târih Mecmuası, 1970/1. sh. 79)
 6) Girid Islâhatı (Hayat Târih Mecmuası, 1968/2, sh. 60)
 7) Türk Silâhlı Kuvvetleri Târihi, Girid Seferi (1645-1669) (Genelkurmay Basımevi, Ankara-1977)
 8) Girid Mes’elesi (Münir Aktepe)
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 332
10) Girid Hâtıraları (Tahmiscizâde Mehmed Mâcid)