29 Mayıs 2019 Çarşamba

NAMIK KEMAL


Tanzîmât devrinin meşhur gazeteci, siyasetçi, şâir ve yazarı. 21 Aralık 1840’da Tekirdağ’da doğdu. Mehmed Kemâl adı verildi. Daha sonraları Nâmık mahlasını aldı. 1889’da mutasarrıflık yaptığı Sakız adasında öldü. Bolayır’a gömüldü. Sultan İkinci Abdulhamîd Han’ın emriyle kabri üzerine türbe yaptırıldı.
Nâmık Kemâl’in baba tarafından bilinen en büyük atası Konyalı Bekir Ağa’dır. Bunun oğlu sadrâzam Topal Osman Paşa, onun oğlu Kapdân-ı derya Ahmed Râtib Paşa, onun oğlu Şemseddîn Bey, üçüncü Mustafa Han’ın mâbeyncilerindendir. Şemseddîn Bey’in oğlu Yenişehirli Mustafa Âsım Bey, Nâmık Kemâl’in babasıdır. Annesi Fatma Zehra Hanım, Arnavud Abdüllatîf Paşa’nın kızıdır. Küçük yaşta annesini kaybetti. Çocukluk ve ilk gençlik çağı, dedesi Abdüllatîf Paşa’nın yanında geçti. Abdüllatîf Paşa, kaymakam ve vâli olarak devamlı dolaştığı için, Nâmık Kemâl, düzenli bir tahsil görmedi. Önce husûsî dersler aldı. Sonra kendi kendini yetiştirmeye çalıştı. Dedesiyle 12 yaşında önce Kars’a, bir yıl sonra ise Sofya’ya gitti. Dedesini taltif için kendisine hâcelik rüûsu verildi. 18 yaşına kadar Sofya’da kaldı. İlk şiirlerini burada yazdı. Tasavvufla ilgilendi. On altı yaşında Râgıb Efendi’nin kızı Nesîme Hanım’la evlendi. 1857’de İstanbul’a geldi. Hâriciye nezâreti tercüme kaleminde çalışmaya başladı. Burada Fransızcasını ilerlettiği gibi eski edebiyat geleneğini devam ettiren şâirlerle tanıştı. Aynı kalemde çalışan Leskofçalı Gâlib Bey’le yakın dostluk kurdu. Onun te’siri altında kaldı. Bu te’sir dîvân tarzı şiirlerinde, hayâtının sonuna kadar sürdü. 1861’de kurulan Encümen-i şuarâda yer aldı. Burada Şinâsî ile tanıştı. 1862’de Tasvîr-i Efkâr’da yazılar yazmaya başladı. Şinâsî Paris’e gidince, Tasvîr-i Efkâr-ı Nâmık Kemâl’e bıraktı. Böylece gazetecilikle beraber siyâsete de atıldı. Önceleri yayınları ile hükümetten takdîr aldı. Fakat zamanla iç ve dış olaylar hakkındaki sert tutumu ve yerinde olmayan tenkidleri, bir de Jön Türkler ve Genç Osmanlılar diye bilinen gizli ihtilâl cemiyetine üye olması, Âlî Paşa hükümetini harekete geçirdi. Gazetesi kapatılan şâir, Erzurum vâli muavinliğine tâyin edildiyse de, gitmeyerek; Mısırlı prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın daveti ve destek vâdi üzerine; Ziya Paşa, Ali Süâvî ve diğerleriyle beraber Paris’e kaçtı. Böylece ne derecede bir vatan şâiri olduğunu gösterdi. Bunlar önce Paris’deMuhbir, sonra Londra’da Hürriyet gazetelerini çıkararak, yurtdışından hükümete muhalefete devam ettiler. 1870’de İstanbul’a dönünce, iki sene yazı yazmadı. Sadrâzam Âlî Paşa’nın ölümünden sonra arkadaşlarıylaİbret gazetesini çıkardı. Az sonra kapatılınca, mutasarrıf olarak Gelibolu’ya gönderildi. Fakat kısa zamanda bu vazîfeden azledildi. Tekrar İstanbul’a dönerek İbret’in başına geçti. Gazete tekrar kapatılınca tiyatro ile ilgilenmeye başladı. Güllü Agop’un Gedikpaşa’daki tiyatrosunda 1 Nisan 1873 gecesi oynanan Vatan Yahut Silistre piyesinde çıkan siyâsî olaylar neticesi İbret gazetesi bir daha açılmamak üzere kapatıldı ve Nâmık Kemâl Magosa’da ikâmete mecbur edildi. Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesi üzerine, siyâsî mahkûmlar için çıkarılan aftan istifâde ederek 38 ay kaldığı Magosa’dan İstanbul’a döndü. Magosa hayâtı, yazar için rahat geçti. Burada serbestçe dolaşabiliyor, dışarısıyla mektuplaşabiliyor, bâzı ziyaretçileri ağırlayabiliyordu. Roman, tiyatro ve tenkîde dâir bir çok eserlerini burada yazdı. Edebî çalışmalara ayıracak en çok zamanı burada bulabildi. Beşinci Murâd tahta geçmesi ile 1876’da sürgün dönüşünde, İstanbul’da bir kahraman gibi karşılandı. İkinci Abdülhamîd Han tahta çıkınca, Nâmık Kemâl’i önce Şûrâ-yı devlet üyesi yapdı, sonra Kânûn-i esâsîyi hazırlayacak komisyona tâyin etti. Nâmık Kemâl, bir sözünden dolayı suçlu bulunarak, önce altı ay hapis, sonra beş bin kuruş maaşla Midilli adasında ikâmete mecbur edildi. İki buçuk yıl sonra aynı adaya mutasarrıf yapıldı. Buradan Rodos mutasarrıflığına (1884-1887), daha sonra da Sakız mutasarrıflığına tâyin edildi. Adalarla ilgili lâyihalar sundu. Bu bölgede müslümanların haklarını müdâfaa etti. Bir Pazar günü orada öldü. Vasiyeti gereği, mezarı Bolayır’a nakledildi.
Osmanlı Devleti’nin son devresinde yaşayan Nâmık Kemâl, Tanzîmât prensiplerini Osmanlı Devleti için kurtuluş reçetesi olarak gören Batı kültürü hayranı Şinâsî, Ziyâ Paşa gibi yazarlarla beraber bu prensipleri savundu, bunların yerleşmesine ve yayılmasına çalıştı. Heyecanlı, kavgacı mîzâcı, akıcı ve parlak üslûbu ile, diğer tanzîmât yazarlarından daha fazla tanındı. Kendinden sonra gelen yazarları etkiledi. Şinâsî ile tanışıncaya kadar dîvân tarzında şiirler yazdı ve Encümen-i Şuarâ içinde yer aldı. Siyâsetten uzak durdu. Fransızca öğrenmesi ve Şinâsî ile tanışması hayâtında bir dönüm noktası oldu. Bu devrede Nâmık Kemâl, kaynağını Fransız ihtilâlinden alan yeni düşüncelerin, edebiyat, siyâset ve sosyal hayatta ateşli bir savunucusu olarak hareketli bir hayat yaşadı. Avrupaî düşüncelerin bayraktarlığını yaptı ve batı kültürü yanlısı kimselerin gözünde kahramanlaşdı.
Nâmık Kemâl, bütün tanzîmât yazarları gibi; ne sistemli bir fikir adamı, ne bir fikir çilesi mahsûlü kendine mahsûs düşünceleri olan bir mütefekkir, ne de büyük bir sanatçıdır. Her şeyden önce gazeteci ve politikacıdır. Sonradan öğrendiği Fransızca’sıyla batı kültürünü tam manâsıyla öğrenip hazmetmemiştir. Siyâsî, sosyal ve edebî bir ihtilâlci (devrimci), Avrupa hayranı, bir taklidcidir. Görüşlerinin çoğu, 18. yüzyıl Fransız filozoflarından ve romantiklerinden iktibasdır. İlim, fen, teknik ve kültürde gelişme modeli İngiltere; siyâsî yönetim modeli ise Fransız meşrutî teşkilâtıdır. Siyâsî düşüncelerini gerçekleştirmek için İtalyan Karbonari derneğinin tüzüğü esas alınarak kurulan Jön Türkler veya Genç Osmanlılar isimli gizli ihtilâl cemiyetine girmiş, onun en ileri gelen üyelerinden olmuştur. Zâten, kendisi de tanınmış masonlardandı.
Fransız edebiyatının üstünlüğünü kabul eden Nâmık Kemâl, Osmanlı edebiyatı yerine Fransız edebiyatı etkisinde, onun benzeri bir edebiyat kurmaya çalıştı. Bu akımın en şöhretli temsilcisi, öncüsü oldu. Bu yönde bir kadrolaşma hareketine girişti. Genç yazarları bu doğrultuda etkiledi. Fransız edebiyatı tarzında ilk mensur edebî örnekleri verdi. Bir tarafdan yeni fikirleri yaymaya çalışırken, bir yandan da dîvân edebiyatına şiddetli hücumlarda bulunarak gözden düşürmeye, yıkmaya çalıştı. Edebiyatı, yeni fikirlerin propaganda aracı olarak kullandı. Eserlerinde “Sanat cemiyet içindir” görüşü hâkimdir. Bütün yazılarında; gelişme, vatanseverlik, hürriyet, meşrûtiyet, siyâsî bağımsızlık, Osmanlıcılık, İslamcılık, maârif, iktisad, kahramanlık gibi sosyal konular üzerinde durdu. Vatan, millet, milliyet, hürriyet gibi kelimeleri Fransız İhtilâlinden doğmuş mânâlarıyla ilk defa o kullandı. Eskiden vatan, millet, hürriyet kelimeleri başka mânâlarda kullanılırdı. Millet, din; mezhep, bir dîne bağlı insan topluluğu; hür kelimesi ise, âzâd edilmiş köle mânâsına gelirdi. Bir taraftan gazetelerde günlük siyâsî ve sosyal konulardaki görüşlerini işlerken, bir taraftan da aynı konu ve temaları, edebî eserlerde dile getirdi. Bu faaliyetlerinde geniş halk kitlelerinde etkili olabilmesi için, diğer tanzîmât yazarlarıyla beraber dil ve ifâdenin sadeleşmesine gayret etti. Şiirin yanısıra tenkîd, biyografi, tiyatro, roman, târih ve makale türlerinde eserler verdi. Eserlerinin sayısı yirmi civarındadır. Eserlerinde, bilhassa şiirlerinde, şekil olarak pek bir yenilik olmamakla beraber muhteva, (konu ve tema) değişiklikleri yaptı. Genelde aruz veznini, bir-iki şiirinde ise hece veznini kullandı. Fakat genç yazarlara hece veznini ve yeni nazım şekilleri kullanmayı tavsiye etti. Şâir olarak asıl başarısı, dîvân tarzında yazdığı şiirlerindedir. Bunlar, kendinden sonra kitap hâlinde yayınlandı. Edebî tenkîdlerinde kavgacı bir mizaca sahip olup, yapıcı bir tenkîd anlayışından uzaktır. Bunları, eskiyi kötüleme ve yenilik taraftarlarını müdâfaa için kaleme aldı. Tahrîb-i Hârâbat ve Tâkib; Ziya Paşa’nın Harâbât’ını tenkid için, Magosa’da yazılmıştır. İrfan Paşa’ya mektub, Renan Müdâfaanâmesi; Ernest Renan’ın İslâmiyet ve Maârif konulu konferansına reddiyedir. Nâmık Kemâl, İntibah yahut Sergüzeşt-i Ali Bey (Son Pişmanlık) ve Cezmi ismiyle iki roman yazdı. Dil, ifâde ve teknik yönden bir çok noksanlıklar taşıyan bu eserlerin tek özelliği, o devirde yazılan romanlardan daha başarılı olmasıdır. Tiyatroyu yeni fikirlerini yaymak için iyi bir vâsıta kabul eden yazar, altı tiyatro eseri yazdı. Bunlardan en çok tutulan Vatan Yahut Silistre’de vatanseverlik temasını işledi. Konusunu târihten alan Celâleddîn Harzemşâh piyesinin yanısıra, aile içi problemlerin işlendiği Karabelâ, Akif Bey ve Zavallı Çocuk piyeslerinde ise sosyal konuları dile getirdi. Gülnihâl piyesinin konusu siyâsîdir. Nâmık Kemâl, batı hülyasına kapılan diğer tanzîmât yazarları gibi aile ve evlenme konusunda mevcut bâzı Osmanlı âdetlerini eserlerinde tenkîd etti.
Avrupa karşısında aşağılık kompleksine düşen Nâmık Kemâl, konusunu eski şanlı devir ve târihî şahıslardan alan, târihî ve biyografik eserler kaleme alarak teselli bulmaya çalıştı. Devr-i istîlâ’sı, Selâhaddîn Eyyûbî, Fâtih, Sultan Selim adlı monografilerini topladığı Evrâk-ı Perişan, Tiryâki Hasan Paşa’yı anlatan Kanije bunlardandır. Çeşitli makale ve mektupları da vardır. Bunların bir kısmı toplanarak sonradan yayınlanmıştır.
Edebî mülâhazalar bir kenara bırakılırsa, târihî ve siyâsî bir şahsiyet olarak Nâmık Kemâl, dâima his ve heyecanlarına mağlûb, çabuk kandırılabilen, neye inanıp bağlanacağını tam kestirememiş şöhret ve kahramanlık arzularıyla dolu bir insandı. Dostluğunda ve düşmanlığında sebatı yoktu. Şiirlerinde, devlet hizmetinde çalışmayı, insafsız bir avcıya köpeklik yapmaya benzeterek, en tantanalı bir dil ve üslûpla kötüler ama, pâdişâhın ufak iltifat ve ihsânları karşısında her şeyi unutur, kendisiyle birlik olup, ihanet şebekelerine hizmet edenleri ihbar ederdi. İkinci Abdülhamîd Han’a yazdığı çok aşırı saygı ve bağlılık ifadeleriyle dolu mektupları, Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde mevcut olup, neşredilmiştir. Midhat Paşa’nın;” Âl-i Osman olur da niçin âl-i Midhat olmaz” sözü üzerine aklı başına gelmiş ve yaptıklarına pişman olarak, sultân ikinci Abdülhamîd’e bağlanmak ihtiyâcını duymuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Yakın Çağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerine Araştırmalar-2, Müteferrik Makâleler-1 (Kaya Bilgegil, Erzurum-1980); sh. 61
2) On dokuzuncu Asır Türk Edebiyatı Târihi (A. H. Tanpınar); sh. 321
3) Yeni Osmanlılar Târihi (Ebüzziyâ Tevfik); sh. 159
4) Nâmık Kemâl (Ali Ekrem, İstanbul-1930)
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1113
6) Son Asır Türk Şâirleri (İbn-ül-Emîn Mahmûd Kemâl İnal, İstanbul-1970)
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 30
8) Büyük Türk Klâsikleri; cild-8, sh. 370
9) Hârâbat Karşısında Nâmık Kemâl (K. Bilgegil, İstanbul-1975)
10) Nâmık Kemâl, Şahsı-Sanatı-Eserleri (Necip Fâzıl, T.D.K. Yayını, İstanbul-1941)
11) Eski Edebiyat Karşısında Nâmık Kemâl (K. Bilgegil, Basılmamış Doçentlik Tezi, Ankara-1965)
12) Nâmık Kemâl, Hayâtı ve Şiirleri (S. Nüzhet Ergün, İstanbul-1933)
13) Nâmık Kemâl (Rızâ Nûr, Revü Bilig, İskenderiyye-1936)

NAKİBÜL EŞRAF



Osmanlı devlet teşkilâtında seyyidlerin ve şeriflerin doğum ve vefât kayıtlarını tutan ve işleri ile ilgilenen müessesenin idarecisi. Hazret-i Fâtıma ile hazret-i Ali’nin çocuklarından hazret-i Hüseyin’in soyundan gelenlere seyyid, hazret-i Hasan’ın soyundan gelenlere Şerîf denir. Evlâd-ı Resul olan bu kıymetli insanlara daha önceleri olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de hürmet gösterilmiştir. Ayrıca onlara âid işleri görmek için vazifeli me’mûr tâyin edilmiştir. Nakîb-ül-eşraf adı verilen bu me’mûr, Peygamber efendimizin torunlarının işlerine bakar, neseblerini kayd ve zapteder, doğumlarını ve vefâtlarını deftere geçirir, onları âdî işlere ve şânlarına uygun olmayan san’atlara girmekten menederdi. Fena hâllere düşmelerine mâni olur, haklarını korurdu. Fey ve ganimetten onların hisselerini alıp aralarında dağıtırdı. Bu sülâleden olan kadınların küfvî, dengi olmayanlarla evlenmelerini men eylerdi. Nakîb-ül-eşrâf bütün bu vazîfeleriyle, Peygamber efendimizin torunlarının umûmî bir vâsisi durumunda idi.
Osmanlı sultanları, Osmanlı topraklarına gelen seyyid ve şeriflere, başka hiç bir memlekette misâli görülmeyen bir sevgi ve saygı göstermişlerdi. Onların rahat ve huzur içinde yaşamaları için gereken her türlü hizmeti yapmışlardı. Onları her çeşit vergiden muaf tutarak bunları belgeleyen birer berât vermişlerdir.
Osmanlı Devleti’nde Nakîb-ül-eşrâf olarak ilk tâyin edilen zât, evliyânın büyüklerinden Emir Buhârî’nin talebelerinden olan Seyyid Ali Natta bin Muhammed’dir. Seyyid Ali Natta, sultan Yıldırım Bâyezîd Han zamanında, devlet dahilindeki sâdâtın (seyyidlerin ve şeriflerin) Osmanlı Devleti’yle münâsebetlerini te’mine başlamıştır. Tâyin berâtı ile birlikte bu zâta Bursa’daki İshâkiye zaviyesi vakfının idareciliği de verilmiş ve bu idarecilik (tevliyet) vazifesi evlâtlarına intikâli şart olarak, beratta belirtilmiştir. Seyyid Ali Natta’nın vefâtından sonra yerine Seyyid Zeynelâbidîn tâyin edildi.
Nakîb-ül-eşrâflık bir ara lağvedildiyse de, seyyid ve şerif olmadıkları hâlde hürmet görmek için bu iddiada bulunan bâzı sahtekârların ortaya çıkması üzerine, sultan İkinci Bâyezîd Han devrinde 1494 senesinde yeniden ihdas edildi. Nakîb-ül-eşrâf ismi de bu târihte verildi. Bu teşkilâtın başına Seyyid Mahmûd tâyin edildi.
Nakîb-ül-eşrâflık müessesesi ilmiye sınıfından olmakla beraber, tâyinler on yedinci asırda mutlaka yüksek dereceli ulemâdan olmazdı. Bu asırdan îtibâren seyyid ve şerîf olup da, İstanbul kâdısı veya kazasker olanlardan emekliye ayrılan zâtlar Nakîb-ül-eşrâf tâyin edilmeye başlandı. Bu makamda kalmanın muayyen bir süresi olmadığından, tâyin edilenler uzun müddet vazîfe yaparlardı. Nakîb-ül-eşrâflık vazîfesine yeni tâyin edilecek olan zât, Paşa kapısına yâni Bâb-ı âli’ye davet edilir, burada sadrâzam tarafından ayakta karşılanır; kahve, gülsuyu ve buhur ikrâm edildikten sonra, samur erkân kürkü giydirilerek, me’mûriyeti îlân edilir ve berâtı kendisine takdîm edilirdi.
Nakîb-ül-eşrâfın resmî kıyafetleri kazaskerlerin kıyafetinin aynısı olup, sarıkları farklı idi. Kazaskerler örf denilen sarık sararlar, nakîb-ül-eşrâflar ise küçük tepeli denilen sarığı, sâdâta (seyyidlere ve şerîflere mahsus) yeşil renkli tülbentle sararlardı. Seyyid ve şerîfler ise, halk arasında belli olmaları ve gerekli hürmetin gösterilmesi için, kıyafet olarak yeşil sarık sarar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Bu usûl ilk defa Harun Reşîd ve oğlu halîfe Me’mûn zamanında âdet olmuştur. Zamanla unutulmuşsa da Türk Memlûklü sultanlarından Melik Eşref Şaban, gerekli hürmeti görmelerini te’min için yeniden yeşil sarık sarmalarını istemiştir. Yeşil sarık ve cübbe an’ânesi Osmanlı Devleti’nde de devam etmiştir. Osmanlılar seyyidlerin başlarına sardığı yeşil sarığa emir sarığı ismini vermişlerdir. Osmanlı Devleti’nde sâdâttan biri şeyhülislâm olursa, ancak o zaman yeşil sarığını çıkarıp şeyhülislâmlık makamına mahsûs beyaz sarık sarardı.
Nakîb-ül-eşrâfların resmî dâireleri kendi konaklarında bulunur, maiyyetinde çalışanlarda bu konaklarda hizmet ederlerdi. Taşrada da yine sâdâttan olmak üzere, Nakîb-ül-eşrâf kaymakamları, seyyid ve şerîflerin isimlerini ihtiva eden defterler tutardı. Merkezde ve taşrada tutulan bu defterlereSecere-i Tayyibe defteri denilirdi. Buraya bütün seyyidlerin ve şeriflerin isimlerini Peygamber Efendimize kadar silsileleri, evlâdı, ahfadı, ikâmetgâhları kaydedilirdi.
İstanbul’da Nakîb-ül-eşrâf dan sonra en yüksek rütbe alemdârlık idi. Vazifeleri, sefere çıkılacağı zaman pâdişâh tarafından Nâkib-ül-eşrâfa teslim edilen sancak-ı şerifin taşınması idi. Pâdişâh sefere gittiğinde Nakîb efendi, beraberinde seyyid ve şerifleri de götürürdü. Sefer sırasında Nakîb-ül-eşrâf Sancak-ı şerifin dibinde yürürdü. Savaş sırasında seyyid ve şerîfler Sancak-ı şerîf altında tekbir ve salevât-ı şerife getirirlerdi.
Nakîb-ül-eşrâflar yaptıkları kıymetli hizmet dolayısı ile iltifat görürlerdi. Pâdişâhlar tarafından kendilerine yazılan ferman ve beratlarda, makamlarına ve yaptıkları hizmetlerin üstünlüğüne uygun tazim ifâdeleri kullanılırdı. Onlara sikâyet yâni zemzem dağıtma vazifesi ve dîvân-ı mezâlim yâni adalet dîvânı reisliği gibi yüksek me’mûriyetler verilirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilâtı; sh. 161
2) Medeniyet-i İslâmiyye Târihi; cild-1, sh. 21
3) Tableau General de L’Empire Ottoman (D’Ohsson Paris-1842) cild-4, sh. 559
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 21

NABİ


On yedinci yüzyılda yetişen şâir ve velî. 1642 senesinde Urfa’da doğdu. Asıl ismi Yûsufdur. Çocukluğunda iyi bir tahsîl görüp, Arabça ve Farsça’yı şiir yazabilecek derecede öğrendi. Yâkûb Halîfe ismindeki Kadiri şeyhine talebe oldu. Bir müddet bu hocasının ilmi ve feyzinden istifâde ederek kemâle erdi. 24 yaşına geldiğinde hocasının ve yakınlarının teşvikiyle İstanbul’a geldi. Vezir Musâhib Mustafa Paşa’ya takdîm ettiği bir medhiye sonrasında dîvân kâtibi oldu. Şiir yazmada gösterdiği başarılarla dikkati çekti. Sultan dördüncü Mehmed’in maiyyeti arasına girdi.
1671 senesinde Sultan’ın da çıktığı Lehistan seferine katıldı. Kamaniçe kalesinin fethi üzerine yazdığı bir şiir, Sultan tarafından beğenilerek şehrin kapısına hakkedildi (kazınarak yazıldı). Mustafa Paşa’nın tavsiyesi üzerine yazdığı Kamaniçe fetihnamesi sayesinde, Sultan’ın teveccühünü kazanarak takdîr ve iltifatına mazhâr oldu.
Nâbî artık devamlı surette ve hemen her vesîle ile doğan şehzâdeler, Mustafa Paşa’nın çocukları, inşâ edilen saraylar ve başka hususlarda kasîdeler söylüyor, târihler düşürüyordu.
1768 senesinde hac farizasını yerine getirdikten sonra, İstanbul’a dönen Nâbî, Mustafa Paşa’nın kethüdası oldu. 1682’de Tuhfet-ül-harameyn adlı eserini yazdı. Mustafa Paşa’nın kapdân-ı deryalıkla saraydan uzaklaştırılması ve daha sonra Mora’ya gönderilmesi sırasında yanında bulundu. Paşa, Boğazhisar muhafızlığına tâyin edildikten sonra, vefât edince, Nâbî de Haleb’e gitti.
Halep’de uzun yıllar kalarak Hayriye ve Hayrâbâd adlı eserlerini yazdı.Dîvân’ını tertib etti. Yakın dostu Halep vâlisi Baltacı Mehmed Paşa, 18 Ağustos 1710 senesinde ikinci defa sadrâzam olunca, Nâbîyi de İstanbul’a getirdi. Yaşının yetmişi geçmesine rağmen vatanına ve milletine hizmet etmek istediğinden, kendi isteğiyle darphâne eminliğine, sonra da Anadolu muhasebeciliği ve mukâbele-i süvari reisliğine tâyin edildi. Vazifesinden artan zamanlarda şiir ve çeşitli eserler kaleme aldı. Silâhdâr Ali Paşa’nın ısrarı ile toplanan Münşeât’ını tedkîk edip, bir de önsöz yazdı. 10 Nisan 1712’de vefât etti. Kabri, Üsküdar’da, Karacaahmed Mezarlığı’nda Miskinler Tekkesi civarındadır.
Nâbî, şiirlerinde, dâimâ iyiyi ve doğruyu vermeye çalıştı. Osmanlı Türk edebiyatında hikemî şiir mektebinin ustası olarak tanındı. Kendisini bu yolda Koca Râgıb Paşa gibi dîvân şâirleri tâkib etti. Şahsî duyguları, gönül arzularını aştı, hakîkî bir müslümanın hayâtını hem yaşadı, hem de şiirlerinde dile getirdi. Geçici olan dünyânın hâllerine aldanmamak, kimseye haksızlık ve zulmetmemek, hep müşfik, merhametli olmak, gurur ve kibirden sakınmak, şiirlerindeki nasîhatlerinden en çok rastlananlarıdır. Şiir dili kısmen sâde, söyleyişi düzgün, rahat ve çekicidir. En güçlü şiirlerini gazel tarzında vermekle beraber, rubâî, kıt’a, kasîde, na’t ve mesnevî de yazdı.
Eserleri:
a) Manzum eserleri: 1- Türkçe Dîvân: Muhtelif yazmalarından başka, Bulak’da (1841) ve bir defa da İstanbul’da (1875) basılmıştır. 2- Dîvânçe-i Gazeliyyât-ı Fârisî, 3- Tercüme-i Hadîs-i Erbain: Molla Câmî’nin Farsça nazmettiği 40 Hadîs’in Türkçe’ye tercümesidir. 4- Hayriyye, 5- Hayrâbât,6- Surnâme.
b) Mensur eserleri: 1- Fethnâme-i Kamaniçe, 2- Tuhfet-ül-Harameyn, 3- Zeyl-i Siyer-i Veysî: On yedinci asır nesir üstadı Veysî’nin Bedr gazâsına kadar yazdığı siyer kitabına, Mekke’nin fethine kadar yapılmış bir ilâvedir. 1832’de Mısır’da basıldı. 4- Münşeat.

SAKIN TERK-İ EDEBDEN!..

1678 senesinde hacca gitmek ve sevgisiyle yanıp tutuştuğu peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın sallallahû aleyhi ve sellem makâm-ı şerifine yüz sürmek için Sultan’dan izin alıp yola çıktı. Beraberinde yola çıktığı hac kafilesi Osmanlı devlet ricalinden meydâna geliyordu. Medine’ye yaklaştıkları bir gece, kafiledeki bir devlet büyüğünün, ayaklarını Ravda-i mütehhara’ya doğru uzatarak uyuduğunu gören Nâbî, üzülüp o anda yetkiliyi uyandıracak bir ses tonuyla şu na’tı söyledi:
Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-ı Huda’dır bu,
Nazargâh-ı ilâhîdir, Makâm-ı Mustafâ’dır bu.
“Edebi terketmekten sakın. Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamber efendimizin sallallahû aleyhi ve sellem bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resûl-i ekremin makamıdır.”
Habîb-i Kibriya’nın hâb-gâhıdır fazîletde,
Tefevvuk-kerde-i arş-i cenâb-ı Kibriya’dır bu.
“Burası cenâb-ı Hakk’ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir. Fazilet yönünden düşünülürse, Allahü teâlânın arşının en üstündedir.”
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil,
İmâdın açdı mevcudat dü çeşmin tûtiyâdır bu.
“Bu mukaddes yerin mübarek toprağının parlaklığından, yokluk karanlıkları sona erdi. Yaradılmışlar iki gözünü körlükden açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren sürmedir.”
Felekde mâh-ı nev Bâb-üs-selâmm sîne-i çâkidir,
Bunun kandili cevzâ matlaı nûr-ı ziyâdır bu.
“Gökyüzündeki yeni ay, O’nun kapısının, yüreği yaralı âşığıdır. Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nurundan doğmaktadır.”
Mürâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha,
Matâf-ı kudsiyâdır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.
“Ey Nâbî! Bu dergâha, edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası, büyük meleklerin etrafında pervane olduğu ve peygamberlerin hürmetine eğilerek öptüğü tavaf yeridir.”
O yüksek rütbeli kişi, Nâbî’nin bu na’tını duyunca, kendisine söylendiğini anladı ve hemen doğrularak ayaklarını kıble yönünden çevirdi. Biraz sonra kafile yola koyuldu ve sabah ezanına yakın Mescid-i Nebî’ye vardı. Mescid-i Nebî’deki müezzinler, minarelerden Ezân-ı Muhammedi’den evvel Nâbî’nin; “Sakın terk-i edebden” diye başlayan na’tını okuyorlardı. Nâbî ve yüksek rütbeli kişi şaşırdılar. Çünkü bu na’tı ikisinden başka kimse bilmiyordu.
Nâbî ve diğer zât, sabah namazını kıldıktan sonra, müezzinleri buldular. Nâbî müezzine; “Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun, söyle! Ezandan önce okuduğun na’tı, kimden, nereden ve nasıl öğrendin?” diye sordu. Müezzin gayet sakin bir şekilde şu cevâbı verdi: “Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi vesellem bu gece Mescid-i Nebî’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki: “Ümmetimden Nâbî isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bu gün sabah ezanından önce, onun benim için söylediği bu na’tı okuyarak, Medine’ye girişini kutlayın.” Biz de Resûhullah efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin emirlerini yerine getirdik!” Nâbî ağlayarak; “Sahiden Nâbî mi dedi? O iki cihânın Peygamberi, Nâbî gibi bir zavallıyı, günahkârı ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?” dedi. “Evet” cevâbını alınca da sevincinden kendinden geçti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türk Klâsikleri; cild-5, sh. 267
2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 137
3) Nâbi, Hayâtı, Şahsiyeti (Abdülkâdir Karahan, Ankara-1988)
4) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 11
5) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 263
6) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-6, sh. 4534
7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-2, sh. 587

MÜTERCİM RÜŞDİ PAŞA


Tanzîmât dönemi Osmanlı sadrâzamlarından. Sinop’un Ayandon (Ayancık) ilçesinden Hacı Hasan Ağa adında fakir bir kayıkçının oğludur. 1811 yılında Ayandon’da doğdu. Üç yaşında ailecek İstanbul’a geldiler. İlk tahsilini mahalle mektebinde yaptı, Vak’a-i hayriye denilen yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra, Tophane’de açılan Asâkir-i muntazama taburuna girdi. Zamanla yükselerek mülâzim (teğmen) oldu. Maaşının bir mikdârıyla özel hoca bularak, biraz Arabî, Fârisî ve Tanaş Efendi adlı birinden Fransızca öğrendi. Yine Hüsrev Paşa’nın aracılığıyla bâzı askerî kitapları Fransızca’dan Türkçe’ye çevirmek üzere sultan İkinci Abdülhamîd Han’a takdîm edildi. Seraskerlik dâiresinde Nâmık Paşa’nın yanında tercüme işiyle görevlendirildi. Nâmık Paşa’nın Londra’ya gönderilmesinden sonra tek başına tercüme işini yürüttüğü için Mütercim diye meşhur oldu. Kolağalık rütbesiyle dokuz sene Rumeli, Anadolu ve Suriye taraflarında çeşitli vazifelerde bulundu. Sırasıyla; binbaşı alay emîni, kaymakam (yarbay) rütbelerine terfî etti.
1839’da miralay (albay), 1843 senesinde Rumeli ordusuna mirliva, daha sonra da Dâr-ı şûraya âzâ oldu. 1845’de ferik, bir müddet sonra da redif kuvvetlerinin kuruluşuyla vazifelendirildi. 1847’de Hassa ordusu müşirliğine, 1848’de Dâr-ı Şûrâ-yı Askerî reis-ür-rüesâlığına ve 1851’de de seraskerliğe tâyin edildi. 1852’de birinci rütbe mecîdî nişanı verildi. 1853’de ikinci defa hassa ordusu müşiri oldu. 1853’de istifa etti. Bir müddet sonra Şam eyâleti vâliliğine ve ordu müşirliğine tâyin olundu, fakat kabul etmedi. 1854’de Meclis-i âlî-i Tanzîmât âzâlığına, 1855’de ikinci defa seraskerliğe tâyin edildi. Sultan Abdülmecîd Han ona iki kere kapudanlık ve bir kere de sadâret teklifinde bulunduysa da, Rızâ ve Mehmed Ali paşalarla çalışmaktan kaçındığı için, bu teklifleri kabul etmedi. 1856’da seraskerlik vazifesinden alındı. 1857’de üçüncü defa seraskerliğe getirilen Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, 1858’de tekrar vazîfeden ayrıldı ve Tophane müşiri oldu. Aynı sene içinde Meclis-i âlî-iTanzîmât reisi oldu. 1859 yılında Kıbrıslı Mehmed Emîn Paşa’nın vazîfeden alınmasından sonra, sultan Abdülmecîd Han tarafından sadrâzamlığa getirildi. Abdülmecîd Han, Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa’yı sevmediği hâlde, sadâret makamının Alî ve Fuâd paşaların tekelinde kalmaması için, bu vazifeyi kerhen verdi. Rızâ ve Âlî paşalarla arası açık olan Mütercim Rüşdî Paşa, muhaliflerinin dedikoduları üzerine sadâretten ayrılmak istediyse de istifası kabul edilmedi. 1860’da sadâretten azledilerek yeni kurulan Meclis-i Hazâin reisliğine getirildi. Aynı sene içinde gözlerindeki rahatsızlığı tedavi ettirmek için Berlin’e gitti. Paris ve diğer Avrupa şehirlerini de gezdikten sonra İstanbul’a dönen Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, 1861’de sultan Abdülazîz Han tarafından kabul edildi. Dördüncü defa serasker oldu. Sultan Abdülazîz Han’a karşı sadrâzam Fuâd Paşa, hâriciye nâzırı Âlî Paşa, Meclis-i vâlâ-yı Ahkâm-ı adliye reisi Yûsuf Kâmil paşalarla birlikte hareket ederek seraskerlikten istifa etmeye karar verdi. Ancak daha sonra onlarla birlikte bulunmaktan ve istifa etmekten vaz geçti. Fakat daha sonra, askerî masrafların bütçeyi sarsması sebebiyle, seraskerlik vazîfesinden azledildi. 1865’de Mecâlis-i âliyyeye me’mûr oldu. 1866’da Meclis-i vâlâ-yı ahkâm-ı adliyye reisliğine, aynı sene içinde, Fuâd Paşa’nın sadrâzamlıktan ayrılması üzerine ikinci defa sadârete getirildi. Girid ayaklanması karşısında başarısız olması üzerine sadâretten ayrıldı. 1867’de beşinci defa seraskerliğe getirildi. 1868’de bu vazîfeden tekrar ayrıldı. 1870’de Meclis-i âliyyeye me’mur edildi. 1871’de Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırı oldu. Sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa’nın diğer devlet ricaline karşı uyguladığı keyfî muameleler sebebiyle, Dîvân-ı ahkâm-ı adliye nâzırlığından ayrıldı. 1872’de üçüncü defa sadârete getirilen Mütercim Rüşdî Paşa, dört ay kadar bu vazifede kaldıktan sonra ayrıldı. 1876 senesinde sadrâzam Mahmûd Nedîm Paşa’nın, Midhat Paşa ve yardımcılarının tahrikiyle medrese talebelerinin gösterilerde bulunması sebebiyle, sultan Abdülazîz Han tarafından vazifeden azledilmesi üzerine dördüncü defa sadârete getirildi.
Sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indiritişi esnasında sadrâzam olup, Midhat ve Hüseyin Avni paşalarla birlikte hareket etti. Sultan beşinci Murâd Han’ın pâdişâhlığı sırasında da sadârette kaldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın pâdişâhlığının ilk zamanlarında da bir müddet yerini korudu. Hüseyin Avni Paşa’nın öldürülmesinden sonra devletin tek hâkimi durumuna geldi. Meşrûtiyet idaresine karşı olan Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, Kânûn-i esâsî çalışmaları sırasında sadârette kaldı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın kılıç alayı törenine hastalığını bahane ederek katılmadı. Tersane konferansında Pâdişâh’ın tebliğ ettiği tedbirlere îtibâr etmeyerek, konferansın aleyhimize cereyan etmesine sebeb oldu. Sultan Abdülhamîd Han’a karşı olan bâzı davranışları sebebiyle hastalık ve ihtiyarlığını ileri sürerek 1876’da sadâret vazifesinden istifa etti. Ali Süâvî vak’asından sonra, Sâdık Paşa’nın sadâretten azl edilmesi üzerine, 1878’de beşinci defa sadrâzam olan Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa, Pâdişâh’ın îtimâdını kaybeden Sâdık Paşa’yı dâhiliye nâzırı yapmak, sultan Abdülazîz Han’ın hal’inde önemli rol oynayan Kayserili Ahmed Paşa’yı İstanbul’a çağırmak istemesi, Pâdişâh’a sûikasd tertipleyen Ali Süâvî’nin adamlarını affettirmek çabasına düşmesi sebebiyle, bir hafta sonra vazîfeden azledildi. Pâdişâh’a karşı olan bâzı hareketleri sebebiyle İstanbul’dan uzaklaştırılarak Manisa’ya gönderildi. Sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesiyle ilgili dâvâdâ İzmir’e getirtilerek sorguya çekildi. Yıldız Mahkemesince mahkûm edildi. Sultan tarafından sürgüne çevrilen cezasını çekerken bulunduğu Manisa’da, tutulduğu sinir hastalığından kurtulamıyarak 27 Mart 1882’de öldü. Hâtûniye Câmii bahçesine defnedildi.
Mütercim Mehmed Rüşdî Paşa kendi çalışma ve gayretiyle seraskerlik ve sadrâzamlık makamlarına ulaşabilmişti. Ancak sorumluluktan kaçan ve çekingen bir kişiliğe sâhib olması sebebiyle zaman zaman aldığı vazifelerden istifa etmiş, sultan Abdülazîz Han’a karşı hâince plânlar tertipleyerek tahttan indiren ve şehîd eden kimselere âlet olmuştu. Köklü bir tahsîli olmayıp, Avrupa kültürünün te’sirinde kalmış olan Mehmed Rüşdî Paşa, Pâdişâh’a karşı iki yüzlü bir yol tâkib etti. Kendini düşünen, ortaya atılan her fikre karşı çıkan, riyakar, kibirli bir kişiliği vardı. İktidar mevkiinde kimsenin varlığına tahammül edemez, kendinden başka kusursuz adam bulunmadığını kabul eder, kimsenin aklını beğenmezdi. İşret ve fuhşiyâta düşkün olduğu hâlde, hâlini herkesten gizler, insanlara iki yüzlü muamelede bulunurdu. İstanbul’dan uzaklaşmaktan pek korkardı. Defalarca sadârete getirildiği hâlde devlet ve millet faydasına ciddî bir iş görmemişti. Bir iki askerî talimnameden başka bir tercümesi de bilinmemektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Son Sadrâzamlar; cild-1, sh. 101
2) Târih-i Lütfî; cild-5, sh. 143
3) Sultan İkinci Abdülhamîd ve Osmanlı İmparatorluğunda Komitacılar; sh. 273
4) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 34
5) Osmanlı imparatorluğu Târihi; cild-13, sh. 241
6) Midhat ve Rüşdî Paşaların Tevkiflerine Dâir Vesikalar
7) Midhat Paşa ve Yıldız Mahkemesi; sh. 221

MÜTERCİM ASIM EFENDİ


Lügat, kelâm, hadîs ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi. On ikinci asrın ikinci yarısında Antep’de doğdu. Babası, Antep şer’iyye mahkemesi başkâtiplerinden Seyyid Mehmed Cenânî’dir. Âsım Efendi, 1820 (H. 1236)’da Üsküdar’da vefât etti. Nuhkuyusu Kabristanına defnedildi.
Aile çevresinde, âlimlerin çoğunlukta olması sebebiyle, küçük yaşta ilim öğrenmeye başladı, Ömerzâde Hâfız Efendi ve Hacızâde Efendi’den âlet (yardımcı) ilimleri öğrendi. Zamanında Anteb’in ileri gelen âlimlerinden Hoca Necîb Abdullah Efendi ile Hacı Mehmed ve Ahmed efendilerden fıkıh, kelâm, tefsîr, hadîs gibi yüksek ilimleri tahsîl etti. Devrinin güçlü ilim merkezlerinden biri olan Antep’de, daha bir çok âlimin ilminden istifâde ederek kendisini yetiştirdi. Kilisli şâir Ruhî Mustafa Efendi’den ve babasından Farsça’yı öğrenip, edebiyat bilgilerini genişletti. Bir müddet şer’iyye mahkemesi kâtipliği yaptı. Zekâ ve hafızası, bitmez-tükenmez çalışma azmi ve kabiliyetleri ile, kısa zamanda Anteb’in ileri gelenlerinin takdirine mazhâr oldu. Anteb mutasarrıfı Battal Paşazade Seyyid Ahmed Paşa’nın, dîvân kâtibi oldu. Bir isyân netîcesinde Anteb’in ileri gelen otuz-kırk âlimi ile birlikte Kilis’e gitti. Baba ve dedelerinden gelen pek çok kıymetli kitaplarının bulunduğu kütüphânesi isyâncılar tarafından yağmalandı. Bir müddet Kilis’te kaldıktan sonra, ailesini tekrar Anteb’e bırakıp, 1789 senesinde gittiği İstanbul’da ulemâ arasına karıştı. Ancak müderrislik için sıra bekleyen medrese me’zûnlarının çokluğu, Âsım Efendi’nin işini bir hayli zorlaştırdı. Kazasker Tatarcık Abdullah Efendi ile tanışıp takdirlerine mazhâr oldu. 1796 senesinde müderrislik imtihanını kazanıp, rüûs adı verilen berâtı aldı. Bu arada hem ilim sahiplerinin ilminden istifâdeye çalışıyor, hem de Farsça’dan, Farça’ya en meşhur lügat kitabı olan Burhân-ı kâtı’ı Türkçe’ye tercüme ediyordu, Bu tercümenin ilk bölümünü bir vesile ile sultan üçüncü Selîm Han’a takdîm etti. İlme ve ilim ehline düşkün olan Pâdişâh, Âsım Efendi’yi takdîr ve taltîf ederek, sefaret hâdiselerinin kaydı, resmî mektupların yazılması gibi münâsip hizmetlerde bulunmasına, kendisine bir ev ve üç yüz kuruş maaş verilmesine dâir emir verdi ve atiyye (hediye para) de bulundu. Daha sonra sıkıştığı anlarda, devamlı şekilde pâdişâh’ın yardımlarını gördü. Bu arada Burhân-ı kâtıın tercümesini tamamladı. Arabca öğrenenlere yardımcı olmak için manzumTuhfe-i Âsım adlı eseri yazdı. Râgıb Paşa Hocası nâmıyla bilinen İbrâhim Halebî’nin, Siyer-i Halebî isimli Arabca manzum eserini Türkçe’ye tercüme ve şerhederek, Pâdişâh’a takdîm edip, hacca gitmek ve dönüşte ailesini getirmek için izin aldı. Gemiyle Mısır’a oradan Mekke-i mükerremeye gitti. Hac vazîfesini îfâdan sonra Medîne-i münevvereye gidip, Resûlullah efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem kabr-i şerifini ziyaret etmekle şereflendi. Orada, Antep’deki hocası Necîb Efendi ile görüştü. Hocası Firûzâbâdî’nin Kâmûsunu tercüme etmesini tavsiye etti. Resûlullah efendimizin huzurunda murakabe yapıp, bu hizmetinde muvaffakiyeti ve eserinin Allahü teâlânın dînine hizmette kullanılması için duâ etti. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem şefaatini taleb etti. Hac dönüşü Şam ve Haleb’e uğrayan Âsım Efendi, Anteb’deki ailesini alıp İstanbul’a döndü. 1805 senesinde Kâmûs’un tercümesine başladı. 1807 senesinde istifa eden Âmiri Efendi yerine, Osmanlı Devleti’nde geçen, günlük mühim hâdiseleri kaydetmek ve geçmiş olayların târihini yazmakla yâni vak’anüvislikle vazifelendirildi. Kendinden önceki vak’anüvislerin eserlerini ve vesîkaları görüp, inceledi. Sultan üçüncü Selîm Han’ın tahttan indirilmesi üzerine, büyük bir hamisini kaybetti ve ilk zamanlar bir hayli sıkıntı çekti. Sultan dördüncü Mustafa han’ın bir yıllık saltanatı sırasında da Pâdişâh’ın huzurunda dersler verdi. Bu arada İstanbul’a, Osmanlı elçisi Seyyid Refî Efendi ile birlikte İran’dan bir elçilik hey’eti geldi. Elçi, Hoy’daki din adamlarının başı olan Ak İbrâhim adında, Eshâb-ı kiram düşmanı azgın bir sapıktı. Acemlere yakışır bir yüksekten bakma edasıyla, Osmanlı diyarında âlim bulunmadığı iddiasında bulundu. Fakat Seyyid Refî Efendi’den Âm Efendi’nin Kâmûs’u tercüme ettiğini duyunca hayret etti. Âsım Efendi ile görüşmek istedi. Âsım Efendi, tercümesinin bir kısmını çantasına alıp, Refî Efendiyle beraber Ak İbrâhim’in yanına gitti. Yapılan görüşme ve ilmî sohbetler sonunda Âsım Efendi’nin ilmini takdir etti. Bu hâdiseden çok duygulanan Osmanlı elçisi Refî Efendi dışarı çıkar çıkmaz ilminin yüksekliğini gördüğü ve oradaki sohbetinden çok istifâde ettiği Âsım Efendi’nin ellerini öptü. Elçi, şeyhülislâmı ziyareti esnasında, fevkalâde beğendiği Âsım Efendi’nin lügati basıldığında, Bağdâd vâlisi vasıtasıyla hiç olmazsa bir nüshasının gönderilmesi için istirhamda bulundu.
Sultan İkinci Mahmûd’un tahta çıkmasından bir müddet sonra tekrar îtibârı artan Âsım Efendi, Süleymâniye Medresesi müderrisliğine tâyin edilip, büyük bir ev verildi. 1810’da bitirdiği Kâmûs’un tercümesini Pâdişâh’a takdim etti. Tekrar gözden geçirildiği tahmin edilen eser, daha sonra 1814 senesinde zamanın şeyhülislâmı tarafından pâdişâha arzedilip kitap hâlinde basılmasını tavsiye edildi. Bu arada Âsım Efendi’ye mühim me’mûriyetlerden Selanik kâdılığı verildi. Kâmûs’un basılması isteği derhâl kabul edilerek, bu işle Abdürrahîm Muhib Efendi vazifelendirildi. Eser 1815-1818 seneleri arasında basıldı. Pâdişâh’ın emriyle her kütüphâneye birer nüsha dağıtıldı. 1820 senesinde Selanik’teki me’mûriyet müddeti biten Âsım Efendi, İstanbul’a döndü. Çok geçmeden Üsküdar’daki evinde vefât etti.
El-Okyanus-ul-basît fî tercümet-il-Kâmûs- il-muhît, Burhân-ı kâtı tercümesi, Siyer-i Halebî tercümesi, Emâlî şerhi, Tuhfe-i Âsım, Abdurrahmân Cebertî’nin Mısır’ın Fransızlarca işgali ile ilgili olarak yazdığıMuzhîr-it-takdis bi-hurûci tâifet-il-Fransis adındaki Arabça risalenin Türkçe’ye tercümesi, Târih-i Âsım adlı eserleri ve şiirleri ile Allahü teâlânın dînîne ve Türk kültürüne büyük hizmetlerde bulunan Âsım Efendi, çok zekî ve çalışkan bir şahsiyetti. Vakitlerini hep faydalı işlerle değerlendirir, ya öğrenici veya öğretici olurdu, ilim ve ibâdetten arta kalan zamanı olmaz, uykuyu daha iyi ibâdet edebilmek için uyur, yemeği Allahü teâlânın dînine hizmet için, kuvvet kazanmak niyetiyle yerdi. Osmanlı Devleti içinde yeni başlayan Avrupa hayranlığına şiddetle karşı çıkar, Fransa’ya gidenlerin, onların tekniklerinden önce; dînimize, yaşayışımıza uygun olmayan örf ve âdetlerini aldıklarını söylerdi. Bilhassa devletin dış münâsebetlerinde güvenilemeyeceğini söyleyerek, Fransızca bilen gayr-i müslim tercüman kullanılmasını şiddetle tenkid ederdi. Bilhassa Rum beylerinden bir kısmının Fransız, bir kısmının da Rus tarafdârı olduğunu ifâde ederdi.
Kendisi ilmi ile âmil bir zât-ı muhterem olan Seyyid Ahmed Âsım Efendi, mühim işlerinde, Peygamber efendimizin sünnetine uyarak ehil kimselerle istişare yapar, istiharede bulunurdu. Âsım Efendi, pâdişâh ve devlet adamlarına emr-i mârufta bulunur, işlere ehil kimselerin getirilmesini, ilim ve İrfan sahiplerine gereken alâkanın gösterilmesini, sahte din adamlarına iltifat edilmemesini sık sık anlatırdı. Bilhassa büyüklerin yolunda olduğunu iddia edip, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uymayan sahte şeyhleri şiddetle tenkid eder, onlara yüz verilmemesini isterdi.
Tarihçiler tarafından çok ehemmiyet verilen Târih’inde, İbn-i Haldun ve Nâimâ’nın te’siri görülür. Eserinde devletin düzelip, nizâm ve intizâmın sağlanması için bâzı tavsiyelerde bulunurdu. Bu hususta şöyle demiştir:
“Pâdişâh ve onun emrindeki teşkilât, bütün kuvvet ve kudretiyle selâhiyeti elinde bulundurmalı, İslâmiyet’in emir ve yasaklarına uyarak kesin bir adalet tatbîk edilmelidir. Devletin varlığına ve müslümanların huzuruna kasdeden, zorba ve eşkıyaya, rüşvetçi ve dalkavuklara asla fırsat verilmemelidir. Avrupalılara ve gayr-i müslim vatandaşlara kat’iyyen güvenilmemelidir. Hele ahlâk, örf ve âdetlerde onlara benzemeye çalışmak, memleket için çok kötü neticelerin ortaya çıkmasına sebeb olur. Emr-i mâruf ve nehy-i anilmünker yapıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarının yayılmasıyla meşgul olmadan geçen bir hayât, toplumun cihâd ve cengâverlik duygularını köreltir, israf ve sefahate yol açar. Osmanlı Devleti’ndeki duraklama ve gerileme bundan dolayıdır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tercümet-ül-Kâmûs (Ahmed Âsım Efendi) mukaddimesi.
2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 374
3) Sicilli Osmânî; cild-1, sh. 283
4) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 183
5) Son Asır Türk Şâirleri (İbn-ül-Errûn Mahmûd Kemâl, İstanbul-1330); cild-1, sh. 66
6) Âyine-i zürefâ (Cemâleddîn Efendi); sh. 65
7) Eshâb-ı Kiram; sh. 309
8) Tam İlmihâl Seâdeti Ebediyye; sh. 980
9) Târih-i Âsım, İstanbul, baskı târihi yok, muhtelif sayfalar.
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 120
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 350

MÜSTAKİMZADE


Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından. Adı Süleymân Sa’deddîn’dir. 1719 (H. 1131) senesinde İstanbul’da doğdu. 1787 (H. 1202)’de aynı şehirde vefât etti. Kabri, İstanbul Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanında, hocası Mehmed Emin Tokâdî hazretlerinin ayak ucundadır. Babası Müstakim Emin Efendi’ye izafeten Müstakimzâde nâmıyla tanınmıştır. Künyesi, Ebü’l-mevâhip; lakabı Ma’sûmî ve Emînîdir. İstanbullu olduğu için de İstanbulî nisbesi verilmiştir.
Müstakimzâde önce babasından ilim öğrendi. Daha sonra devrin âlimlerinden Fâtih Câmii imâmı Seyyid Yûsuf Efendi’den kıraat ve fıkıh tahsîl etti. Pâdişâhın has tabiblerinden baş tabib Hayâtizâde Mustafa Feyzî Efendi’den ilim öğrendi. Yine meşhur âlimlerden Yemliha Hasan Efendi’den, saray hocalarından Hâfız Mehmed, Babadağlı Süleymân ve Seyyid Mehmed efendilerden çeşitli ilimleri; Şeyh Abbâs Râsim Efendi’den Fârisî’yi öğrendi. Sonra Üsküdar Vâlide Câmii vâizi Îsâzâde Şeyh Mehmed Salih Efendi vasıtasıyla Abdülganî Nablüsî Şâmî hazretleri silsilesinden hadîs-i şerîf ilmini öğrendi. Fındıkzâde İbrâhim Efendi, Edirnekapılı Mehmed Râsim Efendi ve Kâtibzâde Mehmed Refî Efendi’den hat dersleri alıp hat (yazı) san’atında yetişti. Zahirî ilimleri öğrendikten sonra, bâtını ilimlerde Şeyh Mehmed Salih Sahavî’ye talebe oldu.
Müstakimzâde bütün bu tahsîl hayâtından sonra, hayâtından önemli bir safhaya büyük bir âlim ve yüksek bir velî olan Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerini tanımakla başladı. Böyle büyük bir âlimi, zahirî ve bâtınî ilimlerde yetişmiş ve yetiştirebilen, tasavvufun yüksek derecelerine ulaşmış, kıymetli rehberi tanıması şu şekildedir: Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, şeyhülislâm Hamid Efendi Medresesi’nde ilim tahsîli ile meşgul iken, bir gün ders esnasında dershaneye nûr yüzlü mübarek bir zât geldi. Bu zât Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri idi. Dershanede ders veren hoca, onu eskiden beri tanıyıp çok sever ve hürmet ederdi. Teşrifi üzerine hürmeten dersi tehir etti. Müstakimzâde bu zâtı daha önce şahsen görmüştü. Fakat ismen tanımıyordu.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri dershanede sohbete başladı. Mübarek ağzından adetâ nûr saçılıyor; latîf cevherleri ve kıymetli bilgileri dinleyenlerin zihinlerine ve kalblerine nakşediyordu. Bu zâtın sohbetinde ilk defa bulunan Müstakimzâde, bu kıymetli sohbeti can kulağı ile dinlerken bambaşka bir âleme daldı ve kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Muhabbet ve iştiyakla gözyaşları dökerek emsaline az rastlanan kıymetli sohbeti dinledi. O zât sohbetini bitirip medreseden ayrıldı.
Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, kalbini cezbeden ve kendisine hayran olup, muhabbetle bağlandığı bu zâtın kim olduğunu sorup öğrendi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de dergâhına gidince, Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi’yi kasdederek; oradaki dostlarına; “Hayli zamandır ortalıkta dolaşan bir av vardı. Onu sâadet tuzağına düşürmek niyetindeyiz” buyurmuştu.
Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi, çok sevip tutulduğu bu zâtın evini öğrendi. Nihayet dayanamayıp bir seher vakti Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin evine gitmek üzere yola çıktı. Kapısına varınca, kapıyı çalmadan o mübarek zât tarafından kapıda karşılanıp içeri kabul edildi. Bu ilk ziyarette çok ikrâm ve iltifata kavuştu. Kendisini talebeliğe kabul edip önce zahirî ilimlerde ders verdi. Bundan sonra senelerce derslerine ve sohbetlerine devam etti. Tasavvufta Ahrâriyye yolunda yetiştirdi. Hadîs ilminden çeşitli hadîs kitablarını ve Buhârî-i şerifi okuttu ve bu ilimde icazet verdi.
Müstakimzâde, hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin vefâtından sonra da ilmî çalışmalar yaptı. Pek çok eser yazdı. Yazdığı kıymetli eserlerden büyüklü küçüklü yüz otuz adedi, İstanbul kütüphânelerinde mevcûddur. Eserleri çeşitli ilimlere âid olup, değişik mevzûlardadır. Bâzı kıymetli eserleri Türkçe’ye tercüme etmiştir. İslâm dünyâsında yazılan eserler arasında bir benzeri daha bulunmayacak derecede kıymetli bir eser olanMektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî’yi kuddise sirruh ve Mektûbât-ı Mâsûmî’yi altı cild hâlinde Osmanlıca’ya tercüme etti.
Eserlerinden bir kısmı şunlardır: Dîvân-ı hazret-i Ali, Devhut-ül-meşâyıh, Tuhfet-i hattatîn, Terceme-i fikh-ı ekber, Risâle-i ebeveyn, Menâkıb-ı Eshâb-ı Bedr, Akîdet’üs-sûfiyye, Mürşîd-ül-müteehhilîn tercümesi, Terâcim-i abvâl. Bunun yanında ayrıca şiirleri de vardır.
Bir şiiri şöyledir:
“Yâ Rab! Kalemim mûy-i fenadan sakla
Tahrîrimi ta’n-ı süfehâdan sakla
Tevfîkin idüp kanda gidersem rehber
Şâhrâh-ı şeriatte hatâdan sakla!”
(Ey Allahım! Kalemimi fena kılından uzak tut ve yazdıklarımı alçakların kınamasına fırsat verme. Bana tevfîkinle nereye gidersem kılavuz eyle. İslâmiyet’in parlak olan ana caddesinde yürüt ve günâha yaklaştırma.)
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 150
2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 168
3) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 47
4) Tuhfe-i Hattatîn; sh. 3
5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1078
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 300

ZİYA PAŞA



Tanzîmât devri yazar, şâir ve devlet adamlarından. Esas ismi Abdülhamîd Ziyâüddîn veya Abdülhamîd Ziyâ’dır. 1825 yılında İstanbul’da Kandilli’de doğdu. Babası Galata gümrüğünde kâtib olarak vazîfe yapan Erzurumlu Ferîdüddîn Efendi, annesi ise, Itır Hanım’dır. İlk tahsîline Kandilli’de başladı. Daha sonra Süleymânîye’deki Mekteb-i ulûm-ı edebiyye’ye devam etti. Husûsî hocalardan Arabça ve Farsça öğrendi. On yedi yaşına geldiği zaman mektebi bitirdi. Sadâret Mektûbî odasında ilk devlet me’mûriyetine girdi. Bu kalemde iken devrin büyük münşîleri ve şâirleri ile tanıştı. Eline geçen dîvânları okuyarak şiirler yazmaya başladı. Otuz yaşına kadar bu vazîfede kaldı. 1855’de Mahmûd Nedîm Paşa’nın aracılığıyla Mustafa Reşîd Paşa’yı tanıdı ve onun yardımıyla mâbeyn beşinci kâtibi oldu. Bir kaç yıl sonra üçüncü kâtibliğe terfi etti. Bu arada öğrendiği Fransızca’dan eserler tercüme etmeye başladı. Bu sebeple Fransız kültürünün te’sirinde kaldı. Mâbeyn feriki Ethem Pertev Paşa’nın teveccühünü kazandı. 1861 senesinde Encümen-i şuarâ (şâirler meclisi) toplantılarına katıldı.
Sultan Abdülazîz Han’ın pâdişâh olmasından sonra, pâdişâh için yazdığı çeşitli manzumelerle dikkati çekti. Sultan Abdülazîz Han’ın teveccühünü kazandı. Pâdişâh’ın bu teveccühü şâire çabuk yükselme ümid ve hırsı verdi. Pâdişâh’ın gözünden düşürmeye çalıştığı Âlî Paşa’nın 1861’de sadâretten azl edilmesinde Ziya Bey’in te’siri oldu. Alî Paşa’dan sonra sadrâzam olan Fuâd Paşa ile de arası açılan Ziya Bey, 1861 senesinde zabtiye müsteşarlığına, on üç gün sonra da Atina sefirliğine tâyin edilerek saraydan uzaklaştırıldı. Fakat Ziya Paşa vazîfe kabul etmeyerek istifa etti.
1862 Nisan’ında mîr-i mîrânlık rütbesi verilerek Kıbrıs mutasarrıflığına tâyin edildi. Bu mutasarrıflık süresince, paşa ünvânını taşıdı. Bir yıl müddetle bu vazifeyi yürüten Ziya Paşa, Kıbrıs’ın havasına uyum sağlayamadığı için hastalandı. Bir çocuğunun ve babasının ölümü üzerine saraya müracaat ederek İstanbul’a alınmasını istedi. Çıkan bir irâde ile Meclis-i vâlâ âzâlığına tâyin edilerek İstanbul’a döndü. Dönüşünü müteâkib mîr-i mîrânlığın ûlâ sınıfına terfi ettirilerek beylikçiliğe tâyin edildi. Aynı sene içinde Bosna teftişine me’mur edildi. O zaman mâliye nâzırlığı vazifesini yürüten Fâzıl Mustafa Paşa’yla arası açıldığı için, istifa etti. Dönüşünde tekrar Meclis-i vâlâ âzâlığına, bir kaç ay sonra da deâvî nezâretine tâyin edildi (1863). Aynı sene sonunda Amasya mutasarrıflığına getirildi. 1865’de Canik mutasarrıflığına nakledildi. 1866’da tekrar Meclis-i vâlâ âzâlığına getirildi. Filib Efendi tarafından çıkarılan Muhbir gazetesinde Bâb-ı âlî hükümetine karşı olan tenkîdlerini yazmaya ve halkı hükümetin uyguladığı politikalara karşı kışkırtmaya başladı. Bir süre sonra yorgun ve hasta olduğunu bahane ederek Paris’e gitmek üzere sadrâzam Alî Paşa’dan izin istedi. Paris Yolculuğunu beklerken, ikinci defa Kıbrıs mutasarrıflığına tâyin edildi. Sultan Abdülazîz Han’a sunduğu arz-ı hâl ile Kıbrıs mutasarrıflığından affını istedi. Fakat mazereti uygun bulunmayarak isteği kabul edilmedi. Bir müddet sonra Yeni Osmanlılar cemiyetine giren Ziya Paşa, devlet ve hükümet aleyhinde yazılar yazdı.
1867 yılı Mayıs ayında Bâb-ı âlî, Pâdişâh ve Osmanlı Devleti aleyhinde faaliyet gösteren Mustafa Fâzıl Paşa’nın daveti üzerine Paris’e kaçtı. Avrupa’da Jön Türkler’in çıkardığı Hürriyet gazetesinde Pâdişâh ve devlet aleyhinde yazılar yazdı. Mustafa Fâzıl Paşa, sultan Abdülazîz Han’ın teklifini kabul edip İstanbul’a dönünce, Fransa hükümetinin izin vermemesi üzerine Londra’ya geçerek Hürriyet gazetesini orada çıkarmaya başladı. Jön Türklerin diğer üyeleriyle aralarında çıkan anlaşmazlık sebebiyle gazeteyi 64. sayıdan itibaren tek başına çıkardı. 88. sayısına kadar Londra’da çıkardığı Hürriyet gazetesini 100. sayısına kadar da İsviçre’de çıkardı. Alî Paşa’nın ölümü üzerine İstanbul’a gelen Ziya Paşa, 1872 de icrâ cemiyeti reisliğine tâyin olundu. Gençliğinden beri himayesini gördüğü Mahmûd Nedîm Paşa sadrâzam olunca, iltifatına kavuştu. Mahmûd Nedîm Paşa’nın sadrâzamlıktan uzaklaştırılması üzerine görevinden azledildi. 1873’de Şûrâ-yı devlet (danıştay) âzâlığına tâyin olunan Ziyâ Paşa, Mahmûd Nedîm Paşa’nın ikinci sadâreti sırasında ona karşı cephe aldı. Mahmûd Nedîm Paşa hükümeti ve Pâdişâh aleyhindeki faaliyetlere katıldı. O devrin sözde okumuş aydınları ve Avrupa hayranları arasında masonluğa girdi. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma adlı eserinde; torunu Fahreddîn Işık Bey’in mektubundan naklederek Ziyâ Paşa’nın mason olduğunu yazmaktadır.
Mahmûd Nedîm Paşa aleyhinde, Midhat Paşa ile birleşerek medrese talebelerini isyân ettiren Ziya Paşa, sultan Abdülazîz Han’ın tahttan indirilmesi için çalışanlarla işbirliği yaptığı gibi, velîahd sultan Murâd’ın tahta geçmesi için de çalıştı.
Sultan Abdülazîz Han’ın hal’ edilmesinden sonra, 30 Mayıs 1876’da mâbeyn başkâtibi oldu. Fakat sürgünde bulunan Nâmık Kemâl ve arkadaşlarını getirmek için acele etmesi ve bu hususta sadrâzamı sıkıştırması üzerine vazîfeden azledildi. Aynı sene içinde maârif nezâreti müsteşarlığına tâyin edildi. Nâmık Kemâl’le beraber Kânûn-i esâsî encümeninde çalıştı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın saltanatının ilk günlerinde sarayda teşkil edilen Tercüme cemiyetine âzâ seçildi. Kânûn-i esâsî’nin hazırlanışında 113. madde sebebiyle Midhat Paşa’yla da arası açıldı. 1877’de vezirlik rütbesi verilerek Suriye vâliliğine tâyin edilmek suretiyle İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Bu vazîfede altı aya yakın bir zaman kalan Ziya Paşa, çeşitli huzursuzlukların ortaya çıkması üzerine 1878 senesinde Adana vâliliğine nakledildi. 17 Mayıs 1880’de Adana’da öldü. Cenazesi Adana Ulu Câmii hazîresine gömüldü.
Şinâsî’den sonra, Nâmık Kemâl ile birlikte Türk edebiyatının yenileşmesine çalışan Ziya Paşa, doğu ile batı kültür dünyâsı arasında kesin tavır belirleyemeyip ikili bir anlayış içinde kalmıştır.
Tanzîmât edebiyatının karekteristik özelliklerini taşıyan bir şâir olan Ziyâ Paşa, Nâmık Kemâl’e göre daha gelenekçidir. Mîzâcı ile düşünceleri arasında derin zıtlıklar vardır.
Ziyâ Paşa zeki, yerine göre kalender fakat ihtiras sahibi, zengin hayâta düşkündü. Gizli meramlı, fakat açık sözlü, sabırsız, zâlim olmasının yanında; vefâlı ve insanları dâima afva hazır bir mîzâca sâhibti. İhtirasları ile fikirleri arasında, gidip gelen bir kimse olması ayrı bir yönü idi.
Dîvân şiirini iyi tanımış, eski şiirin değişik san’at yapma kaygısını gazel ve kasîdesinde göstermeye çalışmıştır. Şiirlerinde hicivi ustalıkla işleyen şâir,Tercî-i Bend, Terkib-i Bend ve Zafernâme adlı şiirleriyle meşhur olmuştur. Fikrî ve siyâsî yazılarında Avrupaî düşüncenin izlerini taşımaktadır. Meşrûtiyet tarafdârı olduğu için, Tanzîmât’ın ileri gelenleri olan Alî ve Fuâd paşalarla muhalefet içinde olmuştur.
Ziyâ Paşa, gazetelerde yayınlanmış yazılarından başka,
1- Eşâr-ı Ziyâ, 2- Zafernâme, 3- Rüya, 4- Hârâbat, 5- Endülüs Târihi, 6- Engizisyon Târihi, 7- Veraset Mektubları, 8- Arz-ı Hâl, 9- Tartuffe yahut Riyânın Encamı, 10- Defter-i Âmâl adlı eserlerin de sahibidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Ziyâ Paşa Üzerinde Bir Araştırma
2) Türk Klâsikleri; cild-5, sh. 341
3) Türk Edebiyatı Târihi; sh. 27

21 Mayıs 2019 Salı

ARPALIK


Devlet tarafından; vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıfa, saray adamlarına ve yüksek rütbeli ilmiye ricaline vazifeleri sırasında maaşlarına ek olarak; görevlerinden ayrıldıktan sonra da verilen tekâüd veya ma’zûliyyet maaşı. Arpalığın ne zaman ve ne gaye ile ihdas edildiği kesin olarak bilinmemektedir. On altıncı asrın başlarında verilmeye başlanan arpalığın, me’murluğu dolayısıyla at beslemek durumunda olanlar için konduğu tahmin edilmektedir. Arpalık kendisinden başka kalabalık maiyyeti, uşak ve hizmetkârları bulunanlara masrafları gözetilerek bağlanırdı. Bu aylık önceleri yeniçeri ağası, bölük ağası gibi askeri şahıslara verilmekte iken, sonraları şeyhülislâm, kazasker, müderris gibi yüksek ilmiye sınıfına, sultan hocalarına, güç vazifelerde bulunan idare âmirlerine, on yedinci asırdan îtibâren de vezirler ile ümerâya verilirdi.
Arpalık, ya belli bir kazâ veya sancağın senelik gelirinin bir kısmı tahsis olunmak veya hazîneden belli bir gündelik verilerek olurdu. Bunun birincisine Bervech-i arpalık dirlik, ikincisine Bervech-i arpalık ulûfedenilirdi. Arpalığın en fazlası; idare âmirleri için senelik yüz bin, ilmiye sınıfı için yetmiş bin, yeniçeri ağaları için elli sekiz bin, saray mensupları için ise 19.999 akçe idi. Ulûfe olarak verilenlerin senelik toplamı da bu değerleri aşmazdı.
Arpalık sahibi olanlar, bizzat arpalık olarak tahsis edilen kazaya gitmeyip yerine bir nâib gönderdikleri gibi, bâzan da kendileri giderlerdi. Sultan üçüncü Selîm, bozulan ilmiyenin ıslâhına teşebbüs ettiği sırada, arpalık sahibi olan ma’zul vilâyet kâdıları ile kazaskerlerden, vilâyet kâdılarından mazereti olmayanların bizzat arpalıklarına giderek hâkimlik etmeleri ve sakat ve ihtiyar olanların da arpalıklarını iltizâma vermeyip emânet suretiyle beşte bir üzerinden ehliyetli dürüst nâiblere vermelerini hâvi neşrettiği fermanda; câhil kimselere nâiblik verilmemesini ve imtihansız hiç kimsenin yeniden kâdılığa tâyin edilmemesini emretti.
Arpalık, bir çok sûistimallere meydan verdiği için on sekizinci asırda kaldırılarak aylığa bağlandı. Bu durum daha sonra genişliyerek arpalık maaşı tanzîmâttan sonra, isim değişikliği ile, tarîk maaşı ve en son olarak rütbe maaşı adını aldı. Meşrûtiyet’ten sonra ise ilmiye sınıfına da, diğer devlet me’murları gibi muntazam aylık ve emekli maaşı bağlandı. Böylece arpalık târihe karışmış oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti İlmiye Teşkilâtı; sh. 18
 2) Arpalık (İbn-ül-Emîn, T.T.E.M, sene-16); sh. 276
 3) Târih-i Cevdet; cild-4, sh. 292
 4) Osmanlı Târihi Deyimleri; cild-1, sh. 84
 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-10, sh. 238