9 Mart 2017 Perşembe

MERZİFONLU KARA MUSTAFA PAŞA


On yedinci yüzyıl sadrâzamlarından. 1634’de Merzifon yakınlarındaki Marınca köyünde doğdu. Sultan dördüncü Murâd’ın Bağdâd’ı fethinde şehîd olan süvârî subaylarından Oruç Bey’ın oğludur. Dört yaşında yetim kalan Kara Mustafa, babasının yakın arkadaşı olan Köprülü Mehmed Paşa’nın himayesinde ve kendisiyle yaşıt Fâzıl Ahmed Paşa ile beraber büyüdü. İyi bir tahsîl görüp kıymetli bir asker olarak yetişti. Köprülü Mehmed Paşa’ya dâmâd oldu.
Köprülü Mehmed Paşa sadrâzam olunca, Kara Mustafa onun silâhdârı, sonra telhîsçisi oldu. 1658 Erdel seferine telhîsçi olarak katıldı ve dördüncü Mehmed Han’a Yanova fethinin müjdesini getirdi. Bunun üzerine 1658 Eylül ayında küçük mîrahûrluğa, bir buçuk sene sonra da Silistre beylerbeyliğine tâyin edildi. Bir yıl sonra yirmi beş yaşında iken vezir pâyesiyle Diyârbekir beylerbeyliğine getirildi.
Köprülü Mehmed Paşa vefât edip yerine Fâzıl Ahmed Paşa sadrâzam olunca, Kara Mustafa Paşa, 23 Aralık 1661’de kapdân-ı derya olarak dîvân-ı hümâyûna girdi ve burada dört yıl bir ay on dört gün hizmet etti. 6 Şubat 1666’da ise üçüncü vezirliğe yükseldi.
Fâzıl Ahmed Paşa’nın Uyvar ve sonra da Girid seferleri boyunca uzun yıllar sadâret kaymakamı olarak görev yaptı. Kudretli şahsiyetiyle iyi bir idareci olarak tanındı ve nüfuzu arttı. Dördüncü Mehmed Han’ın her iki Lehistan sefer-i hümâyûnuna Fâzıl Ahmed Paşa ile beraber katılarak Podolya’nın merkezi Kamaniçe’nin fethinde büyük yararlıklar gösterdi. Fâzıl Ahmed Paşa hastalanıp Kemerburgaz’daki çiftliğinde istirâhate çekilince, tekrar sadâret kaymakamlığı yaptı. Fâzıl Ahmed Paşa’nın, 3 Kasım 1676’da vefât etmesi üzerine yanında bulunan kardeşi Fâzıl Mustafa Bey mühr-i hümâyûnu alıp, Edirne’de dördüncü Mehmed Han’a teslim etti. Pâdişâh ise hemen üçüncü vezir ve sadâret kaymakamı olan, Kara Mustafa Paşa’yı davetle mührü ona teslim edip; “Seni kendime vekîl-i mutlak eyledim ve cümle ibadullahı sana emânet ve seni dahi Hak celle ve alâ hazretlerine emânet verdim, mu’în ve yardımcın olsun” dedi.
Kara Mustafa Paşa’nın sadârete geldiği günlerde Lehistan serdârı İbrâhim Paşa, Lehistan kralı Jean Sobieski’yi, İzvançe kalesinde muhasara etmiş, yirmi günlük bir kuşatmadan sonra da Podolya ve Ukrayna’nın Osmanlı Devleti’ne bırakılmasını karâra bağlayan bir andlaşma imzalamıştı.
Lehistan cephesinde barış henüz sağlanmışken Kazak hatmanı Doroşenko’nun Osmanlı himayesinden çıkıp, Rus himayesine girmesi ve Ukrayna’nın merkezi olan şehrin kalesini Ruslara teslim etmesi, Osmanlılarla Ruslar arasında harbe yol açtı. Bunun üzerine harekete geçen Osmanlı hükümeti, Doroşenko’yu Kazak hatmanlığından azlederek yerine Yorgi Himilnitski’yi tâyin etti. lehistan, serdârı İbrâhim Paşa’ya ferman gönderilerek, Kırım hanı Selîm Giray’dan da yardım alıp Ukrayna’yı fethetmesi ve Yorgi Himilnitski’yi yerine geçirmesi emredildi.
İstanbul’dan gemilerle gönderilen top ve mühimmatı aldıktan sonra 1677 Mayıs’ında Tuna’dan karşıya geçen İbrâhim Paşa, Ukrayna toprağında ilerlerken Selîm Giray’la birleşip Haziran ayının sonlarında Çehrin’i kuşattı. Üç tarafı bataklık olduğundan sâdece bir yönden tazyik edilebilen ve diğer taraflardan devamlı yardım alabilen kaleyi düşürmeye muvaffak olamadı. Muhasaranın yirmi üçüncü günü büyük bir Rus ordusunun üç saatlik mesafeye kadar yaklaştığını öğrenen İbrâhim Paşa, iki ateş arasında kalmamak için Bender’e çekildi.
Bu haber İstanbul’da duyulunca, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; vezirler, şeyhülislâm, devlet erkânı, yeniçeri ağası ve ocak ihtiyarları ile bir toplantı yaparak Çehrin mes’elesini görüştü. Neticede Çehrin’in zaptı için büyük bir sefer açılmasına karar verildi. Bu arada barış için gelmiş olan Rus elçisine, şayet dostluk isteniyorsa Çehrin’in Osmanlı Devleti’ne terk edilmesinin gerektiği, böyle yapılmadığı takdirde büyük bir Osmanlı ordusunun Çehrin önüne geleceği bildirilip geri gönderildi.
30 Nisan 1678’de sultan dördüncü Mehmed ve Kara Mustafa Paşa’nın da dâhil olduğu ordu, İstanbul Dâvûdpaşa kışlasından hareket etti. Silistre’ye kadar gideh dördüncü Mehmed Han buradan Edirne’ye döndü ve orduya bundan sonra Kara Mustafa Paşa kumanda etti.
Yolda Özi nehrini geçip Çehrin’e yardım etmeye gelen Rus kuvvetleri ile kanlı muhârebelerde bulundu ve 20 Temmuz 1678’de Çehrin’i muhasara etti. Bu arada yardımcı Rus kuvvetlerinden bir kısmı kaleye girmeye muvaffak olduğundan, Osmanlı askeri arasında ümitsizlik başgösterdi ise de Mustafa Paşa’nın azim ve irâdesi sayesinde bu tehlikeli vaziyet önlendi. Çehrin’in Ağustos sonlarında başlayan ciddî şekildeki muhasarası nihayet Osmanlı ordusunun zaferi ile neticelendi ve kale Eylül başlarında fethedildi. Rus kuvvetleri, Özi sahillerine kadar tâkib edildi ise de mühim bir netice elde edilemedi.
Bundan sonra Çehrin kalesini tamamen tahrib eden Kara Mustafa Paşa, sefer müddetince yanında bulundurduğu Himilnitski’yi, Namirve kalesine oturtup Ukrayna’yı Osmanlı himayesinde idare etmek üzere tenbihâtta bulunduktan sonra, yanına iki bin tatar muhafız askeri verip geri dönmek için harekete geçti. Ordu Babadağı kışlağına çekildikten sonra, Haleb vâlisi Kara Mehmed Paşa’yı vezâretle bölgeye serasker tâyin eden Merzifonlu, maiyyetiyle 20 Kasım 1678’de Edirne’ye gelerek sancak-ı şerifi Pâdişâh’a teslim etti.
Rusya ile barış imzalanmadığı için savaş hâli devam ediyordu. Bu sebeple yaz mevsiminde tekrar sefere çıkmak için hazırlıklara başlandı. Bunu öğrenip telaşlanan Rus çarı, barış için elçi gönderdi. Bu arada Avusturya’da çıkan Macar isyânı sebebiyle o cepheye dönmek isteyen Kara Mustafa Paşa, barış görüşmeleri için Kırım hanı Murâd Giray’ı me’mur etti. Bahçesaray’da 11 Şubat 1681’de imzalanan andlaşmayla Rusya’yla savaş sona erdi.
Bu arada Avusturya’ya karşı isyân edip Osmanlı Devleti’nin himayesini isteyen Tököli İmre’nin bu müracaatını fırsat bilen Kara Mustafa Paşa, onu orta Macaristan kralı îlân etti. Biryandan kendisi sefer hazırlıklarına başlarken, diğer taraftan Budin beylerbeyi Arnavud İbrâhim Paşa’yı serdârlıkla görevlendirip, kısa sürede Honod, Orta Macaristan’ın merkezi Kaşav, Eperjes, Leutschau ve Fülek de dâhil bütün Orta Macaristan’ı fethederek Osmanlı Devleti’ni matbu tanıyan Tököli İmre’ye bıraktı. Batıda Fransızlarla meşgul olan Avusturya, Osmanlı Devleti ile savaşa girmeye çekindiği için elçiler gönderip barış istedi. Kara Mustafa Paşa ise Avusturya seferine hazırlandığı için, harcanan masrafların ödenmesi, Yanıkkale’nin Osmanlı Devleti’ne terki ve mezheb ayrılığı sebebiyle Protestan Macarlara zulm edilmemesi şartlarıyla barış yapılabileceğini bildirdi. Avusturya bu şartları kabul etmeyince, sefer hazırlıkları hızlandırıldı.
1683 Nisan ayı başlarında dördüncü Mehmed Han’ın komutasında Edirne’den harekete geçen ordu, 3 Mayıs’da Belgrad’ın karşısındaki Zemun sahrasına geldi. Pâdişâh burada sadrâzam Kara Mustafa Paşa’yı serdâr-ı ekremlik ile sefere me’mûr etti ve Yanıkkale’nin fethi ile vazifelendirdi.
Ancak ordu kumandasını eline alan serdâr-ı ekrem, 27 Haziran’da İstolni-Belgrad’da topladığı harb meclisinde Pâdişâh’ın isteğine aykırı olarak Viyana üzerine yürünmesini kararlaştırdı. Dîvânda sadrâzamın görüşünün aksine Kırım hanı Murâd Giray, Yanık ve Kamoran kalelerini alarak etrafa akınlar yapılmasını tavsiye etti. Mustafa Paşa ile Murâd Giray arasındaki ufak çapta tartışma, ikisi arasında bir soğukluk meydana getirmiş ve bu durum Viyana kuşatmasında Kırım hanının isteksiz davranmasına yol açmıştır.
Neticede, Köprülü Mehmed ve Fâzıl Ahmed paşaların sadâretinde yükselme devirlerine eş değerde bir kudret kazanan Osmanlı Devleti’ni, Kânûnî Sultan Süleymân’ın eriştiği mertebenin üstüne yükseltmek ve Alman İmparatorluğunun gücünü kırıp Türk hâkimiyetini Avrupa’nın ortalarına kadar yaymak isteyen Kara Mustafa Paşa, muazzam bir ordunun başında Viyana üzerine yürüdü. Ancak 14 Temmuz 1683’de başlayan ve 12 Eylül’e kadar devam eden kuşatma, vezîriâzamın ağır topları getirmemesi ve mevsimsiz bir zamanda kuşatmayı başlatması gibi tedbirsiz hareketleri ve Kırım hanının hıyaneti yüzünden büyük bir bozgunla neticelendi (Bkz. Viyana Kuşatmaları). Buna rağmen sadrâzam döküntü hâline gelen orduyu Yanıkkale’de toparlamaya ve bir düzen vermeye muvaffak oldu. Bu arada Avusturya ordusu önünde gayretsizliği görülen ve harb alanını ilk defa terkeden Budin vâlisi İbrâhim Paşa’yı cezalandırdı.
Bu arada müttefik ordularının Kamoran ve Estergon üzerine yürüdüğünü haber aldığından, derhâl o kalelere de takviye gönderdiği gibi, düşman üzerine de 30.000 askerle yeni Budin beylerbeyi Kara Mehmed Paşa’yı gönderdi. Mehmed Paşa, Tuna’nın Ciğerdelen tarafında Leh kralının kumanda ettiği ordunun 24.000 kişilik öncü kuvvetlerini bozarak büyük bir kısmını kılıçtan geçirdi. Asıl ordu karşısında az bir kuvvetle tutunamayacağını anlayınca da geri çekildi. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, bunun yardımına gitmesini emrettiği hâlde, Kırım hanının gitmek istememesi üzerine, Murâd Giray’ı azlederek yerine ikinci Hacı Giray’ı tâyin etti.
Viyana önlerindeki muvaffakiyetsizlik dördüncü Mehmed Han’ın Kara Mustafa Paşa’ya karşı beslediği îtimâdı sarsmadı. Hattâ ona, kılıç ve kaftan göndererek gönlünü aldı. Fakat bir süre sonra Kara Mustafa Paşa’nın muhalifleri, Pâdişâh’ın çevresinde öyle bir hummalı faaliyete girdiler ki, kısa sürede Pâdişâh’ı, Viyana hezimetinin yegâne müsebbibinin Kara Mustafa Paşa olduğuna inandırdılar. Böylece hatâlarına rağmen hezimetin kayıplarını telâfi edebilecek kudrette bir devlet adamı olan Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın, Belgrad’da îdâmına sebeb oldular.
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, zekî, irâdesi sağlam, azîm sahibi, işten anlar değerli bir devlet adamı idi. Tedkîk edilen olaylara, gerek Türk, gerekse yabancı kaynaklara göre; otorite sahibi olup, sevk ve idare kabiliyeti ile bozgunu durdurarak felâketi önleyecek kudrette idi. Hattâ Budin beylerbeyi ihtiyar vezir İbrâhim Paşa bile, Mustafa Paşa ile arasının iyi olmamasına rağmen, onun îdâm edilmeyip, bu işin sonuna kadar görevde bırakılmasını tavsiye etmişti. Nitekim Mustafa Paşa’dan sonra gelen serdârların ehliyetsizlikleri mağlûbiyetlerin senelerce devamına ve düşmanın Balkanlara kadar sarkmasına sebeb oldu.
Kara Mustafa Paşa’nın bir çok hayır ve hasenatı vardır. İstanbul’da Galata ve Yedikule dışında birer mescid ve Sirkeci’de bir câmi yaptırdı. Çarşı kapısındaki medrese, mescid, mekteb, sebil ve medrese talebesi için olan kütüphânesi, vefâtından bir yıl sonra tamamlanmıştır. Kayseri civarında eşkiyâ yatağı olan incesu denilen yere câmi, hamam ve medrese yaptırdıktan sonra koyduğu kırk muhafızı ile asayişini de te’min etmişti. Ayrıca doğumyeri olan Merzifon’un Marınca köyünde, annesi Âbide Hatun tarafından yaptırılan mescidi genişletmiş ve oraya bir câmi ile mekteb yaptırmıştır. 1679’da da Merzifon’un ortasında sağlam, kârgîr bir câmi-i şerif, onun önünde bir muvakkithâne, bir kütüphâne, bir dershane ve bir şadırvan inşâ ettirmiş, su yolu yaptırarak Taşan (Tavşan) dağından kasabaya su getirmiş, otuz kadar kârgîr çeşme yaptırarak kasabayı ihyâ etmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târihi; cild-3/1, sh. 428 v.d.
2) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 268
3) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-1, sh. 2131 v.d.
4) Büyük İslâm Târihi; cild-11, sh. 67 v.d.
5) Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye; cild-1, sh. 294
6) Amasya Târihi (Abdizâde Hüseyin Hüsâmeddîn)
7) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 109

GENÇ OSMAN


Babası.................... : Ahmed Han-I
Annesi.................... : Mâhfîrûz Hadîce Sultan
Doğumu.................. : 3 Kasım 1604
Tahta Geçişi............ : 26 Şubat 1618
ŞehîdEdilmesi........ : 20 Mayıs 1622
Saltanat Müddeti..... : 4 sene 2 ay 21 gün
Halîfelik Sırası........ : 81
Osmanlı sultanlarının on altıncısı ve İslâm halîfelerinin seksen birincisi. Sultan birinci Ahmed Han’ın oğlu olup, 3 Kasım 1604 târihinde Mâhfîrûz Vâlide Sultan’dan doğdu. İyi bir eğitimle yetiştirildi. Arabça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi doğu ve batı dillerini klâsiklerinden tercüme yapabilecek kadar güzel öğrendi. Kuvvetli bir edebiyat, târih, coğrafya ve matematik tahsili gördü. Fâris ve Fârisî mahlâsıyla şiirler yazdı. 26 Şubat 1618 günü babasının yerine tahta geçen amcası birinci Mustafa’nın, rahatsızlığı yüzünden tahtı bırakmaya mecbur olması üzerine Osmanlı sultânı oldu. Tahta geçtiği zaman on dört yaşında idi.
Küçük yaşta tahta geçen Genç Osman, faal ve çalışkan olmasına rağmen yaşı îcâbı tecrübesiz olup, kendisine rehber olabilecek devlet adamlarını da seçmesine fırsat verilmedi. Genç Osman tahta çıktığı sırada, sadrâzam Halil Paşa İran seferinde idi. Osmanlı ordusunun Pûl-i Şikeste’de yenilmesine rağmen, İranlılarca mukaddes sayılan Erdebil şehrinin Osmanlılar eline geçme ihtimâli üzerine İranlılar derhâl sulhe yanaştılar. İki devlet arasında Serâv sahrasında, Serâv muahedesi imzalandı (26 Eylül 1618). Andlaşmaya göre; Kanunî sultan Süleymân zamanında Osmanlı-İran arasında tâyin edilen hudûd esas olacaktı. Kars ve Ahıska kaleleri Osmanlılarda kalacaktı. İran şahı her sene harac olarak 100 yük ipek kumaş vesâir kıymetli eşya verecekti. İran’da, Eshâb-ı kirama söğülüp kötülenmeyecekti. Sefer dönüşünde Pûl-i Şikeste bozgunu yüzünden Sultân tarafından azledilen Halîl Paşa, üçüncü defa olarak kapdân-ı derya oldu.
Halîl Paşa, sultan birinci Ahmed devrinde gerçekleştirdiği Akdeniz seferlerine benzer bir başarıyı 1620 yazındaki seferinde de kazandı. Donanma-yı hümâyûnu İstanbul’dan Mora’nın güneybatı kıyısındaki Türk üssü Navarin’e getirdi. Burada İyonya (Yunan) denizini kuzeye doğru geçerek Otranto boğazında Adriyatik’e geldi. Dırac üssünde iken iki İtalya gemisini ele geçirdi. Daha sonra hiç beklenmedik bir tarzda doğudan batıya doğru Adriyatik denizine geçerek Manfredonia körfezine girdi ve İtalya’ya asker çıkardı. İspanya’ya âid Manfredonia limanını aldı ve tahrib etti. Türklere ancak üç gün dayanabilen şehrin kalesi de teslim oldu. Halîl Paşa bu zaferini Pâdişâh’a ve husûsî bir mektupla da şeyhi Üsküdarlı Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerine bildirdi ve çok hayır duâ aldı.
Genç Osman, memleketin doğusunu Serâv muahedesi ile garantiye aldıktan sonra, 1617’den beri devleti uğraştıran Lehistan üzerine sefer açmak istiyordu. Bu konuda kendisini sadrâzam Güzelce Ali Paşa destekliyordu. Lehistan’ın yardımı ile Kazakların Karadeniz’e çıkarak Boğaziçi’ne kadar inip yağma yapmaları yüzünden sahillerde emniyet kalmamıştı. Bu sırada bâzı devlet adamları Pâdişâh’ın Lehistan’a sefer açmasını istemiyorlardı. Genç Osman, bu husustaki mütâlâaları dinlemiyerek ordunun sefer hazırlığına başlamasını emretti. Sadrâzam Ali Paşa sefer hazırlığı yaparken yakalandığı hastalıktan vefât etti. Bunun üzerine bostancı başılıktan yetişme Hüseyin Paşa sadârete getirildi. Hazırlıkların yapıldığı sırada Boğdan voyvodası Gatiani ihanet etti. Bunun üzerine öncü kuvvet olarak İskender Paşa emrinde; Kırım hanı, Rumeli beylerbeyi, Niğbolu beyi, Vidin beyi ve daha bir takım beylerden meydana gelen ordu, Prut nehrini geçip Dinyester boylarına yürüdü. Yaş civarında Lehistan başkumandanı Stanislav Zolkiyoveski’nin ordusu ile karşılaştı. 20 Eylül 1620 günü erken saatlerde başlayan öncü kuvvetlerin muhârebesinde, İskender Paşa büyük başarı gösterdi. Boğdan voyvodası Gatiani yakalanarak îdâm edildi. Leh başkumandanı Pâdişâh’a harac vermeyi teklif ederek sulh yapılmasını istedi ise de red edildi. Sulh için gönderdikleri elçi İstanbul’a kabul edilmeyerek Küçükçekmece’den geri çevrildi.
Sultan Osman, Lehistan’ı ele geçirip Baltık denizine çıkmak, orada bir donanma kurmak ve bu suretle Atlas okyanusuna geçip Avrupa hıristiyanlığını; hem Akdeniz, hem Okyanus donanmalarıyla çenber içine almak ve Almanya imparatorluğuna karşı Türkiye’ye temayül göstermekte olan protestanlığı da himâyesi altına alıp, hıristiyanlığı parçalıyarak bütün kıt’aya hâkim olmak istiyordu. 29 Nisan 1621 günü otağ-ı hümâyûn Dâvûdpaşa’da kuruldu. 21 Mayıs 1621’de genç Sultan, Cuma namazıyla beraber küsûf namazı da kılarak, orduya hareket emri verdi. Bugün güneş tutulduğu için halk, ordunun hareketinin bir gün geciktirilmesini ümid ediyordu. Zîrâ güneşin tutulduğu gün; bâzı kimseler tarafından uğursuz sayılmakta idi. Hâlbuki dinimizde böyle şeyler yoktur. Nitekim Peygamber efendimizin vefât eden mahdumu İbrâhim’in defni esnasında güneş tutulmuştu. “İbrâhim’in vefâtı için güneş tutuldu” denilince, Resûlullah efendimiz; “Ay ve güneş Allahü teâlâ’nın, varlığını ve birliğini gösteren iki âyetidir. Kimsenin ölmesi, kalması ile tutulmazlar. Onları görünce, Allahü teâlâyı hatırlayınız” buyurmuşlardı. Bu sebeple aynı gün hareket edildi. Sultan, ordusu ile 31 Mayıs günü Edirne’ye vardı. Ordu burada tâlim yaptı. Tüfek atışlarında başarılı olanlara Sultan tarafından çeşitli hediyeler verildi.
Çeşitli yerlerden gelen kuvvetlerin katılması ile asker sayısı yüzbine yaklaşmıştı. Sultan, bâzı akıncı beylerini ve Kırım hanını, Lehistan içlerine akınlar yapmakla vazifelendirdi. 16 Haziran’da Edirne’den hareket eden ordu, 12 Temmuz’da Dobrica’da Tulçi’nin 30 km. kadar kuzeybatısında ve Tuna’nın sağ kıyısında bulunan Isakçı’ya vardı. Karşı tarafa geçmek için kurulan köprünün gözetimini Pâdişâhın kendisi yaptı. 24 Temmuz 1621’de kapdân-ı derya Halîl Paşa da donanma ile Isakçı’ya geldi. 29 Temmuz’da Isakçı’dan hareket eden ordu-yı hümâyûna 8 Ağustos’da Eflâk voyvodası da katıldı. Düşman ordusunun Hotin önlerinde mevzîlendiği haberi, öncü kuvvetler tarafından orduya bildirildi. Osmanlı ordusu 1 Eylül 1621 günü Hotin kalesi önüne geldi.
Lehistan kralı Sigismond bu sefere kendisi gelmeyip oğlu Ladistas Vladistas’ı gönderdi. Leh ordusunun asıl başkumandanı Jean-Charles isimli eski bir asker idi. Leh ordusunun 12.000’i kazak, 8000’i Alman, bir kaç bini Macar, geri kalanı Lehlilerden meydana geliyordu. Bu ordunun sayısı yaklaşık 102.000 kişi olup, Osmanlı ordusundan fazla idi. Kazaklar, Dinyester nehri kıyısında ayrı bir ordugâh kurmuşlardı. Leh başkumandanı, kuvvetlerini bir tarafı yalçın kayalar, bir tarafı da orman olan bir mevkide mevzîlendirmiş ve çok iyi tahkim etmişti.
Eylül’ün ikisinde Lehistan içlerine akınlar yapan Kırım ham, Osmanlı ordusuna katıldıktan bir gün sonra, Lehlilerin tahkimli ordugâhı ve kale kuşatıldı. Yarım dâire şeklindeki muhasara hattının orta bölümünde kapıkulu askerleri mevzilenmişti. Sultan da burada idi. Anadolu, Karaman ve Sivas beylerbeyleri komutasındaki sağ kanat Dinyester nehrine; Şam, Halep, Kırım ve Eflâk askerlerinden meydana gelen sol kanat da, Kırım hanı ile Eflak voyvodasının ve bâzı eyâlet vâlilerinin kumandasında olarak bir ormana dayanmakta idi. İlk çarpışma orman tarafında oldu ve Bosna beylerbeyi burada şehîd düştü. İlk umûmi hücum 8 Eylül günü yapıldı. Osmanlı ordusu büyük bir başarı gösterdiği bu hücumda on İki top ve çeşitli bayraklar ele geçirdi. Fakat kalede henüz tam bir muvaffakiyet sağlanmadığı hâlde, yeniçerilerin yağmaya dalması; düşmanın taarruza geçerek Türkleri geri püskürtmesine sebeb oldu. Bu sırada orduya katılan ve Kırım hanının kıskandığı Nogay Tatarlarının beyi Kantemir Mirza, Özi vâliliğine getirilerek, Lehistan içlerine akınlar yapması istendi. Bu görevi başarıyla yerine getiren Kantemir Mirza, iki bin beş yüz esir ve bir çok ganîmetle geri döndü. 9 Eylül günü yapılan ikinci hücum, düşmanın şiddetli top ve tüfek ateşi yüzünden başarılı olamadı. Aynı zamanda Lehistan içerisine de devamlı olarak akınlar düzenlenmekteydi. Makaniçe üzerine gönderilen bir Tatar müfrezesi yüz kadar yiyecek arabası ele geçirdi. Düşman ordusu her taraftan kuşatılarak geri ile bağlantısı kesildi.
En büyük taarruz, Sultan’ın da katıldığı 15 Eylül günü yapıldı. Bu taarruzun kumandanı olan Karakaş Mehmed Paşa düşman ordugâhına kadar girip, Osmanlı bayrağını dikti ise de, kendisinin yerine başkumandan olur düşüncesi ile kıskanan sadrâzam Hüseyin Paşa, ona yardım etmedi.
Karakaş Mehmed Paşa bir süre sonra şehîd düştü. Ağır zâyiât veren Türk askerleri geri çekildi. Hâlbuki bu sırada düşman ordusu imha olmak üzere idi. Hüseyin Paşa yaptığı bu hareketten dolayı azledilerek yerine, Hırvat devşirmelerinden Dilâver Paşa getirildi. 23-24 Eylül gecesi sekiz yüz kişilik bir Kazak müfrezesi, Arnavut Hüseyin Paşa kuvvetlerine baskın yaptı. Bu baskın sırasında Karaman beylerbeyi Doğancı Ali Paşa şehîd oldu.
Nogay beyi Kantemir, Osmanlı askerinin yardımına koşarak, düşman kuvvetlerini bozguna uğrattı. Yeniçerilerin gayretsizliği yüzünden beşinci hücum da neticesiz kaldı. 27 Eylül günü son taarruz altmış büyük topun şiddetli ateşi ile başladı ve akşama kadar sürdü. Osmanlı ordusu bu taarruzda çok sayıda asker ve at kaybına uğradı. Akşama toplanan harb meclisinde Sultan, muhârebenin devamını istiyordu. Kırım hanının ikinci oğlu Nüreddîn, Lehistan içlerine akına gönderildi. O da yaptığı akınlarda binlerce esir alarak geri döndü. 29 Eylül günü Lehliler, Eflâk voyvodası aracılığı ile barış teklifinde bulundular. Kış bütün şiddeti ile devam ederken, Osmanlı ordusunda yiyecek sıkıntısı başlamıştı. Bunlara, yeniçerilerin isteksizliği de eklenince Sultan barış yapmaya razı oldu.
Osmanlı Devleti ile Lehliler arasında yapılan barış andlaşmasının önemli maddeleri şunlardır: “Kânûnî Sultan Süleymân Han dönemindeki sınırlar esas olacak; Kazaklar, Türk topraklarına akın yapmayacak; Lehlilerin, Kânûnî devrinden sonra sınır boyunda yaptırdıkları kaleler yıktırılacak; Hotin kalesi, Osmanlı egemenliği altındaki Boğdan voyvodasına teslim edilecek; Lehliler, Kırım’a verdikleri 40.000 florini vermeye devam edecekler.”
Barış andlaşmasının imzalanmasından sonra Sultan 19 Ekim 1621’de İstanbul’a dönmek için harekete geçti. 25 Ocak 1622 günü büyük ve parlak bir merasimle İstanbul’a girdi. Bu sefer münâsebeti ile İstanbul’da üç gün üç gece süren şenlikler yapıldı.
Bu seferde tam muvaffakiyet elde edemiyen Sultan, bunun sebebinin askerlerin gayretsizliği olduğuna inanıyor ve bâzı ıslâhatlar yapmak istiyor, tecrübesiz olduğu için de bâzı şahısların te’sirinde kalıyordu. Islâhâta kapıkulu ocaklarından başlamak istedi. Ocağın mevcudunu anlamak için yaptığı yoklamadaki mevcudu, maaş defterinde olandan az bularak parayı kesti. Bu durum, mevcud olmayan askerleri var gibi göstererek onların yevmiyelerini alan zabitlerin de askerin memnuniyetsizliğine iştirak etmelerine sebeb oldu. Sultan, Hotin muhârebesindeki muvaffakiyetsizlik yüzünden, askere küsmüştü. Genç Osman kapıkulu ocaklarını ilga ederek; yerine Anadolu, Suriye ve Mısır Türklerinden müteşekkil, sâdece askerlikle uğraşan, pâdişâhın emirlerine mutlak itaat eden bir ordu kurmak istiyordu. Aynı zamanda saray, harem ve ilmiye teşkilâtlarını yeniden kurmak, yeni kânunlar çıkarmak, hattâ kıyafet inkılâbı yaparak, daha pratik giyinmeyi düşünüyordu. Bu isteklere şeyhülislâm Es’at Efendi’nin idaresinde olan ilmiye sınıfı çekimser, kapıkulu ocakları ise açıkça muhalifti. Sultân’ın yeniçeri taburlarını teftiş edip yoklama yapması, subaylarına, birliği önünde son derece ağır sözler söylemesi, ordunun kıdem zamlarını vermemesi, kapıkulu ocakları ile Sultân’ın arasının iyice açılmasına sebeb oldu. Sultan Osman’ın Haleb, Şam, Erzurum ve Mısır beylerbeylerine bölgelerinden asker yazdırmak için gizli bir irâde göndermesi ve bunun sarayda adamları olan yeniçeriler tarafından öğrenilmesi, Sultan ile ocak arasındaki anlaşmazlığı vahîm bir hâle getirdi.
Bu sırada Genç Osman, Cezâyir ve Tunus beylerbeyilerine birer ferman göndererek, donanmalarını Lübnan açıklarında birleştirmelerini bildirdi. Kaptan Paşa’ya yüz kadırga hazırlamasını emretti ve bunların teçhizi için seksen bin altın verdi. Lübnan’da isyân hâlinde bulunan dürzî lideri Maanoğlu Fahreddîn isyânını bastırmak için Anadolu’ya geçmek isteyen Sultân’ın bu arzusunu özellikle sadrâzam Dilâver Paşa ve şeyhülislâm Es’ad Efendi önlemek istediler. Bir âsinin ortadan kaldırılması için Sultân’ın hareket etmesine lüzum olmadığını, bu işin bir serdâr vasıtasıyla da halledilebileceğini söylediler. Bunun üzerine Genç Osman hacca gideceğini ilân etti. Kendisinden önce gelen sultanlardan hiç biri hacca gitmediği için, sadrâzam ve şeyhülislâm bu sefere muhalefet ettikleri hâlde; Sultân’ın hocası Ömer Efendi ile Dârüsseâde ağası hacca gitmesini teşvik ediyordu. Sultân’ı, hacca gitmek karârından vaz geçirmek mümkün olmadı. Cidde’ye erzak nakli için kullanılmak üzere tedârik ettiği gemileri Mısır’a göndermesi Mekke şerifine bildirildi. Sultân’ın geçeceği vilâyetlerin vâlileri çeşitli gıda maddelerinin tedârikine me’mur edildi. Sultân’ın yanında beş yüz yeniçeri ve sipahi olacaktı.
Geri kalan asker İstanbul’un muhafazası için şehirde kalacaktı. Sadrâzam, defterdâr, nişancı, rikab ümerâsı, gedikliler, 40 müteferrika ve 40 dîvân kâtibi hac kafilesinde yer alıyordu. Sultan, İstanbul’un muhafazası için eski sadrâzam Hüseyin Paşa’yı Edirne muhafazasına vezir Gürcü Mehmed Paşa’yı, Bursa muhafazasına da vezir Topal Recep Paşa’yı tâyin etti.
Genç Osman, 10 Mayıs 1622 gecesi oldukça etkisinde kaldığı bir rüya gördü. Rüyasında, arkasında zırh olduğu hâlde tahtına oturmuş, Kur’ân-ı kerîm okurken birden karşısında Resûl-i ekrem efendimiz görünmüş. Yanına yaklaşıp önünden Kur’ân-ı kerîmi ve arkasından zırhı alarak yanağına bir tokat vurmuş ve tahtından indirmiş. Sultan Osman yıkıldığı yerden kalkarak Peygamber efendimizin mübarek ayaklarına yüz sürmek istemişse de, buna muvaffak olamadan uyanmıştı.
Sultan Genç Osman bu rüyasını önce hocası Ömer Efendi’ye tâbir ettirdi. Hocası; “Hacca gitme niyetinizde terk tereddüdü olduğu için tenbihtir. Rüyada ayağına yüz sürmeğe kavuşamadınızsa da, İnşâallah kabr-i şeriflerine yüz sürersiniz” şeklinde tâbir etti. Genç Sultan bu tâbirden mutmainne olmıyarak, devrin büyük âlimi Azîz Mahmûd Hüdâî hazretlerinden rüyasını tâbir etmesini istedi. O. da; “Sultânım tövbe ediniz. Belki o zaman bağışlanırsınız” dedi. Azîz Mahmûd Hüdâî hazretleri, İstanbul’dan ayrılmasının büyük ve felâketli olaylara sebeb olacağını söyleyerek Pâdişâh’a uzun ve manâlı nasîhat etti. Sultan Osman bunun üzerine İstanbul’daki büyük zâtların türbelerini ziyaret etti. Kurbanlar kesti ve bağışlanması için Allahü teâlâya yalvardı. Azîz Mahmûd Hüdâî Efendi’nin Sultân’ı hac fikrinden caydırmak istemesine rağmen, Pâdişâh hacca gitmekten vazgeçmedi.
Pâdişâh otağının Üsküdar’a kurulacağı günden bir gün önce Süleymâniye’de toplanan yeniçeriler, Atmeydanı denen Ayasofya ile Sultan Ahmed câmileri arasındaki alana geldiler. Böylece Türk târihine Hâile-i Osmaniye olarak geçen hâdise başlamış oldu. Atmeydanına gelen yeniçeriler; “Pâdişâhlara hac lâzım değildir” diye bağırıyorlardı. Askerler, şeyhülislâma müracaat ederek, Pâdişâh’ı hacca teşvik edenler hakkında fetva aldılar ve sultan Osman’ın hocası Ömer Efendi’nin konağını yağmaladılar.
Diğer bir grup da sadrâzam Dilâver Paşa’nın konağına gittiler. Sadrâzam, konağında olmadığı için muhafızlar gelenlere karşı koydular. Silâhsız yeniçerilerden bâzılarının ölmesi üzerine iş tamamen çığırından çıktı. Yeniçeri kumandanlarından Çavuşbaşı Çalızâde, âsîlerin silâhlanmalarına mâni olmak istedi ise de, taş yağmuruna tutuldu. Genç Osman akşama doğru olayın vehâmetini kavradı. Ulemâdan bir kaçını saraya çağırarak, yeniçerilerin ne istediklerini sordu. Onlar da; “Kul taifesi, pâdişâhın Anadolu’ya gitmesine razı değildir. Hoca Ömer Efendi ve dârüsseâde ağasının vazifeden alınarak saraydan uzaklaştırılmasını istiyorlar” cevâbını verdi. Bunun üzerine Sultan; “Varın söyleyin, hacca gitmekten vazgeçtim. Fakat Hoca ile dârüsseâde ağasını görevden azletmek istemem!” dedi. Sultan Osman, fikrinden vazgeçmiş değildi. Durumun yatışmasını ve toplanan askerin dağılmasını bekliyordu. Akşam olduğu için âsîler mes’elenin ertesi gün görüşülmesine karar vererek dağıldı.
Ertesi gün Atmeydanında toplanan isyâncılar arasında yapılan müzâkerelerden sonra Pâdişâh’tan altı kişinin başının istenmesine karar verildi. Bunlar; sadrâzam Dilâver Paşa, Hâce-i sultanî meşihat payesine sahip Ömer Efendi, kapıkullarından nefret etmesiyle tanınan nişancı vezir Ahmed Paşa, dârüsseâde ağası Süleymân Ağa, başdefterdâr vezir Baki Paşa ve yeniçeri ocağından sekbanbaşı Nâsûh Ağa idi. Yeniçerinin asıl gayesi; Hoca Ömer Efendi ve dârüsseâde ağası Süleymân Ağa’nın saraydan uzaklaştırılmaları ve öldürülmeleri idi.
Bu isteği bildirmek üzere ulemâdan bir hey’et huzûr-ı hümâyûna çıktı ve arızayı takdîm etti. Sultan Osman kâğıdı okuduktan sonra; “Katli taleb olunan âdemleri vermem” dedi. Ulemâ, isyânın daha da ileri gitmesine mâni olmak için, Pâdişâh’a, askerin isteğini yerine getirmesini teklif ettiler. Buna kızan Sultan, arızayı getiren ulemâyı hapsettirdi. Saray dışında ulemânın dönmesini sabırsızlıkla bekleyen asker, sürenin uzaması yüzünden taşkınlıklarını arttırdı. Kendilerini silâhlı bostancıların beklediğini sanarak saraya girmekten korkuyorlardı. Ayasofya Câmii’nin minaresine çıkan bir kaç yeniçeri, saray bahçesinde kimse olmadığını gördü. Durumu arkadaşlarına bildirdiklerinde, binlerce âsî, sarayın dış kapısına dayandı. Hiç mukavemet görmeden dış avluya dolan yeniçeri ve sipahiler silâhlıydı. Acemioğlanları, cebeciler, topçular, arabacılar ve lağımcılar silâhsız geldikleri için, saraydan ele geçirdikleri silâh ve sopaları aldılar. Kapıkullarının arasına çapulcular da karışmıştı. İsyancılar, sarayın ikinci kapısından bostancılar çıkar korkusu ile binbir ihtiyatla geçtiler. Bu kapıda da en küçük bir mukavemet görmediler. Üçüncü avluya geldiklerinde saray, adetâ boşalmış, herkes bir yere saklanmıştı. Bu sırada Sultan’a gönderilen ilmiye sözcüsü nakîb-ül-eşrâf Gubâri Efendi ortaya çıkarak; “Bizim sözümüz geçmedi. Siz girip kendiniz söyleyin” dedi. Üçüncü avluya kadar gelen isyâncılar, genç Sultân’ı ayak dîvânına davet ettiler. Sultan bunu kabul etmedi. Bu sırada isyâncılar içerisinden bir kaç kişi, sultan Mustafa’yı isteriz diye bağırınca, hep birden sultan Mustafa’yı isteriz diye bağrışmaya başladılar. Artık isyânın şekli değişmiş ve sultan Osman Han’ın tahttan indirilmesi yoluna gidilmişti.
İsyancılar, sultan Mustafa’nın bulunduğu dâirenin kubbesindeki kurşunu delerek iple tavandan içeri girdiler ve Sultan Mustafa’yı dışarı çıkardılar. Bu sırada sultan Osman, sadrâzam ve dârüsseâde ağasını isyâncılara teslim etti. İkisini de oracıkta öldürdüler. Genç hükümdar böylelikle yatışacaklarını sanıyordu. Şeyhülislâm Es’ad Efendi de böyle bir hava estirmek istedi ve; “Kardeşlerim, gelin sultan Mustafa Han dursun! Sultan Osman istediğimizi verdi ve dahi daha kimi isterseniz Sultan’dan alıverelim” dedi ise de, âsîler; “Sultan Mustafa’dan başka pâdişâh istemeyiz” dediler. Sultan Mustafa’yı Es’ad Efendi’nin atına bindirerek, Bâyezîd’deki eski saraya, annesinin yanına götürdüler. Daha önce arz odasında tahta oturttular ve ulemâyı zorla hasta pâdişâha bî’at ettirdiler. Sultan Osman’ın 4 sene 2 ay 21 gün süren saltanatı böylece sona ermiş, tahta ikinci defa olarak amcası sultan Mustafa çıkarılmış oldu.
Sultan Genç Osman son âna kadar mukavemet fikrinden vazgeçmedi. Sarayburnu’ndan gemiyle Mudanya’ya gitmek, Bursa’da taht kurup âsîlerin hakkından gelmek istiyordu. Fakat âsîler bütün deniz vâsıtalarına el koymuştu. Vezirlerine ve maiyyetinden çoğuna, evlerine gitmeleri için izin veren genç Sultân’ın yanında bostancıbaşı Sofu Mahmûd Ağa ile bir kaç kişi kalmıştı. Eski sadrâzam Ohrili Hüseyin Paşa’yı tekrar sadâret makamına getirdi. Ohrili Hüseyin Paşa, sultan Osman’a, yeniçeri ocağına sığınması için yalvarıp yakardı. Yapacak başka bir şey kalmamış gibiydi. Genç Osman, gece yarısına doğru, yanına sadrâzam Hüseyin Paşa’yı, bostancıbaşı Mahmûd Ağa’yı, sadâret tezkirecisi Sıdkı Çelebi’yi ve daha bir kaç kişiyi alıp, ağa kapısına gitti. Yeniçeri ağası Kırkçeşmeli Ali Ağa, genç Sultanla ihtilâlin nasıl söndürüleceği ve âsîlerin ne şekilde yatıştırılacağı üzerinde uzun bir müzâkere yaptı. Alınan karar odacı başılarına bildirildi. Önce kabul eder göründüler. Fakat kumandanlarının huzurundan çıkar çıkmaz derhâl âsî elebaşılarını topladılar; “Bu vâdlerden bir şey çıkmaz. Sultan Osman’a bu kadar cefâ ettik. Nasıl pâdişâh olduğunu bilirsiniz. Bu defa mâzallah ocağımızı söndürüp, intikam alsa gerektir” dediler.
Sabah namazından sonra Ali Ağa, Orta Câmi önünde yeniçerilere hitâb etti. Sultan Osman’ın vâdlerini bildirmeye başlar başlamaz, askerin kanacağından korkan odacıbaşılar konuşmasına mâni oldular ve orada şehîd ettiler. İsyâncılar, sultan Osman’ı ağa kapısından alıp, Orta Câmi’ye götürdüler. Ağa kapısından kaçmayı başaran sadrâzam Ohrili Hüseyin Paşa, bu sırada yakalanarak öldürüldü. Sultan Osman, Hüseyin Paşa’nın ölüsünü görünce ağlayıp; “Bu mazlumun günâhı yoktu. Her zaman kul hakkında bana iyilik söylerdi. Eğer onun sözüyle âmil olsam, başıma bu hâl gelmezdi. Beni tahrik eden, Ömer Hoca ile dârüsseâde ağası idi” demiştir. Sultan Osman’a yolda, bir hükümdara, bir Osmanoğlu’na târih boyunca asla reva görülmemiş hakaretler yapıldı, Orta Câmi’ye getirilen Genç Osman’ın muhafazasına Haseki Sarı Mehmed Ağa tâyin edildi. Yeniçeriler, sultan İkinci Osman’ın hayâtına dokunulmayarak kafes hayâtı yaşamasını istiyorlardı. Nitekim çok hâin bir kimse olan yeni sadrâzam Dâvûd Paşa onu öldürtmek için cebeci başına emir verince, yeniçeri ağaları mâni oldular. Osman Han hayâtına kasd eden Dâvûd Paşa’ya “Behey zâlim ben sana neyledim. İki defa mûcib-i katl cürmünü affedip öldürmedim, mansıb verdim, bana gadrin nedir?” diye bağırdı.
Buna rağmen, Dâvûd Paşa, Cumâ’dan sonra en güvendiği adamları olan cebecibaşı ile Kalender uğrusu denen zabite, sultan Osman’ı Yedikule’ye götürerek boğmalarını emretti. Eski sultânın Yedikule’ye götürülüşünü seyretmek üzere yollara biriken halk, o târihe kadar görülmemiş bir kalabalığı teşkil ediyordu. Osman Han susadığını söyleyince bir çeşmenin başında duruldu ve Genç sultan kana kana su içti. Yedikule’ye gelindiği zaman vakit akşama yaklaşıyordu. Dâvûd Paşa’nın emri ile oraya kadar gelen binlerce asker dağıldı. Daha sonra Dâvûd Paşa, cebeci başına ve Kalender uğrusu’na dönerek; “Yanınıza sekiz cellâd alıp, Osman’ın işini bitirin. Yarına kalmasın” dedi. Sultan Osman, günlerden beri perişan vaziyette, aç ve uykusuz olduğu hâlde, kendisini son nefesine kadar müdâfaa etmeye karar vermişti. On cellâdın ilk hücumu netîce vermedi. Bire on nisbet olmasına rağmen, cellatlar, silâhsız pâdişâhla mücâdele edemiyeceklerini anladılar. Kemendden başka silâh da kullanmak istemiyorlardı. Çünkü hânedândan olanın kanı akıtılamazdı. Buna rağmen, dışarıdan balta alan cellatlara genç sultan, büyük bir ustalıkla karşı koydu. Fakat arkasından gelen bir cellat, baltası ile omuzuna vurarak fena şekilde yaraladı. Bu durumu fırsat bilen cebecibaşı, kemendi Sultân’ın boynuna geçirdi ve yere düşürdü. Bu sırada Kalender uğrusu, Genç Osman’ın husyelerini sıkarak şehîd etti (20 Mayıs 1622). Şehîd Sultan’ın cenazesi o gece Topkapı Sarayı’na götürüldü ve ertesi gün yapılacak cenaze törenine hazırlandı, öğle namazından sonra kılınan cenaze namazını müteâkib Sultan Ahmed Câmii’nde babasının türbesine defnedildi.
Genç Osman’ın, yeniçeri ağası zorbalarınca şehîd edilmesi, târihimizin en acıklı olaylarındandır. Genç Osman’ın öldürülmesi, Anadolu’da bâzı isyânların çıkmasına sebeb oldu. Millet, pâdişâhın öldürülmesini hiç bir zaman hazmedememiş ve onun katillerini nefretle anmıştır.
Sultan İkinci Osman Han; güneş yüzlü, heybetli, yüksek himmet sahibi bahadır bir pâdişâh idi. Fevkalâde iyi bir binici, silâh ve harp âletlerini kullanmakta pek mahir idi. Şecaat ve binicilikte akranı pek az olup, şirin çehreli ve güzel tavırlı idi. Gençliğinin en parlak günlerinde tahta çıkıp, tecrübeli, akıllı ve sâdık bir yakınına mâlik olmayışı, kendisine bu hâzin sonu hazırlamıştır. Yazmış olduğu şu beyt onun ıslâhat ve düşünceleri ile muhaliflerin durumunu çok güzel ifâde etmektedir:
Niyyetim hidmeî idi saltanat ü devletime
Çalışır hâsid ü bedhâh acel nekbetime
Sultan Genç Osman dînî ve fennî ilimleri de bihakkın tahsil etmişti. Ayrıca Fâris ve Fârisî mahlasıyla yazdığı şiirleri toplayan Dîvân’ı vardır. Aşağıdaki gazel, genç Sultan’ın mükemmel bir şiiridir:
Nevruz olıcak diller şâd olmıya yaklaşdı.
Dilde gâm u gussa berbâd olmıya yaklaşdı.
Virâne gönül varsa cevr ü gâm-i dilberden
Müjde ana ol mülk âbâd olmıya yaklaşdı.
Üstâda çıkıp dilber öğrendi vefâ resmin
Âşıklara lütfa mu’tâd olmıya yaklaşdı.
Seyr-i güle çıkdıkda ol ruhleri gülrengim
Kâri dil-i zârun feryâd olmıya yaklaşdı.
Çok âşık u meftûnu var sen gibi Şirîn’ün
Fâris kulun ammâ Ferhâd olmıya yaklaşdı.

SULTAN OSMAN HAN MERSİYESİ

Bir şâh-ı alîşan iken
Şâh-ı cihâna kıydılar
Gayretlü genç aslan iken
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Gâzi bahâdır hân idi.
Âli-neseb sultan idi.
Nâmiyle Osman Han idi.
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Hükmetmeğe kâdir iken
Emr-i Hakk’a nâzır iken
Hacc itmeğe hâzır iken
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Ey dil ciğerler oldu hûn
Derdim bir iken oldu on
Kan ağladı eh-i fünûn
Şâh-ı cihâna kıydılar.
Eşrât-ı sâatdir bu dem
Rûz-ı kıyâmetdir bu dem
Kul’a nedâmetdir bu dem
Şâh-ı cihâna kıydılar.
                            Nev’î

Genç Osman Devri Kronolojisi

26 Eylül 1618  : İranlılarla Serav barış andlaşmasının imzalanması.
20 Eylül 1620  : İskender Paşa’nın Lehistan zaferi.
24 Ocak 1621  : Haliç’in donması.
 9 Şubat 1621 : İstanbul Boğazı’nın donması.
 9 Mart 1621   : Sadrâzam Güzelce Ali Paşa’nın ölümü ve Ohrili Hüseyin Paşa’nın sadâreti.
21 Mayıs 1621 : Genç Osman’ın Lehistan seferine çıkması.
17 Eylül 1621  : Dilâver Paşa’nın sadârete getirilmesi.
29 Eylül 1621  : Lehlilerin barış istemesi.
25 Ocak 1622  : Sultan’ın Lehistan seferinden İstanbul’a dönmesi.
18 Mayıs 1622 : Pâdişâh’ın, hacca gitme isteğini resmen açıklaması.
19 Mayıs 1622 : Ayaklanan yeniçerilerin sarayı basması, sultan Genç Osman’ı tahttan indirip, yerine sultan birinci Mustafa’yı tekrar tahta geçirmesi.
20 Mayıs 1622 : Genç Osman’ın Yedikule’de şehîd edilmesi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 184
 2) Sultan Osman’ın Şehâdeti (Atsız Armağanı, İstanbul-1978)
 3) Osmanlı Devleti Târihi; cild-1, sh. 326
 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 142
 5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (H. Danişmend); cild-3, sh. 273
 6) Osmanlı Pâdişâhlarının Hayat Hikâyeleri; sh. 208
 7) Türk Târihinden Yapraklar; sh. 217
 8) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, bölüm-1, sh. 127
 9) Nâimâ Târihi; cild-2, sh. 736 v.d.
10) Şehnâme-i Gânizâde Nâdiri (Viyana Ktg. No: 1050)
11) Zafernâme (Neşr: Y. Yücel, Ankara-1983)

GELENBEVİ İSMAİL EFENDİ


Meşhur Osmanlı matematikçisi, kâdı, Hanefî mezhebi fıkıh ve kelâm âlimi. İsmi, İsmâil bin Mustafa bin Mahmûd’dur 1730 senesinde Manisa’ya bağlı Kırkağaç kazasının Gelenbe kasabasında doğduğundan, Gelenbevî nisbetiyle meşhur oldu. Küçük yaşta babasının ölümü ile yetim kalan İsmâil Efendi, annesinin yanında kaldı. Çocukluğunda ilim tahsîl edemedi. Hâlbuki babası ve dedeleri, doğduğu kasabada senelerce müftîlik ve müderrislik yaparak ilme hizmet etmiş, fazilet sâhibi kimselerdi.
On iki-on üç yaşına gelen İsmâil Efendi hâlâ sokaklarda oyun oynuyor, boşuna vakit geçiriyordu. Yine bir gün sokakta oynarken baba dostlarından biri onu görüp yanına çağırarak; “Çok yazık, baban ve dedelerin hep ilimle meşgul oldular. Sen ise bu yaşta başı boş sokaklarda gezip, duruyorsun” dedi. Ona ilim öğrenmesi hususunda yardımcı olacağını söyledi. İsmâil Efendi, o günden itibaren oyunu terk etti. İlk öğrenimine Gelenbe’de başladı. Kısa zamanda başarı gösterip, zekâ ve çalışkanlığını ortaya koydu. Tahsiline devam edebilmek için İstanbul’a gitti. Fâtih Külliyesine girdi. Burada zamanın en meşhur âlimlerinden Ayaklı kütüphâne nâmıyla tanınan Müftîzâde Mehmed Emîn Efendi ve Mestanzâde Osman Efendi gibi ulemâdan ilim öğrendi. Muhammed Hâdimî hazretlerinin ilminden istifâde etti. Fıkıh, kelâm, matematik, mantık ve mühendislik ilimlerinde ilerledi.
Tahsilini başarı ile tamamlayan İsmâil Efendi, 1763 senesinde açılan rüûs imtihanını kazanarak, müderrislik payesi kazandı. Geçim sıkıntısı çekmesine rağmen vazîfe almayıp, kendisini ilmî araştırmalara verdi. Çok okuyup, daha çok çalışma yollarını aradı. Araştırma ve çalışmalarına Mehmed Emîn Efendi’nin evinde aldığı husûsî derslerle devam etti. Mantıkla ilgili Burhan kitabını bu esnada yazdı. Hocası Mehmed Emîn Efendi, ilimde olgunlaşmadan kitap yazmasını uygun bulmadı. İsmâil Efendi bundan sonra vakitlerini daha çok matematik ilmine ayırdı. Zamanla bu ilimde mütehassıs oldu. Sultan birinci Abdülhamîd Han zamanında, sadrâzam Halîl Paşa ile kapdân-ı derya Cezâyirli Hasan Paşa’nın gayret ve teşvikleri netîcesinde, yeni açılan Mühendishâne-i Bahrî-i hümâyûna tâyin edildi. 1791 senesine kadar vazife yaptığı bu okulda bir çok gencin yetişmesinde hizmetleri oldu.
Sultan birinci Abdülhamîd Han zamanında İstanbul’a gelen şımarık bir Fransız mühendisi, logaritma cetvelini İstanbul’da kimsenin bilmediği iddiasında bulundu. Yanındakiler de, ona güzel bir ders vermesi arzusuyla, Gelenbevî İsmâil Efendi’ye götürdüler. Fransız, verdiği logaritma cetveliyle ilgili soruya, tâyin edilen zamana kadar cevap vermesini istedi. İsmâil Efendi, müddet dolunca sorusunun cevâbını almaya gelen Fransız mühendise, logaritma ile ilgili yazdığı kitabı verdi. Fransız, kısa bir sürede böyle bir eserin yazılması karşısında dona kaldı. Tercümanı vasıtasıyla eseri mütâlâa ettikten sonra, reîs-ül-küttâb Râşid Efendi’ye; “Şu adam Avrupa’da olsaydı, ağırlığınca altın değeri olurdu” diyerek hayret ve takdîrini ifâde etti.
Üçüncü Selîm Han’ın saltanatının ilk senelerinde, Kâğıthane’de pâdişâh huzurunda yapılan bir tâlimde, atılan humbaralardan hiç biri hedefe isabet ettirilememişti. Sultan, devletin emek ve parasını harcıyarak okuttuğu bu subayların beceriksizliği karşısında üzülerek; “Bunları tam hesaplayacak biri yok mu?” diye sorunca, Gelenbevî İsmâil Efendi’yi tavsiye ettiler. Bunun üzerine Zeyrek’te oturan Gelenbevî İsmâil Efendi huzura çağrıldı. Matematik hesaplarına ve tecrübelerine göre humbarayı düzeltti. Yapılan üç atışta tam isabet kaydetti. İsmâil Efendi’nin bu bilgisini takdir eden Pâdişâh, gayet memnun olarak, ona günlük tahsîsat verilmesini emretti. 1790 senesinde büyük kâdılıklardan olan Mora’daki Yenişehir Feneri mevlevîliği ile taltif edilen İsmâil Efendi, Sultan tarafından oraya tâyin edildi. Mevleviyet bir ünvân olup, bunlar taht kâdılıkları idi. Bir sene burada görev yaptıktan sonra zamanın şeyhülislâmı Hâmidizâde Mustafa Efendi’nin bir mes’eleden dolayı yazdığı tekdir dolu bir yazısı üzerine üzüntüsünden vefât etti.
İlimde, ahlâkta, ibâdette örnek bir müslüman olan Gelenbevî İsmâil Efendi, zamanında pek tanınmadı. Gelenbevî yaşadığı müddetçe ihtişama değil, gösterişsiz bir hayâta, insanca yaşamaya, ilme ve fazilete âşıktı. Bıraktığı eserler onun mantık, matematik ve kelâm ilmindeki üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. İsmâil Efendi, medresenin yetiştirdiği ve ilmî değerini Osmanlı Devleti’nin sınırları dışına taşıran son âlimlerden biridir. Aklî ve naklî ilimlerde verdiği eserleri ile on sekizinci asır Osmanlı kültürünü zamanımıza aktarmıştır. O ilk defa eski matematik ile Avrupa matematiği arasında geçit vazifesi gören eserler yazmıştır. Gelenbevî’nin yazdığı eserler, matematik ve astronomi; mantık, felsefe ve âdâb; kelâm ve tasavvuf ile öteki eserleri olmak üzere, dört gruba ayrılır.
a) Matematik ve astronomi ile ilgili eserleri:1- Cebir Kitabı:Kaynaklarda Hesâb-ul-Küsûr veya Küsûrât-i Hesâb adlarıyla bilinen bu eser, en önemli kitabıdır. Aritmetik ve cebir işlemlerinden bahseden mufassal, faydalı ve güzel bir eserdir. Türkçe yazılan eser, beş bölüm olarak tertîb edilmiştir. 2- Risâle-i azla-i müsellesât: Türkçe yazılan eser; bir üçgenin açıları ve kenarları arasındaki bağıntıların hesap açısından incelenmesine dâir olup, 79 sahifeyi bulmaktadır. 1805 senesinde Dâr-üt-tıbâa’da basılmıştır. 3- Şerh-i Cedâvil-i Ensâb:Logaritma cetvellerinin kuruluş biçimi ve kullanılışına dâir bir risaledir. Akıcı bir Türkçe ile yazılmıştır. Fransız mühendisinin sorularını cevaplamak için yazmıştır. 4- Risale alâ rub-il-mukantarât ve risale alâ rub-il-müceyyeb: Arabça yazılan ve basılmayan eser astronomi ile ilgilidir. 5-Risâlet-ül-kıble: Dekâik-ül-beyân fî kıblet-il-büldân: Bu eser de Arabça’dır. Fıkıh, astronomi ve trigonometriyi ilgilendirmektidir.
b) Mantık, felsefe ve âdab ilmi ile ilgili eserleri: 1- Gelenbevî alâ Îsâgûcî şerhi ismiyle de bilinen eser, Esîruddîn Ebherî’nin Îsâgûcî veyaRisale-i Esîriyye adlı eserinin güzel bir şerhidir. Arabça yazılmıştır. 2- El-Burhân fî-ilm-il-Mîzân: Mantıkla ilgilidir. Mîzân-ı Gelenbevî veya kısacaBurhân isimleriyle anılan esere İsmâil Efendi, Hâşiyet-ül-Burhân adıyla bir de haşiye yazmıştır. 3- Kıyâs risalesi: Mantık ilmine dâir on altı sayfalık bir eserdir. 4- Risâlet-ül-imkân; Miftâhu Bâb-il-müveccehâtadıyla bilinen bir eserdir. Arabça olarak yazılmıştır. 1803 senesinde basılmıştır. 5- Ta’lîkât alâ mir-ül-âdâb: Münazara ilmi veya münazara san’atı ile ilgili olup, Arabçadır. 1775 senesinde yazılan eser, 1819’da basılmıştır. 6- Risâletü ilm-il-âdâb: Âdâb Risalesi veya Gelenbevî alâ âdâb adıyla bilinen eserde, doğruya ulaşabilmek için gösterilen gayretin, araştırmanın ve münazara san’atının kuralları işlenmiştir. 1864 senesinde basılmıştır.
c) Kelâm ve tasavvufla ilgili eserleri: 1- Haşiye alâ tehzîb-ül-mantık vel-kelâm: Teftezânî’nin, Tehzîb-ül-mantık vel-kelâm adlı eserine yazılan haşiyedir. Arabça olan eser 1875 senesinde yazılmıştır. 2-Haşiye alâ Şerh-ül-Celâl el-Adûdiyye: El-Mevâkıf adlı eserin hâşiyesidir. Kısaca Celâl haşiyesi ve Gelenbevî alâ el-Celâl adlarıyla anılan eser, 1817 senesinde basılmıştır. Kelâm ilmine dâirdir. 3- Risale fî tahkiki mezhebi ehl-is-sünne fî usat-ül-mü’minîn: Bozuk mutezile mezhebine cevap için yazılan bu eser de Arapça’dır. 4- Risâle Teteallahü bi kavlihi te’âlâ, 5- Vahdet-i vücûd risalesi:
d) Diğer eserleri; 1- Risale fî beyânı ism-ül-ma’nâ ve ism-ül-ayn:Nahiv ilmiyle alâkalıdır. 2- Risale fî şerhi târîfî Sıdk-il-haber ve kizbihî, 3- Risale fît-tekaddüm, 4- Risâle-ül-fenn-ül-evvel ilm-ül-meânî, 5- Risâle-ül-fenn-üs-sânî ilm-ül-beyân, 6- Risale fî dühûl-il-ba’alel-mahsûr aleyh vel-maksûr, 7- Risâle-i tağlîb, 8- Risale fil-Vâsıta.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Gelenbevî İsmâil (Abdülkuddûs Bingöl; Ankara-1988)
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 293
 3) Kâmûsu Riyaziyat; cild-1, sh. 318
 4) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 227
 5)Târih-i Cevdet; cild-4, sh. 254
 6) Âsâr-ı Bakiyye; cild-2, sh. 294
 7) İsmâil Gelenbevî ve Sübût-i Hilâl Mes’elesi (Ankara İlahiyat Fakültesi Dergisi; cild-13, sene-1965)
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 27

GEDİK AHMED PAŞA


Fâtih Sultan Mehmed Han devrinin değerli kumandan ve vezirlerinden. Yeniçerilikten yetişen Gedik Ahmed Paşa’nın Anadolu beylerbeyi oluncaya kadar ne gibi vazifelerde bulunduğu bilinmemektedir. Anadolu beylerbeyliği yaptığı zamanlarda Uzun Hasan ve Karaman Beyliği’ne karşı büyük başarılar elde etmesi ve 1470 Eğriboz seferindeki muvaffakiyeti vezirliğe yükselmesine sebeb olmuş ve fetihlerde bulunmuştur.
Vezir olduktan sonra daha büyük vazifelere me’mur edilen Ahmed Paşa, önce Alanya kalesini fethederek, Karamanoğullarının elinde bulunan Silifke, Mokan ve Gargos kalelerini alıp, buralardaki Karaman ailesi mensublarını İstanbul’a gönderdi. Uzun Hasan’ın kardeşi Cihângir Bey’in seçme Türkmen beylerinden müteşekkil ordu harekâtının durdurulması vazifesini üstlenen Ahmed Paşa, önceleri kuvvetinin azlığı dolayısıyla geri çekilmişse de, şehzâde Mustafa Çelebi ve Dâvûd Paşa’nın kendisine katılmasıyla Akkoyunlu ordusunu yenerek ordudaki Türkmen beylerini esir aldı.
İstanbul’a çağrılan Gedik Ahmed Paşa, Uzun Hasan’a karşı yapılacak hareketler konusunda toplanan meşveret meclisinde bulunmuş ve Akkoyunlulara karşı harekâta geçmek isteyenlerin tarafında yer almıştır. 1473 Otlukbeli savaşında sağ cenahda bulunan Gedik Ahmed Paşa, savaşın başarı ile gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Akkoyunlu seferi sırasında, Karaman oğulları ile müttefikleri olan Venedikliler tarafından alınan Anadolu’nun güney sahilindeki bâzı kaleleri yeniden fetheden Ahmed Paşa, aynı sene Mahmûd Paşa’nın yerine sadrâzam tâyin edildi (1474).
Veziriazam olduktan sonra, 1475’de Karadeniz’deki Ceneviz kolonilerinin fethine me’mur edilen Gedik Ahmed Paşa, Azak ve Menkub kalelerini almış ve neticesinde Kırım Hanlığı Osmanlı Devleti’nin himayesine girmiştir. Bu fetihler aynı zamanda Karadeniz’in Türk gölü hâline getirilmesi projesinin ikinci safhasını da teşkil etmiştir. 1476’da Fâtih Sultan Mehmed’le birlikte Boğdan ve Mora seferine çıkan Ahmed Paşa, İşkodra’nın fethine me’mur edildiğinde, bundan kaçınmış ve neticede vezîriâzamlıktan azledilerek, Rumeli hisarına hapsedilmiştir.
Bir süre sonra Hersekzâde Ahmed Paşa’nın delâleti ile hapisten çıkarılan Gedik Ahmed Paşa, donanma kumandanlığına tâyin edilerek, Gelibolu’ya gönderildi. 1478’de Limni’yi alarak, buraya Anadolu’nun Türk ahâlisini yerleştirdi. 1479’da yunan denizine sefere me’mur edilen kapdân-ı derya Gedik Ahmed Paşa; Kefalonya, Zanta ve Santamaura adalarını fethetti. Ertesi sene Napoli krallığının fethine me’mur edilen Paşa, Otranto’yu zabt etmiş, ancak daha ileri yürümesini, Fâtih Sultan Mehmed’in vefât haberi engellemiştir.
Fâtih Sultan Mehmed’in vefâtından sonra devlet kadrolarında vazifeye devam etti ise de, Cem hâdisesinde iki taraflı hareket ettiği kanâatine varan sultan İkinci Bâyezîd tarafından 1482 yılında îdâm edildi.
Fâtih devrindeki fetihlerde üstün gayretleri ile tanınan Gedik Ahmed Paşa, Türk târihinin nâdir kumandanlarından birisidir. En müşkil işleri başaran Ahmed Paşa, sert tabiatlı, açık fikirli, mert ve dürüst bir vezir idi. Halk arasında sevilen bir şahsiyet olduğu için vefâtı derin bir eleme sebeb olmuştur.
Gedik Ahmed Paşa, İstanbul, Afyonkarahisar ve Konya’da bir çok hayrat yaptırmıştır. İstanbul’daki Gedik Paşa semti, ismini burada yaptırdığı eserlerden almıştır. Afyon’da inşâ ettirdiği imâret, medrese ve kütübhâne hâlâ ayaktadır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî zaviyesini de tamir ettirmiştir.
Çıkdı Otranto’ya pür velvele Ahmed Paşa
Tuğlar varsa gerekdir Kızılelma’ya kadar.
Yahyâ Kemâl
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hadîkat-ül-vüizerâ; sh. 13
 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 533
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 168
 4) Tevârih-i Âli Osman (Oruç Bey); sh. 124
 5) Tevârîh-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 173
 6) Târihi Ebü’l-Feth (Dursun Bey) sh. 143
7) Tâc-üt’tevârîh; cild-1, sh. 518, cild-12, sh. 12
 8) Devlet-i Osmanâniyye Târihi; cild-4, sh. 766

GAZİ OSMAN PAŞA


Doksanüç harbi diye meşhur olan Osmanlı-Rus savaşında (1877-1878) Plevne cephesinin ünlü kumandanı. Tokatlı olup Yağcıoğlu âilesindendir. 1832 yılında doğan Osman Paşa’nın, babası İstanbul’da olduğu için, ailesi de oraya göçtü. Sıbyân mektebinde okuduktan sonra, Beşiktaş’daki askerî rüştiyede (ortaokulda), daha sonra da Kuleli Askerî İdâdisi’nde (lisesinde) okudu. Derece alarak bu mektebi bitiren Osman Paşa, Harbiye’de okumaya başladı. İkincilikle diploma alıp Harb Akademisi’ne girdi. Burayı bitirmeden 1853’de Kırım savaşının çıkması üzerine, kurmay sınıfına alınarak Rumeli’de görevlendirildi. Başarılı çalışmalarını gören komutanının takdirini kazanarak kısa zamanda terfi ettirildi. 1856 yılında Akademiye devam edip, 1858’de kıdemli yüzbaşı olarak tahsilini tamamladı. 1859’da genel kurmay başkanlığında, Anadolu’nun haritasını çıkarma görevi ile Bursa’ya gönderildi. 1861’de Rumeli Yenişehir’inde toplanan ordunun kurmay hey’etine tâyin olundu. Üç sene sonra hassa ordusu 4. alayının 2. taburunda, 1865’de 3. alayın 2. taburunda binbaşı rütbesiyle çalıştı. Tesalya ve Cebel-i Lübnan’da görev aldı. Girit isyânlarının başlaması üzerine Girit’e tâyin edildi. 1866’da Girit’teki çalışmalarıyla serdâr-ı ekrem Ömer Paşa’nın takdirini kazanarak miralay (albay) oldu ve Yemen’e gönderildi. 1875 yılında paşa rütbesiyle Rumeli’de 5. ordu Manastır fırka (tümen) kumandanlığına tâyin edildi. Buradaki çalışmalarıyla pek çok takdirlere mazhar olup, birinci ferik (korgeneral) rütbesi verildi. 1876’da Sırp isyânlarının başlaması üzerine, emrindeki birliklerle, İzver tepelerini ve Zayçar kasabasını işgal etti. Sırpları yenerek müşir yâni mareşal oldu.
Gâzi Osman Paşa’yı bütün dünyâya tanıtan 1877-1878 Osmanlı-Rus harbindeki savunma, gayret ve kahramanlıklarıdır. Bu harpte ilk defa kendi buluşu olan toprağı kazdırarak yaptırdığı akla durgunluk verici tahkimatla ve Plevne cephesindeki müdâfâsı ile dünyâ harb târihine yeni prensipler getirmiştir.
Gâzi Osman Paşa, Ruslarla savaş başladığı zaman Vidin ve Rahova bölgelerini korumakla vazifeliydi. Tuna’yı geçerek savaşın düşman topraklarında yapılmasını teklif ettiyse de, izin verilmedi. Rusların Berkofça dağlarını aşmaya başlamasından sonra, kendisine hareket emri verilen Osman Paşa, Plevne’yi kuşatarak teslim alıp, savunma için lüzumlu tedbirleri aldı. Ruslar, Plevne’ye saldırdıklarında, şiddetle karşı koyarak geri püskürttü. On gün sonra 30 Temmuz 1877’de ikinci defa saldırdıklarında kahramanca karşı koydu. Şiddetli ve kanlı çarpışmalarla devam eden muhârebede sayıca ve silâhça çok üstün olan Rusları geri çekilmeye mecbur etti. Rus çarı Romanya ordusundan yardım istemek mecburiyetinde kaldı. 1. Kolordu-yı hümâyûn başkâtibi Hikmet Efendi,Plevne Kahramanı Gâzi Osman Paşa adlı eserinde, onun hususiyetlerini ve Plevne’deki kahramanlıklarını şöyle anlatıyor:
“Gâzi Osman Nûri Paşa, sağlam bir bünyeye sahipti. Sakalları siyahdı. Nûrlu çehresinde zekâ ve şecaatinin olgunluğu parıldardı. Mübarek yüzüne dikkatle bakıldığında, dîne olan muhabbeti, vatan aşkı ve askerlik namusu hemen görünürdü. Sanki şanlı târihimizin meşhur şehîdlerinin pâk ruhları bir araya gelerek Allahü teâlânın kudreti ile on dokuzuncu asırda böyle bir gâzide birikmişti. Gözleri iri ve siyahtı. Gayet temkinli ve uzağı gören bakışları vardı. O gözler; bir bakışta yumuşaklık, cömertlik ve asaletin müşahhas bir timsâli olur, celallendiğinde ise yumurta şeklinde bir yâkûta dönüşürdü. Îmân dolu göğsü, kahramanlıktan doğan hiddetin galebesiyle safları dağıtan bir arslan heybetinde idi. Dâima düşünceli görünür, vatanını korumak için canla başla çalışırdı.
Plevne’yi doksan bin Moskof’a mezar yapmıştı. Harp esnasında ordugâh-ı hümâyûn içinde kılıcını çeker, seyyar bir kale gibi bir baştan bir başa döner dolaşırdı. Her hangi bir tabur veya müfrezeyi hücuma sevk ettiğinde, yalın kılıç en önde saldırırdı. Kendisini görenler, askerine hem kumandanlık yaptığına, hemde düşmanla kılıç kılıca çarpıştığına şâhid olurlardı. Darda kalan askerinin yardımına koşar ve galeyana getirmek için; “Ey Plevne’nin şanlı arslanları! Bugünler yiğitlik, kahramanlık günleridir. Vatanı ve namusu korumak günleridir. Milletimiz bize inanıp güvendi, cihânın gözü Plevne’ye dikildi. Düşman, bütün kuvvetini üzerimize yığdı. Biz dahi Osmanlı’nın şânını gösterelim. Ölmek var dönmek yok! Muhakkak Plevne bize mezar olacak, ama yine de zâlim düşman bu sevgili toprağa ayak basamıyacak! İşte kumandanınız ve kardeşiniz olan Osman, sizin önünüzde şehîd olmaya gidiyor! Allah’ını seven arkamdan gelsin!..” diye hitâb ederdi. Heybet uyandıran bu konuşmasının te’siriyle kahraman mücâhidler, korkusuzca düşmana saldırır, Plevne’nin etrafındaki yüksek dağlar ve istihkâmlar adetâ yerinden oynardı...
Gâzi Osman Paşa, dâima Allahü teâlâya tevekkül eder, her zaman Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem mübarek rûhâniyetine sığınır, kaza ve kaderin hükmüne teslim olarak her türlü sıkıntı ve belâya tahammül gösterirdi. Düşmana her hücumunda “Allah Allah” diyerek saldırmalarını, galip geldiklerinde “Elhamdülillah” diyerek cenâb-ı Hakk’a şükretmelerini askerlerine tenbih ederdi. Askerlerini, kendinden ve âîle efradından fazla sever, bilhassa Plevne gâzilerine husûsî bir alâka gösterirdi. Gece gündüz yanlarından ayrılmaz, her biriyle latife eder, onlara “Gâzi”, “Arkadaş” diye hitâbda bulunarak gönüllerini alırdı. Günün her dakikasında üzerlerine yağan binlerce mermiye aldırış etmez, çadırından tek başına tabyalarını dolaşmaya çıkardı. Hangi sipere uğrayacak olsa oradaki gâziler; “Gâzi babamız geliyor!..” diyerek bir sevinç dalgası ortalığı kaplardı. Askerin yanına geldikde; “Selâmünaleyküm yavrularım! Ne yapıyorsunuz? Bakın, düşman korkusundan yine şamata ve gürültüye başladı. Müslümanlar hücum edecek zannı ile korkusundan gülle yağdırıyor. Amma korkak düşman hâ!” sözleriyle askerinin yüreğine su serperdi. Bütün siperleri dolaşır, eksikleri tamamlardı.
İslâm âleminin medâr-ı iftiharı (iftihar vesilesi) olan o şecâatli gâzi, muhasara esnasında askerin erzakının azalmaya başladığını hissedince, mu’tad yemeklerini terk ve azaltma yoluna giderek, kendisini askerinden ayırmamış; onlar gibi, yafnız çorba ve peksimet ile idare etmeye başlamıştır. Bâzan siperleri kontrol ederken, askerlerin yemek saatine rastlar, onlara; “Bereketli olsun arslanlar! Misafir alır mısınız?” der, aralarına oturarak gönüllerini alırdı.
Çok cömert ve kanaatkar olan Gâzi Osman Nûri Paşa, Devlet-i aliyyenin büyük harp masraflarını azaltmak için elinden gelen her şeyi yapar, hattâ şahsî maaşından ihtiyâcı kadar alır, gerisini, uğrunda can verdiği dînine ve devletine hediye ederdi...
Plevne halkı da, Gâzi Osman Paşa’ya merhametti bir baba, kerem sahibi bir koruyucu olarak had safhada, gözyaşartıcı bir sevgiyle muhabbet besler ve hürmet gösterir, kendilerine sığınan halkının hüzün ve elemini gidermeye çalışarak tessellî ederdi.
Harp esnasında elinden kılıcını düşürmez, kâh istihkâmlara atılıp kan deryası içinde Moskofla pençeleşen kahraman gâzilerini yakıcı bir seste teşvik eder, kâh çadır ve kulübeler içine yerleştirdiği Plevnelilerin yanına koşup; “Korkmayın hemşehrilerim! Allahü teâlâ düşmanı yine perişan eyledi. Nusret bizimdir. Benim ve yiğit askerlerimin vücûdları parçalanmadıkça burada yaşayan din kardeşlerimizin bir tüyüne bile halel gelmez. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz bizimle beraberdir...” diyerek, tatlı sözleriyle o mazlumların gönüllerini ihya ederdi. Bâzan dizlerine kadar çamura batmış küçük çocukları çamurdan çıkarıp kucağına alır, onların, kendisine Allahü teâlânın ve pâdişâhları cennet mekân sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın bir emâneti olduğunu düşünür, çadırında gizli gizli ağlardı.
Plevne’ye bir gülle düştükte veya cephelerden bir tüfek sesi geldikte çocuklar; “Gâzi babamız yine cenk ediyor. Allah’ım! Sen imdadına yetiş!..” diyerek duâ ederlerdi. Gâzi Osman Paşa, kasaba içinden geçtikleri esnada; halk ve çocuklar son derece hürmetle selâm verirler ve; “Ey Plevne arslanı! Allahü teâlâ kılıcını keskin, düşmanlarını da kahr eylesin! Sen başımızda bulundukça düşmandan zerre kadar korkmayız. Hepimiz asker ve şehîd olmaya âşıkız! Bin yaşa gâzi babamız!..” nidaları yankılanırdı.
Gâzi Osman Paşa, uzun ve ağır şartlar altında kazandığı muvaffakiyetlerini gayet tevazu ile, yedi-sekiz satırlık bir cümlede toplar, başarıların Allahü teâlânın yardım ve Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin imdadı ile olduğunu telgraf çekerek pâdişâha arz ederdi. Telgraflarında medhiyelere yer verilmesini isteyenlere karşı; “Vatanıma olan borcumu, devlet ve pâdişâhımdan nihayetsiz yediğim ekmeğin hakkını ödemeye çalışıyorum. Ne yaptım ki? Ve ne yapabilirim ki? Allahü teâlânın yardımı ve ihsânı, Resûlullah efendimizin imdâd-ı ruhanîleri olmadıkça hiç bir şey yapamam. Ben, âciz bir kulum. Hakîm ve her dilediğini yapan ancak Allahü teâlâdır...” diye cevap verirdi.
Gâzi Osman Paşa, gece ancak iki saat kadar uyur, beş vakit namazını, mücâhid gâzileriyle cemâat yaparak edâ ederdi. Duâların kabul vakti olan seherlerde, dâima Kur’ân-ı kerîm ile Delâil-i Hayrat okurdu. Oturduğu mübarek yeşil çadırı, kurşun ve gülle parçalarıyla delik deşik olmuş, sanki her tarafından rahmet pencereleri açılmıştı. Kumandanlardan gelen, çadırın yerini değiştirme teklifini red etmişti.
Plevne’ye düşman, gece-gündüz her taraftan aralıksız gülle yağdınr, Gâzi Osman Paşa hazretleri de, bin gülleye karşılık beş top ile cevap verirdi. İstihkâmların içine gülleler düştükçe, sînelerini siperlerine dayamış ve tüfeğine yaslanmış gece-gündüz düşmanı bekleyen yiğitlerin gösterdiği gazanferâne tavrın ve cesaretin akıllara hayret ve kalblere rikkat vermemesi mümkün değildi.”
Gâzi Osman Paşa, 11 Eylül 1878’de Ruslarla yaptığı üçüncü Plevne savaşını da kazanarak Gâzi ünvânını aldı. Ancak Ruslar asker ve silâh çokluğu yanında, devamlı takviye alıyordu. Daha büyük kuvvetlerle Plevne kuşatılınca, hiç bir yerden yardım alamayan Gâzi Osman Paşa, Rus ordu hatlarını kahramanca yardı. Bu harekâtta Gâzi Osman Paşa’nın atı isabet alarak öldü. Kendisi de bacağından ağır yaralandı. Açlık, hastalık, yardımın gelmemesi ve maiyyetinde her türlü fedâkârlığı gösteren askerin harcanmaması düşünceleri Gâzi Osman Paşa’yı teslime mecbur etti. Yarası Viz suyu kenarında bir evde sarılırken, Rus generali Ganetski tarafından esir alındı (Bkz. Plevne Müdâfâsı). Az sonra Rus başkumandanı Grandük Nikola askerî tören yaptırarak, askerlik ve esirlik kaidelerine aykırı olmasına rağmen, Osman Paşa’nın kılıcını iade etti. Heyecan ve samimiyetle takdîr ve parlak savunmasından dolayı tebriklerini bildirdi. Başkumandan Osman Paşa’ya; “Şu anda yeryüzünde bu kılıcı şerefle taşımaya hakkı olan tek insan sizsiniz” demekten kendini alamadı. Ayrıca Osman Paşa’nın huzurunda azamî hürmet göstermeye çalıştı. Kısa bir süre sonra da Rus çarının bulunduğu karargâha getirilen Osman Paşa, çar tarafından tebrik edildi. Rusya’ya trenle götürülürken, trende Rus subayları ile harb ve askerlik san’atı üzerine Fransızca sohbetler etti. Rusya’ya varışında, ülke içinde istediği yere gidebileceği bildirildi. Gâzi Osman Paşa bâzı Türk illerini gezdi. Her gittiği şehirde devlet reislerine yapılan merasimle karşılanıp uğurlandı.
Gâzi Osman Paşa, bir müddet sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın teşebbüsleri neticesinde Rusya’dan İstanbul’a döndü. İstanbul’a gelişte halk tarafından büyük bir sevgi ile karşılandı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, göz yaşları içinde alnından öptü ve kendisine; “Sen benim yüzümü bu dünyâda ak ettiğin gibi, Allah da senin yüzünü iki cihânda ak etsin” diye duâ etti. Serasker oldu. Yedi yıl bu görevde kaldıktan sonra sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından mâbeyn müşîri (saray mareşalliği) görevine getirildi.
Ölünceye kadar bu görevde kaldı. Törenlerde, pâdişâhın arabasında ve ona karşı otururdu. 1900’de 68 yaşında vefât etti. Kabri, Fâtih Câmii avlusundadır. Türbesini, onu çok seven sultan İkinci Abdülhamîd Han yaptırmıştır.
Gâzi Osman Paşa; temiz ahlâkı, kahramanlığı, samîmi müslümanlığı ve devlete olan bağlılığı ile günümüze kadar sevgi ile anılmıştır. Adına yazılan Plevne veya Gâzi Osman Paşa türküsü hâlâ söylenmektedir.

Gâzi Osman Paşa Marşı

Tuna nehri akmam diyor,
Etrafımı yıkmam diyor,
Şanı büyük Osman Paşa,
Plevne’den çıkmam diyor.
Karadeniz akmam dedi.
Ben Tuna’ya bakmam dedi.
Yüz bin moskof gelmiş olsa,
Osman Paşa korkmam dedi.
Kılıcını vurdu taşa,
Taş yarıldı baştan başa,
Şânı büyük Osman Paşa,
Askerinle binler yaşa.
Düşman Tuna’yı atladı,
Karakolları yokladı.
Osman Paşa’nın emrinde,
Beş bin top birden patladı.

ÖZLEDİĞİMİZ DÜĞÜN

Birinci Kolordu-yu hümâyûn başkâtibi Hikmet Bey diyor ki: “Gâzi Osman Paşa’nın ve yiğit askerlerinin kahramanlığını bir mikdâr yansıtan şu hâtırayı anlatmadan geçemiyeceğim. Bunu bana Kerim Paşa, her kelimesini gözyaşı dökerek anlatmıştı:
“Gâzi Osman Paşa hazretleri Vidin’de iken, İstanbul’dan Ruslara harp ilân edildiğini bildiren telgrafnâme-i hümâyûn geldi. Cennetmekân sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gönderdiği bu telgrafı büyük bir hürmetle alan Paşa, Sırbistan’da nice galibiyetler kazanan ordusunu bütün komutan ve subaylarını bir meydana topladı. Sonra telgraf-ı şahaneyi son derece şevk ve hürmetle okuduktan sonra açıklayıcı mâhiyette bir hutbe irâd eyledi. Hutbeyi büyük bir heyecanla dinleyen neferlerden dört yiğit, son derece edeb ile ortaya çıkıp selâm durduktan sonra içlerinden biri bütün arkadaşlarına vekâleten Gâzi Osman Paşa’ya din ve vatan için canlarını vermeye hazır olduklarını bildirdiler. İbret veren ve askerlik ruhunu tamâmiyle yansıtan bu konuşmayı paşalardan biri kaleme alıp mâbeyn-i hümâyûna telgrafla gönderdi. Türk milletinin askerlik ruh ve şuurunu fevkalâde yansıtan konuşma şudur:
“Şimdiye kadar bekleyip özlediğimiz düğün-bayramımızın bugün birden bire karşımıza çıktığını, bu okunan ferman müjdelemiş oldu. İzin verirseniz bu gece sabaha kadar şenlik yapacağız. Çünkü cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı kerîmde bize ilâhî nusretini (yardımını) vâdettiğini âlimlerimizden işittik. Öyle ki, bildirilen âyet-i kerîmelerin her biri, kalbimizde demirden bir kale gibi yerleşmiştir.
Muhârebeyi kazanmanın, askerin çokluğu veya azlığı ile olmadığını atalarımızdan öğrendik. Kumandanın askerine, askerin de kumandanına olan güven ve emniyetiyle küçük bir ordunun nice büyük orduları hezimete uğrattığını biliyoruz. Sırbistan muhârebelerinde başarılı olmamızın en büyük sebebi, size olan güven, emniyet ve muhabbettir ki, buna hepimiz şahidiz. Bunun için babalarımızın kanıyla yoğrulmuş olan vatanın bir karış toprağına, bir değil bin baş feda edip düşmana ayak bastırmıyacağımızı ve muhterem pâdişâhımıza muhârebeye gelmek zahmetini çektirmiyeceğimizi, kemâl-i emniyetle sultânımıza arz etmenizi sizden ricâ ederiz.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Plevne Kahramanı Gâzi Osman Paşa (Hikmet Efendi İstanbul-1892)
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-6, sh. 155
 3) Mir’âtı Hakikat; sh. 467 v.d.
 4) Plevne Müdâfaası (F.W. Von Herbert Çev. N. Artam, 1954)