29 Mayıs 2019 Çarşamba

NABİ


On yedinci yüzyılda yetişen şâir ve velî. 1642 senesinde Urfa’da doğdu. Asıl ismi Yûsufdur. Çocukluğunda iyi bir tahsîl görüp, Arabça ve Farsça’yı şiir yazabilecek derecede öğrendi. Yâkûb Halîfe ismindeki Kadiri şeyhine talebe oldu. Bir müddet bu hocasının ilmi ve feyzinden istifâde ederek kemâle erdi. 24 yaşına geldiğinde hocasının ve yakınlarının teşvikiyle İstanbul’a geldi. Vezir Musâhib Mustafa Paşa’ya takdîm ettiği bir medhiye sonrasında dîvân kâtibi oldu. Şiir yazmada gösterdiği başarılarla dikkati çekti. Sultan dördüncü Mehmed’in maiyyeti arasına girdi.
1671 senesinde Sultan’ın da çıktığı Lehistan seferine katıldı. Kamaniçe kalesinin fethi üzerine yazdığı bir şiir, Sultan tarafından beğenilerek şehrin kapısına hakkedildi (kazınarak yazıldı). Mustafa Paşa’nın tavsiyesi üzerine yazdığı Kamaniçe fetihnamesi sayesinde, Sultan’ın teveccühünü kazanarak takdîr ve iltifatına mazhâr oldu.
Nâbî artık devamlı surette ve hemen her vesîle ile doğan şehzâdeler, Mustafa Paşa’nın çocukları, inşâ edilen saraylar ve başka hususlarda kasîdeler söylüyor, târihler düşürüyordu.
1768 senesinde hac farizasını yerine getirdikten sonra, İstanbul’a dönen Nâbî, Mustafa Paşa’nın kethüdası oldu. 1682’de Tuhfet-ül-harameyn adlı eserini yazdı. Mustafa Paşa’nın kapdân-ı deryalıkla saraydan uzaklaştırılması ve daha sonra Mora’ya gönderilmesi sırasında yanında bulundu. Paşa, Boğazhisar muhafızlığına tâyin edildikten sonra, vefât edince, Nâbî de Haleb’e gitti.
Halep’de uzun yıllar kalarak Hayriye ve Hayrâbâd adlı eserlerini yazdı.Dîvân’ını tertib etti. Yakın dostu Halep vâlisi Baltacı Mehmed Paşa, 18 Ağustos 1710 senesinde ikinci defa sadrâzam olunca, Nâbîyi de İstanbul’a getirdi. Yaşının yetmişi geçmesine rağmen vatanına ve milletine hizmet etmek istediğinden, kendi isteğiyle darphâne eminliğine, sonra da Anadolu muhasebeciliği ve mukâbele-i süvari reisliğine tâyin edildi. Vazifesinden artan zamanlarda şiir ve çeşitli eserler kaleme aldı. Silâhdâr Ali Paşa’nın ısrarı ile toplanan Münşeât’ını tedkîk edip, bir de önsöz yazdı. 10 Nisan 1712’de vefât etti. Kabri, Üsküdar’da, Karacaahmed Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi civarındadır.
Nâbî, şiirlerinde, dâimâ iyiyi ve doğruyu vermeye çalıştı. Osmanlı Türk edebiyatında hikemî şiir mektebinin ustası olarak tanındı. Kendisini bu yolda Koca Râgıb Paşa gibi dîvân şâirleri tâkib etti. Şahsî duyguları, gönül arzularını aştı, hakîkî bir müslümanın hayâtını hem yaşadı, hem de şiirlerinde dile getirdi. Geçici olan dünyânın hâllerine aldanmamak, kimseye haksızlık ve zulmetmemek, hep müşfik, merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak, şiirlerindeki nasîhatlerinden en çok rastlananlarıdır. Şiir dili kısmen sâde, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir. En güçlü şiirlerini gazel tarzında vermekle beraber, rubâî, kıt’a, kasîde, na’t ve mesnevî de yazdı.
Eserleri:
a) Manzum eserleri: 1- Türkçe Dîvân: Muhtelif yazmalarından başka, Bulak’da (1841) ve bir defa da İstanbul’da (1875) basılmıştır. 2- Dîvânçe-i Gazeliyyât-ı Fârisî, 3- Tercüme-i Hadîs-i Erbain: Molla Câmî’nin Farsça nazmettiği 40 Hadîs’in Türkçe’ye tercümesidir. 4- Hayriyye, 5- Hayrâbât,6- Surnâme.
b) Mensur eserleri: 1- Fethnâme-i Kamaniçe, 2- Tuhfet-ül-Harameyn, 3- Zeyl-i Siyer-i Veysî: On yedinci asır nesir üstadı Veysî’nin Bedr gazâsına kadar yazdığı siyer kitabına, Mekke’nin fethine kadar yapılmış bir ilâvedir. 1832’de Mısır’da basıldı. 4- Münşeat.

SAKIN TERK-İ EDEBDEN!..

1678 senesinde hacca gitmek ve sevgisiyle yanıp tutuştuğu peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın sallallahû aleyhi ve sellem makâm-ı şerifine yüz sürmek için Sultan’dan izin alıp yola çıktı. Beraberinde yola çıktığı hac kafilesi Osmanlı devlet ricalinden meydâna geliyordu. Medine’ye yaklaştıkları bir gece, kafiledeki bir devlet büyüğünün, ayaklarını Ravda-i mütehhara’ya doğru uzatarak uyuduğunu gören Nâbî, üzülüp o anda yetkiliyi uyandıracak bir ses tonuyla şu na’tı söyledi:
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-ı Huda’dır bu,
Nazargâh-ı ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
“Edebi terketmekten sakın. Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamber efendimizin sallallahû aleyhi ve sellem bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resûl-i ekremin makamıdır.”
Habîb-i Kibriya’nın hâb-gâhıdır fazîletde,
Tefevvuk-kerde-i arş-i cenâb-ı Kibriya’dır bu.
“Burası cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse, Allahü teâlânın arşının en üstündedir.”
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil,
İmâdın açdı mevcudat dü çeşmin tûtiyâdır bu.
“Bu mukaddes yerin mübarek toprağının parlaklığından, yokluk karanlıkları sona erdi. Yaradılmışlar iki gözünü körlükden açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren sürmedir.”
Felekde mâh-ı nev Bâb-üs-selâmm sîne-i çâkidir,
Bunun kandili cevzâ matlaı nûr-ı ziyâdır bu.
“Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının, yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nurundan doğmaktadır.”
Mürâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Matâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.
“Ey Nâbî! Bu dergâha, edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetine eğilerek öptüğü tavaf yeridir.”
O yüksek rütbeli kişi, Nâbî’nin bu na’tını duyunca, kendisine söylendiğini anladı ve hemen doğrularak ayaklarını kıble yönünden çevirdi. Biraz sonra kafile yola koyuldu ve sabah ezanına yakın Mescid-i Nebî’ye vardı. Mescid-i Nebî’deki müezzinler, minarelerden Ezân-ı Muhammedi’den evvel Nâbî’nin; “Sakın terk-i edebden” diye başlayan na’tını okuyorlardı. Nâbî ve yüksek rütbeli kişi şaşırdılar. Çünkü bu na’tı ikisinden başka kimse bilmiyordu.
Nâbî ve diğer zât, sabah namazını kıldıktan sonra, müezzinleri buldular. Nâbî müezzine; “Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun, söyle! Ezandan önce okuduğun na’tı, kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sordu. Müezzin gayet sakin bir şekilde şu cevâbı verdi: “Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem bu gece Mescid-i Nebî’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki: “Ümmetimden Nâbî isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bu gün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu na’tı okuyarak, Medine’ye girişini kutlayın.” Biz de Resûhullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin emirlerini yerine getirdik!” Nâbî ağlayarak; “Sahiden Nâbî mi dedi? O iki cihânın Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?” dedi. “Evet” cevâbını alınca da sevincinden kendinden geçti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türk Klâsikleri; cild-5, sh. 267
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 137
3) Nâbi, Hayâtı, Şahsiyeti (Abdülkâdir Karahan, Ankara-1988)
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 11
5) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 263
6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4534
7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-2, sh. 587