16 Şubat 2018 Cuma

KASR-I ŞİRİN ANTLAŞMASI


Osmanlı Devleti ile Safevî-İran Devleti arasında yapılan andlaşma. 1639 (H. 1049)’da imzalanan bu andlaşma ile Osmanlı-Safevî hududu tesbit edilmiştir.
Sultan dördüncü Murâd Han’ın 24 Aralık 1638’de, Bağdâd’ı Safevîlerden geri almasından sonra, sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Kemankeş Kara Mustafa Paşa, İran üzerine yürüdü. Bunun üzerine, Kasr-ı Şîrîn’deki Osmanlı ordugâhına elçi gönderen Safevî hükümdarı birinci Safi, 29 Nisan 1639’da Muhammed Kulihan’ı elçi göndererek barış istedi. Ayrıca Kars kalesinin İran’a terkini veya kalenin tahribini istemişse de isteği reddedilmiştir. Sadrâzam ise, Safevî ordusunun Bağdâd hududundan çekilmesi ve Derteng kalesinin Osmanlı Devleti’ne terkini istedi. Aksi takdirde Osmanlı ordusunun savaşa hazır olduğunu bildirdi. Bir kaç gün sonra Safevî başkumandanı Rüstem Han’dan, sadrâzama bir tezkere geldi. Bunda, Derteng kalesinin tahliye edildiği ve bir elçilik hey’etinin gönderildiği bildiriliyordu. Türk askeri Kasr-ı Şîrîn mevkîine geldiği zaman Saruhan başkanlığındaki bir murahhas hey’eti de, buraya ulaşmış bulunuyordu. Burada yapılan görüşmelerde, Osmanlıyı sadrâzam Kara Mustafa Paşa; İran’ı da, Suruhan ile elçi Muhammed Kulihan temsil ediyordu.
14 Mayıs’ta müzâkereler başladı. 17 Mayıs 1639’da andlaşmaya varıldı. Andlaşma; Osmanlı sadrâzamlarının muhteşem otağında, bütün vezirler, beylerbeyileri, sancak beyleri ve ocak ağalarının önünde büyük bir merasimle imzâlandı. Bu andlaşma ile 11 Ocak 1624’de Bağdâd’ın Safevîler tarafından işgal edilmesiyle başlayan ve 15 sene 4 ay 7 gün süren Osmanlı-Safevî savaşı sona erdi. Andlaşma, ana hatlarıyla şöyle idi: 1- Bağdâd, Basra, Kerkük ve Doğu Anadolu, Osmanlı Devleti’nin; Revan, Safevî Devleti’nin olacak. 2- Kofor, Mokur ve Kars taraflarındaki kaleler iki tarafça yıkılacak. 3- Safevîler, İran’da Eshâb-ı kirama, İslâm âlimlerine ve eserlerine dil uzatmayı ve sövmeyi yasaklayacaklar.
Bu andlaşmayı kabul edip imzalayan Savefî hükümdarı birinci Safi, imzalı nüshayı dördüncü Murâd Han’a gönderdi. Sultan dördüncü Murâd Han bu andlaşmadan çok memnun oldu ve imzaladı. Seferden İstanbul’a dönmek üzere yola çıktı. 8 Haziran 1639’da İzmit’e geldi ve iki gün kaldı. Oradan deniz yolu ve donanma-yı hümâyûndan elli sekiz kadırga alarak Üsküdar’a geldi. İki gün dinlendikten sonra İstanbul’a girerken muhteşem bir merasim yapıldı. Osmanlı Devleti’nde bir hafta şenlik ilân edildi. Pâdişâh daha önce Revan seferinin hâtırasına, Topkapı Sarayı’na Revan köşkünü yaptırmıştı. Bu sefer de, Bağdâd köşkünün yapılmasını emretti. Bu emir üzerine Bağdâd köşkü yapıldı.
Kasr-ı Şîrîn andlaşması, bugünkü Türkiye ile İran hududunu tesbit etmesi bakımından önemlidir. Kerkük, Basra, Bağdâd ve Revan dışındaki Türkiye-İran hududu, bu andlaşmaya göre bugüne kadar aynen kalmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 331
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 275
 3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 382
 4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-9, sh. 158
 5) Devlet-i Osmâniyye Târihi (Hammer); cild-9, sh. 261
 6) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 205
 7) Muâhedât-ı Umûmiyye Mecmuası; cild-2, sh. 308
 8) IV. Murâd devrinde Osmanlı Safevî münâsebetleri, (Kerim Yans, Târih Semineri Kütüphânesi, Doktora Tezi, No: 2798)

KARAMÜRSEL


Osmanlıların ilk kapdân-ı deryası. Ertuğrul ve Osman Gâzi’nin gazâ arkadaşı. İsmi, Mürsel olup, kahramanlığı ve gözüpekliği sebebiyle Orhan Gâzi tarafından kendisine Kara lâkabı, takılarak Karamürsel denmiştir. Orhan Gâzi’nin kumandanlarından olup, doğum yeri ve târihi belli değildir. Büyük mücâhid Akçakoca’nın aşiretinden ve onun yetiştirdiği yiğitlerden idi. 1329 târihinden sonra vefât etmiş olup, kabr-i şerifi İzmit-Yalova karayolu üzerinde kendi ismini taşıyan ilçenin kabristanlığındadır. Ayrıca Karamürsel Bey’in Bilecik’in Söğüt kasabasında Ertuğrul Gâzi hazîresinde bir makamı da bulunmaktadır.
Karamürsel Alp, ilk zamanlarda güçlü bir donanmaya sâhib olan Karesioğulları beyliği hizmetindeydi. Bu beyliğin Osmanlı hâkimiyeti altına girmesinden sonra, Karamürsel Bey de Osmanlı hizmetine girerek küçük Osmanlı donanmasının gelişmesi için büyük gayret sarfetti. Karesi beyliğinde iken beraber çalıştığı gemi ustalarını yine yanına alarak Armutçuk limanında bir tersane kurup, donanma hazırladı. Hafif ve sür’atli giden gemiler yaptırdı. Bu gemi tipine onun adına izafeten Karamürsel denilmiştir. Böylece Karamürsel Bey, bir ölçüde yüzyıllarca Akdeniz’de şerefle dalgalanacak Osmanlı bayrağının denizlerde ilk temelini atmıştır. Bu hazırlıkları müteâkib harekete geçerek, İzmit körfezinin güney taraflarını, Yalova’ya kadar bütün sahil şeridini fethetti ve bu yerlerin muhafazası için dâima harb gemileri bulundurmak şartıyla buraları kendisine tımar olarak verildi. Daha sonra harp filosunun başına geçerek, İzmit körfezinin ağzını kapattı. O sırada Bizans’a bağlı İzmit kalesine, denizden gelecek Bizans yardımını durdurdu ve Karadan Orhan Gâzi tarafından kuşatılan İzmit’in fethini kolaylaştırdı. Böylece Orhan Gâzi’nin duâ ve iltifâtına kavuştu.
Karamürsel Bey, hazırladığı bu donanma ile Kocaeli cephesinin gerisine çıkarma yaptırarak, Orhan Gâzi’nin Bizans imparatoru Andronikos ile yaptığı Pelekanon savaşını kazanmasında da büyük hizmet gördü.
Karamürsel’in kurduğu donanma sebebiyle, Marmara denizinde üstünlük Bizanslılardan Osmanlılara geçmiş ve hattâ Bizanslılar denize gemi çıkaramaz olmuşlardı.
Ömrünü cihâd ile geçiren Karamürsel Bey, vasiyetinde (rivayete göre); “Vefât edince beni öyle bir yere defnedin ki sırtım dağlara dayansın, kucağıma da deniz gelsin! Böylece dâima donanmamı göreyim” demiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 269
2) Kâmûs-al-a’lâm; cild-5, sh. 3647
3) Devlet Kuran Kahramanlar; sh. 111
4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 2, 11, 20
5) Tâc-üt-tevârih; cild-1, sh. 63
6) Tevârih-i âl-i Osman (Âşıkpaşazâde) sh. 43
7) Kitâb-ı Cihânnümâ; sh. 79

KARA ŞEMS

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden, Tasavvufda Halvetiyye yolunun kolu olan Şemsiyye (Sivâsîyye)’nin kurucusudur. İsmi, Ahmed, künyesi Ebü’s-Senâ, lakabı Şemseddîn’dir. Daha çok Kara Şems diye şöhret bulmuştur. Babası Ebü’l-Berekât Muhammed’dir. 1519 (H. 926)’da Zile’de doğdu. 1597 (H. 1006)’da Sivas’da vefât etti. Kabri, Sivas’da Meydân Câmii avlusunda olup, ziyaret edilmektedir. Türk-İslâm târihinde meşhur üç Şemseddîn’den biridir. Diğer iki Şems, Şems-i Tebrîzî ve Akşemseddîn’dir.
Kara Şems daha yedi yaşında iken, babası tarafından Halvetiyye yolunun şeyhlerinden Şeyh Hacı Hıdır’ın sohbetine götürülüp duâsına kavuştu. Aldığı bu duâ için; “Bu fakîre gelen ihsânlar ve yükseklikler, o duânın bereketiyledir” demiştir. Zile’de bulunan âlimlerden sarf, nahiv ve diğer ilimleri öğrendi. Sonra Tokat’a gidip Arakıyecizâde Şemseddîn Efendi’den ve diğer âlimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Tahsilini tamamladıktan sonra İstanbul’a gidip, bir müddet Sahn-ı semân medreselerinde müderrislik yaptı. Sonra hacca gidip Zile’ye döndü ve orada talebe yetiştirmeye başladı. Bu arada İbn-i Hişâm’ın Kavâid-ül-irâb adlı eserineHall-ül-Me’âkıd adlı bir şerh yazdı.
Bütün bu hizmetleri yanında kalbi ilâhî aşk ile yanıyor, tasavvuf deryasına dalıp yüksek derecelerden pay almak için çırpınıyordu. Bu sırada Amasyalı Şeyh Muslihiddîn Efendi’nin dergâhına gidip tasavvufda ona talebe oldu. Sohbetlerinde bulunup icâzet aldı. Bu hocası vefât edince çok garîb kaldı. Tokat’da bulunan ve tasavvuf ehli olan Şeyh Mustafa Kırbâsî’ye talebe olmak istedi. Ancak bu zât yaş itibariyle yüzü âşkın olduğundan; “Sen gençsin, ben ise ihtiyar ve hastayım. Seni yetiştirmekle meşgul olamam. Fakat sâdık bir talebe isen, cenâb-ı Hak mürşidini altı ay sonra ayağına gönderir” dedi. Tekrar Zile’ye döndü. Yine ilim öğrenmekle meşgul oldu. Bu sefer de Muhtasar-ı Menâr üzerine Zübdet-ül-esrar adlı bir şerh yazdı.
Zile’de iken, altı ay sonra Tokat’a Abdülmecîd Şirvânî adında, bir mübarek zâtın geldiğini işitti. Huzuruna varıp büyük bir arzu ile talebesi olmayı istedi. “Sen meşhur bir kimsenin, bu yol ise sıkıntılar yoludur!” cevâbını alan Kara Şems,
“Canlar feda muhabbet-i cânâne sır değil,
Erbâb-ı aşka terk-i sır etmek hüner değil,”
beytini okudu. Bunun üzerine; “Sen sâdık bir talebesin. Biz de seni irşâd etmekle vazifeliyiz. Kısa zamanda rızâ-i ilâhiye kavuşursun” buyurdu ve o da şu beyti okudu:
“Yâre yol iki kademdir birisi cânâ bas,
Çünkü bu meydâna geldin merd isen merdâne bas.”
Kara Şems, Abdülmecîd Şirvânî hazretlerinin sohbetinde, kısa zamanda kemâle erip, tasavvufda icazet aldı. İnsanları irşâd, doğru yolu göstermek ile vazifelendirildi. Kısa zamanda tanınıp çok sevildi. O devrin Sivas vâlisi Hasan Paşa, onu Sivas’a davet edip, yaptırdığı bir dergâha yerleştirdi. Bu dergâhda ilim öğretmek ve insanları irşâd etmekle meşgul oldu. Ömrünün sonlarına doğru Eğri seferine katılıp cihâd etti. Bu sefere katılışını talebesi Recep Efendi şöyle anlatmıştır: “Bir gün hocam beni çağırıp; “Hıristiyanlar sınır boylarındaki müslümanlara zulme başlamışlar ve bu zulüm tahammül edilmez bir hâl almıştır. İslâm düşmanlarına karşı cihâda gideceğim” dedi. İhtiyar ve zayıf olduğunu ve pâdişâhdan da bir emir gelmediğini söyledim. Bunun üzerine; “Bana manen sefer hazırlıklarımı tamamlamam işaret edildi ve zafer müjdesi verildi” dedi. Bu sıralarda sultan üçüncü Mehmed Han tahta çıktı. Şemseddîn Sivâsî hazretleri, altı deve, altı katır ve kendi için de bir at satın alıp, sefer hazırlığını tamamladı. Sivas’da medfûn bulunan Gâzi Abdülvehhâb’ın sancağını yanlarına alıp, Sivas’taki Ayasofya yakınında Kapı Ağası dergâhında bulunan, Koca Şeyh’e verdi. Bütün sefer hazırlıkları tamam olunca, mübarek bir günde her türlü erzak ve mühimmat hayvanlara yüklendi. Bütün şehir ahâlisi Şeyh Şemseddîn Sivâsî’yi uğurlamak üzere toplandığı sırada, bir kapıcıbaşı acele ile koşarak gelip, pâdişâhtan Eğri seferine katılmak üzere davet geldiğini belirten fermanı okudu. Bunun üzerine Şeyh Şemseddîn hazretleri; “İşittik ve itaat ettik. Zâten biz iki senedir hazırlıklıydık. Bismillah, hemen gidelim” diye el kaldırıp duâ buyurdu. Orada toplananlar duâya âmin deyip göz yaşları arasında uğurladılar. Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldiler. Henüz genç olan Azîz Mahmûd Hüdâî onu karşılayıp, ellerini öptü. Şeyh Şemseddîn Sivâsî, Mahmûd Hüdâî’ye; “Oğlum siz yegânesiniz (bir tanesiniz). Bu günden sonra fazlalaşırsınız” diye duâ edip, ileride büyük bir velî olacağını müjdeledi. O gece sabaha kadar sohbet ettiler. Sohbet esnasında Azîz Mahmûd Hüdâî; “Yaşınız seksene ulaşmış, vücûdunuz da zayıftır. Kendinize eziyet etmeseniz olmaz mı? Çünkü her an nefsiniz ile büyük cihâddasınız” diyerek, seferden alıkoymak istedi. Bu sözüne cevaben; “Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın bütün emirlerine uymak lâzımdır. Büyük cihâdı yaptık. Ancak küçük cihâd kalmış idi. Bu emirlerine de şimdi yaşlı olarak uymak isteriz” buyurdu.
Üsküdar’da üç gün kaldıktan sonra, dördüncü gün, pâdişâh tarafından gönderilen bir kadırga ile İstanbul’a geçip, Ayasofya yakınında bir yere yerleştirildi. Daha sonra Sinân Paşa köşküne, pâdişâh üçüncü Mehmed Han tarafından davet edildi. Uzun müddet sohbette bulundular. Bu sohbette Şeyhülislâm Sa’deddîn Efendi de hazır idi. Sohbet esnasında Pâdişâh, Şemseddîn Sivâsî’ye; “Tarafımızdan sizi sefere davet etmek üzere gönderilen kapıcı başımız, sizi yola çıkmak üzere hazır bulmuş. Hazırlıklı olduğunuza göre, bu işin sonunun ne olacağı bildirilmiştir. Bizi müjde işaretinizle sevindirip, netîceden haber vermenizi isteriz” deyince; Şemseddîn Sivâsî; “Hadîs-i şerîfde; “Amellerin en faziletlisi, mü’minleri sevindirmektir” buyruldu. Malûmunuz ola ki Eğri zaferi biraz zahmet çektikten sonra müyesser olacak. Düşman yenik ve perişan olacaktır. Hatırınızı hoş tutun” müjdesini verdi.
Pâdişâh üçüncü Mehmed Han, bu müjdeye pek ziyâde sevinip, üzerindeki kürkü çıkararak Şemseddîn Sivâsî hazretlerine hürmet ve edeble giydirdi. Sonra hediye olarak iki yüz altın sikke gönderdi. Ayrıca talebelerine de yüz altın sikke verdirdi. “Bunlar helâl malımızdır kabul buyursunlar” dedi.
Bir kaç gün sonra da pâdişâhla birlikte ordunun başında sefere çıkıp, Eğri kalesi önlerine ulaşıldı. Yapılan ilk harekâtta kale ele geçirildi. Ancak düşman ordusu kalede yoktu. Kalenin yakınlarında başka bir yerde mevzîlenmişti. Bu durum tesbit edilince, Osmanlı ordusu düşman karşısında bir yere ordugâh kurdu. Nihayet her iki ordu arasında çetin bir savaş başladı. Bir müddet sonra Osmanlı ordusunda bozgun ve dağılma görüldü. Sultan üçüncü Mehmed Han, yerinden hareket etmeyip; “Ey Rabbimiz! Üzerimize bol bol sabır dök. Ayaklarımıza kuvvet ve sebat ver, bizi kâfirler kavmi üzerine muzaffer kıl” mealindeki Bekara sûresi iki yüz elli yedinci âyet-i kerîmesini okudu. Pâdişâh’ın yanında şeyhülislâm, kâdıaskerler, şeyhler ve bâzı vazifeliler hâricinde kimse kalmadı. Hazîne ve cephanelik düşman tarafından zaptedildi. Bu firar ve bozgun üzerine her şeyin bittiğini zanneden pâdişâha, Şemseddîn Sivâsî; “Pâdişâhım, söylediklerimiz doğrudur. Kâfirin hezimete uğramasına yarım saat kalmıştır. Şu anda bir kuvvet sahibi tasarruf için ortaya çıkmak üzeredir. Bu an fethin başlangıç ânıdır. Hatırınızı hoş tutunuz” diye cevap verdi.
Bu sözleri söyledikten kısa bir süre sonra birdenbire bir zât ortaya çıktı. Kara Şems, Pâdişâh’ın yanına yaklaşıp; “Fetih vaktidir” diye müjde verdi. Ortaya çıkan zât dağılan Osmanlı ordusunun arasına girip heryeri inleten bir ses ile; “Ey mü’minler! Nerede İslâm gayreti? Nerede cihâd gayreti? Şehîd olmak, dînini yüceltmek isteyen kimse yanıma gelsin” diye nida etti. Bu sırada yanına bir kaç bin kişi toplanıp, birlikte düşmana hücum ettiler. Bunu gören düşman neye uğradığını şaşırdı. Durumu haber alan firari askerler toplanarak, düşmana saldırınca, düşman bozguna uğratılıp, zafere ulaşıldı. Daha sonra o zâtın kim olduğu Şemseddîn Sivâsî’ye sorulunca, Hızır aleyhisselâm olduğunu haber verdi.”
Pâdişâh, ordusuyla birlikte İstanbul’a döndüğünde, Şemseddin-i Sivâsî’nin İstanbul’da kalmasını ısrarla rica ettiyse de kabul ettiremedi. Şemseddîn-i Sivâsî, ihtiyarlığının yanında, seferin şiddetinden ve kışın aşırı soğuğundan hayli yorgun ve zayıf düşmüştü. Hayâtının son anlarını yaşadığını anladığından, ruhunu ailesinin ve sevenlerinin yanında teslim etmek istediğini belirterek izin isteyip Sivas’a döndü. Amcazadesi ve dâmâdı Receb Efendi’yi vazifesine tâyin etti.
Vefâtlarına yakın, talebelerini odasına çağırdı. Onlarla birlikte bir saat kadar Allahü teâlânın zikri ile meşgul olduktan sonra, duâ edip, ruhunu teslim etti.
Velîler, âlimler, sâlihler, devlet adamları cenazesinde hâzır bulundu. Cenazesi göz yaşları arasında; “Âlimin ölümü, âlemin ölümü gibidir”diyerek musallaya konuldu. Cenaze namazında, altmış binden fazla kişi olduğu rivayet edilir. Namazını amcazadesi ve dâmâdı Receb Efendi kıldırdı. Sağlığında iken vasiyet ettiği gibi, Meydan Câmii’nin bahçesine defnedildi. Daha sonra kabrinin üzerine beyaz bir kubbe yaptırıldı. Hâlen ziyâretgâhdır. Şehir ahâlisi, şiddetli bir sıkıntı olduğu zaman kabrini ziyarete gider ve yaptıkları duâ üzerine Allahü teâlânın izniyle, sıkıntılardan kurtulurlar.
Kara Şems hazretlerinin; Süleymânnâme, İlâhînâme tercümesi,Mantıkuttayr ve Kasîde-i bürde tercemesi gibi on yedi kadar manzum eseri vardır. Dürer-ül-akâid, Hüccet-i ilâhîye, Menâkıb-ı çihâr-ı yâr-ıgüzün, Menâzil-ül-ârifîn gibi on dokuz kadar da mensur eseri vardır.
Eserlerinde genel olarak işlediği hususlardan bâzıları şöyledir:
“Bu dünyâ fâni ve vefâsızdır. İnsanı gaflette bırakan, boş ve lüzumsuz şeylerle oyalayan, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmayı engelleyen şeyler düşmandır. Bu dünyânın geçici lezzetleri aldatıcıdır.
Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için nefsi terbiye etmek lâzımdır.
Peygamber efendimizin şefaatine kavuşmak için sünnet-i seniyyeye tam sarılmak lâzımdır.
Allahü teâlânın verdiği sayısız nimetlere şükr etmek gerekir. Sabırlı ve tahammüllü olmak lâzımdır.”

ZAFERÎN SIRRI!..

Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hazretleri, Eğri zaferi kazanıldıktan sonra sultan üçüncü Mehmed’in huzuruna çıktı ve aralarında şu konuşma geçti:
Pâdişâh; “Buyurun ey gönlümün sultânı!” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Vâdini yerine getiren, kuluna yardım eden ve kâfirleri hezimete uğratan Allah’a hamd olsun. Ey benim Pâdişâh’ım! Eğer dinlerseniz bir kaç kelime nasihat etmek isterim” deyince, Pâdişâh; “Ey insanlara hakkı tavsiye eden üstadım! Buyurun. Hak olan sözü dinlerim” dedi. Şemseddîn Sivâsî; “Ey benim Pâdişâh’ım! Yeryüzünde Allahü teâlânın halîfesi olanların niyetleri; Allahü teâlânın rızâsını kazanmak olup, dayandıkları ve güvendikleri, Allahü teâlâ olması gerekir. Savaşta askerlerin çokluğuna güvenmeyip, kuvvet ve kudret sahibi Allahü teâlâya tevekkül etmek gerekir. Âyet-i kerîmelerde meâlen; “Siz de, düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar, her türlü kuvvet ve cihâd için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın”(Enfâl sûresi: 60) ve; “Ey îmân edenler! Düşmana karşı hazırlığınızı görün ve silahlarınızı takınarak cihâda hazır olun da, birlikler hâlinde savaşa çıkın, yâhud toptan seferber olun” (Nisa sûresi: 71) emredildiği üzere, savaş için gerekli hazırlıklar yapılmalı. Ancak, buna güvenmeyip Allahü teâlâya tevekkül ve itimât etmelidir. Eğer Allahü teâlâya güvenmeyip asker ve cephaneye güvenilir ise, hezimet (yenilgi) zuhur eder. Kalbden cenâb-ı Hakk’a tam tevekkül edip, hâlis kalb ile yönelebilirsen, zafer müyesser ve mukadder olur. Bizden hüznü gideren Allah’a hamd olsun.
Ey Pâdişâh’ım! Bilesin ki, deden Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’un fethine niyetlenince, Akşemseddîn’in refakati ve duâsının bereketiyle fetih müyesser oldu. Bunun üzerine Akşemseddîn hazretleri; “Ey Pâdişâh’ım! Büyük fethin şükran ifâdesi olarak nice câmi, mescid, medrese ve hamamlar inşâ etmek gerekir” buyurmuştu. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han’ın da, nice hayır ve hasenat yapmış olduğu malûmunuzdur.
Aynı şekilde, sizin de isminiz sultan Mehmed, duâcınız hakirin dahi ismi Şemseddin’dir. Bu güzel fethin şükrânesi olarak zâtınız dahi, reâya (halk) ve fukara (fakirler) üzerinden sıkıntıyı kaldırıp, İslâm askerine ihsânlarda bulunup, her makama dindar, adaletli ve doğru kimseler tâyin etmeniz gerekir” buyurdu. Bu nasîhatları can kulağıyla dinleyen üçüncü Mehmed Han; “Bin cân ile kabul ettim ve nasihatinize fazlasıyla riâyet edeceğim” cevabını verdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hediyet-ül-ihvân (Şeyh Muhammed Nazmi, Süleymâniye Kütüphânesi, Hacı Mahmûd Efendi Bölümü. No: 4587 Vrk. 24b 27b, 44a, 48a.)
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 95
 3) Nâimâ Târihi; cild-1, sh. 372
 4) Sicilli Osmânî; cild-3, sh. 165
 5) Peçevî Târihi; cild-2, sh. 290
 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1018
 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 13

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI


1914-1918 senelerinde İngiltere, Rusya ve Fransa’nın yer aldığı îtilâf devletleriyle, aralarında Osmanlı Devleti’nin de bulunduğu Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’dan meydana gelen ittifak devletleri arasında meydana gelen ve Harb-i umûmî diye de bilinen savaş.
1789’da meydana gelen Fransız ihtilâli ve çeyrek yüzyıl süren ihtilâl savaşları; on dokuzuncu yüzyıl içinde bir takım siyâsî, ekonomik ve sosyal gelişmelere sebeb oldu. İhtilâlin ortaya çıkardığı fikirler ve içtimaî müesseseler, devletlere olduğu kadar milletlerin davranışlarına da yeni bir istikâmet verdi. Bu gelişmeler devletlerarası münâsebetlerin de yeni bir çerçeve içinde olmasına yol açtı. Liberalizm ve milliyetçilik hareketlerinin çıkması, İtalya ve Almanya’nın birliklerini kurmasını sağladı. Almanya ve İtalya, devletlerarası münâsebetlerde büyük devlet olarak yeralmak istediler. Bu hareketler, Avrupa’da yeni blokların ortaya çıkmasına ve bunların birbirleriyle çatışmasına yol açtı. Bloklar arasındaki gerginlik, karşılıklı silahlanmalara sebeb oldu. Bu gelişmeler, Balkanlarda milliyetçilik akımlarının gelişmesine ve Osmanlı Devleti himayesindeki Balkan milletlerinin kaynaşmasına sebeb oldu.
Alman başbakanı Bismark’ın, Alman İmparatorluğu’nu kurmak için uyguladığı barış siyâseti, devletler arasındaki rekabeti arttırdı. On dokuzuncu asırda meydana gelen sanayileşme ve sömürgecilik faaliyetleri, diplomatik münâsebetlerin alanının Avrupa’dan Afrika ve Uzakdoğu Asya’ya kaymasını sağladı. Almanya’nın denizlerde ve sömürgelerde İngiltere ile rekabete yönelmesi, dünyâ pazarlarını ele geçirmeye çalışması ve askerî yönden güçlenmesi; diğer devletler gibi İngiltere’yi de endişeye sevk etti. Nitekim Almanya, 1890’dan sonra tâkib ettiği politika ile Güney doğu Avrupa ve Ön Asya’yı etkisi altına aldı. Afrika ve Uzakdoğu’da girişimlerde bulunmaya başladı. Böylece Almanya, İngiltere için denizlerde güçlü bir râkib, Avrupa’da da dengeyi bozan bir güç hâline geldi. Bu da İngiltere’nin güvenliği, Hindistan yolu ve deniz aşırı çıkarları yönünden çok tehlikeliydi. Almanya’nın gücünün ve etkinliğinin azaltılmasını isteyen İngiltere, Almanya’yı ezmek için çeşitli tedbirlere başvurdu.
Fransa da, yanı başında güçlü bir Almanya’nın bulunmasından endişe ediyordu. 1870’den beri Almanya’dan Alsace-Loren’i ele geçirmek ve intikam almak istiyordu. Çıkabilecek bir savaşta müttefikleri ile birlikte Almanya’yı parçalamanın hesabını yapıyordu.
Rusya ise, batı sınırlarında bir güç olarak beliren Almanya’nın, Doğu Avrupa’daki panislavist emellerine set çekmesinden endişe ediyordu. Bu sebeble Almanya’yı yıkarak ve ona dayanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu parçalayarak bu tehlikeyi ortadan kaldırmak, bütün Slavları Rus hâkimiyeti altına alabilmek gayesini güdüyordu. Ayrıca, İngiltere’nin karşı çıkmasından dolayı bir türlü alamadığı İstanbul ve boğazları, İngiltere ve Fransa’nın müttefiki olmasından faydalanarak ele geçirmek ve sıcak denizlere açılmak emelindeydi.
Bütün bu gelişmelerin hedefi olan Almanya ise, ekonomik ve siyâsî yönden dünyâda daha etkin hâle gelmek istiyordu. Özellikle doğuya doğru genişlemek ve yeni pazarlar ele geçirmek emelindeydi. Avrupa’nın gittikçe güçten düşen devleti Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise, kendisine en büyük zararın panislavizmden geleceğini biliyordu. Rusya’nın desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen, büyük iddialar peşinde koşan Sırbistan’ı ortadan kaldırarak, doğuya doğru genişlemek ve Rus etkisini Balkanlardan uzaklaştırmak istiyordu.
İtalya ise, Almanya ile ittifak içinde bulunmasına rağmen gizlice Fransa ile anlaşmıştı. Gayesi, Avusturya’nın hâkimiyeti altında kalan İtalya topraklarını kurtararak, Akdeniz ve çevresinde yeni sömürgeler elde etmekti.
Büyük devletlerin hepsi bir harbin çıkmasında kendi çıkar ve emelleri açısından fayda görmekte ve harbin çıkması için zahirî sebebler aramaktaydılar.
Avrupa’da Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan meydana gelen üçlü ittifak ve İngiltere, Fransa ve Rusya’dan meydana gelen üçlü îtilaf bloklarının kurulması ve savaş hazırlıklarının devam ettiği sırada Osmanlı Devleti; İttihâdcıların teşvik ve tahrikiyle girdiği Balkan harbinden mağlûb çıkmış, pek çok vatan toprağını kaybetmiş, düzenli ve disiplinli orduları dağınık, bitkin ve teçhîzâtsız olup, perişan bir hâldeydi. Çıkacak bir harbe girmeye maddî gücü ve tahammülü olmadığı gibi, böyle bir harbe girmeyi gerekli kılacak bir sebeb de yoktu.
28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Fransuva Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi üzerine, Avusturya, Sırbistan’a ağır bir ültimatom verdi ve harb îlân ettiğini bildirdi. Rusya Sırbistan’ın, Almanya da Avusturya’nın yanında harbe girdi. Böylece bir hafta içinde Avrupa, dünyâ çapında bir harbe sürüklendi. Almanya Rusya’ya, Rusya’nın müttefiki olan Fransa da Almanya’ya savaş îlân etti. Fransa’yı ezmek ve ardından Rusya üzerine yürümek üzere hazırlanan Almanya’nın Belçika’dan geçmesi gerekiyordu. Belçika geçiş izni vermeyince, Almanya Belçika’ya savaş îlân etti. Fransa ve Rusya’nın müttefiki olan İngiltere de bu sırada Almanya ve Avusturya’ya savaş îlân etti. Belçika’ya giren Almanlar hızla Fransa üzerine yürüdüler, ilk anda geri çekilen Fransızlar, Marne nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı kurdular. Bu hattı yaramayan Almanlar, doğu cephesine dönüp, Rusları iki defa mağlûb ettiler. Avusturya ise hiç bir başarı sağlayamadığı gibi Ruslara da yenildi. Galiçya, Ruslar tarafından işgal edildi. Denizlerde İngiltere ile Almanya arasında meydana gelen iki savaşın ilkini Almanlar, diğerini ise İngilizler kazandı.
Bu arada Almanya’nın Uzakdoğu’da yayılmasını istemeyen Japonya, 23 Ağustos 1914’de Almanya’ya savaş îlân ederek itilâf devletlerinin yanında yer aldı.
Trablusgarb ve Balkan savaşlarından yenik çıkan Osmanlı Devleti, ordu ve donanmasını ıslâha çalışması yanında, bloklara ayrılmış Avrupa’da kendisini siyâsî yalnızlıktan kurtarma teşebbüslerine girişti. 23 Ocak 1913’de düzenledikleri Bâb-ı âlî baskınıyla iktidarı ele geçiren İttihâd ve Terakkî fırkasının ileri gelenlerinden olan Cemâl Paşa, Fransız dostluğundan faydalanarak Osmanlı Devleti’ni itilâf devletleri safına sokmak istediyse de netice alamadı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin, itilaf devletleri yanında yer alması, Fransa ve İngiltere’nin müttefiki olan Rusya’nın işine gelmiyordu. İtilâf devletleri arasında yer alma teşebbüsleri neticesiz kalan İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Enver Paşa’nın Alman hayranlığı sebebiyle Almanya’nın yanında yer almak için teşebbüse geçtiler. Harbin başlamasından beş gün sonra, 2 Ağustos 1914’de sadrâzam Saîd Halîm Paşa, harbiye nâzırı Enver Paşa, dâhiliye nâzırı Talat Paşa ve Meclis-i meb’ûsân reisi Halil beylerden meydana gelen dörtlü grup; Fransa tarafdârı olan Cemâl Paşa ile diğer vükelâ ve Meclis-i meb’ûsânın haberi olmadan Osmanlı-Alman ittifakını imzaladılar. Daha önceki bütün harbler, Meclis-i meb’ûsân ve hey’et-i vükelâdan başka sarayda toplanan fevkalâde harb meclisinin kararıyla ilân edilirdi. Birinci dünyâ harbine girişin ilk basamağı olan bu ittifak andlaşması, pâdişâhtan, bütün meclislerden ve yetkililerden gizli olarak imzalanmak suretiyle Osmanlı Devleti’nin yıkılışı hazırlandı. Hiçbir millî menfeat sağlamayan, fakat pek çok yükümlülükler getiren bu ittifak andlaşmasının imzalanmasından sonra, ihtiyat tedbiri olarak ertesi günden başlamak üzere seferberlik îlân edildi. Harb hazırlıklarına vakit bulabilmek için zahirî olarak tarafsızlığını îlân eden İttihâd ve Terakkî, 11 Ağustos Salı günü Goeben ve Breslau isimli Alman zırhlılarının İngiliz takibinden kurtulmak üzere Çanakkale boğazından girmelerine müsâde etti.
Bu Alman zırhlılarının Çanakkale boğazından içeri girmesinden ise, sadrâzamın, kabinenin, Meclis-i meb’ûsânın, hey’et-i vükelânın ve Enver Paşa haricindeki diğer İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin de haberi olmadı. O günün akşamı Saîd Halîm Paşa’nın yalısında toplanan Encümen-i vükelâya biraz geç gelen harbiye nâzırı Enver Paşa, içeri girerken gülerek; “Bir oğlumuz dünyâya geldi” dedi. Hemen îzâh ederek, Alman gemilerinin İngiliz takibinden kurtarmak için içeri alınmalarını kendisinin emrettiğini söyledi. Bu suretle Enver Paşa, Almanya’nın Türkiye’yi istediği zaman harbe sokacak bir vaziyete gelmesini te’min etmek gibi târihin hiç bir zaman affetmiyeceği bir cinayeti tek başına işlediği gibi, faciaya ses çıkarmayan arkadaşları da suç ortaklığını kabul etmiş oldular. Bütün bu gelişmelere rağmen Osmanlı Devleti’nin tarafsız olduğunu kabul eden îtilâf devletleri, Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasını ve harbe girmemesini sağlamak için gayret sarfettiler. Fransa ve İngiltere büyükelçileri, sadrâzamı ziyaret ederek protesto notası verdiler.
İtilâf devletlerinin bu teşebbüsleri karşısında, hükümet, Alman sefirine müracaat ederek bir müddet gemilerin silâhtan arındırılmasını istediyse de, vaziyete hâkim olan Alman sefîri, hükümetin bu isteğini kesin olarak reddetti. Alman sefirinin bu davranışı üzerine, Saîd Halîm Paşa’nın yalısında toplanan Encümen-i vükelâ, Alman zırhlılarını Osmanlı Devleti tarafından satın alınmış gibi göstermeye karar verdi. İtilâf devletleri bu hayalî satış oyununa inanmamış olmakla beraber, Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığını te’min için, inanmış göründüler. Gemilerin Alman mürettebattan arındırılmasını istedilerse de bu istekleri kabul edilmedi. Alman gemilerinin birincisine Yavuz, ikincisine de Midilli adı verildi. Biraz sonra da donanma başkumandanlığına Alman filo kumandanı Amiral Souchon (Suşon) Paşa tâyin edildi. Böylece tarafsız kalmaya giden bütün yollar kapatıldı.
Almanya, doğu Avrupa’daki Rus kuvvetlerinin bir kısmını üzerinden atabilmek için Osmanlı Devleti’nin bir an önce harbe girmesini istiyordu. Enver, Talat ve Cemâl Paşa dışındaki diğer Osmanlı idarecileri ise, devletin mâlî ve askerî durumunun iyi olmadığını ileri sürerek harbe girişin geciktirilmesini istiyorlardı. Fakat ittihadcıların Balkan harbinde halk üzerinde bıraktıkları kötü hâtıraların silinmesini isteyen, böylece binde bir ihtimâlle de olsa ulaşılacak bir Alman zaferinden sonra kendi ikbâllerinin daha parlak olacağını zanneden, gerçekte ise sâdece Alman ordularının üzerinde bulunan Avrupa’daki yükünü hafifletmek isteyen harbiye nâzırı Enver Paşa ve kabînenin bâzı üyeleri, devletin biran evvel savaşa girmesini istiyorlardı. Neticede Enver Paşa’nın izniyle amiral Souchon donanmayı alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadeniz’e çıktı. Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını bombaladı. Böylece fiilen harbe giren Osmanlı Devleti’ne karşı îtilâf devletleri harb îlân ettiler.
Gerek Almanya gerekse İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Rusya ve İngiltere’nin hâkimiyeti altında bulunan veya sömürgesi olan müslümanları ayaklandırarak bu iki devlete gaile çıkaracaklarını ümid etmişlerdi. Ancak çeşitli sebeblerle beklenen netice alınamadı. Harbin başladığı ilk zamanlarda tarafsızlığını îlân eden İtalya; İngiltere ve Fransa’nın bâzı vâdlerde bulunması üzerine 20 Mayıs 1915’de Avusturya’ya, Ağustos 1915’de de Almanya ve Osmanlı Devleti’ne karşı savaş îlân ettiğini bildirerek itilâf devletleri yanında yer aldı. İkinci Balkan savaşında kaybettiği toprakları geri almak isteyen Bulgaristan da, 6 Eylül 1915’de Almanya ve Avusturya ile imzaladığı andlaşmalar gereğince Sırbistan’a karşı savaşa girdi.
Osmanlı Devleti’nin fiilen harbe girmesinden sonra îtilâf ve ittifak devletleri değişik cephelerde savaşmaya başladılar.
1 Kasım 1914’de Rusların Doğubâyezîd’den sınırımıza tecâvüz etmeleri ile Kafkas cephesi açıldı. Ruslar ilk iki muhârebede mağlûb edildi ise de tâkib edilip atılamadı. “Dondurucu kışta taarruz doğru olmaz, ilkbahara te’hir edelim” tavsiyelerine ehemmiyet vermeyen Enver Paşa’nın bizzât idâre ettiği Sarıkamış harekâtında dondurucu kışın da etkisiyle en kıymetli ordu birliklerimiz imhâ edildi. Ruslar, 1915’e kadar Van, Muş, Bitlis; 1916’dan sonra Erzurum, Erzincan, Trabzon, Bayburt, Gümüşhane’yi zabt ederek Şarkî Anadolu’yu ellerine geçirdiler (Bkz. Sarıkamış Harekâtı).
1 Kasım 1914’de İngilizlerin Süveyş’te Akabe’yi bombardıman etmeleri üzerine Filistin-Sûriye cephesi açıldı. Bahriye nâzırı Cemâl Paşa’nın başında bulunduğu ve büyük hayâllerle 1915’de yapılan kanal harekâtı iki defa başarısızlıkla netîcelendi. Bu bölgeye gönderilen ordumuz zâyiât vererek Gazze’ye çekildi. 1917’de meydana gelen üç Gazze savaşının ikisini ordularımız kazandı ise de, üçüncüsünde yenildi. 1918 Nablus meydan muhârebesinde de, İngilizlerin oyunlarına aldanan bedevîlerin ihaneti neticesinde yenildi. Netîcede Suriye, Filistin, Şam, Haleb ve Beyrut elimizden çıktı (Bkz. Kanal Harekâtı; bkz. Cemâl Paşa).
İngilizlerin 1 Kasım 1914’de Basra körfezine asker çıkarmaları ile Irak cephesi kurulmuştu. Umûmî kumandanlığa tâyin edilen Süleymân Askerî Bey, İngilizlere mağlûb oldu ve civar yerler düşman eline geçti. Albay Halil Bey’in Küt zaferini kazanmasına rağmen, bundan istifâde edilemedi. İngilizlerin bu havalideki askerleri tamamen temizlenmeden, İran seferine girişilip, kuvvetler dağıtıldı. Bundan istifâde eden düşman, takviye kuvvetleri alarak 11 Mart 1917’de mukavemet görmeden Bağdâd’ı ele geçirdi. Şehrin düşüşü ile Irak bölgesi de elimizden çıktı.
Birinci Dünyâ savaşı esnasında Çanakkale’de de çok mühim savaşlar oldu. Gauben ve Breslau gemilerinin Osmanlılara sığınmasından sonra düşman Çanakkale üzerine yüklendi. 1915’den sonra Çanakkale’de meydana gelen savaşlar şehâmet destanları ile doludur. Kirte, Zığındere ve Anafartalar, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtetepe, Kanlıtepe, Aslantepe muhârebeleri cereyan etti. Düşmanlar muvaffak olamayacaklarını anlayınca belli etmeden gizlice çekilmeye başladılar ve 1916 Ocağı’nda tamamen çekilip gittiler.
Türk milletinin târihinde ayrı bir önem taşıyan ve 9 aya yakın süren Çanakkale muhârebelerinde 250.000 kadar şehîd verilmiş, yeni yetişen bir nesil burada erimiştir. Netîcede Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi İngiliz inadını ve Türk vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı târihimize “Çanakkale geçilmez” ibaresini yazdırmıştır (Bkz. Çanakkale Savaşları).
Avrupa’da durumun İtilâf devletleri lehine geliştiğini gören Romanya da, bâzı topraklar elde edebileceğini düşünerek 28 Ağustos 1916’da itilâf devletlerinin yanında harbe girdi.
Denizlerde de savaşlar oldu. Yavuz ve Midilli gemilerinin Rus sahillerini bombardıman etmelerinden sonra Ruslar da Trabzon’u bombaladılar. İngilizler Gazze ve İskenderun limanlarını, donanmamız Batum’u bombardıman etmişti. Kanal’da, Gazze’de, Suriye ve Çanakkale muhârebelerinde İngilizler tayyareden de istifâde ettiler.
1917’de Rusya’nın savaştan çekilmesi ile boşalan yeri Amerika doldurdu. Bu durum merkezî kuvvetlerin aleyhine oldu. Bu târihte bütün devletlerde bir yorgunluk ve bıkkınlık baş gösterdi. Rusya’nın savaştan çekilmesiyle imzalanan Brest-Litovsk andlaşması ile Osmanlı Devleti, doğudaki topraklarını istilâdan kurtardığı gibi, Kafkasya’daki isyânları fırsat bilerek Bakü’yü ele geçirmeye kalkıştı. Ancak 1917 Haziran’ında, Yunanistan’ın îtilâf devletleri safında savaşa girmesi ve ayrıca 1918 yazı sonlarına doğru îtilâf devletlerinin bütün cephelerde umûmî bir taarruza geçmeleri, merkezî devletlerin sonunu getirdi.
1918 Eylül’ünde Bulgarlar, Makedonya cephesinde Fransız taarruzu netîcesinde yenilince, mütâreke istediler. Bulgarların savaştan çekilmesiyle Almanya yolu kesilmiş, daha önemlisi, İstanbul, Trakya yönünden bir saldırıya açık duruma gelmişti. Bu sırada sayısı dokuza çıkan Türk orduları hayli uzaklarda savaşıyordu. Gerek bu durum, gerekse Suriye cephesindeki yenilgi, yıllardır zafer vadiyle aldatılan millete, İttihâd ve Terakkî’nin siyâsetinin başarısızlığını göstermişti. Savaşa devam etmekte hiç bir fayda yoktu. 1918 Martında sadrâzam olan Talat Paşa, mütârekeyi imzalayacak bir hükümetin kurulmasına imkân vermek için 7 Ekim 1918’de istifa etti. Hükümeti daha çok îtilâf fırkası mensupları ile Ahmed İzzet Paşa kurdu. Bu sırada dört yıldır Anadolu Türk erkeklerini cepheden cepheye koşduran, yüzbinlerce şehîd veren, gâlib fakat mağlûb sayılan Osmanlılar, mütâreke istemek mecburiyetinde kaldılar. Bağdâd-Kerkük arasındaki Kût-ül-Amare’de Osmanlılarca esir alınan ve Büyükada’daki kampta bulundurulan İngiliz generali Townshend (Tavnşend) aracılığı ile Londra’ya başvuran Ahmed İzzet Paşa hükümeti, Bozcaada yanında Limni adasındaki Mondros limanında demirleyen İngiliz Akdeniz donanması amirallik gemisi Agamemnon zırhlısı içinde, dikte ettirilen mütâreke şartlarını 30 Ekim 1918 günü imzalamak mecburiyetinde, kaldı. Bu mütârekenin imzalanması esnasında, Osmanlı Devleti’ni bahriye nâzırı Rauf, hâriciye müsteşarı Reşâd Hikmet ve erkân-ı harb kaymakamı Sâdullah beyler temsil etti. Amerika cumhurbaşkanı Wilson’un ünlü on dört maddelik prensiplerini İngiltere ve Fransa kabul etmişlerdi. Bu Wilson prensiplerinde; “Osmanlı Devleti’nin Türk olan bölgelerinde, îtirazsız olarak Türklerin hâkimiyeti sağlanacak ve bir bölgenin halkı, çoklukça hangi idareyi istiyorsa, o idareye tâbi olacaktır” hükümleri de vardı.
Bütün bunlara rağmen, İngilizler müttefikleri Fransızlara bile bildirmeden Akdeniz başkumandanı vis-amiral Arthur Calhorpe (Kaltorp)’a, Londra’dan telsizle bildirdikleri, bütün Osmanlı târihinde görülmemiş korkunç bir esaret ve teslim oluş vesikası olan yirmi beş maddelik Mondros mütârekesini dikte ettirerek ve hiç bir îtirâzına yer vermiyerek Osmanlı temsilcilerine imzalattılar.
Bu mütârekenin imzâlanmasını tâkib eden günlerde, keyfî idareleri, ikbâl ve makam hırsları sebebiyle Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına, milyona varan müslüman-Türk evlâdının şehîd olmasına ve Anadolu dışındaki bütün topraklarımızın elden çıkmasına sebeb olan İttihâd ve Terakkîmin üçlüsü olan Talat, Enver ve Cemâl paşalar ile diğer ileri gelenleri yurt dışına kaçtılar.
Halkımızın seferberlik dediği dört yıl süren Birinci dünyâ harbinde Osmanlı orduları; Kafkasya cephesinde ve Karpatlardaki Galiçya’da Ruslarla; Makedonya’da Yunanistan ve Fransızlarla; Çanakkale’de İngiltere-Fransa-İtalya ve (Hintli, Avusturalyalı) sömürgeleriyle; Sûriye-Filistin ve Irak cephelerinde, Yeni Zelanda ve Hindistan dâhil, İngiltere İmparatorluğu orduları ile şan ve şerefle kahramanca çarpıştı. Bu kahramanlıklar halk türkülerine yedi düvelin önünde; “Osmanlıydı ki dayandı” sözleriyle aksetmiştir.
Başta İngiltere, Fransa ve Rusya olmak üzere, Amerika, Belçika, Brezilya, Çin, Kosta Rika, Küba, Yunanistan, Guatemala, Haiti, Honduras, İtalya, Japonya, Liberya, Montenegro, Nikaragua, Panama, Portekiz, Romanya, Sırbistan ve Siam’dan meydana gelen îtilâf devletlerine karşı; Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’dan meydana gelen ittifak devletlerinin yanında harbe giren Osmanlı Devleti, Hicaz, Yemen, Asır, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’ı kaybetti. Osmanlı Devleti’nin Birinci dünyâ harbindeki asker zayiatının yekünü ise 3. 842. 580 (üç milyon sekiz yüz kırk iki bin beş yüz seksen) kişidir. Dört milyona yaklaşan bu müdhiş yekûnun 550.000’i (beş yüz elli bin) şehîd; 891. 364’ü (sekiz yüz doksan bir bin üç yüz altmış dört) malûl; 103. 731’i (yüz üç bin yedi yüz otuz bir) kayıp; 2. 167. 841’i (iki milyon yüz altmış yedi bin sekiz yüz kırk bir) yaralı ve 129. 644’ü (yüz yirmi dokuz bin altı yüz kırk dört) esirdir. Bu esirlerin büyük bir kısmı esarette ölmüştür. Memleketin çeşitti bölgelerinde açlık, salgın, bulaşıcı hastalık ve muhaceret (göç) sebebiyle telef olan sivil ahâli kurbanları bu yekûna dâhil değildir. Pek çok harb gemimizin de tahrîb olduğu bu harb esnasında, Osmanlı Devleti’nin daha önceki harbler sebebiyle zâten zayıf durumda bulunan hazînesi iflâs hâline geldi, işte bütün bu millî felâketlere sebeb olanların, darağaçlarıyla beraber kurdukları idarenin mâhiyetini de, faciaya sebeb olanların başındaki Talat Paşa; “Bizim bu memlekette kurduğumuz idare, olsa olsa münevver bir istibdâddır” diyerek ifâde etmiştir. Kurulan dîvân-ı harb, kaçak olan Talat, Enver ve Cemâl paşalar ile Dr. Nâzım’ı gıyabî olarak îdâma mahkûm etti.
Birinci dünyâ harbinden sonra îtilâf devletleri kazançlı çıkarken, ittifak devletleri zararlı çıkmış, en değerli toprakları ellerinden alınmıştır. 1815 Viyana kongresinde kurulan, ancak on dokuzuncu yüz yıl boyunca önemli değişmelere uğramakla beraber umûmî olarak 1914 yılına kadar gelen Avrupa siyâsî haritası ile güçler dengesi yıkıldı. Bunun neticesinde Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları parçalanarak yerlerine küçük ve yeni bir çok devlet kuruldu. Avrupa’da yeni bir siyâsî harita ve güçler dengesi ortaya çıktı. Daha geniş mânâda dünyâda yeni bir statüko kuruldu. Ancak bu değişiklik, müttefik devletlerin lehine idi. Îtilâf devletleri; yenilen devletlerin topraklarını küçültecek, bâzılarını işgal edecek veya o topraklarda yeni devletler kuracak, askerî kısıtlamalar ve yasaklar koyacak şekilde andlaşmalar kabul ettirdiler. Bunun neticesinde yıkılan üç İmparatorluğun bıraktığı boşluk, başta İngiltere olmak üzere; Fransa, İtalya ve Japonya gibi devletler tarafından doldurulmak istendi.
Birinci dünyâ harbinden en kârlı çıkan devlet İngiltere idi. Almanya’yı yenilgiye uğratmakla Avrupa’dan adasına gelebilecek tehlikelerden ve denizlerde bu devletin rekabetinden kurtulmuş oldu. Diğer taraftan Almanya’yı Ortadoğu’dan uzaklaştırarak, güçlü bir rakîbi ortadan kaldırdı ve böylece bölgeye hâkim oldu. Aynı zamanda Rusya’yı etkisiz hâle getirdi ve Fransa’yı da ikinci plânda bıraktı. Neticede, dünyânın bir numaralı devleti hâline geldi.
Fransa ise; Almanya ve Avusturya-Macaristan devletlerinin yenilmesi ve parçalanması ile sınırlarındaki iki büyük tehlikeden kurtuldu. Avrupa’da ve Ortadoğu’da elde ettiği kazançlarla da İngiltere’den sonra ikinci devlet oldu.
İtalya, Avusturya’dan aldığı topraklarla kuzeye doğru genişledi. Anadolu’da kendisine bırakılan payı az bulduğundan İngiltere ve Fransa’ya kırgın olmakla beraber, elde ettiği adalar ve yerlerle Akdeniz ve çevresinde etkili duruma geldi. Japonya ise, Uzak Doğu’da geniş çıkarlar elde ederek dünyâda söz ve etki sahibi oldu.
Birinci dünyâ harbi sebebiyle gerek îtilâf, gerekse ittifak devletlerinin kendi bünyelerinde de bâzı siyâsî hâdiseler meydana geldi.
Ancak Birinci dünyâ harbi sırasında ve sonrasında yapılan andlaşmalar, yenilenlere çok ağır şartlar getirdiğinden, gâlib devletlerin de çıkarlarına aykırı olduğundan ilk zamanlardan îtibâren tepkilere, anlaşmazlıklara ve yeni mes’elelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bunlar da barışın uzun sürmemesine sebeb oldu. Dünyâda kısa bir müddet sonra yeniden bir umûmî savaş tehlikesi başgösterdi.

ALLAH YOLUNU AÇIK ETSİN

Sene 1915, Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci Dünyâ harbi bütün cephelerde devam ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu. Yiğitlerin biri ölüyor, bini yetişiyor. İhtiyarı, genci savaşıyor, didiniyor ve yurdumuza düşman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah’a duâ ediyor. Cepheye durmadan takviye kuvvetleri gidiyor. İşte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik istasyonunda beklemektedir. Askerlerin hepsi sakin, belki bir daha geri dönmeyecekler. Ama şehîd olmak inancı gönülerine huzur veriyor.
Sevkıyat subaylarından biri vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla, şüpheyle yaklaşır. O anda çakan şimşeğin aydınlığında şunlara şâhid olmuştur:
Ak saçlı, beli bükülmüş, soluk benizli, başı yaşmaklı, ihtiyar bir Türk anası çakılmış gibi orada duruyor. Yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen huşu içinde beklemektedir. Anadolu’nun cefakâr vefâ timsâli ve sabırlı anası ile yaklaşan subay arasında şu konuşma geçer:
“Valide! Yağmurun altında niye böyle bekliyorsun?”
“Trende oğlum var. Onu selâmetlemeye geldim.”
“Oğlun kimdir, nerelidir?”
“Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmedoğlu Hüseyin.”
“Onu görmek ister misin, çağırayım mı?”
“Sana duâ ederim. Ona söyleyecek tek bir sözüm var.”
Hüseyin kısa zamanda bulunur. Elini öpen oğlunu bağrına basan ana son olarak; “Hüseyin’im, yiğit oğlum benim!.. Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağaların Çanakkale’de şehîd düştüler. Bak son yongam sensin. Eğer, minareden ezan sesi kesilecekse, câminin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun. Öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya uğrarsa dayının ruhuna bir Fatiha okumayı unutma. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin” demiştir.
Hüseyin, son defa anacığının elini öpmüştü. Yaşlı gözlerle oğluna bakan Türk anası son evlâdını da duâlarla bu şekilde cepheye uğurlanmıştır.

DEVLET YIKILDIKTAN SONRA!..

Birinci Dünyâ harbinin başladığı günlerdi!.. Dâhiliye nâzırı Talat Paşa ile harbiye nâzırı Enver Paşa ne düşündülerse, sabık pâdişâh İkinci Abdülhamîd Han’ın mes’ele hakkındaki malûmatına, bilgi ve tecrübesine başvurmayı uygun buldular. Bu maksadla İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na gönderdiler. Otuz üç sene gibi uzun bir müddet Avrupa siyâsetine hâkim olmuş sultan İkinci Abdülhamîd Han, cevâbında; “Bu vaziyette artık benim verebileceğim bir fikir, tavsiye edebileceğim bir tedbir kalmamıştır. Zîrâ bu zavallı devlet, harb-i umûmîye sürüklendiği gün münkariz olmuştur. Sizi bana gönderenler harbe girmeden önce göndermeli idiler. Dünyânın karalarına ve denizlerine hâkim olan devletlerine karşı Almanya ve Avusturya ile birleşip ateşe atılmak, târihin ender kaydettiği hatâlardandır” demiştir. Her hâlde bu konuşmasından tatmin olmayan Enver Paşa’yı da Beylerbeyi Sarayı’na davet ederek nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demiştir: “33 senelik saltanatımda, ferdin hürriyetine tarafdârdım. Lâkin gelişi güzel bir hürriyet ve serbestiyi hiç bir zaman istemedim. Meşrûtiyeti ben ilân ettim. Ama meb’ûslarımızın kifayetsizliğini görerek kapattım. Meclis-i meb’ûsânın Doksanüç harbinde verdiği karârın bize neye mâlolduğunu bilirsiniz. Balkanları kaybettik. İstanbul’a gelen Ruslar ile şerefsiz bir andlaşma imzalamaya mecbur olduk. Andlaşma imza ederken Safvet Paşa’nın ağladığını işitince ben de ağladım. Ama göz yaşı dertlere deva olmuyor. Şimdi siz de acele ile bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. İnşâallah hayırlı ve şerefli olur. Fakat Allah göstermesin ya felâketle biterse... İster misin bu da Anadolu’nun kaybına mâlolsun. Her devirde devletin düşmanı olmuştur. Siz de bu düşmanlarla işin iç yüzünü bilmeden birleştiniz. Hareket ordusu ile İstanbul’a geldiniz. İktidarı ele aldınız. İstediğiniz makama geçtiniz. Yapmak istediklerinizi niye yapmıyorsunuz. Bunlara güvenme oğlum, insanı bugün alkışlayanlar, yarın onun aleyhine dönüp parçalamasını da bilirler. Dikkatli ol!” Ne var ki büyük hayâller peşinde koşan Enver Paşa ve İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri bu mühim nasihatlere de kulak asmayarak bildikleri yolda yürüdüler. Böylece devletin yıkılmasına sebeb oldukları gibi, millete kan ve göz yaşından başka bir şey bırakmadılar. Ayrıca târihe kötülükleriyle yâd edilen kimseler olarak geçtiler.

SÂDECE EMREDİLENİ YAPTIK

Birinci Dünyâ Savaşı’nda Sina cephesinde görevli bir batarya komutanı hâtıralarında şöyle demektedir:
“Harbin son seneleri idi. Bağdâd cephesinde üstün İngiliz birlikleri ordumuzu geri çekilmeye mecbur etmiş, Fırat nehri boyunca kuzeye doğru ilerliyordu. Çekilmemiz bozgun şeklinde olmayıp, harbin gereğiydi. Bir aralık ordumuzun artçı birlikleri düşman kuvvetleri ile Şatt-ül-edhem denilen yerde muhârebeye tutuştu. Sabahtan öğleye kadar bütün silâhların ateşleriyle çölün kızgınlıklarında her taraf alev alev yanıyordu. Bütün hınç ve güçleriyle saldıran düşman kuvvetleri, bir an önce mukavemeti kırmak istiyordu. Müdâfâ eden askerlerimizin sayısı düşmanla nisbet kabul edilmeyecek derecede azdı. Yalnız bu kahramanlar çok itaatli ve çok îmânlı idiler. Hakîki birer asker olan bu bir avuç kahraman, îmân kalesi gibi duruyordu. Düşman hücumları bu mert ve cesur yavruların îmânlı göğüsleri karşısında ve süngülerinin ucunda eriyordu.
Harbin en kızgın yerinde kolordu komutanı, düşmanı yandan vurmak için yedek bir piyade alayı ile dört toplu olan benim bataryama görev verdi. Arazî çırılçıplak idi. Alay ile beraber hareket ettik. Düşmandan tarafa gidiyorduk. Topçunun harekâtı piyade gibi değildi. Şartlar güçtü ama ne olursa olsun alınan emir muhakkak yerine getirilecekti.
Açık bir sahada olan hareketimizi gören düşman, bütün topçu atışlarını üzerimize topladı. Bir yanardağın içine düşmüş gibi idik. Sür’atle ilerliyor, subay, erat ve hayvanlardan ölenlere hiç bakmıyorduk. Bir kişi de kalsak emredilen yere ulaşacaktık. Bütün meşakkat, eziyet ve sıkıntılara rağmen hedefe vardık. Şükürler olsun ki bir kaç şehîd ve yaralıdan başka zayiatımız yoktu.
Derhâl topları mevzie sokup ateşe başladım. Düşman bütün gücü ile bizi hedef seçmişti. Toplar, gülleler üzerimize yağmur gibi yağıyordu. Bu saldırılar karşısında bataryanın îmânlı, itaatli subay ve eratı vazifelerini hakkıyla yapmakta, düşmana çok zayiat verdirmekteydi. Bizim ateşimiz karşısında îmân ve itaat duvarını geçemiyeceğini anlıyan düşman, kahraman piyademizin süngüleri önünde kaçmaya başladı. Bu heyecanlı zamanda paşamızı karşımızda gördüm. Elimi sıkıp tebrik etti; “Aferin batarya komutanı. Başarılı ateşleriniz bize bu muhârebeyi ve zaferi kazandırdı. Sizi ve mert, kahraman batarya subaylarınızı ve eratınızı tebrik ederim” dedi. Cevaben; “Sağ olunuz! Vazifemizden ve emirlerinize itaatten başka bir şey yapmadık” dedim.

YARASINA BİR AVUÇ OT TIKAMIŞTI

Osmanlı Devleti adetâ bir macera uğruna Birinci Dünyâ Savaşı’na katılınca, îtilâf devletleri için boğazlar mes’elesi birinci plânda önem kazandı. Boğazları kolaylıkla aşacaklarını sanan devletler, Türklerin üstün savaş gücü ve inancını hesaba katmamışlardı. Geldikleri gibi geri döndüler. Ama İngilizler ikiyüz beş bin, Fransızlar kırk yedi bin zayiat verdiler. Türklerin zâyiâtı ise, şehîd yaralı ve hasta olmak üzere iki yüz elli iki bine ulaştı.
Kahramanca savaşan Türk askeri düşmanlarını bile kendine hayran bıraktı. Bu savaşta bir kolu ile ayağını kaybeden Fransız generalinin anlattıkları bunun en güzel örneklerindendir.
General yurduna döndüğünde savaş anılarını anlatmasını taleb ettiler. Söze; “Fransızlar böyle mert bir milletle savaştıkları için dâima iftihar edebilirler!..” cümlesiyle başlaması üzerine, bir gazetecinin daha ziyâde milliyetçilik etkisi altında sorduğu: “Neden iftihar edebilirmişiz?” sorusuna, o, dünyâ savaş ve insanlık târihine altın harflerle yazılacak vasıfda manidar bir menkıbeyle cevap vermişti:
“Çünkü, Türkler tam bir erkek gibi döğüşüyor ve savaş şartlarına riâyet ediyorlar. Hiç unutmam, savaş sahasında döğüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel aynı topraklar üzerinde Fransızlarla Türkler süngü süngüye gelip, her iki taraf da ağır zâyiât vermişti. Bu sırada gördüğüm bir sahneyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyordu, onun yanı başında da bir Türk askeri vardı. Dikkat ettik, Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, Fransız askerinin yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu!
Tercüman vasıtasıyla aramızda şu konuşma geçti:
“Niçin, öldürmek istediğin düşmanına yardım ediyorsun?”
Mecalsiz bir hâlde bulunan Türk askeri cevap verdi: “Bu yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi. Dilinden anlamıyorum ama, her hâlde annesi olacak. Demek ki, onun bekleyeni vardı. Benim ise kimsem yok. Ölsem ne çıkar? Onun için istedim ki, o kurtulup anasının yanına gitsin!..”
Bu asil duygu üzerine hüngür hüngür ağlamaya başladığımda, emir subayım Türk askerinin ceketinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaranın yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Türk askerinin göğsünde, bizimkinden çok ağır bir süngü, yarası vardı ve bu yaraya bir avuç ot tıkamış. Kanamasına mâni olmak istemişti. Az sonra ikisi birden öldüler.
İşte, kendi temiz gömleğinden yırttığı bezlerle, kendi yarasından vazgeçip düşmanın yarasını saran böyle kahraman bir milletle döğüştüğümüz için dâima iftihar edebiliriz efendiler...”

KANLI ZARF!..

27 Mart 1916 târihinde Irak Cephesi Felahiye muhârebesinde boğazından ağır yaralanan; 18’inci Kolordu, 51’inci Tümen, 9’uncu Alay emir subayı olup, adı geçen muhârebede kendi alayından bir bölüğe komuta eden İstanbullu Üsteğmen Muzaffer, hayatının son dakikalarına geldiğini görünce sükûnetle son görevini yapmaya başlamış ve konuşamadığından cebinden çıkardığı bir mektup zarfının üzerine kurşun kalemle önce; “Kıble ne yöndedir?” diye yazarak sormuştur. Millî şeref ve fazileti bulunan ak yüzünü ve pâk alnını, görevini başaranlara mahsus güzellikle huzûr-ı peygamberîye çevirmiş ve kalbindeki şehâdeti dille anlatmaya takati olmadığından, kana boyanan o zarfın ortasına okunaklı bir şekilde kelime-i şehâdeti yazmış, sonra bu büyük asker, bölüğüne son sözünü söylemek isteyerek aynı zarfın üç yerine; “Bölük intikamımı alsın” cümlesini yazarak, ikisini imzalamış, üçüncüsünü ise imzâlayamadan son nefesini vermiş, silah arkadaşlarının safları önünde uçmak, bölüğüne kanat gererek gölgesine sığındırmak için yükselmiştir. Bu şehidin ruhunu fatihalarla selâmlayalım, Allahü teâlânın, şehîdlerin yardımı ve himayesinden herkesi nasiplendirmesini dâima dileyelim.
Muzaffer Efendi’nin bu yüce davranışı yâni bir Türk subayının örnek maneviyâtı olan o kanlı beyaz zarf. Askerî Müze’ye gönderilmiş, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere cevher değerinde bir miras olmuştur. Yaşayan ölülerin mirasları içinde bu zarf da yaşayacak, dâima yükselmeye teşvik ve milletin iftihar etmesi için bir belge olarak kalacaktır. Büyük meydanların büyük imtihanlarında kazanılan bu şehâdetnâmeler; her genci imrendirip, örnek olacak bir etki yapacağı gibi, her babanın kalbinde böyle evlâda sâhib olma duygusunu yükseltecek, sonunda millet bu yüzden kendi fedâkârlığına güvenecektir.
Böylece, dîni ve vatanı için ölmek aşkıyla yetişen gençler çoğalacak ve vatan sevgisi millî terbiyemize esas oldukça yaşama hakkı bizim olacaktır...
Bu husustaki özel görevini yerine getiren 6’ncı Ordu, sonucu milletin takdirine bırakmıştır. Umarım ki, her edip, her yazar bu yüce gayeye hizmete ve merhumu bütün millete tanıtmaya çalışacaktır. Ve yine umarım ki Müdâfaa-i Millîye Cemiyeti bu GâzÎ’nin fotoğrafıyla zarfını birleştirip büyük levhalar haline getirecek, yüz binlerce duvar levhası şeklinde basarak, her evin iftiharla duvarına asacağı birer ibret levhası yapacak, böylece; vatan, millet nâmına bir hizmette bulunacaktır. 28 Haziran 1332 (11 Temmuz 1916)
6’ncı Ordu Kumandanı Halil
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 412
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 281
 3) Görüp İşittiklerim; sh. 113
 4) Sultan Reşad’ın Sarayında Gördüklerim
 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-14
 6) Siyâsî Târih (R. Uçarol); sh. 349
 7) Birinci Dünyâ Savaşı Târihi 1914-1918 (P. Renouvin Çev. A. Cemgil, İstanbul-1969); sh. 214
 8) Birinci Cihân Harbi’nde Türk Harbi (Fahri Belen, Ankara-1964)
 9) Türk İnkılâbı Târihi; cild-2, kısım-4, sh. 505
10) Siyâsî Târih (Şükrü Esmer, İstanbul-1944); sh. 440
11) Birinci Dünyâ Savaşına Giden Yol (H. Ülman, Ankara-1973)
12) Türk Siyâsî Târihi (Tahsin Önal, Ankara-1978); sh. 427
13) Hatırat (Talat Paşa); sh. 29
14) 20.Yüzyıl Siyâsî Târihi (F. Armaoğlu); sh. 99
15) Hâtıralar (Cemal Paşa, Selek Yayınları-1959); sh. 67
16) Siyasal Târih (Murat Sarıca); sh. 243
17) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 276

KARAMANİ MEHMED PAŞA


Fâtih Sultan Mehmed Han’ın son vezîriâzamı, ilim ve devlet adamı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin neslinden olup, babasının adı Arif Çelebi’dir, Aslen Konyalı olduğu için, Karamânî nisbet edildi. Doğum târihi kesin olarak belli değildir. Küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayan Mehmed Paşa, Konya’da Cemâleddîn-i Aksarâyî’nin torunu Musannifek’den aklî ve manevî ilimleri tahsil etti.
Karamânî Mehmed Paşa genç yaşta İstanbul’a geldi. Sadrâzam Mahmûd Paşa-i Velî ile tanıştı ve onun yaptırdığı medresede tahsil gördü. Vefâ Konevî’nin sohbetlerinde bulundu. Medrese tahsilini iyi derece ile tamamlayıp me’zûn olduktan sonra aynı medresede müderrisliğe başladı. Bir müddet sonra Mahmûd Paşa’nın müşaviri ve yardımcısı olarak hizmetlerde bulundu. Daha sonra Mahmûd Paşa’nın tavsiyesi üzerine vezirlik payesi ile nişancı oldu. Bu makamda uzun müddet kaldığı için, Nişancı lakabıyla tanındı. Bu sırada Fâtih Sultan Mehmed Han’ın dikkatini çekerek teveccühünü kazanan Mehmed Paşa devlet me’mûriyetlerinin düzenlenmesi ve devlet idaresine âit temel kânunların tertîbi hususunda pâdişâhın müşaviri oldu. Yeni kanunnâmelerin düzenlenmesinde çalıştı.
1478 senesinde pâdişâh, sadrâzam Gedik Ahmed Paşa’yı vazîfeden alıp, onun yerine Karamânî Mehmed Paşa’yı tâyin etti. Vefât edinceye kadar bu vazifede kaldı. Karamânî Mehmed Paşa’nın Uzun Hasan’a yazdığı üslûb ve muhtevasından dolayı beğenilen siyâsî mektuplar, bu makamdaki şöhretini arttırdı. Anadolu seferine çıkan Fâtih Sultan Mehmed Han, Gebze’de vefât ettiğinde, nâşını saklayıp vefâtını askerden gizledi. 4 Mayıs 1481’de Tahtakale’de isyân eden yeniçeriler tarafından, Cem taraftarı olduğu iddiasıyla öldürüldü. Kumkapı’da yaptırdığı Nişancı Câmii bahçesine defnedildi.
Mehmed Paşa, âlim ve değerli bir vezir idi. Çok iyi Arabça bilirdi. Aynı zamanda tarihçi idi. Osmanlı târihine ve Fâtih devrine âit Arabça risaleler yazdı. Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında hazırlanmış olanKânûnnâme-i Âl-i Osman bunun sadâretinde kaleme alındı. Şâir ve ediplere çok alâka gösterirdi. Kendisi de şâir idi. Şiirlerinde Nişancı mahlasını kullanan Mehmed Paşa, Türkçe şiirlerinde sâde ve külfetsiz bir üslûba yer verirdi.
Şâhâ ne tuhfe göndereyin hâk-i pâyüne
Benüm gibi fakîrün elinden duâ gelür
beyti, buna açık bir örnek teşkil eder. Kabûlî ve Hamîdî gibi devrin bâzı şâirleri Mehmed Paşa adına samîmi kasîdeler yazdılar.
Karamânî Mehmed Paşa’nın manzum şiirleri ile iki cildlik Osmanlı târihi vardır. Arabça olarak kaleme aldığı târihî eserinin birinci cildi, “Risale fî Tevârih-i Selâtini âl-i Osmaniye” olup, Osman Gâzi’den Fâtih Sultan Mehmed Han’ın cülûsuna (1451) kadar olan devirlere aittir. İkinci cild ise,“Risale fî Târih Sultan Muhammed bin Murâd Han minel-Osman”olup, 1451’den 1480’e kadar olan devre yer verir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tezkire-i Halvetiyye (Es’ad Efendi Kütüphânesi; No: 1372)
 2) Sehi Tezkiresi; sh. 60
 3) Şakâyık-ı Nu’mâniye tercümesi; sh. 285
 4) Latifî Tezkiresi; sh. 334
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 263
 6) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 14