Hâdiselere göre ortaya çıkan dâvaları hâllederek sonuçlandıran hâkim. Verilen hükme de kazâ denir.
İslâmiyet’te kaza işlerini ilk üzerine alan Peygamber efendimizdir. Muhammed aleyhisselâm, getirdiği İslâm dînini tebliğ vazîfesi yanında, bir devlet reisi sıfatıyla müslümanların idaresini de deruhte etti (üzerine aldı). İnsanlar arasında, Allahü teâlânın kendisine vahy ettiği esaslara göre hüküm verdi. Kur’ân-ı kerîmde açıkça bulunmayan hususlar için hukukî hükümler koydu.
Peygamber efendimizin vefâtından sonra kaza işlerini bizzat dört halîfe yürüttü. İslâm devleti büyüyüp işler artınca, halîfeler insanlar arasındaki ihtilâflarda hüküm verecek ehil kimseleri hâkim tâyin ettiler. Bu vekîllere kâdı adı verildi ve kânunların tatbiki işi kâdılara bırakıldı. Hazret-i Ömer, kâdıların dâvaları halletmekte uygulayacakları bir kânun vâz etti. Basra kâdısı Ebû Mûsâ el-Eş’arî ve diğer kâdılara gönderdiği metin İslâm mahkeme usûlünün esâsı oldu. Böylece sosyal ihtiyâçlara dâir, ailevî, idarî; siyâsî v.b. bütün hususlara cevap veren kaide ve kânunlar ortaya çıktı. Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerifler, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ olmak üzere dört husus edille-i şer’iyye adıyla İslâm kânunlarının çıkarıldığı ana kaynaklar oldu.
İslâm devletlerinde dâvalara kâdılar baktılar. Emevî ve Abbasîler devrinde kâdıların, ilim, takva ve verâ sahibi, adaletli olmalarına dikkât edildi. Abbasîler devrinde kâdıların tâyin, terfi ve kontrollerini yapan kâdı’l-kudât (başkâdılık) teşkilâtı kuruldu. Selçuklu ve Türkiye Selçuklu Devleti’nde de hukukî dâvalara kâdılar baktı. Hükümler ekseriya Hanefî fıkhına göre verildi. Memlekette askeri sınıfa ve halka mahsus ayrı ayrı hüküm mercîleri (kâdılıklar) ortaya çıktı.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında en büyük kâdılık evvelâ İznik ve sonra Bursa kâdılığı olup, fethedilen yerlerde de ikinci ve üçüncü derecelerde kâdılıklar ihdas olunmuştu. Kâdılarla idare edilen mahallere kazâ adı verilmiş ve bu isim günümüze kadar gelmiştir. Kâdı, idâri ve hukukî bütün hükümleri tatbik edici demek olup, aynı zamanda hükümetin emirlerini de yerine getiren bir makamdı. Kâdılara hâkimü’ş-şer’i ve daha sonra kısaca hâkim denilmiştir.
Kâdılar, medrese tahsili görüp icâze alarak mülâzemet edenlerden (belirli bir staj dönemi geçirenlerden) tâyin edilirlerdi. Medreseden çıkıp kazasker dîvânına mülâzemet edenler, müderris olmak istemeyip kâdılık etmek isterlerse, doğrudan doğruya kazâ kâdılıklarına tâyin edildikleri gibi, bir müddet müderrislik edip sonra kâdı olmak isteyenler de müderrisliklerinin derecesine göre kazâ, sancak ve eyâletlerden birinin kâdısı olurlardı.
On dördüncü yüzyıldan on altıncı yüzyıl sonlarına kadar ilmiye sınıfının en yüksek makamı kazaskerlikler idi. Bu îtibârla mevleviyet denilen büyük kâdılıklar da dâhil olmak üzere bütün kâdıların tâyinleri Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin arzları ile olurdu. Ancak Anadolu ve Rumeli kazaskerleri başlangıçtan yüz elli akçelik kâdılıklara kadar olan terfileri pâdişâh tarafından kabulleri esnasında huzûr-ı hümâyûn da bizzat okuyarak irâdesini aldıkları hâlde, yüz elli akçelikden yukarı mevleviyet denilen daha büyük kâdıları sadrâzama bildirirler ve o da pâdişâha arz ederek tâyin işini gerçekleştirirdi.
Kendi selâhiyetleri dahilindeki kaza kâdılarının tâyinleri ve azilleri hususunda kazaskerler tarafından tutulmuş olan deftere Akdiye defteriyâni kâdılar defteri denilirdi. İlmiye teşkilâtında daha sonra yapılan değişiklik gereğince, kazaskerlerin kâdı ve müderrisler için tuttukları defter esas olmak üzere, tâyin ve nakiller, bir tahrîrata göre yapılır ve değişiklikler tarik defteri denilen deftere kaydolunurdu.
Osmanlı Devleti’nde kâdılıklar; Anadolu, Rumeli ve Mısır olmak üzere üç sınıftı. Rumeli’de kâdılık edenler Rumeli kazaskeri defterinde kayıtlı olduklarından, bunlar Anadolu kâdılığına geçemezlerdi. Ancak Rumeli’deki kazâlarda terfî etmek suretiyle kâdılık ederlerdi. Yine Anadolu kazalarında kâdılık edenler de Anadolu kâdılığı defterlerinde kayıtlı olmalarıyla orada devir yaparlardı. Kazaskerlerin kâdıların derecelerini gösteren defterlere göre Rumeli’deki kazâ kâdılıkları dokuz sınıfa, Anadolu’dakiler on sınıfa ve Mısır kâdılıkları altı sınıfa ayrılmışlardı.
Rumeli kazaskerine tâbi olan kâdılar mülâzemeti müteakip, en aşağı derecede olan cinad derecesinden başlayarak çelebi, Eğri, İnebahtı, sâlise, saniye, karîb-i ûlâ, rütbe-i ûlâ ve en son yüksek derece olan Sitte-i Rumeli’ye kadar çıkar ve oradan tekâüd (emekli) olurdu. İçlerinden değerli olanlardan ikisi Rumeli kazaskeri dîvânında müşavir olarak bulunurlardı. Bu suretle Rumeli’deki kazalardan her biri bu dokuz dereceye göre ayarlanmıştı.
Anadolu kazaskerine tâbi Anadolu kâdılıkları da yine İbtidâdan başlıyarak; tâsia, sâmine, sâbia, sâdise, hâmise, râbia, sâlise, saniye ve Sitte-i Anadolu derecelerine kadar çıkardı. Bu suretle Anadolu’daki kaza kâdılıkları da yukarıda gösterilen on dereceye ayrılmıştı. Yine Anadolu kazaskerine tâbi Mısır kâdılıkları da; sâdise, hâmise, râbia, sâlise, Musul ve Sitte-i Mısır olmak üzere altı derece idi. Bunların en yüksek derecesi olan Sitte-i Anadolu ve Sitte-i Mısır’dan değerli ve tecrübeli ikişer kişi Anadolu kazaskeri dîvânında müşavirlik ederlerdi. Bu müşavirlere tahta başı deniliyordu. Bunlar kazaskerlerin sağında ve solunda oturduklarına göre, sağ tahtabaşı ve sol tahtabaşı diye anılırlardı. Rumeli, Anadolu ve Mısır’daki kazalarda kâdılık ederek nihayet sitte denilen dereceye kadar çıkanlara eşrâf-ı kuzât denilirdi.
Kazaların kâdılıkları yukarıda görülen derecelere göre beşer akçe zam ile yirmiden kırk akçeye kadar çıkmaktaydı. Daha sonraları para rayicine göre en düşük derecenin yevmiyesi kırk akçeden başlamış ve böylece yüz elli akçelik en son derecesine kadar çıkmıştır.
Kadılık mesleği, devletin amme nizâmını koruyan temel unsur olduğundan, her önüne gelen kâdı olamazdı. Kâdı olacak kimse; hür, müslüman, akıllı ve baliğ olmalı, dînî mes’elelere ve muhakeme usûllerine vâkıf olacak yeterli bilgiye sahip, anlayışı kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan, güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam, dayanıklı olmalıdır. Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz kudretine sâhib olmalı, küçük, deli, bunak, kör ve sağır olmamalıdır.
İslâm hukukuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sahiptirler. Ancak kendilerinin yakın akrabaları meselâ babası, annesi ve çocukları v.s. hakkında hüküm veremezler. Kâdılar mahkemede taraflara eşit muamele ile söz haklarını muhafaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin etmekle mükelleftirler. Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet, açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları şarttı.
İslâm hukukunda, kâdılık yüksek bir mevkî ve mertebe kabul edildiği için, kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâlden (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir. Yine zengin veya fakir hiç bir kâdının, davaya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul edemeyecekleri, bunların verdiği ziyafetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir.
Bir yere tâyin edilen kâdıya hukukî kararları icraya (uygulamaya) me’zûn olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir berât verilir ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir mühürlü mektup alarak vazîfesine giderdi.
Osmanlı Devleti’nde kâdıların bulundukları kaza ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Kâdılar kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı. Evleneceklere nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhafazası, vasi tâyin ve vasiliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına uyulup uyulmadığının gözetilmesi, suç, cinayet, ecza, hukuk, ticâret vesâir bütün dâvalar, kâdılar tarafından görülürdü. Ayrıca köylü tabaka ile askerî sınıf arasındaki arazi ile ilgili ihtilâflar hükümetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve verilen hüküm hükümete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı.
Kâdıların hukukî vazîfelerinden başka, idâri cihetten pek mühim vazîfeleri vardı. Bu hususta hükümetçe kendilerine ferman gönderilir, onlar da îcâb eden cevâbı doğrudan hükümete arzederlerdi. Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı. Zahire ve amele tedâriki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisadî işler, mahallî rayice göre satılan eşyalara narh konması, belediye işleri yâni askerî inzibattan başka bütün devlet işlerinin te’mini kâdılara aitti. Bundan dolayı kâdılar selâhiyet bakımından doğrudan devlet merkezine bağlı vazîfe sahibi idiler. Kâdılar bu geniş vazîfeleri dolayısıyle kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvalara dâir vermiş oldukları hükümleri kayıt için sicil denilen kayıt defterleri tutarlardı.
Kâdı sicilleri âid oldukları yerde gayet titiz bir şekilde muhafaza edilirlerdi. Kâdıların tuttuğu bu siciller, dînin emirlerinin tatbîkâtı olup, böylece İslâm târihine ve sosyal bünyesine âid vesîkalardır.
Bugün sâdece Türkiye’de müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zayi olan ve yananlardan geriye kalıp muhafaza olunanlar yüzbinleri geçer. Şimdi bu sicil defterlerinin tozlu yaprakları arasında, yüzyılların mîrâsı koskocaman bir adalet târihi yatmaktadır.
Kâdı mahkemeleri umûma açık ve alenîdir. Kâdı, göreceği dâva konusu ile ilgili olarak, gerektiğinde bilirkişiye müracaat ederdi. Kâdının doğru hüküm vermesi için müracaat ettiği bir zât da yine İslâm hukukunu bilen, bulunduğu yerin müftîsidir. Kâdı arzu ederse bir husus için müftîden fetva isteyebilir.
Osmanlı Devleti’nde kâdıların gördüğü dâvalar, kısa zamanda hükme bağlanır ve hüküm hemen yerine getirilirdi. O devirlerde ve hattâ bugün dahi dünyânın hiçbir yerinde dâvalar Osmanlı’daki gibi hızla halledilemezdi. Vatandaş çok mühim dâvalar için kâdıya giderdi. Ufak tefek anlaşmazlıkları, büyük otoriteleri olan aile reisleri, esnaftan olan zâtlar, esnaf temsilcileri hakem olarak çözerlerdi (Bkz. Adliye Teşkilâtı).
Dâva sayısı kalabalık olan İstanbul gibi yerlerde gece nâibleri vardı. Bu nâib kâdılar, dâvaları kâdı nâmına gece görüp bitirirlerdi.
Görülüyor ki, kâdı devlet işlerinin aksamadan yürümesinde birinci derecede rol oynayan ve mes’ûl tutulan bir şahsiyettir. Nitekim dîvândan Kütahya kâdısı ve diğer Anadolu kâdılarına hitaben gelen bir emirde; “Kütahya taraflarında Saka Derbendi yakınlarında bir takım yol kesenlerin türediği öğrenilmiştir. Asayiş bozulmuş, kervanlar ve yolcular yağma edilmiştir. Siz ki Kütahya kâdısı ve subaşı bu fesadı defetmek birinci vazîfenizdir. Eşkıyayı sür’atle def etmek üzere tedbir alınız”.
Bursa kâdısına âit başka bir vesikada; “Tacir Andrea hassa tâcirimizdir. Mıntıkamızda uğradığı yerlerde emtiası açılmayacak, kendisinden bir gümrük resmi istenmeyecektir” denilmesi bunun en güzel misâlidir.
Bursa müzesi arşivinde (yâni hazîne-i evrakında) iki yüz sene öncesine âid bir mahkeme kaydına göre Altıparmak’daki yahûdî mahallesi yanında bir arsaya müslümanlar câmi yapıyor. Yahudiler; “Arsa bizimdir, yapamazsınız” diyerek iş mahkemede kâdıya İntikâl ediyor. Arsanın Yahûdîlere âid olduğu anlaşılarak, mahkemede kâdı; câminin yıkılmasına, arsanın yahûdîlere verilmesine karar veriyor ve hüküm yerine getiriliyor. Bu da Osmanlı kâdılarının adaletle verdikleri ehemmiyeti çok güzel ifâde etmektedir.
Kâdıların vazifeleri çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı. Bunlar nâib ve kassam idi. Nâib, vekil demekti. Mahkemelerde kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazife gören nâibler vardı. Naibin bir veya bir kaç olması kâdının tâyin edildiği kazanın büyük ve küçüklüğüne ve yapacağı işin geniş olup olmamasına bağlı idi. Bundan dolayı kaza, sancak ve eyâlet kâdılarının nâib sayısı değişirdi. Nâibler, vazifelerinin mâhiyetine göre kaza nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri), kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnafı kontrol ederlerdi) ile arpalık nâibleri idi. Arpalık; vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara geçinmeleri için tahsîs olunan geçici tekâüdlük (emeklilik) maaşının adına denirdi.
Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kaza kâdılarından başka toprak kâdıları da vardı. Toprak kâdıları, seyyar kâdılıktı. Gerek devlet merkezinde ve gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vasıtasıyla tahkik ve teftiş olunurdu. Bunlar, bir de köylülerin; sancak beyi, alay beyi, subaşı, zeamet, tımar sahipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğradıkları zaman, eyâlet ve sancak kâdılarına ve dîvân-ı hümâyûna yaptıkları şikâyetlerini dinler, bunların tahkikatlarını yapar ve îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvalara da bakarlardı. Köylülerin şikâyetleri kendi aralarında olduğu gibi, tımarlı sipahilerin de köylülere yaptıkları haksız muameleler, kânuna aykırı hareketler, sipahinin imtiyazına bakılmayarak icâbında onların da tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi.
Diğer bâzı gizli teşekküllerin tahkîki de, toprak kâdılarına havale olunurdu. Toprak kâdıları ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (asayişi) ile alâkadar olanlarla beraber hizmet görürlerdi.
Derece itibariyle en önemli kâdılıklar, öncelik sırasıyla; İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyyûb kâdılıklarıydı. Bunlara mevleviyet kâdılıkları denir. Osmanlı sultanları cülûs ve bayram tebriklerinde mevâlîden olan bu kâdılara ayağa kalkar ve vezîriâzam bunları sultâna arz ederdi.
İstanbul, özelliği dolayısıyle dört kâdılık bölgesine ayrılmıştı. Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi. Eyûb kâdılığı, Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazasını ve çevrelerini içine alıyordu. Üsküdar kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı. Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını içine alıyordu.
Mevleviyet kâdılıklarının en yükseği İstanbul kâdılığı idi. Protokole göre, defterdârların üstünde otururlardı ve dereceleri beylerbeyilerle müsavi idi. Muayyen bir makamları olmayıp, oturduğu konağın bir kaç odasında dâvaları dinlerdi. Mahkemesinde bâb denilen kapı naibi ile muhzırbaşı çuhadarlar vazîfe görürlerdi. Pâdişâha olan mâruzâtını Rumeli kazaskeri vasıtasıyla yapardı. Çünkü İstanbul, Rumeli toprağında bulunduğundan, muamele itibariyle mercii Rumeli kazaskerliği idi.
Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması, su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarının kontrolü, içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması, kaldırımların tamiri, vâsıtaların kontrolü, şehrin sağlık işleri; ilâç, doktor ve cerrahların teftişi, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya satılan eşya ile ilgili şikâyetlerin tetkîki, İstanbul’a yiyecek, içecek ve giyeceklerin ne suretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde kefilsiz hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler, mîrî (devlet) imalâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir muhârebe esnasında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnafının tesbiti ve zamanı gelince sevkleri, yasak eşyanın kat’iyyen memleket dışına çıkarılmaması, şayet özel olarak yabancı memleketlere eşya çıkarılacak ve memleket ihtiyâcına zarar vermiyecekse, ihracât için müsâade edilmesi, halkın sıkıntı çekmemesi ile ilgili gıda maddelerinin depolanması ve önceden tedbir alınması İstanbul kâdısının en önemli vazîfesi idi.
Kâdı, bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür veya nâiblerine (yardımcılarına) gördürürdü. Bir kısmını da başka ilgili kimselerle işbirliği yaparak hallederdi. Meselâ İstanbul’daki bina işleri, mîmâr başının; sağlık işleri, doktorların ve hastahânelerin kontrolleri de hekimbaşının vazifeleri arasında idi.
Kâdı hükmü olmaksızın ceza verilmezdi; Kâdı hükmü olmadan kimsenin ceza tertip ve infaz edememesi, Osmanlı idâresinin temel prensiplerinden biri olmuştur.
Beylerbeyi, kâdının verdiği kararlarda icra âmiri durumunda idi. Kâdı, beylerbeyinin dahi kânuna aykırı hareketlerinin önüne geçmek mecburiyetinde olup, îcâbında bu gibi hareketleri merkeze ihbar etmek salâhiyeti vardı ve buna mecburdu. Kâdılar ve bilhassa mevleviyet derecesinde bulunan büyük şehir kâdıları, uzun süren kâdılık veya büyük medreselerden birinde uzun bir müderrislik (profesörlük) devresinden sonra böyle bir makama erişebilirlerdi. Fâtih ve Ayasofya müderrisleri bu hakka sahipti. Devrine göre bu yüksek bilgisi ile kâdı Osmanlı Devleti teşkîlât ve idâresinin dimağı mesabesinde olmuştur.
Tanzîmâttan öncesine kadar hukuk, ceza, ticâret ve bütün dâvalara kâdı huzurunda bakılır, Osmanlı tebeasından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasında olan dâvalara da tercüman vâsıtası ile kâdı huzurunda ve şer’iye mahkemelerinde bakılırdı. Sonradan nizamiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H. 1305) tarihli kararla, şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî salâhiyetleri daraltılmış, ekserî dâvalar için, şer’î mahkemeler yerine nizamiye mahkemeleri kullanılır olmuştur. Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında şeyhülislâm olan Ürgüplü Hayri de, kâdılara âit kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yapmıştır. Bundan kısa bir zaman sonra da, 1921 (H. 8 Nisan 1340) tarihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazifeleri, asliye mahkemelerine devir edilerek, Türkiye’de kâdılık ünvânına da son verilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkîlâtı; sh. 83
2) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 268
3) Kâdıların Vazife ve Salâhiyetleri (Ş. Altındağ; VI. T. Târih Kongresi) sh. 342
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 111
5) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 118
6) İslâm Muhakeme Usûlü; sh. 82
7) Mecelle
8) Türk Hukuk Târihi; sh. 229
9) Redd-ül-muhtâr; Edeb-ül-kâdı bahsi
10) Vezâyif-ül-kuddât
11) Kenz-ül-küberâ