Osmanlı devlet teşkilâtında seyyidlerin ve şeriflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleri ile ilgilenen müessesenin idarecisi. Hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali’nin çocuklarından hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid, hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere Şerîf denir. Evlâd-ı Resul olan bu kıymetli insanlara daha önceleri olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de hürmet gösterilmiştir. Ayrıca onlara âid işleri görmek için vazifeli me’mûr tâyin edilmiştir. Nakîb-ül-eşraf adı verilen bu me’mûr, Peygamber efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseblerini kayd ve zapteder, doğumlarını ve vefâtlarını deftere geçirir, onları âdî işlere ve şânlarına uygun olmayan san’atlara girmekten menederdi. Fena hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu. Fey ve ganimetten onların hisselerini alıp aralarında dağıtırdı. Bu sülâleden olan kadınların küfvî, dengi olmayanlarla evlenmelerini men eylerdi. Nakîb-ül-eşrâf bütün bu vazîfeleriyle, Peygamber efendimizin torunlarının umûmî bir vâsisi durumunda idi.
Osmanlı sultanları, Osmanlı topraklarına gelen seyyid ve şeriflere, başka hiç bir memlekette misâli görülmeyen bir sevgi ve saygı göstermişlerdi. Onların rahat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yapmışlardı. Onları her çeşit vergiden muaf tutarak bunları belgeleyen birer berât vermişlerdir.
Osmanlı Devleti’nde Nakîb-ül-eşrâf olarak ilk tâyin edilen zât, evliyânın büyüklerinden Emir Buhârî’nin talebelerinden olan Seyyid Ali Natta bin Muhammed’dir. Seyyid Ali Natta, sultan Yıldırım Bâyezîd Han zamanında, devlet dahilindeki sâdâtın (seyyidlerin ve şeriflerin) Osmanlı Devleti’yle münâsebetlerini te’mine başlamıştır. Tâyin berâtı ile birlikte bu zâta Bursa’daki İshâkiye zaviyesi vakfının idareciliği de verilmiş ve bu idarecilik (tevliyet) vazifesi evlâtlarına intikâli şart olarak, beratta belirtilmiştir. Seyyid Ali Natta’nın vefâtından sonra yerine Seyyid Zeynelâbidîn tâyin edildi.
Nakîb-ül-eşrâflık bir ara lağvedildiyse de, seyyid ve şerif olmadıkları hâlde hürmet görmek için bu iddiada bulunan bâzı sahtekârların ortaya çıkması üzerine, sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde 1494 senesinde yeniden ihdas edildi. Nakîb-ül-eşrâf ismi de bu târihte verildi. Bu teşkilâtın başına Seyyid Mahmûd tâyin edildi.
Nakîb-ül-eşrâflık müessesesi ilmiye sınıfından olmakla beraber, tâyinler on yedinci asırda mutlaka yüksek dereceli ulemâdan olmazdı. Bu asırdan îtibâren seyyid ve şerîf olup da, İstanbul kâdısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar Nakîb-ül-eşrâf tâyin edilmeye başlandı. Bu makamda kalmanın muayyen bir süresi olmadığından, tâyin edilenler uzun müddet vazîfe yaparlardı. Nakîb-ül-eşrâflık vazîfesine yeni tâyin edilecek olan zât, Paşa kapısına yâni Bâb-ı âli’ye davet edilir, burada sadrâzam tarafından ayakta karşılanır; kahve, gülsuyu ve buhur ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, me’mûriyeti îlân edilir ve berâtı kendisine takdîm edilirdi.
Nakîb-ül-eşrâfın resmî kıyafetleri kazaskerlerin kıyafetinin aynısı olup, sarıkları farklı idi. Kazaskerler örf denilen sarık sararlar, nakîb-ül-eşrâflar ise küçük tepeli denilen sarığı, sâdâta (seyyidlere ve şerîflere mahsus) yeşil renkli tülbentle sararlardı. Seyyid ve şerîfler ise, halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için, kıyafet olarak yeşil sarık sarar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Bu usûl ilk defa Harun Reşîd ve oğlu halîfe Me’mûn zamanında âdet olmuştur. Zamanla unutulmuşsa da Türk Memlûklü sultanlarından Melik Eşref Şaban, gerekli hürmeti görmelerini te’min için yeniden yeşil sarık sarmalarını istemiştir. Yeşil sarık ve cübbe an’ânesi Osmanlı Devleti’nde de devam etmiştir. Osmanlılar seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa emir sarığı ismini vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde sâdâttan biri şeyhülislâm olursa, ancak o zaman yeşil sarığını çıkarıp şeyhülislâmlık makamına mahsûs beyaz sarık sarardı.
Nakîb-ül-eşrâfların resmî dâireleri kendi konaklarında bulunur, maiyyetinde çalışanlarda bu konaklarda hizmet ederlerdi. Taşrada da yine sâdâttan olmak üzere, Nakîb-ül-eşrâf kaymakamları, seyyid ve şerîflerin isimlerini ihtiva eden defterler tutardı. Merkezde ve taşrada tutulan bu defterlereSecere-i Tayyibe defteri denilirdi. Buraya bütün seyyidlerin ve şeriflerin isimlerini Peygamber Efendimize kadar silsileleri, evlâdı, ahfadı, ikâmetgâhları kaydedilirdi.
İstanbul’da Nakîb-ül-eşrâf dan sonra en yüksek rütbe alemdârlık idi. Vazifeleri, sefere çıkılacağı zaman pâdişâh tarafından Nâkib-ül-eşrâfa teslim edilen sancak-ı şerifin taşınması idi. Pâdişâh sefere gittiğinde Nakîb efendi, beraberinde seyyid ve şerifleri de götürürdü. Sefer sırasında Nakîb-ül-eşrâf Sancak-ı şerifin dibinde yürürdü. Savaş sırasında seyyid ve şerîfler Sancak-ı şerîf altında tekbir ve salevât-ı şerife getirirlerdi.
Nakîb-ül-eşrâflar yaptıkları kıymetli hizmet dolayısı ile iltifat görürlerdi. Pâdişâhlar tarafından kendilerine yazılan ferman ve beratlarda, makamlarına ve yaptıkları hizmetlerin üstünlüğüne uygun tazim ifâdeleri kullanılırdı. Onlara sikâyet yâni zemzem dağıtma vazifesi ve dîvân-ı mezâlim yâni adalet dîvânı reisliği gibi yüksek me’mûriyetler verilirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı; sh. 161
2) Medeniyet-i İslâmiyye Târihi; cild-1, sh. 21
3) Tableau General de L’Empire Ottoman (D’Ohsson Paris-1842) cild-4, sh. 559
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 21