13 Eylül 2018 Perşembe

ALİ KUŞÇU


Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında yetişen büyük astronomi ve kelâm âlimi. İsmi, Alâüddîn Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, Mâverâünnehr’de hüküm süren ünlü Türk sultânı ve astronomi âlimi Uluğ Bey’in kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve târihi kesin olarak bilinmemektedir. On beşinci asrın başlarında Semerkand’da doğduğu kabul edilmektedir.
Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında Semerkand’da ilk tahsilini tamamlayan Ali Kuşçu, din ilimlerinde yetiştikten sonra matematik ve astronomiye karşı aşırı derecede ilgi duydu. Devrinin en büyük âlimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kâdızâde Rûmî, Gıyâseddîn Cemşîd ve Muînüddîn Kâşî’den astronomi ve matematik ilmini öğrendi. Daha fazla ilim öğrenme arzu ve isteği ile gizlice Semerkand’dan çıkıp Kirman’a gitti. Tahsiline devam ederek, kendisinden sonra tam iki asır boyunca, âlimlerin ilgi ve tedkikine mazhâr olan Şerh-ut-Tecrîd adlı eserini yazdı. Uzun seneler Kirman’da kalan Ali Kuşçu, Semerkand’a döndü ve tekrar Uluğ Bey’in hizmetine girdi.
Senelerce gizlendiği için Uluğ Bey’den özür diledi. Uluğ Bey özrünü kabul edip; “Bize nasıl bir hediye getirdiniz?” diye sorunca, “Gelmiş geçmiş bilginlerin çözemediği, ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili mes’eleleri îzâh eden bir kitap hazırlayıp getirdim” cevâbını verdi. Uluğ Bey; “Hele bir inceleyelim bakalım” deyince eserini takdim etti. Uluğ Bey, uzun uzadıya inceledikten sonra hayran kalarak takdirlerini belirtti. Zîc-i Uluğ Bey’in hazırlanması çalışmalarına katılan Ali Kuşçu, Kâdızâde-i Rûmî’nin vefâtı üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkand rasathânesine müdür tâyin edildi. Burada, astronomi ile ilgili çalışmalarını başarıyla sürdürdü. Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra, yerine geçen evladları zamanında devlet düzeni bozuldu ve âlimlerin kıymeti bilinmez oldu. Bu duruma çok üzülen Ali Kuşçu, Hacca gitmek için hükümdardan izin alarak Semerkand’dan ayrıldı ve Tebriz’e geldi. O sırada bölgede hüküm süren Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve çevresindeki ileri gelen devlet adamları, Ali Kuşçu’yu hürmetle karşılayıp ağırladılar. Osmanlı Devleti ile arası açık olan Uzun Hasan, iki devlet arasında elçilik yapıp sulhu te’min etmesi için Ali Kuşçu’ya ricada bulundu. Bu ricayı kabul eden Ali Kuşçu İstanbul’a geldi ve Fâtih Sultan Mehmed Han ile görüştü. İlim âşığı olan Sultan, kendisine çok ikrâm ve hürmet gösterdi. Ali Kuşçu’nun Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Ali Kuşçu, bu samimî ve halisane teklifi kabul etti. Elçilik vazifesini tamamladıktan sonra, İstanbul’a gelip yerleşeceğini söyledi. Verdiği sözde duran Ali Kuşçu’ya yüz kişilik maiyyeti ile beraber Osmanlı hududuna girişinden itibaren her konak için bin akçe gibi gayet yüksek bir meblağ tahsis edildi. Hürmet ve ikrâm ile İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’yu ünlü din ve fen âlimi Hocazâde karşıladı. Üsküdar’dan Eminönü’ne kayıkla geçerlerken ilmî mes’elelere dalarak med-cezir hâdisesini tartıştılar. Ali Kuşçu onu, Hocazâde de Ali Kuşçu’yu bilgilerinden dolayı takdir etmişti. Bir süre sonra Ali Kuşçu bu değerli âlimin oğluna kızını vererek akrabalık bağı kurdu.
Fâtih Sultan Mehmed Han ile Uzun Hasan’ın arası fitneciler tarafından tekrar bozulunca, harp yapma zarureti ortaya çıktı. Fâtih bu muhârebeye giderken Ali Kuşçu’yu da beraberinde götürdü. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında astronomi ile ilgili Fethiyye adlı eserini hazırladı. Sultan sefer dönüşünde onu, Ayasofya Medresesi’nde müderris olarak görevlendirdi, ayrıca kendi özel kütüphânesinin müdürlüğüne getirdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde, Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur âlimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinân Paşa, Molla Lütfü ve torunu Mirim Çelebi gibi âlimler onun derslerinde yetiştiler. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan âlemini aydınlatan ve batı bilim dünyâsında devrinin Batlemyüs’ü (ptolemy) olarak tanınan Ali Kuşçu 1474 senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan kabristanına defnedildi.
Ali Kuşçu’nun yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:
1- Risale fil-Hey’et: Astronomi risâlesidir. 1457 senesinde Semerkand’da Farsça olarak yazmıştır. Eser, Osmanlı mühendishânesinde on dokuzuncu asrın başlarına kadar ders kitabı olarak okutuldu. İstanbul’da; Üniversite, Ayasofya ve Köprülü kütüphânelerinde, Bursa’da da haracçıoğlu Kütüphânesi’nde yazma nüshaları vardır.
 2- Risale fîl-Hisâb: Matematik ilmi ile ilgili bir eserdir. Farsça olan bu eseri de Semerkand’da yazmıştır. Yazma nüshaları İstanbul kütüphânelerinde mevcûddur.
3- Risale fil-Fethiye: Risale fî’l-Hey’et’in ilâvelerle birlikte Arabça’ya çevrilmiş şeklidir. Bu eseri Ali Kuşçu, Fâtih ile birlikte katıldığı İran seferi sırasında yazmıştır. Eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, eğimi (23° 30’ 17”) olarak bulmuştur. Bugün bulunan değeri ise (23° 27’) dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar. Nûruosmâniye Kütüphânesi 2949’da bir nüshası olan eseri, Molla Abdullah Perviz, Mirât-üs-semâ adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. 1548 senesinde de Seyyid Ali bin Hüseyin tarafından ikinci bir tercümesi daha yapılmıştır. 1839’da yapılan tercümesi ise Mir’ât-ı Âlem ismiyle İstanbul’da yayınlanmıştır.
4- Risâle-i Muhammediyye fî ilm-ül-Hisâb: Semerkand’da yazdığıRisale fil-Hisâb’ın Arabça’ya tercümesidir. Ali Kuşçu’nun hattıyla yazılmış olan eser hâlen Ayasofya Kütüphânesi’nde 2733 numarada kayıtlı olup, bir mecmuanın 71. varağından 169. varağına kadar devam eden kısmındadır. Cebir ve hesap konularından bahseden eserin son sahîfesinde Ali Kuşçu’nun bir imzâsı ve 1472 senesinde bittiğini belirten bir kayıt vardır.
5- Hall-ül-eşkâl-il-kamer: Ali Kuşçu bu eserini ilmini artırmak için gittiği Kirman’da hazırlamıştır. Dönüşünde Uluğ Bey’e takdim ettiği eserde ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili mes’eleleri açıklamıştır. İsmini bildiğimiz bu eserin nüshasına rastlanmamıştır.
6- Risale fil-umûr-il-Âmme, 7- Risale fil-Hemziyye, 8- Ta’likât alâ Mebehîsi galât-il-Hassiyye, 9- Ukûd-ül-Cevâhir, 10- Rîsâle fî mes’elet-il-Garîbe bil-ulûm-ir-Riyâziyye, 11-Şerhu Tuhfet-iş-şâhiyye, 12- Hâşiye alâ Vaz’iyye-i Kâdı Adûd. Bunlardan başka Uluğ Bey Zîci’ne yazdığı şerh önemli ve pek kıymetli bir eserdir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi, sh. 181
 2) Ulûm-ül-bahte; sh. 426
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 181
 4) Kâmûs-ül- a’lâm; cild-4, sh. 3179
 5) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 276
 6) Hadîkat-ül-cevâmi; cild-1, sh. 270
 7) Menâbi-i ulûm-i İslâmî; cild-1, sh. 342
 8) Brockelmann; cild-2, sh. 234
 9) Ali Kuşçu, Hayâtı ve Eserleri (S. Ünver, İstanbul-1948)
10) Âsâr-ı Bakıyye (Salih Zeki, İstanbul-1329); sh. 195
11) Tâc-üt-tevârîh; cild-1, sh. 489

5 Eylül 2018 Çarşamba

BAĞDATLI İSMAİL PAŞA


Kitablar ve müellifler hakkında yazdığı eserlerle meşhur müellif. 1839 (H. 1255)’de Bağdâd’da doğdu. 1920 (H. 1339)’da İstanbul’da vefât etti. Baban ailesinden Baban Mehmed Emir Efendi’nin oğludur. Irak’da iken askerî mektebe girip bitirdi. Çeşitli askerî birliklerde görev yaptı. Jandarma Dâiresi İkinci Şubesi Müdürü iken 1875’de İstanbul’a yerleşti. 1908’den sonra liva rütbesi ile Jandarma Dâiresi müdürlüğüne tâyin edildi, İstanbul’da Bağdâdlı İsmâil Paşa olarak tanınmıştır.
İsmâil Paşa, ilmî araştırmalarıyla da meşhur olup, otuz beş seneye yakın süren bir çalışma neticesinde Esmâ-ül-müellifin ve âsâr-ül-musannifîn ve îzâh-ül-meknûn fi’z-zeyli alâ keşf-üz-zünûn adlı meşhur eserlerini hazırladı.
Esmâ-ül-müellifîn adlı eseri iki cild olup Arabça’dır. 1941 ve 1955 senelerinde İstanbul’da basılmıştır. Birinci cildde 5398 müellifin ismi vardır. Bu müelliflerin zikri geçen eserlerinin sayısı da 25.000 kadardır. Bu eserde bir müellifden bahsedilirken, sırayla müellifin adı, babasının adı, nisbeti yâni şöhreti ve lakabı, memleketi, mezhebi, vefât târihi, Türk olup olmadığı ve eserleri yazılmıştır. Eser alfabetik tertib edilmiştir. Keşf-üz-zünûn’a yazdığı iki cildlik zeylde ise 19.000 kadar kitabı tanıtmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1084
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 32
 3) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; cild-1, sh. 405

CEMALEDDİN-İ EFGANİ


Afganistanlı politikacı ve gazeteci. Asıl adı Muhammed bin Safder el-Hüseynî olup, Cemâleddîn-i Efgânî diye meşhurdur. 1838’de Afganistan’ın Kabil şehrine yakın Esadâbâd kasabasında doğdu. Onun Hemedan’da doğan İranlı bir şiî olduğunu söyleyenler de vardır. 1897’de İstanbul’da öldü.
İlk tahsilini memleketinde yaptı. Tahsîl için Hindistan’a gitti. Bilhassa lisanlara karşı kabiliyetli olan Cemâleddîn; Farsça, Arapça, Fransızca öğrendi. Milliyeti kesin olmayan, Cemaleddîn-i Eganî’nin; Türk, Afganlı, İranlı ve Hindli olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır. Türklerle konuşurken Türk’üm, Afganlılarla konuşurken Afganlıyım diyen Cemâleddîn-i Efgânî, din bilgisi az olduğundan, doğru yolda olmayanların te’sirinde kalarak Ehl-i sünnet îtikâdından ayrıldı ve İslâm âleminde on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan dinde reform hareketlerinin önderliğini yaptı! 1857’de hac bahanesiyle Hicaz’a gidip reform fikirlerini anlatma fırsatı buldu. Hicaz’dan Kabil’e dönüp, Dost Muhammed Hân zamanında hükümet ricali arasında bulundu. Hindistan’a, oradan da Mısır’a geçti.
Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından Alî Paşa tarafından 1868’de İstanbul’a davet edilerek, Meclis-i meârif âzâlığı vazifesi verildi. Osmanlı Dâr-ül-fünûnu’nun açılışında verdiği bir konferansta; “İslâmî Abdülazîz Devleti’nin semâsından ziyâde güneşler çıkararak, onların nurları ile bütün âlemi nurlandıran ve kendilerine vükelâ yaparak hilâfet yolunda karar kıldıran Muhammedi Osmanlı saltanatının feleğinden parlak bedirler gösteren ve onların ziyası ile bütün Âdemoğullarını aydınlatan, kendilerini vezirler yaparak adalet mıntıkasında isbat eden Allah’a hamd olsun.
Salât da; yüce akıllara ve zekî nefslere, bâhusus akl-ı külle ve yolları kânunlaştırana (san’atlardan bir san’atı elde eden peygambere) ve O’nun nurlarından iktibas ederek makamların en yükseğine erişenlere olsun...” diyerek, peygamberliğin san’atlardan bir san’at olduğunu, İslâmiyet’in ilmî ilerlemelere mâni olduğunu iddia etti. Cemâleddîn-i Efgânî’nîn bu konuşması, Osmanlı âlimlerince şiddetle tenkîd edildi. Din ve devlet aleyhinde başka konuşmaları da bulunan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fesatçılığı ortaya çıkınca, İstanbul’dan kovuldu. Osmanlı şeyhülislâmı Hasan Fehmi Efendi, onun cahilliğini ve yanlış yolda olduğunu bütün delilleriyle ortaya koydu.
Felsefî ve siyâsî özellikteki fikirlerini din adıyla yaymaya çalışan Cemâleddîn-i Efgânî, 1872’de Mısır’a gitti. Orada da din ve siyâsette ıslâhı kalkınma (dinde reform) fikirlerini yaymaya çalıştı, ilk zamanlar pek dikkati çekmedi. Fakat bu sırada doğu kültürü ile batı kültürü arasında bocalayan Muhammed Abduh’u, kısa zamanda fikirlerinin etkisi altına alıp, hayâtı üzerinde büyük rol oynadı. Muhammed Abduh’dan başka bir kısım kimseler de onun reformcu fikirlerinden etkilendiler. Talebelerinden olan Edîb İshak tarafından çıkartılan Mısır gazetesinde; Mazhar bin Vazzâh, Es-Seyyid Hüseynî veya Es-Seyyid imzalarıyla yazılar yazarak fikirlerinin yayılmasına çalıştı. 1872-1879 seneleri arasında Mısır’da kalan Cemâleddîn-i Efgânî’nin fikirleri, Mısır’daki Ehl-i sünnet âlimleri tarafından çürütüldü. Fitneci fikirleri sebebiyle Mısır hükümeti tarafından sürgün edilince, önce Hindistan’daki Haydarâbâd’a oradan da Paris’e gitti. Paris’te bulunduğu sırada talebesi Muhammed Abduh’la baş başa vererek, bütün müslümanları reformcu fikirler etrafında toplamak gayesiyle Urvet-ül-vüskâ adlı bir cemiyet kurup, aynı adlı gazeteyi çıkardı. Bu gazete sekiz ay kadar çıktıktan sonra yayınını durdurdu. Bu başarısızlıktan sonra, açıkça yürütemiyeceği propagandayı, gizlice konferanslar yoluyla yapmaya başladı. Fikirlerini anlatmak için bir çok seyahatlerde bulundu, Bir müddet Rusya’nın Petersburg, sonraları Almanya’nın Münih şehrine gitti. Orada İran şahı Nâsırüddîn ile karşılaştı. Şâh’ın daveti üzerine İran’a giden Cemâleddîn-i Efgânî’ye, İran dar gelmeye başladı. Bir ara kendi hâline köşeye çekilip yedi ay kadar insanlardan uzak kaldı. Şâh ile arası açıldı. İran şahının halka karşı uyguladığı bâzı sevimsiz hareketleri fırsat bilerek, İran’da şiddetini artıran bâbîlik veya bahâîlik hareketlerinin içinde bulundu. Şâh’ın aleyhinde hareket ederek isyâncı ve sûikasdcıların öncüsü ve teşvikçisi oldu. Bu sırada Ruslar tarafından satın alınarak, anavatanı olan Afganistan aleyhinde casusluk yaptı. İran’dan da kaçarak Avrupa’ya gitti. Daha sonra Londra’ya giderek fikirlerini yaydı ve Osmanlı pâdişâhı sultan İkinci Abdülhamîd Han aleyhinde faaliyetlerde bulundu. Cemâleddîn-i Efgânî’nin İslâmiyet’e verdiği zararları gören sultan İkinci Abdülhamîd Han, yaptığı zararları ortadan kaldırmak ve te’sirsiz hâle getirmek için kendisini İstanbul’a çağırdı. Sultan, İstanbul’a gelen Cemâleddîn-i Efgânî’yi huzuruna çağırarak, fitneye sebeb olan söz ve hareketlerden kaçınmasını emr etti. Fakat yine boş durmadı.
Sadrâzam Halil Rıfat Paşa, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a takdim ettiği 22 Nisan 1896 tarihli arızaya ilâve ettiği mektubda, Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili şu bilgileri verdi: “Malûmat ve mütâlaât-ı çâkerâneme gelince, Şeyh Cemâleddîn, bâbîlik cemiyeti erkânından ve fesâd erbabından olduğu gibi, hiç bir tarafça hâiz-i îtibâr ve îtimâd olmamış, ehemmiyetsiz bir âdemdir. Ve merkumun mason cemiyeti, ermeni komiteleri ve Jön Türk takımı ile gizli bir muhâberât ve münâsebâtı vardır. Kendisini efendimize mensûb bildirerek, esasen hiç olduğu hâlde, bu şeref-i mensubiyetten dolayı kendisini ve mâhiyetini ve hakikatini bilmeyen bir takım âdemleri celb ve iğfal ederek, yavaş yavaş cemiyetini çoğaltmaya çalışıyor. Bâbîlik mezheb-i habîsi esasen dürzîlik mezhebine müşabih (benzer) olduğundan, merkum Cemâleddîn, Suriye ve Lübnan’dan buraya gelen dürzî gençlerin ahlâksız ve müfsid güruhunu kendisine celb ile tevsî-i mefâsid ediyor (bozgunculuğunu yayıyor) ve Mısırlılar dahî ekseriyetle mesleksiz ve ahlâkı bozuk oldukları için, onlardan da bir çok tarafdâr peyda etmeye uğraşıyor. Bu cümleden olarak, geçenlerde Dersaâdet’den (İstanbul’dan) uzaklaştırılması lüzumu arz edilen Mısırlı Abdullah Nadim adlı müfsîd dahî, Cemâleddîn’in mezhep ve meslekine tâbiiyyetle eski kıyafetini değiştirip, bu günlerde bâbî kıyafetine girdiği istihbar kılınmıştır.”
Sultan İkinci Abdülhamîd Han da, hatıratında Cemâleddîn-i Efgânî ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Hilâfetin elimde olması sürekli olarak İngilizleri tedirgin etti. Blund adlı bir İngilizle Cemâleddîn-i Efgânî adlı bir maskaranın el birliği ederek, İngiliz hâriciyesinde hazırladıkları bir plân elime geçti. Bunlar, hilâfetin Türkler tarafından zorla alındığını ileri sürüyor ve Mekke şerifi Hüseyin’in halîfe îlân edilmesini İngilizlere teklif ediyorlardı. Cemâleddîn-i Efgânî’yi yakından tanırdım. Mısır’da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı... Ayrıca İngilizlerin adamı idi ve çok muhtemel olarak İngilizler beni sınamak için bu adamı hazırlamışlardı.”
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bir çok yıkıcı faaliyetler yapmak istediyse de engellendi. Bir ara Mısır hidivi Abbâs Hilmi Paşa’yla münâsebette bulunduğu anlaşılınca, sultan İkinci Abdülhamîd Han onu sert bir şekilde azarlayarak; “Abbâs Hilmi Paşa adına bir devlet mi kurdurmak istiyorsunuz?” dedi. Dışarıda daha çok zararlı olacağını farkeden Abdülhamîd Han, Cemâleddîn-i Efgânî’nin İstanbul’dan çıkışını yasakladı, ölünceye kadar göz altında tuttu.
Cemâleddîn-i Efgânî, İstanbul’da bulunduğu sırada bâzı yazar ve şâirler üzerinde etkili olmuştur. Bilhassa Türkçülük ve İslamcılık düşünceleri ile hareket edenler, ayrı fikir ve inançta olmalarına rağmen, onu hoca kabul etmişlerdir. Bu da cemiyette ayrılıklara yol açmıştır. Cemâleddîn-i Efgânî’nin asıl gayesi de budur. Hayâtına bakılınca, gidip gezdiği yerlerde dâima tefrikadan yana olmuş ve fitneler çıkarmıştır.
İstanbul’da bulunduğu sırada hastalanan Cemâleddîn-i Efgânî, 1897’de öldü. Maçka’ya defnedildi ve kabri bir Amerikalı tarafından yaptırıldı. 1944 yılında, kemikleri, memleketi olan Kabil’e nakledildi.
Tahsîle gittiği Hindistan’da, din düşmanlarının etkisinde kalarak, Ehl-i sünnet yolundan ayrılan ve ilmi az olduğu hâlde hayâtı boyunca, kendini ilim ve din adamı gösteren Cemâleddîn-i Efgânî, İslâmiyet’in aslının bozulmuş olduğunu ve reform yapmak gerektiğini iddia etti ve asırlardır yetişmiş ve İslâmiyet’in yayılmasına çalışmış olan Ehl-i sünnet âlimlerinin çalışmalarını reddetti. Urvet-ül-vüskâ adlı gazetesinde ve verdiği konferanslarda İslâmiyet ve müslümanlar hakkında küçültücü yazılar yazıp çeşitli sözler sarfetti. Onun İslâmiyet hakkındaki düşünceleri, Fransız yazarı Renan’a, 18 Mayıs 1883 tarihli Le Journal Des Debats gazetesi aracılığıyla verdiği cevabdan çok iyi anlaşılmaktadır. Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda şöyle diyor:
“Efendim! Değerli gazetenizin 29 Mart 1883 tarihli nüshasında, M. Renan’ın bir nutku var. Şöhreti bütün batıyı tutan, doğunun en ücra köşelerine kadar uzanan ünlü filozof bu nutukda, dikkate değer müşahedeler, yeni görüşler serdetmiş. Ne yazık ki bendeniz, nutkun ancak, çok az sâdık tercümesini görebildim. Fransızcasını görebilseydim o büyük filozofun fikirlerini daha iyi kavrardım. Renan’ın nutku iki noktayı kucaklıyor.
1- İslâm dîni, mâhiyeti îcâbı, ilmin gelişmesine mânidir.
2- Arap kavmi, tabiatı icâbı, metafizik ilimleri de, felsefeyi de sevmez.
İyi ama, acaba ilimlerin gelişmesini önleyen bu mâniler; dînin kendisinden mi geliyor, yoksa bu dîni kabul eden kavimlerin hususiyetlerinden mi? Renan bu noktaları aydınlatmıyor. Ama teşhis yerindedir. Hastalığın sebeblerini tâyin etmek güç. Hastalığa çâre bulmak ise, büsbütün zor. Başlangıçta hiç bir millet, sırf aklın rehberliği ile yetinemez. Korkuların pençesindedir. Hayrı şerden ayıramaz. Ne sebeblere yükselebilir, ne neticeleri fark edebilir. Tedirgin şuurunun dinlenebileceği bir vaha arar. O zaman mürebbîler (peygamberler) çıkar ortaya. Bilirler ki onu aklın emrettiği yola sürüklemek imkânsızdır. Hayâlini okşar, ümidlerini kanatlandırır, önünde geniş ufuklar açarlar, insanoğlu ilk devirlerde gözleri önünde cereyan eden hâdiselerin sebeplerini ve eşyanın esrarını bilmediğinden, mürebbîlerinin emirlerine ve öğütlerine uymak zorundadır. Mürebbîler (peygamberler) ona; itaat edeceksin diyorlardı. Mutlak varlık (yani Allah) böyle emrediyor. Şüphe yok ki bu, beşeriyet için boyundurukların en ağırı, en küçültücüsü idi. Fakat müslüman, hıristiyan, putperest, bütün milletlerin barbarlıktan bu dînî terbiye sayesinde çıktıkları ve daha ileri bir medeniyete doğru yürüdükleri de inkâr edilemez.”
Cemâleddîn-i Efgânî, dinlerin insanlık târihinde büsbütün lüzumsuz birer müessese olmadıklarını beyân ettikten sonra, İslâmiyet’le putperestliği aynı kefeye koyuyor ve devamla; “Bu konuda İslâmiyet’in başka dinlerden ne gibi farkı vardır? Dinlerin hepsi de müsâmahasız değil mi?... Hıristiyan toplumları, işaret ettiğim Terakkî ve ilim yolunda dev adımlarla ilerlemektedirler. İslâm cemiyeti ise dînin vesayetinden kurtulamamıştır... Burada Mösyö Renan’ın huzurunda İslâm dîninin müdâfaasını yapıyorum. Bu ümîd (müslümanlıktan kurtulma ümidi) gerçekleşmezse, barbarlık ve cehalet içinde mahvolurlar. Filhakika İslâm dîni, ilmi boğmaya ve terakkîyi durdurmaya gayret etmiştir. Ama hıristiyanlık da aynı şeye teşebbüs etmedi mi? Katolik kilisesinin muhterem reîsleri, bildiğime göre, bugün bile mücâdeleden vazgeçmiş değillerdir... Biliyorum müslümanların, Avrupa ile aynı medeniyet seviyesine yüselmeleri çok güçtür. Felsefî ve ilmî usûllerle hakikate vusul (ulaşmak) onlara yasaktır. Gerçek bir mü’min, konusu ilmî hakikat olan her çeşit araştırmalardan kaçınmalıdır. Oysa bâzı Avrupalılara göre her hakikat, ilme dayanmak zorundadır. Kölesi olduğu nass’a (Kur’ân-ı kerîm ve sünnete), sabana bağlanan bir öküz misâli bağlanan mü’min, ilânihâye (sonsuz olarak) şeriat tefsircileri (islâm âlimleri) tarafından çizilen yolda yürümeye mahkûmdur. Hakikatin zâten bütününe sâhib. Aramasına ne lüzum var. Îmânını kaybederse daha mı bahtiyar olacak? Böyle olunca da ilmi küçümsemesi tabiî değil mi?”
Cemâleddîn-i Efgânî bu mektubunda İslâmiyet’in Terakkîye (ilerlemeye) mâni olduğunu, Renan’dan daha büyük bir kabul ile belirttikten sonra, Arab kavmini müdâfaa ederek şöyle diyor: “Ancak fetihlerindeki hızla mukayese edilebilecek fikrî bir yükseliş, bir asır, bütün bir Yunan ve Acem ilminin elde edilişi, hazmedilişi... Arablar başlangıçta ne kadar barbar ve câhil olurlarsa olsunlar, medenî milletlerin yüz üstü bıraktıklarına dört elle sarıldılar. Sönen ilimleri canlandırdılar, geliştirdiler ve o zamana kadar ulaşamadıkları bir ihtişama kavuştular. Bu da ilme karşı besledikleri sevginin işareti ve isbâtı değil midir?” diyerek başka müslüman milletlerin, bilhassa müslüman-Türklerin ilme olan hizmetlerini inkâr ettikten sonra da; “Pekî denecek, Arab medeniyeti bu kadar parlak olduktan sonra nasıl birden sönüverdi? Meş’ale o zamandan beri neden tutuşmadı tekrar? Arab dünyâsı uzun zamandan beri niçin karanlıklarda bocalıyor? Nâmık Kemâl buna sebep olarak haçlı orduları ile Tatar müşriklerini gösteriyor. Burada İslâm dîninin bütün sorumluluğu ortaya çıkıyor. Şurası âşikâr; bu din nerede yerleşmişse ilmi boğmuştur. Bu uğurda istibdâdla el ele vermekte tereddüd etmemiştir. Hıristiyan dîninin mazisinde de buna benzer vak’alar bulabilirim. Dinler, isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Dinlerin felsefe ile uyuşmalarına, anlaşmalarına imkân yoktur. Felsefe onu îtikâdlardan kısmen veya tamamen kurtarır. Nasıl anlaşabilirler?.. İnsanlık yaşadıkça, nass (dînin delilleri) ile serbest tenkid, dinle felsefe arasındaki kavga sona ermeyecektir. Kıyasıya bir savaş bu. Ve korkarım ki bu savaşta zafer, hür düşünceye nasîb olmayacaktır” diyerek, Allahü teâlânın bildirdiği din ile insan kafasının mahsûlü olan felsefenin, savaş hâlinde olduğunu söylemekte ve felsefenin gâlib gelmesini istemektedir. Daha da ileri giderek; “Aklın dersleri üç-beş büyük zekâya hitâb eder. İlim ne kadar güzel olursa olsun ideâle susuz olan insanlığı doyurâmaz. İnsanlık, filozofların ve âlimlerin göremedikleri ve giremedikleri karanlık ve uzak bölgelerde kanat açmaktan hoşlanır” diyerek de, din üzerine gâlib gelmesini istediği felsefenin ilimden de üstün olduğunu iddia etmektedir.
Fransız yazarı Renan da, bu yazısından dolayı Cemâleddîn-i Efgânî’yi şöyle medh ediyor: “İki ay kadar önce sevgili meslekdaşım Ganem (hıristiyan Halil Ganem) vâsıtası ile Şeyh’i (yâni Cemâleddîn-i Efgânî’yi) tanımıştım. Üzerimde pek az kimse bu kadar derin te’sir yapmıştır. Sorbon’daki konferansımın konusunu (ilmî zihniyet ile İslâmiyet’in münâsebetlerini) bana o ilham etti. Şeyh Cemlâleddîn, İslâm’ın peşin hükümlerinden sıyrılmış bir Afganlıdır. Cemâleddîn, zinde bir kavmin çocuğudur. Afganistan’da Arya ruhu, resmî İslâmiyet’in sığ tabakası altında bütün zindeliği ile yaşamaktadır. Dinlerin değerini tâyin eden, onlara inanan kavimlerdir. Afganlı bu müteârefenin en güzel delili. Düşünceleri öylesine bağımsız, seciyesi o kadar asîl ve dürüst idi ki, onunla konuşurken İbn-i Sînâ, İbn-i Rüşd gibi eski âşinâlardan birinin, dirildiğini sanıyordum.”
Cemâleddîn-i Efgânî’nin şahsı ile ilgili önemli hususlardan biri de masonluğudur. Hattâ yalnız kendisi mason olmakla kalmayıp, Mısır’da bir çok kimsenin de bu teşkilâta girmesine sebeb olmuştur. Afşar İreç ve Usgar Mehdevînin Farsça te’lif ettikleri Mecmûa-i isnâd ve Medârik adlı eserde, onun mason locasına kaydolmak üzere verdiği dilekçenin mâhiyeti ve şarkın yıldızı locasının 1355 Kâhire-Mısır 7. 1878/5878 sayı ile locaya kayd olduğuna ve locaya ihtiram reisi seçildiğine dâir cevâbı vardır. Ayrıca Hannâ Ebî Râşid, masonluğu Arab memleketlerine Cemâleddîn-i Efgânî ile Muhammed Abduh’un yaydığını yazmaktadır.
Cumhuriyet devri başbakanlarından Şemseddîn Günaltay’ın; “Şeyh, peygamber kadar şâyân-ı hürmet; ona îtirâz edenler, Ebû Cehl kadar lânete müstehâktır. Çünkü peygamberlerin zamanındaki İslâmlığı yeniden diriftmeye kalkışmıştır” diyerek medh ettiği, dünyâda bir kaç zümre arasında meşhur edilen Cemâfeddîn-i Efgânî’nin, küçücük bir Afgan târihiile maddeciliği tenkid etmek için yazılmış teolojik bir eser olmaktan ziyâde, siyâsî bir hiciv özelliğini taşıyan Red aled-Dehriyyîn adlı eseri vardır. Ayrıca çeşitli gazete ve dergilerde yazılmış makaleleri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) El-Âlâm; cild-6, sh. 168
 2) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-10, sh. 92
 3) Umrandan Uygarlığa; sh. 44
 4) Son Sadrâzamlar; cild-2, sh. 817, 890
 5) Hâtırât-ı Abdülhamîd-i sânî; sh. 73
 6) Târih-i Âbâd-ı lugat-il-Arabiyye; (Corci Zeydan); cild-4, sh. 312
 7) A’yân-üş-şîa; (Muhsin Emin, Şam-1935); cild-16, sh. 336
 8) Esmâül-müellifîn; cild-2, sh. 394
 9) Zuamâ-ul-aslâh; sh. 59
10) Fâideli Bilgiler; sh. 358
11) Din Tahripçileri; sh. 48
12) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 202
13) Dâiret-ül-meârif-il-masoniyye (Hannâ Ebî Râşid, Beyrut-1381); sh. 197

BARBAROS HAYRETTİN PAŞA


Büyük Osmanlı kapdân-ı deryası. Asıl adı Hızır iken, din ve devlet yolunda yaptığı faydalı işlerden dolayı, Kânûnî Sultan Süleymân tarafından, dîne hayrı dokunan mânâsına gelen Hayreddîn lakabı verildi. 1466’da, bir rivayette de 1483 senesinde Midilli’de doğdu. Doğu Akdeniz kıyılarındaki devletler arasında, ağabeyinin yerini almasından veya kızıl sakallı mânâsına gelen Barbarossa ismiyle meşhur oldu.
Midilli, Fâtih Sultan Mehmed Han tarafından fethedilince, kale muhâfizı olarak buraya yerleşen ve aslen Vardar Yenicesi’nden olan Yâkub Ağa’nın dört oğlundan üçüncüsü idi. İshak ve Oruç isminde iki ağabeyi ve İlyas adında bir kardeşi vardı. İlyas, Oruç ve Hızır reisler babalarının ölümünden sonra deniz ticâreti yapmağa başladılar. İshak ise denizciliği sevmediğinden Midilli’de çalışıyordu. O devirlerde korsanlarla dolu Akdeniz’de deniz ticâreti tehlikeli bir işti. Nitekim Oruç Reis, en büyük korsan yatağı Rodos adasının şövalyeleri tarafından esir edildi. Kardeşlerinden İlyas da şehîd düştü. Hızır Reis kardeşlerinin intikamını almak için korsanlarla mücâdele etmeğe başladı. Bir süre sonra, ağabeyi Oruç Reis’in esaretten kurtulduğunu, Tunus ile Trablusgarb arasında bulunan Cerbe’de bulunduğunu öğrendi. Korsanlarla mücâdele etmek için daha güçlü bir kuvvete ihtiyaç olduğunu anlayan Hızır Reis, 1504 senesinde ağabeyi Oruç Reis’in yanına gitti. İki kardeşin kurdukları filo gittikçe kuvvetlendi ve Cerbe limanı ihtiyaçlarını karşılayamaz oldu. Tunus beyi Hafs hânedânına müracaat ederek, ganimetlerin beşte birini vermek şartıyla Halk-ül-Vâd kalesi ve limanında üs kurmak için anlaştılar (1512).
Ceneviz, Fransız, İspanyol ve Venedik gemilerine karşı kazandıkları zaferler, kısa zamanda servet, kuvvet ve şöhretlerini arttırdı. Bu arada, o zamana kadar doğu Akdeniz’de çalışan Kemâl Reis, Kurdoğlu Muslihiddîn Reis, Muhyiddîn Reis, Aydın Reis ve Sinân Reis; Hızır ve Oruç reisin filosuna katıldılar. Kuzey Afrika’daki bâzı kabîlelerin ileri gelenleri, zâlim beylere ve bölgeyi işgal eden İspanyollara karşı Oruç ve Hızır reisleri yardıma çağırınca, Barbaros kardeşler 1516’da başlattıkları mücâdele ile İspanyolları Kuzey Afrika’dan çıkararak, Becel, Cicel, Şirşel ve Cezâyir kalelerini ele geçirdiler. Oruç Reis kendisini Cezâyir sultânı ilân ederek bir devlet kurdu. İspanya’nın müttefiki olan Tenes ve Tlemsan’ı da ele geçirdi. Fakat İspanyollara sığınan Tlemsan beyi, İspanyol kuvvetleri ile tekrar hücuma geçti. Yapılan harbde Oruç Reis şehîd oldu (Bkz. Oruç Reis).
Oruç Reis’in şehâdeti sonrasında çıkan karışıklıklarda Hızır Reis, mertlik ve savaşlardaki ustalığını ortaya koyarak, Cezâyir şehrini İspanyollara karşı en iyi şekilde savundu. Daha sonra İspanyol ve yerlilerin tekrar hücum edeceğini ve bu durum karşısında zayıf kalacağını anlayan Barbaros, 1519 senesinde Osmanlı sultânı Yavuz Selîm Han’a dört gemiden meydana gelen bir hey’et göndererek, topraklarının Osmanlı hâkimiyetine kabulünü diledi. Yavuz Sultan Selîm Han bu teklifi memnuniyetle kabul edip, Barbaros’a beylerbeyilik payesi verdi. Her türlü yardımı vâdetti ve iki bin kişilik bir yeniçeri kuvveti ile top gönderdi. Ayrıca Anadolu’dan asker toplama izni verdi. Bu târihten itibaren bütün Türk ve müslüman denizciler onun emrine girdiler. Kısa zamanda bütün meşhur denizcileri toplayan Barbaros, kırk teknelik bir donanma kurdu.
Cezâyir, Şirşel ve Tenes tekrar ele geçirildi. Cezâyir şehri yakınlarındaki Penon kalesi İspanyolların elindeydi. Bunlar, bilhassa Pazar günleri müslümanların bulunduğu şehri topa tutuyorlardı. Barbaros, Penon kalesini kuşatarak teslim olmalarını teklif etti. Kabul edilmeyince, lağım kazıp kaleyi havaya uçurarak zaptetti. Aydın Reis idaresindeki Türk denizcileri, Marsilya ve Nis sahillerine seferler düzenleyerek esir ve ganimetlerle dönüyorlardı. İslâm âlemini sevindiren bu zaferler, hıristiyanları mateme boğuyordu. Rahiplerin gönderdiği şikâyet mektupları ve bizzat gelen şikâyetçilerin verdiği kara haberler, o zamanlar Almanya, İtalya, Hollanda ve İspanya tahtlarına sâhib olan İmparator Beşinci Şarlken’i bir meclis toplamağa mecbur etti. Toplanan bu meclis, İspanyol ve Fransız deniz kuvvetlerinin Andrea Doria komutasında, Barbaros’un üzerine gitmesini kararlaştırdı. Bu gayeyle yola çıkan haçlı donanması, Kuzey Afrika’da bir hareket üssü elde etmek için kırk gemilik bir filo ile Şirşel’e çıkarma yaptı. Ancak şehri müdâfaa edenler, Andrea Doria’yı bir çok ölü bırakarak çekilmeye mecbur ettiler. Hayreddîn Paşa, haçlı donanmasını vurmak üzere Akdeniz’e açıldı. Fakat Andrea Doria selâmeti İspanya kıyılarına kaçmakta buldu. Barbaros Hayreddîn Paşa, Akdeniz’de çarpışacak düşman bulamayınca, İspanya’da hıristiyan zulmüne karşı ayaklanan Endülüs müslümanlarına yardım etti ve binlerce müslümanı Afrika’ya geçirerek kurtardı.
1533 senesinde Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından İstanbul’a çağrılan Hayreddîn Paşa, yerine evladlığı Hasan Ağa’yı bırakarak mükemmel bir donanma ile İstanbul’a doğru yola çıktı. Yolda 18 gemilik bir düşman filosunu Mesina açıklarında yaktı. Andrea Doria, Barbaros’un korkusundan elli gemi ile Preveze’ye kaçtı. İstanbul’da büyük bir merasimle karşılanan Barbaros, bir kaç gün sonra Sultan tarafından kabul edildi. Merasimle Cezâyir beylerbeyi payesi verilip kapdân-ı deryalığa tâyin edildi. Barbaros’a bu rütbeyle beraber bir çok yetkiler de verildi. Bu yetkilere göre; istediği şekilde savaş gemisi ve donanma yapabilecek ve istediği gibi bütçe tanzim edebilecekti. Ada ve kıyılardan istediği kadar denizci ve muharip toplayabilecek ve bunları istediği sekilde eğitime tâbi tutabilecek, istediği bölgelere taarruz edebilecek ve barış yapmak yetkisine sâhib olacaktı. Barbaros, aldığı bu büyük yetkiyi hep iyi yönde kullanarak, Osmanlı’nın Akdeniz’i içine alan bir deniz devleti hâline gelmesi için olanca gücü ile çalıştı.
Osmanlı hizmetinde 1534 baharında 80 gemilik donanma ile Akdeniz’e açılan Hayreddîn Paşa; Santa Luka, Sidraro, Fondi ve İsperlanga şehirlerini zaptetti. Hemen arkasından Tunus’a yönelerek, Kayrevan’a çekilen Tunus beyi Hasan’ı mağlûb ve Osmanlı Devleti’ne itaate mecbur etti. Tunus beyinin Avrupa’dan yardım isteği üzerine 1535 senesinde; Alman imparatorluğu, Papalık, İspanya, Napoli, Ceneviz ve Portekiz donanmalarından meydana gelen üç yüz gemi ve 25 bin kişilik ordu Halk-ül-Vâd’de karaya çıktı. Burayı bir süre müdâfaa eden Barbaros, Tunus şehrine çekildi. Şehrin müdâfaası zorlaşınca, haçlı ordusunu yaran Barbaros, Bâb-üz-zünnab limanına çıkarak, oradan Cezâyir’e geçti. Cezâyir’e gelen Barbaros tekrar denize açılarak, İspanya kıyılarına baskınlar düzenledi. Mayorka ve Minorka adalarının limanlarını tahrib etti. Yolda, haçlı donanmasından müslüman esirleri kurtardı ve gemilerle Cezâyir’e döndü.
Tekrar İstanbul’a davet edilen Barbaros, 1536’da karadan Napoli’ye yürüyecek orduya denizden yardımla vazifelendirildi. Osmanlı donanması Otranto’ya çıkartma yaptı ve Kastro kalesini zaptetti. Bir sene sonra da; Syra, Egina, Nios, Paros, Tinos, Skorpento ve Kasos adalarını Venedik’ten aldı. Nakos dukalığı Osmanlı idaresine bağlandı. Osmanlı donanmasının parlak zaferleri Venedik’i güç durumda bıraktı. Papa’ya ve diğer Avrupa devletlerine müracaat ederek, haçlı donanması talebinde bulunan Venedik’in isteği kabul edildi. Altı yüz gemilik haçlı donanmasının başına yine Andrea Doria getirildi.
Barbaros Hayreddin Paşa, Bu büyük deniz kuvvetini, Eylül 1538 senesinde Pereveze önlerinde 122 kadırga ile karşıladı. Akşama kadar süren târihin en büyük deniz savaşlarından biri olan bu muhârebe sonunda, haçlı donanması tahrib edildi. Gece karanlığından istifâde eden Andrea Doria, savaş alanından güçlükle kaçtı (Bkz. Preveze Deniz Savaşı). Bu savaş ile Akdeniz tamamen Osmanlı hâkimiyetine geçti. Barbaros’un gücünden faydalanmak isteyen Beşinci Karl, Osmanlı Devleti’nden ayrıldığı takdirde, onu Kuzey Afrika hükümdarı olarak tanıyacağını bildirdi ise de bu teklifi kabul edilmedi. Beşinci Karl, yanında Andrea Doria ve Fernando Corter olduğu hâlde, nihayet Cezâyir’e saldırdı ise de Hasan Ağa tarafından mağlub edildi. Hayreddîn Paşa, daha sonra İspanya ve İtalya sahillerine hücumlarda bulundu. İspanya kralını, Fransa kralı Birinci Fransuva ile sulhe mecbur ettiği gibi, bir çok müslüman esiri de kurtardı. 1544’de tekrar İstanbul’a gelen Hayreddîn Paşa iki sene sonra 1546’da vefât etti. Ölümüne ebced hesabı ile “Mâte reîs-ül-bahr” (Deniz reisi öldü. H. 953) târihi düşürüldü. İstanbul Beşiktaş’ta deniz kenarındaki türbesine defnedildi.
On iki sene şeref ve zaferlerle Osmanlı’ya hizmet eden kapdân-ı derya Barbaros Hayreddîn Paşa, Osmanlı Devleti’nin sınırlarını Fas’a kadar uzattı. Beşiktaş’ta bir medrese inşâ ettirdi. Serveti ile, İstanbul’un muhtelif semtlerinde hanlar, hamamlar, konaklar, evler, değirmenler, fırınlar yaptırarak, gelirlerini hayır kurumlarına ve kurduğu medresede kalan öğrenci ve muallimlerin masraflarına tahsîs etti. Ölümünden önce onbeş yaşından yukarı esirlerin âzâd edilmelerini vasiyet etmiş, kendi malı olan otuz kadırgayı da bütün techîzâtı ile devlete bırakmıştır.
Hayreddîn Paşa geceyi üçe ayırırdı. Birinci kısmında Kur’ân-ı kerîm okur, ikinci kısmında ibâdet eder ve üçüncü kısmında da uyur idi.

DÜNYÂDA RAHAT YOKDUR!

Cezâyir’i ele geçiren ve çevre hâkimlerini yola getiren Barbaros Hayreddîn Paşa, Sinân Kapdan’ı serasker tâyin etti. Sefere kendisi gitmedi. Kalbinden; “Elhamdülillah, Hakk’ın inayeti ile nerede düşman varsa yola getirdik ve baş kaldıracak düşman komadık. Gazâ yolunu da tekneleri göndererek boş bırakmadık. Ya çıkacak cana cefâ nedir, biraz da kendi rahatımıza bakalım” deyip yatınca, o gece rüyada erenler; “Yâ Hayreddîn! Yalan dünyâda rahat olunmaz. Rahat, Cennet-i a’lâda olur. Sana müjde olsun ki adanın fethi de yakındır. Hemen gayret eyle. Allah’ın yardımı sana yüz tutmuştur” deyip kayboldular. Uyanınca tövbe istiğfar eyledi. Adanın fethi yakındır demelerine çok sevindi. Bu, Cezâyir yalısında bir ada idi. Üzerinde Göbekli Burç denen bir kale vardı. Kâfir elinde idi. Kendi kendine; “Gördün mü erenlerin yüce himmetini! Biraz da kendi rahatımıza bakalım dediğimizi istemediler. Amma onların sözü haktır, biz hatâ eylemişiz” diyerek sadakalar dağıttı. Açları doyurup, çıplakları giydirdi. Fetih hazırlıklarına başladı. Bir gece kendi kendine; “Burçlarımızda hırtallı toplarımız yok. Oraya buraya pek çok toptaşı, barut, kurşun harcadık. Bu adada ise çok kuvvet vardır. Ey Allah’ım! Sen İslâm’a yardım eyle” diye düşünüp üzülerek yattı. Rüyada; “Ey Hayreddîn! Sen kalbinden böyle düşünceleri çıkar, niyetini hâlis tut. Adanın fethi elindedir” deyip kayboldular. Uyanıp yüzünü yerlere sürüp, sabâna kadar ibâdetle meşgul oldu.
Sabah olunca Sinân Kapdan’ın altı pare tekne ile her birinin yedeğinde birer ganimet barça olarak geldiklerini gördü. Barçalar Cûdî dağı gibi idiler. Top tüfenk atıp şenlik ederek limana girdiler.
Bu sefere otuz beş tekne çıkmış, hepsi de ganimetle dönmüştü. Öyle ki Cezâyir’in içi ganimet malı ile doldu. Ganimet topları çıkartıp gerekli yerlere yerleştirdi. Hikmeti gör ki bu topların karataları da yapılmış, hazır vaziyette beraberlerinde idi. Bütün cenk âletlerini hazır ettikten sonra adanın kumandanı olan Kuvarnador’a teslim olmasını teklif etti. Kuvarnador, bir papazı elçi gönderdi ise de, umduğunu bulamadı. Teslim teklifini reddedip top atışını başlattı. Karşılıklı top atışı oldu. Bu şekilde üç ay geçti. Burçların alınmasından bir eser görülmedi. Bir gece sabaha kadar ibâdet ü tâatte bulunup yalvardı, ağladı; “Yâ İlâhel âlemin! Şüphesiz sen işleri kolaylaştırıcısın. Şu burçların fethini ben zayıf kuluna kolaylaştır. Beni din düşmanı önünde hor ve hakir eyleme. Nusret ve kuvvet verici sensin. Sana sığındım, muinim sensin” diye duâ etti. Sonra gaflet bastırınca, uyukladı. Rüyada nûr yüzlü bir ihtiyar; “Ey Hayreddîn! Niçin kasvet edip elem çekersin? Gönlünü halâs eyle. Her şeyin bir vakti saati vardır. Saatsiz kuş uçmaz. Uzaktan taktaka etmek de fayda vermez... Filân gece askerini teknelere doldur ve filânca saatte ada üzerine çıkar. Çıktıkları gibi toprağa girsinler. Filân tarafta kalenin kendi lağımları vardır. O lağımları zabt ederseniz, burçlar sizindir. Hakk’ın izniyle...” deyip kayboldu. Uyanıp yüzünü yerlere sürdü.
Sabah olunca teknelerin hepsini denize indirip pîrin dediği geceyi bekledi. O mübarek gece gelince yedi bin gâziyi teknelere koydu. Gecenin üçte biri geçtikten sonra Allah’ın izni ile görülmemiş bir karanlık pusu çöktü. Tekneleri avanta eyleyip, varıp adaya başvurup taşra çıktılar. Bir anda metris alıp içine girdiler. Varıp burçların lağımlarını buldular, zabt eylediler. Sabah olunca kâfirler burç üzerinden baksalar ki ne bakarsın, Türkler metris alıp içine girmişler. Lağım olan yeri de bulup zabt eylemişler. Gâziler bağırıp; “Mayna ederseniz hoş! Etmezseniz sizi göklere ağdırırız” derlerdi. Kâfirler; “Hâlimiz ne olacakl” diye saçlarını sakallarını yolarlardı. Kimi teslim olalım, kimi çarpışalım dediler. Şartlı teslim karârı aldılarsa da, şartsız olarak teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Burcun kapısını açtılar. Gâziler, burcuna girip beden başlarında Ezân-ı Muhammedi okudular. İslâm bayrakları dikilip toplar atıldı. Kale, Allahü teâlânın yardımı Muhammed aleyhisselâmın mu’cizesi olarak zabt u rabt edildi. Sen Pavlo burçların düştüğünü duyan İspanya kralı, gazabından kâfir iken yahudî oldu. Haberi söyleyen kâfiri gebertti. Durumu çevresindekilere sordu. Kimse bir şey söylemeye cesaret edemedi. Generali, bâzı şeyler söyledi ise de yanından kovdu. On barça tipi gemiye zahire ve cephane koyup, Barbaros’un eline düşen burçları ikmâl edip haber getirmesi için gönderdi. Onların yolda olduğunu, esir alınan bir Cenova tartarasının reisi vasıtasıyla öğrenen Hayreddin Paşa, burçlara İspanyol bayrağı çektirip kralın on barçasını gafil avladı, içindeki zahire, barut, top, palenkete, zincir, çeşit çeşit cenk âletlerini koyacak mahzen bulamadı. Müslümanların işlerini kolaylaştıran cenâb-ı Rabbülâlemine sonsuz hamd ü şükr eyledi. Barbaros Hayreddîn Paşa; “Yâ Rabbî! Kuvvet ve nusret verici sensin. Ben senin zayıf bir kulunum. İslâm’a sen yardım eyle!” diyerek geceleri yüzünü yere koyup duâ kıldı.
Gerçi nâm ü şânları arttı, ama yine eskisi gibi tevazuu elden komadılar.
Hâk ol ki Huda mertebeni eyleye âlî demişler.
Asla gururdan bir eser bulundurmadılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tuhfet-ül-kibâr; sh. 39
 2) İ. Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 160
 3) Deniz Harp Târihi; cild-1, sh. 229
 4) Barbaros Hayreddîn Paşa’nın Hâtıraları (Seyyid Murâdi)
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-2. sh. 245
 6) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 370
 7) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-2, sh. 920
 8) Gazâvât-ı Hayreddîn Paşa (Üniversite Kütüphânesi; No: 2639)

ELÇİLİK


Bir devleti başka bir devlette temsil eden kimsenin vazifesi, sefirlik. Elçilerin târihi çok eski olup, geçici ve daimî elçiler gönderildi. İslâm târihinde elçilerin maiyyetleri ile birlikte dokunulmazlıkları vardı. Öldürülemezler ve herhangi bir şekilde kendilerine kötü davranılamazdı. Elçiler, sâdece fevkalâde durumlarda göz hapsine alınırlardı. Peygamber efendimiz, Mekke’ye gönderilen müslüman elçisinin dönüşüne kadar, Mekke’den gelen elçileri alıkoymuştur. Gelen elçilere, önce teşrifat me’murları tarafından, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem huzurunda nasıl davranacakları öğretilirdi. Elçiler ekseriya Medîne’de Mescid-i Nebevî’nin elçiler sütunu denilen yerinde kabul edilirlerdi. Bu kabul sırasında Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kiramı, güzel, kıymetli elbiseler giymişlerdir.
İslâm devletleri, çeşitli zamanlarda devleti temsil eden siyâsî, askerî, kültürel ve teknik bütün gelişmeleri tâkib eden andlaşma ve sözleşmeleri imzalayan elçiler gönderdiler. Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren münâsebette bulunduğu bir kısım beylik ve devletlere karşılıklı elçiler göndermiştir. Bunlar arasında Memlûk, Bizans, Germiyan, Karaman, Çandaroğulları, Tîmûrlular, Karakoyunlu ve Akkoyunlular ilk sırada yer almaktadır. Âşıkpaşazâde’nin bildirdiğine göre Yıldırım Bâyezîd Han’ın düğününde, başta Mısır olmak üzere, bir çok Türk devletinin elçisi Bursa’ya gelmişti. Pâdişâhlar doğum, cülûs, düğün gibi vesilelerden başka; harb îlânı, sulh yapılması, dostluk teklîfi gibi mes’eleler için de komşu ve yabancı devletlere elçiler göndermişlerdir. Bu elçiler fevkalâde elçiünvânını taşırlar, dost ve düşman devletlerin durumundan bilgi verirlerdi. Elçiler gittikleri yerlerde dikkatlerini çeken vak’aları ve edindikleri intibaları, sefâretnâmeler hâlinde kaleme almışlardır.
Osmanlı Devleti’nin Anadolu ve Rumeli’de genişlemesi neticesinde, Ceneviz ve Venedikliler telaşlanıp, ticarî çıkarlarını korumak maksadıyla on beşinci asrın ilk yarısında Edirne’ye Benedikto isimli elçilerini gönderdiler. İstanbul’un fethini muteâkib de, İstanbul’da devamlı elçi bulundurdular. Sonraki, pâdişâhlar zamanında diğer devletlerden Fransa, Avusturya, Rusya, Lehistan, İngiltere, Portekiz, İspanya ve diğerleri Osmanlı Devleti nezdine dâimi elçi göndermiştir.
Osmanlı Devleti nezdine gönderilen bir elçi, sınırdan içeri girdiği andan itibaren misafir muamelesi görür, kendisini İstanbul’a getirmek için bir mihmandar görevlendirilirdi. Elçilik hey’etinin bütün yol ve yiyecek masrafları o andan itibaren devlet tarafından karşılanırdı. Sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında, İran’dan gelen bir elçilik hey’etinin de, Erzurum’dan Geyve’ye kadar yol masrafları bir defter hâlinde tutulmuştur.
Gerek müslüman gerek hıristiyan olsun, elçilerin İstanbul’a gelişleri ve pâdişâh ile vezîriâzamın huzurlarına kabulleri merasime tâbi idi. Bu hususta teşrifata çok önem verilirdi. Elçinin büyük veya orta elçi oluşuna göre kabul merasimi değişirdi. Huzura kabul edilen elçi, hükümdarının gönderdiği mektubu takdim eder, pâdişâh da bunu bizzat alarak açar ve baş tercümana verirdi. Bu merasimi muteâkib, elçi, maiyyetindekilerle birlikte el öperler ve geri geri çekilerek huzurdan ayrılırlardı.
Genellikle elçilerin huzura kabulleri; Galebe dîvânı (elçilerin kabul edildikleri dîvân) da denilen Ulûfe dîvânına tesadüf ettirilir, böylece Osmanlı ihtişamı ve teşrifatı gösterilirdi. Ulûfe dîvânından başka bir güne rastlayan elçi kabullerine ise, Resm-i âdî denirdi. Bununla birlikte, bâzı elçilerin, huzura çıkışlarında teşrifata riâyet etmediklerinden, reddedildikleri ve kabul edilmedikleri de görülmüştür.
Sultan üçüncü Selîm Han’dan itibaren, Avrupa devletleri merkezlerine daimî elçiler gönderildi. Bu elçilerin mûtad elçilik işlerini görmek yanında, devletlerin ahvâlini vâkıf (bilen) adamlar yetiştirmek gibi vazifeleri de vardı. Mûtad elçilik işleri arasında Osmanlı tüccarlarının haklarını korumak husûsî bir yer almaktaydı. İkâmet elçileri Avrupa’da üç yıl kalırlar, sonra yerlerine başkaları giderdi. Beraberlerinde rum tercümanlardan başka, sır kâtibi ve maiyyet me’muru sıfatıyla müslümanları götürürlerdi.
İlk defa daimî elçi olarak; 1792’de Londra’ya Yûsuf Agâh Efendi, Paris’e Seyyid Ali Efendi, Berlin’e de Azîz Efendi gönderilmişlerdir.
On sekizinci yüzyıldan sonra, elçi olarak gönderilecek kimseler daha ziyâde devlet me’muriyetinde çalışanlar arasından seçilmeye başlandı. Elçi olarak gönderilen kimselere, dönüşlerinde geri alınmak üzere kıymetli eşyalar ve yüksek dereceli (defterdârlık, nişancılık, Mekke payesi, kâdıaskerlik gibi) rütbeler verilirdi. Elçi yola çıkmadan, sadrâzam ve şeyhülislâmla birlikte pâdişâhın huzuruna çıkar hil’at giyerdi.
Devleti dış siyâsetteki dehâsı ile otuz üç sene müddetle muhâfaza edebilen sultan ikinci Abdulhâmid Han devrinde (1876-1909), yabancı ülkelerle münâsebetler çok gelişti. Bu devirde yirmi beş müstakil devletle münâsebetlerimiz vardı. 268 dünyâ şehrinde temsilcilerimiz bulunuyordu. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın siyâsetinin bir prensibi; dünyâ basınını günü gününe tâkib etmek ve her yerde elçi bulundurarak haber almaktı. Yabancı elçileri her Cuma günü selâmlıktan sonra kabul eder, lüzum gördükçe sefirleri Yıldız’a çağırıp görüşürdü.
Yabancı elçiler, önceleri istanhul’da Çemberlitaş’ın karşısındaki Elçi hanında ağırlanırdı. Sultan İbrâhim Han devrinden sonra burada yalnız müslüman elçiler kaldı. Yabancı elçilerin İstanbul dışında Beyoğlu’nda oturmaları sağlandı. Avrupa devletleri birer-ikişer İstanbul’da sefarethâneler edindiler. Bir kışlık bir de yazlık sefarethânesi olan devletler vardı. Buraları hem elçilik hem de sefirlerin ikâmetgâhı idi. Avrupa devletleri, İstanbul dışındaki Türk şehirlerinde de, o şehrin ehemmiyetine göre konsoloslar bulundurdular.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 5
 2) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahrîye teşkilâtı; sh. 268
 3) Rehber Ansiklopedisi; cild-5, sh. 43
 4) Historie de L’etat present de L’Empire Ottoman (Ricaut, Paris 1871); sh. 208
 5) Osmanlı Sefirleri ve Sefâretnâmeleri (Faik Reşit Unat-Ankara-1987)
 6) Târihi Cevdet; cild-6, sh.128
 7) Târihi Devlet-i Osmâniyye (Hammer); cild-8. sh. 182

ETHEM İBRAHİM PAŞA


“Üç yüz on üç harbi” diye bilinen 1897 Osmanlı-Yunan harbinde başkumandanlık yapan Osmanlı müşîri, paşası.
Gümrük me’murlarından Mustafa Ferhad Efendi’nin oğludur. 1844’de İstanbul’da doğdu. 1863’de harbiyeyi, Mülâzım-ı sânî (teğmen) rütbesiyle bitirdi. Rumeli’deki çeşitli birliklerde vazife yaptı. Doksanüç harbi diye meşhur olan 1877-78 Osmanlı-Rus harbine kaymakam (yarbay) rütbesiyle katıldı. Bu harbde pek çok kahramanlıkları görüldü. Rus kuvvetlerinin kuşatmasını yararak Plevne’ye yardım ulaştırmayı başardı. Bu sırada yaralandı. Miralaylığa (albay) terfî ettirildi. Bu savaş esnasında Orhâniye kumandanı iken mîrlivâ yâni tümgeneral oldu. Grivicea mevkii kumandanlığı vazifesini üzerine aldı. Bir müddet sonra da ferikliğe yükseltildi. Bu târihten sonra muhtelif askeri hizmetlerde bulundu. Kosova vâliliğine getirildi. 1895’de müşir (mareşal) oldu. 1896’da önce Alasonya, daha sonra bütün Yunan hududu kumandanı oldu. 1897’de yapılan Yunan harbinde Osmanlı ordusunu başkumandan olarak idare etti ve parlak zaferler kazandı.
Türk ve müslüman düşmanlığını millî ideâl hâline getiren Rusların teşvik ve desteğiyle Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçen Rum ve Yunanlılar, zaman zaman sınır tecâvüzünde bulunuyorlardı. Osmanlı birlikleri bu tecâvüzlere şiddetle karşılık veriyordu. Hâdiselerin giderek yaygınlaşması üzerine, 18 Nisan 1897’de Yunanistan’a harb îlân edildi. Edhem Paşa’nın kumandasında bulunan Teselya tarafındaki yedi fırka ile Laros ve Preveze taraflarındaki otuz beş taburluk iki fırkadan meydana gelen Osmanlı ordusu, düşman taarruzlarına karşılık verdi. İlk zamanlar Yunanlılar hudut ihlâlleri ile hududu geçmişlerse de kısa sürede durduruldular. Hücuma geçen Osmanlı birlikleri Yunanlıları yenilgiye uğrattılar. Duruma hâkim olan Edhem Paşa idaresindeki Osmanlı ordusu, çeşitli kollardan ilerleyerek bir çok yerleri ele geçirdi. Savaşın insiyatifi tamamen Osmanlı ordusuna geçti. Meydan muhârebesinden çok çete savaşına alışkın olan Yunan kuvvetleri perişan vaziyette geri çekildiler. 23 Nisan’da Ethem Paşa idaresindeki Osmanlı ordusu tekrar hücuma geçti ve çeşitli cephelerde ilerledi. Tam bir bozgun hâlinde geri çekilen Yunanlılar, Çatalca’ya (Pharsala) kadar çekildiler. Böylece Yenişehir (Larissa) ve Tırnova Türklerin eline geçti. Bu arada meydana gelen Milonia meydan savaşı Osmanlı ordusunun zaferiyle bitti. Edhem Paşa, düşman kuvvetlerinin Tırhala’da toplandığını haber alarak, 26 Nisan günü birinci fırkayı hemen o tarafa doğru yola çıkardı. Fakat Osmanlı kuvvetleri Tırhala’ya vardıklarında şehri boşaltılmış hâlde buldular. Yunan ordusunun perişan bir hâlde müthiş bir yeis ve korku içinde geri çekilmesi sivil halkta hayâl kırıklığı uyandırdı. 28 Nisan’da halk, Atina ve Pire’de gösterilerde bulundu. Yunanistan’da hükümet değişikliği oldu ve Osmanlı ordusuna karşı tekrar harb îlân edildi. 5 Mayıs günü Osmanlı ordusu tekrar taarruza geçti. Topçu kuvvetleri desteğindeki Osmanlı ordusu, düşmanın kesintisiz top ateşine rağmen Çatalca’da kurulan düşman savunma hattı istikâmetinde ilerledi. Bir gün bir gece devam eden meydan muhârebesinde pek şiddetli çarpışmalar oldu. Yunan prensi Konstantin, yirmi beş bin kişilik ordusuyla ağır bir yenilgiye uğradı. Bozgun hâlinde Dömeke’ye çekildi ve Çatalca Türklerin eline geçti. Yunanlılar, bütün kuvvetlerini son bir savunma noktası olarak seçtikleri Dömeke’ye topladılar. Yunanistan’ın bu yenilgisi karşısında büyük devletler Osmanlı hükümetine başvurarak barış yapılmasını istediler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han barış teklifine, yaklaşan Kurban bayramından sonra cevap vereceğini bildirdi. Bu sırada strateji gereği geri çekilen Osmanlı ordusu, Epir cephesinde Yunanlıların tekrar hücum etmeleri üzerine karşılık verdi. Osmanlı ordusu iki meydan savaşında Yunanlıları üst üste yenerek perîşân etti. 13 Mayıs günü bir Yunan tümeninin Garibova’daki Osmanlı birliklerine baskın şeklinde bir taarruzda bulunmasıyla savaş yeniden başladı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han mütârekeden vazgeçip Edhem Paşa’ya Dömeke’ye hücum emrini verdi. Edhem Paşa emrindeki birinci, ikinci, üçüncü, altıncı fırkalar, ihtiyat fırkası, süvari ve topçu kuvvetleriyle ilerledi.
Gayet güzel ve kusursuz bir harb plânına göre emrindeki birlikleri 16 Mayıs günü harekete geçiren Edhem Paşa, müstahkem yerlere yerleşmiş olan düşman askerlerini mevzilerinden söküp attı. Müthiş bir yenilgiye uğrayan Yunan kuvvetleri savaşı bırakarak dağınık bir şekilde kaçmaya başladı. Edhem Paşa, Prens Konstantin’i tâkib etti. Yunanlılar top, tüfek, cephane, her türlü ağırlık ve erzağı bırakarak kaçtılar. Bu durum karşısında halk dehşet içinde kalmış, hükümet ise ne yapacağını şaşırmıştı. Rusya’ya başvuran Yunanlılar, barış için arabuluculuk etmesini istediler. Rus çarı ikinci Nikola, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a telgrafta başvurarak barış yapılmasını istedi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, 20 Mayıs’ta Edhem Paşa’ya mütâreke (ateşkes) için emir gönderdi. Böylece büyük kahramanlık destanları yazılan son Osmanlı-Yunan harbi zaferle bitti. Böylece Avrupalı askeri otoritelerin, Türk ordusunun altı ayda geçemez dediği Termopil geçidini Osmanlı ordusu yirmi dört saatte geçmiş ve Yunan ordusunu imha etmiştir.
Harbten sonra gâzilik ünvânı verilerek Askeri Teftiş Komisyonu Başkanlığına getirilen Edhem Paşa, 1903’de Arnavutluk’ta çıkan karışıklıkları bastırdı. 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra Âyân Meclisi üyeliğine getirildi. 31 Mart Vak’ası sırasında Tevfik Paşa kabinesinde harbiye nâzırı olarak vazife aldı. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girip duruma hâkim olmasından sonra sağlığı bozulduğu için siyâsî hayattan çekilerek Kâhire’ye gitti. Mısır’da bulunduğu sırada 1909 yılında vefât etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Eyüb Sultan’da defnedildi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) 1897 Osmanlı Yunan Harbi; sh. 77
 2) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 338
 3) Târih Mecmuası; cild-5, sh.3531
 4) Osmanlı Târihi (E. Ziya Karal) cild-8, sh. 116
 5) Osmanlı Devleti’nin Kazandığı Son Harp Türk-Yunan Savaşı 1897 (1313) (Midhat Sertoğlu Türk Dünyâsı Târih Dergisi); sayı-10 sh. 29