23 Haziran 2019 Pazar

BAHRİYE MEKTEBİ


Osmanlı donanmasına subay yetiştiren okul. Bugünkü Deniz harb okulunun ve Deniz lisesinin çekirdeğini teşkil eder.
Osmanlı Devleti, kuruluş döneminde Ege ve Marmara’da kıyıları, gemi ve tersaneleri bulunan beylikleri idaresi altına almak suretiyle donanmaya sâhib oldu. Ayrıca, donanmanın ehemmiyeti sebebiyle kesîf çalışmalar yaptı. Nihayet, Fâtih devrinde, 1470’lere doğru dünyânın rakîbsiz olan Venedik donanmasını geçti. İkinci Bâyezîd ve Yavuz devirlerinde daha da gelişen Osmanlı donanması, Kânûnî zamanında en yüksek noktaya ulaştı. Donanmadaki personel, senenin büyük bir kısmını denizlerde geçiren çekirdekten denizciydiler. Tersânelerdeki işçi, usta ve mühendisler de çıraklıktan görerek yetişiyorlardı. Donanma ve tersane tatbîkâtlı (uygulamalı) ders veren birer mekteb durumunda olduğundan devlet haklı olarak ayrıca denizci ve gemi usta ve mühendisi yetiştirecek mekteb açma ihtiyâcını hissetmemişti. Ayrıca Osmanlı denizciliği en parlak devrini yaşadığından, denizcilik sahasında daha başka faaliyetlerde bulunmaya teşvik edici ve zorlayıcı sebepler de yoktu.
Bu dönemde Avrupa devletlerinin durumu farklı idi. Osmanlı Devleti sınırlarının Tuna’ya ulaşması, Bizans’ı Avrupa topluluğundan koparması, boğazları kapatarak modern bin boğazlar statüsü kurması, Karadeniz’i bir Türk gölü hâline getirip, Akdeniz’de hâkimiyetini îlân etmesi sebebiyle, Avrupa devletlerinin bu denizlerdeki gelir, kapılan kapanmıştı. Ceneviz’in Karadeniz yoluyla Asya ve Doğu Avrupa’dan yaptığı ticâreti yok olmuş, Venedik de bu alanda büyük darbeler yemişti. Bu yüzden Avrupa devletleri zenginliğini bildikleri Asya memleketlerinin gelirlerinden istifâde edebilmek için açık denizlerde başka yollar aramak zorunda kaldılar. Müslümanlardan öğrendikleri pusula da onlara yaptıkları uzun deniz yolculuklarında büyük kolaylıklar sağladı.
Portekiz ve İspanya’nın baş çektiği bu açık deniz seyahatleri neticesinde coğrafî keşifler yapıldı ve üç asır geçmeden Avrupa pek çok servet sahibi oldu. Daha sonra bu servetten en büyük payı İngilizler aldı. Bütün bunlara paralel olarak Avrupalılar, denizcilik ve gemicilik san’atında pek çok bilgi ve tecrübe kazandılar. Kürekli gemilerden yelkenliye, daha sonra buharlıya geçtiler. Bunun için lâzım gelen personeli yetiştirdiler. Donanmalarını da kalyonlarla (yelkenlilerle), yeni bilgi ve tecrübeleriyle techiz edip donattılar.
Avrupa bu seviyede bulunurken, Osmanlı Devleti mevcut durumunu ve hâkimiyetini devam ettirme ile iktifa ediyordu. Bu sebeple modern gemilere ve yetişmiş personele sâhib Avrupalı karşısında muvaffak olamıyordu. Bunun için on yedinci yüzyılın sonunda donanma modern gemilerle donatıldı. Fakat bu defa yetişmiş personel sıkıntısı başgösterdi. Hattâ 1768-1774 Osmanlı-Rus muhârebesinde yirmi kalyon (yelkenli gemi) bulunduğu hâlde, personel yetersizliğinden yalnız on tanesi techiz edilebilmişti (donatılabilmişti). Bu filo, Rusların Ege denizine sokulan Baltık filosu karşısında kesin netîce alamıyarak Çeşme limanına çekilmişti. 6-7 Temmuz 1770 gecesi Rus filosuna âid bir ateş kayığının baskını ile Osmanlı kalyonlarının tamâmı yakıldı ve beş bin denizci şehîd oldu.
Zâten personel sıkıntısı çeken Osmanlı Devleti’nin artık denizci mes’elesini köklü bir şekilde hâlletmesi, gemicilik bilgi ve tecrübesi ile deniz muhârebe san’atında mahir denizci yetiştirmesi zarureti ortaya çıktı. Donanmanın ehemmiyetini çok iyi bilen Osmanlı pâdişâhları bu hususta hiç bir fedâkârlık ve masrafı esirgemediler. 1734 yılında sultan birinci Mahmûd zamanında Üsküdar’da kara ve deniz okullarına esas olan bir mühendishâne (askerî mekteb) açıldı. Fakat bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için hemen kapandı. Arkasından sultan üçüncü Mustafa’nın emri ile Kasımpaşa’da bir kalyonda gemi kaptanlarının katıldığı bir kurs açıldı. Aralarında Baron de Tott’un da bulunduğu yabancı hocalar tarafından düzlem geometri ve seyr dersleri gösterildi. Bundan dolayı bâzıları Deniz Harb Okulu’nun kuruluş yılı olarak sultan üçüncü Mustafa zamanını kabul eder.
Bilâhare 1776 (H. 1190) târihinde Kasımpaşa’daki tersanedeMühendishâne-i Bahrî adıyla bir sınıf açıldı. Deniz Harb Okulu’nun kuruluş yılı olarak bu târihi kabul edenler de vardır. Bu sınıfa bir hoca, muavin ve bir eğitim âletleri muhafızı tâyin edilerek, on talebe alındı. Ders olarak matematik, coğrafya ve harita okutuluyordu. Bu mektebe hoca olarak ilk defa Cezâyirli Hasan Hoca vazifelendirildi ise de, mîrî kaptanlığa tâyin edilmesiyle, yerine imtihanla Seyyid Osman Efendi getirildi. Bir müddet sonra Seyyid Osman Efendi’nin de Hasköy mühendishânesi (Kara mühendishânesine) tâyin edilmesi üzerine, yerine, mühendishânenin yetişmiş talebelerinden Mustafa Efendi getirildi.
Beş-altı sene sonra bu mühendishâne küçük geldiği için, Halîl Hâmid Paşa’nın sadrâzamlığı ve tersanedeki inşâat, tâmirat, alım-satım işlerine bakan Atâ Bey’in tersane eminliği zamanında, şimdiki Câmialtı yakınındaki Tersane zindanı yanında iki-üç odalı bir mühendishâne yaptırıldı. 1782 (H. 1192)’de mektebe, deniz tabiyesi ve hendese (mühendislik) dersleri de ilâve edildi. Bu sırada İstanbul’da bulunan Fransız firkateyninin komutanı binbaşı Truquet, deniz tabiyesi; Fransız sefarethânesi (elçiliği) vazifelilerinden Tonda da mühendislik dersleri verdiler. Bu Fransız öğretmenlerin hazırladıkları ders notları Türkçe’ye çevrilerek talebelere dağıtılıyordu.
Yine Halîl Hâmid Paşa’nın sadrâzam olduğu 1784 (H. 119B) senesinde Fransa’dan istihkâm binbaşısı Mâniye ile Lafayet Klave isimlerinde iki kale mühendisi getirildi. Bunlar, Tersane mühendishânesinde (Bahriye mektebinde) uygulamalı olarak ders vermeye başladılar. Böylece Tersane mühendishânesinin yanında Kara mühendishânesinin de çekirdeği kuruldu. İstanbul’da Fransız hey’etinin Osmanlı kara ve deniz kuvvetlerini modernize etmek için yaptıkları bu faaliyetler, Rusya’nın hoşuna gitmedi. Buna mâni olmak için teşebbüslerde bulundu. Müttefiki olan Avusturya imparatorluğu ile Fransa’ya müracaat edince, Avusturya kralının dâmâdı olan Fransa kralı on altıncı Louis, 1788’de üçüncü Selîm zamanında, Türkiye’deki askerî uzmanlarını geri çağırdı. Bundan sonra mektebde yalnız nazarî (teorik) tedrisâta devam edildi. Bu dersi, Gelenbevî İsmâil ile Kasabbaşızâde İbrâhim efendiler veriyordu.
Üçüncü Selîm, 1787-1792 Türk-Rus harbinden sonra, çekirdekten denizci olan Küçük Hüseyin Paşa’yı kapdan-ı deryalığa getirdi. Küçük Hüseyin Paşa, Osmanlı bahriyesini modernize etmek için pek çok gayret gösterdi ve 1795 yılında Tersane mühendishânesine bir gemi inşâ dâiresi açıldı. Bölümün başına da Fransa’dan getirilen Brün tâyin edildi. Bölümün dersleri üç kısım olup, birincisinde, matematik, hendese (geometri); ikincisinde, resim ve gemi resimleri dersleri vardı. Üçüncü kısım, gemi inşâat tezgâhlarına gidip, tatbikat yapmaktı. İnşâ bölümünde on talebe vardı. Her talebenin kabiliyet ve çalışması hakkında her ay kapdan paşaya bilgi veriliyordu. Zamanla iyi talebeler yetişti. Hattâ buradan yetişme olan Mustafa ismindeki talebe Brün’e muavin oldu.
Daha sonra yine Fransa’dan getirilen Parale adlı mühendis, tatbîkâtlı harita, coğrafya ve seyr-i sefâin dersleri vermeye başladı. Neticede Tersane mühendishânesi; seyr-i sefâin ve harita ile gemi inşâ bölümüolmak üzere İki kısma ayrılmış oldu.
Seyr-i sefâin ve harita bölümünden me’zun olanlar, önce jurnal hocası (seyr zabiti), sonra çorba hocası (levazım zabiti), daha sonra baş hoca yâni ikinci kumandan, nihayet imtihanı kazanırlarsa, kapdan oluyorlardı. Gemi inşâ bölümünü bitirenler ise, sırayla İkinci kalfa, baş kalfa ve sonunda mîmâr oluyorlardı.
Üçüncü Selîm’in dikkat ve bilgisi, Küçük Hüseyin Paşa’nın gayretleri ile Bahriye mektebi gittikçe rağbet kazandı ve bahriyenin modernleşmesi yolunda büyük adımlar atıldı. Ancak bu sırada Napolyon’un tutumu daha fazla işler yapılmasına manî oldu. Mısır’ı işgal ederek Osmanlıları yıllarca uğraştırdı. Sonunda Fransızlar Mısır’dan çıkarıldı. Küçük Hüseyin Paşa, donanmanın başında zaferle İstanbul’a döndükten bir müddet sonra vefât etti.
Onun yerine Fransa’da elçilik yapmış, çok çalışkan ve müteşebbis bir zât olan Morali Seyyid Ali tâyin edildi. Seyyid Ali daha modern Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn adı ile bir Bahriye mektebi binasının inşâası için üçüncü Selîm’den izin aldı. Binanın temelleri atıldığı sırada Kabakçı isyânı çıktı (1807).
Bütün bunlara rağmen, üçüncü Selîm zamanında İstanbul tersanesi yeniden canlandı. Mühendishâne ders programına cebir, trigonometri, mekanik, astronomi, atıcılık ve harb târihi kondu. Ayrıca Arabça, Fransızca mecburî olup, Farsça seçmeli idi. Bu sırada, çok iyi Fransızca ve bâzıları İngilizce öğrenmiş subay ve mühendisler yetişti.
Bahriye mektebindeki tedrisât bu şekilde devam ederken, 1821 (H. 1237) Kasımpaşa yangınında mekteb yandı. Bir yıllık aradan sonra, Kasımpaşa’daki askeri bıçakçı yeri olarak kullanılan binada, bâzı tadilât yapılarak, on iki yıl zor şartlar altında derslere burada devam edildi. Fakat burası ihtiyâcı karşılamadığı için seyr-i sefâin (deniz subaylığı) kısmı 1834 (H. 1250)’de Heybeliada’daki Kalyoncu kışlasına nakledildi. 1838 yılında Kasımpaşa’da şimdiki Deniz hastahânesinin olduğu yerde bulunan Cezâyirli Hasan Paşa’nın konağı satın alındı. Dört yüz talebeyi okutacak şekilde bir Bahriye mektebi yapıldı ve Heybeliada’daki seyr-i sefâin bölümü tekrar buraya taşındı. Tanzîmât devrinde ise mektebin ismi, Mekteb-i bahriye-i şâhâne olarak değiştirildi ve programında bâzı yenilikler yapıldı.
1848 (H. 1264)’de Sultan Abdülmecîd zamanında Patrona-i hümâyûn kapdanı Mustafa Paşa, Bahriye mektebi ile ilgili bir lâyiha (rapor) verdi. Lâyihada, tersanedeki tahsil müddetinin yedi seneden dört seneye indirilmesi, talebe sayısının yüz yirmiden fazla olmaması, darülfünûn (üniversiteden talebe alınıncaya kadar, 14-16 yaşları arasındaki deniz subayı çocuklarının talebe olarak alınması, alınacak talebelerin Kur’ân-ı kerîmi okuyabilmesi, Arabî yazabilmesi, sıhhat ve diğer durumlarının bir hey’et tarafından tedkîk edilmesi, üçüncü sınıfa gelince talebelerin makina ve inşâiyye sınıflarına ayrılmaları, üçüncü ve dördüncü sınıf talebelerine îmân, amel ve ahlâk bilgilerini ihtiva eden ilmihâl bilgilerinin öğretilmesi, Arabî, matematik, geometri, cebir, resim, Fransızca, inşâiyye ve güverteye ayrılan talebelere de kendi bölümleri ile ilgili dersler gösterilmesi teklif ediliyordu.
Bahriye meclisi, bu rapora; talebeye tatbikat gemisinin tahsis edilmesi, Fransızca seçmeli ve İngilizce’nin mecburî olmasına dâir iki madde ekledi.
Bu lâyiha ilâvesiyle birlikte, hükümet tarafından kabul edildi.
1852 yılına kadar Kasımpaşa’da kalan Bahriye mektebi, bu sırada Sakızağacındaki hastâhânenin Mühendishâne-i bahrî binasına nakledilmesi üzerine, Kasımpaşa’daki Mühendishâne-i bahrî de Heybeliada’ya nakledildi.
1860’da tahta geçen Sultan Abdülazîz, Bahriye teşkilâtına son derece ehemmiyet verdi. Osmanlı donanması, dünyânın sayılı donanmaları arasında yer aldı. Bahriye mektebi büyük bir gelişme içerisinde iken, 93 Osmanlı-Rus harbi bu durumu önledi. Bu dönemde, Bahriye mektebinin dershâne binası ile vapur iskelesi arasında bir köşk yaptırılarak, burada Ticâret-i bahriyye mektebi öğretime başladı. Bu mektebin 1904 yılında kapatılması ile talebeler, Bahriye mektebinde karşılığı olan sınıflara alındı.
İkinci Meşrûtiyet’den (1908) sonra Bahriye mektebinin programı, İngiliz bahriye okulu esaslarına göre düzenlendi. Genel kültür ve meslek derslerine ağırlık verildi. Bilâhare makina ve levazım kısımları açıldı.
Daha sonra, Cumhuriyet döneminde açılan Deniz lisesine (1928), Deniz harb okulu ismi verildi. Okul 1985 yılında Heybeliada’dan Tuzla-Tuzbumu’ndaki te’sislerine taşındı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Deniz Mektebleri Tarihçesi (F. Kurdoğlu, İstanbul-1941)
 2) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı (Uzunçarşılı); sh. 507, 528
 3) Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi’nin Tarihçesi (Suphi Aksoydan, Deniz Kuvvetleri Dergisi); cild-79, Ağustos-1973, sayı 482); sh. 10
 4)1773’den 1973’e kadar Türk Bahriyesinde Öğretim ve Eğitim (Hasan Yumuk, Deniz Kuvvetleri Dergisi, cild-79, sayı-482); sh. 4
 5) Deniz Harp Okulu Tarihçesi ve İlgili İncelemeler (İstanbul Deniz Müzesi Müdürlüğü, Deniz Kuvvetleri Dergisi, cild-87, sayı 499); sh. 4

ANADOLU HİSARI


İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde Anadolu sahilindeki hisar. Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılmıştır. İnşâ târininin 1391 veya 1399 olduğu tahmin edilmektedir. Boğazın Anadolu kıyısında Göksu deresinin denize döküldüğü yerde dere ile deniz arasında kireç ve şist katmanlarından meydana gelen tepe üzerindedir. Eski kaynaklarda bu hisar; Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar isimleriyle zikredilmektedir.
Bizans’ın Karadeniz yoluyla yardım almasına mâni olmak maksadıyla inşâ edilen Anadolu Hisarı; asıl kale, iç kale ve üç kuleden meydana gelir. Asıl kale, dikdörtgen bir plân üzerine yükselen bir kuledir. Kule, üzeri toprakla örtülü yüksekçe bir kayanın üzerine oturtulmuştur. Dört katlı olan bu kuleye bugün güney batıda bulunan bir kapıdan girilmektedir. Kulelerin alt katlarının kapısı yoktur. Kuleye, birinci kat hizasından kaleyi iç kaleye bağlayan bir asma köprüden geçilir. Alt kata ise batı duvarının içine yapılmış olan bir merdivenle inilir. İkinci kata kuzey duvar içine yerleştirilmiş olan bir merdivenle çıkılır.
İç kale duvarları iki-üç metre kalınlığında asıl kuleyi kuzeybatı ve kuzeydoğudan çevreler. Üzerinde dört kule vardır. İç kale duvarının kapısı, kuzeydoğudaki kulenin kuzeyindedir. Kaleye açılan giriş yolları, düşman kuvvetlerinin hareketine engel olacak tarzda yapılmıştır. İç kale duvarını aşan düşmanın, asıl kaleye varabilmesi için, iç kale duvarının güneyindeki merdivenden çıkarak, doğudaki duvarın kuzey ucuna yakın asma köprüden geçmesi gerekir. Fakat düşmanın kaleye hücum ettiği bu zaman içinde asma köprü kaldırılmış olurdu. Düşman askerlerinin hücumları böylece başarısız bırakılırdı. Güneydeki merdiven ve buradan asma köprüye ulaşan yol, asıl kalede bulunan askerlerin rahatlıkla ok atarak düşmanı kıracakları bir tarzda yapılmıştı. Stratejik bakımdan yeri ustalıkla seçilen kapıyı, batıdan gelen düşmanın görmesi imkânsızdı.
Dış kale surları, çok kemerli ve çokgendir. İç kale surları ile güneydoğu ve kuzeybatıdan birleşir; üzerindeki üç kule ile korunur. Surların güneyindeki bazı kısımlar bugün yıkılmış hâldedir. Kuleler ise, bedeninde mazgallar bulunan duvarlar üzerinde; kuzeyde, kuzeybatıda, batıda silindir biçiminde çevreye ve yollara hâkim yapılardır.
Osmanlı târihinde önemli bir yeri olan Anadolu Hisarı’nı yaptıran Yıldırım Bâyezîd Han, inşâatı tamamlatılınca, Bizans imparatoruna bir elçi göndererek İstanbul’un anahtarlarını istedi. Neticede imparator bir andlaşma yapmak zorunda kaldı. Beş sene cizye vermeyi, Galata semtinde bulunan müslümanların orada bir mescid yapmalarını ve Galata’ya bir kâdı gönderilmesini kabul etti.
Yıldırım Bâyezîd Han, Ankara savaşında mağlûb olunca, oğlu Süleymân Çelebi bir süre burada saklanmıştır. Sultan İkinci Murâd Han devrinde, haçlı ve Macar ordusunu durdurmak üzere yola çıkan ordunun, Rumeli’ye geçmesinde bu hisardan faydalanılmıştır. Sultan İkinci Murâd Han Yalova yoluyla buraya gelmiş, Çandarlı Halîl Paşa da karşı kıyıdan top ateşiyle pâdişâhı korumuş, Papalık ve Venedik donanmasına rağmen rahatlıkla karşı kıyıya geçilmiştir. İstanbul’un fethinden önce Rumeli Hisarı inşâ edilmeden bu kale tahkîm edilmiş, böylece İki hisar ile boğaz kontrol altında bulundurulmuştur. 1452’de sultan İkinci Mehmed tarafından yapılan değişiklikler, Anadolu Hisarı’nın mukavemetini son derece arttırmıştır. Böylece, daha önceleri müdâfaa maksadıyla yapılan kale, boğazın transit nakliyatını men ettiği gibi, taarruz vâsıtası hâline de gelmiştir. Fâtih Sultan Mehmed Han, buraya sultan mahfili bulunan bir câmi yaptırmıştır. Hisar civarına önce askerler, daha sonra da sivil halk iskân edilmeye başlandı. Kalede, hepsi Kocaeli sancağından olmak üzere 200 asker vardı. Barut depoları, deniz kenarında bulunurdu.
İstanbul’un fethinden sonra, şehre Karadeniz’den gelecek saldırıları karşılamak için de kullanılan Anadolu Hisarı, Karadeniz’in tamamen Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine geçmesinden sonra (16. asır) ehemmiyetini kaybetti. Ancak on yedinci ve on sekizinci asırlarda kara Kazakların Boğaz’a kadar uzayan akınlarının karşılanmasında Anadolu Hisarı’ndan faydalanılmıştır. Daha sonra hisar ehemmiyetini iyice kaybetmiş, duvarına dayanmış ahşap evler ile romantik bir hâl almıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 266
 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 349
 3) Tâc-üt-tevârih (İstanbul-1279) cild-1, sh. 148
 4) Sahâif-ül-ahbâr (Müneccimbaşı. İstanbul-1285); sh. 310

20 Haziran 2019 Perşembe

ELVAN ÇELEBİ


On dördüncü yüzyılda Amasya civarında yetişen evliyânın büyüklerinden. Amasya çevresinde yaşayan büyük âlim ve velî, Baba İlyâs’ın torunu olan Âşık Ali Paşa’nın (Aşık Paşa) oğludur. Kırşehir’de doğmuş olup, doğum târihi belli değildir. Elvan Çelebi’nin babasının yaşayıp vefât ettiği yer ise Kırşehir’dir.
Adına kaynaklarda Ulvan veya Elvan olarak rastlanan Elvan Çelebi, on üçüncü yüzyılın ilk yarısında Moğol istilâsından kaçarak Orta Anadolu’ya gelip yerleşmiş, zamanla ilmi ve irfânıyla meşhur olup, devrin siyâsî, içtimaî ve dînî bâzı hareketlerine katılmış, Karamanoğllarının siyâsî faaliyetlerinde ve gelişmelerinde rol oynamış, on beşinci yüzyılda Âşıkpaşazâde gibi ünlü bir tarihçi yetiştirmiş olan tasavvuf ehli bir ailenin mensubudur. Babası, on dördüncü yüzyıl Türk tasavvuf hayâtının ünlü sîmâlarındandır. Elvan Çelebi’nin dedesi Muhlis Paşa veya Muhlis Baba, Karamanoğulları beyliğinin kuruluşunda önemli rol aldı. Elvan Çelebi, zamanının âlimlerinden çeşitli ilimleri tahsil ettikten sonra, tasavvufa yöneldi. Babasının halîfelerinden şeyhülislâm Fahreddîn Efendi’nin sohbetlerinde bulunarak bu yolda ilerledi. 1326 (H. 727)’de babasının Mısır’a gidişinden hemen sonra Mecıtözü’ne geldi. Daha önce dedesi Muhlis Paşa’nın talebeleriyle birlikte gelerek yerleştiği, evler inşâ edip çiftçilikle meşgul olduğu ve vefât edince de defnedildiği şimdi Elvan Çelebi köyü diye anılan köye yerleşti. Bir câmi ile zaviye, türbe ve hamam yaptırdı. Kırşehir’de bulunan ailesi ile çocuklarını da buraya getirdi. Sivas hükümdarı Eratna Bey’in vezîri ve Elvan Çelebi’nin amcası oğlu olan Alâüddîn Ali Şâh-ı Rûmî, bu eserleri besleyecek zengin vakıflar kurdu. Köyü ve etrafındaki araziyi Elvan Çelebi’ye bağışladı. Vefâiyye tarikatına mensûb olan Elvan Çelebi, sohbetleriyle pek çok kimsenin yetişmesini sağladı. Zamanının ileri gelen evliyâsından oldu. Elvan Çelebi, o devirde ortaya çıkan bâbâîlik sapık yoluna karşı insanları Ehl-i sünnet yoluna davet etti.
Sohbetleriyle zamanındaki bir çok devlet adamı ve şâiri etkiledi. On beşinci yüzyılda yaşayan sûfî şâirlerden Hatiboğlu, yazdığı Letâyifnâme adlı eserinde, üstâd kabul ettiği sûfî ve şâirler arasında Elvan Çelebi’yi de zikr eder. Çeşitli şiirler de söyleyen Elvan Çelebi’nin, atalarının menkîbelerle karışık hayât hikâyelerini anlattığı Menâkib-ül-kudsiyye fî Menâsıb-il-ünsiyye adlı 1081 beytlik bir eseri de vardır. Konya Mevlânâ Müzesi 4937 numarada kayıtlı olan eser, dil bakımından Eski Anadolu Türkçesi özelliklerini taşır. Aynı zamanda on üçüncü ve on dördüncü yüzyıl Anadolu Türk târihi bakımından önemli bir kaynaktır. Eserde, dedelerinden Baba İlyas’ın, bâzı kaynakların zikrettiği gibi, bâtını sapık fikirleri üzerine kurulmuş olan bâbâîlik akımıyla ilgisinin bulunmadığını anlatmaktadır.Câmi-ün-nezâir’deki bir kaç şiiriyle, Şeyhoğlu’nun Kenz-ül-küberâ’sına aldığı üç beyt ile İstanbul Millet Kütüphânesi’ndeki manzum eserler 543 numarada kayıtlı Nazîre Mecmûası’ndaki bir gazeli bulunan Elvan Çelebi’nin vefât târihi belli değildir. Ancak, Menâkib-nâme’sinin sonunda bulunan ve bitiş târihini gösteren beytteki 1358-9 (H. 760) târihine bakılırsa, bu târihe kadar hayâtta olduğu anlaşılır. Kabri, Çorum ile Mecitözü arasında bulunan Elvan Çelebi, köyündeki zaviyesinin bitişiğindeki türbededir. Hâlen pek çok kimse tarafından ziyaret edilen kabrinin çeşitli hastalıkların şifâsına vesile olduğu rivayet edilir. Bilhassa çocuğu olmayan kadınlar ve delilerin aileleri tarafından ziyaret edilerek, şifâ için vesîle edilmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı nu’mâniyye; cild-1, sh. 22
 2) Kenz-ül-küberâ ve mehenk-ül-ulemâ (Kemâl Yavuz, Erzurum-1982)
 3) Menâkıb-ül-kudsiyye fî menâsib-il-ünsiyye (İstanbul-1988)

15 Haziran 2019 Cumartesi

ÇIRAĞAN VAKASI


Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirip, sultan beşinci Murâd’ı tekrar tahta geçirmek için Çırağan Sarayı’na yapılan baskın. Vak’anın elebaşısı Ali Süâvî adında bir gazeteci idi. Ali Süâvî, batı ve doğu dillerini bilmesine, başarılı bir edib ve gazeteci olmasına rağmen, dengesiz bir tipti. Geçimsiz huylu olduğu için, hiç bir işde tutunamadı. Bir İngiliz hanım ile evliydi. Uzun müddet yurt dışında kaldıktan sonra memlekete dönünce, Galatasaray Lisesi müdürlüğüne tâyin edildi. Dengesiz hareketlerinden dolayı kısa bir zaman sonra azledildi. Mizâc olarak meşhur olmaktan ve büyük mevkilere gelmekten çok hoşlanırdı. Her renge girmeyi, çeşitli vazifeler almayı denemiş, fakat her seferinde vazifesinden atılmıştı. Galatasaray Lisesi müdürlüğünden azledildiği andan îtibâren sultan Abdülhamîd Han’ın amansız düşmanı kesildi. Hep ihtilâl yapma sevdasında idi.
Yeni Osmanlıların eski üyelerinden olan Ali Süâvî, en yüksek makamları kapabilmek için, hastalığı sebebi ile tahttan indirilen sultan Murâd’ı yeniden tahta çıkarmaya kalkıştı. İngiliz siyâseti yanlısı ve saray müşiri olan İngiliz Saîd Paşa’nın dostu olan Ali Süâvî, onun gibi İngiliz tarafdârı idi. Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zor durumdan, İngiliz yardımı ile kurtulacağına inandığı gibi, sultan İkinci Abdülhamîd’in İngilizlerce tutulmadığını bildiğinden, sultan Murâd’dan faydalanmayı lüzumlu görüyordu.
Bu sırada İstanbul’a on binlerce Balkanlı göçmen gelmişti. Vaktiyle Filibe rüşdiyesinde hocalık yapan Ali Süâvî’yi, muhacirler içinde kendini tanıyan ve sevenler vardı. Ali Süâvî bunlardan istifâdeye karar verdi, özellikle mazisi karışık bir adam olan Nişli Salih, Süâvî’nin tam istediği gibi idi.
Ali Suâvî, bu şahsiyeti belirsiz Nişli Salih’i kullanmaya karar verdi. Onun vasıtasıyla diğer muhacirlerden bir çokları ile temas kurdu. Güvenilir rivayete göre; Süâvî bu muhacirleri, düşmana ve Bulgarlara karşı mukavemet gösteren Kırcaali dağları tarafındaki müslümanlara yardım etmek üzere bir cemiyet kurduğunu söyleyerek kandırdı ve o taraflara gidecek muhacirlere pâdişâhın ihsân ve atiyyesini almak üzere onları Çırağan Sarayı önüne toplamak istedi. Bu sırada galip Rusların İstanbul kapılarına gelmeleri her tarafta teessür ve memnuniyetsizlik uyandırdı. Süâvî için bu hâl, bulunmayan bir fırsattı.
20 Mayıs 1878 günü saat on bir civarında, Ali Süâvî’nin daha önce hazırlamış olduğu beş yüzü mütecaviz muhacir değişik yollardan toplantı yeri olarak belirlenen Çırağan Sarayı yakınlarındaki Mecidiye Câmii önünde birleştiler. Diğer taraftan Ali Süâvî ve bâzı adamları Kuzguncuk’tan kayıklara binip Çırağan Sarayı’na deniz tarafından girdiler. Denizden saraya girenler, bu bölgedeki muhafızların silâhlarını alıp içeri girmeye çalışırken, Mecidiye Câmii önüne toplananlar, sarayın Paşa dâiresi ile Serdab Köşkü’nün önüne gidip, buradaki nöbetçilere saldırarak tüfek ve kasaturalarını aldılar. Serdab Köşkü ile saltanat kapısına bakan merdivenin yanlarındaki pencere camlarını kırıp bir kısmı saray ve harem dâiresine girdi, bir kısmı da dışarıda kaldı. Harem dâiresine girenlerin başında bulunan Ali Süâvî, bir taraftan câriyelere yatıştırıcı sözler söylerken, diğer taraftan da sultan Murâd’ı sorup, onu kurtarmaya geldiğini beyân etti. Bu esnada alt katta bulunan sultan Murâd’ın oğlu Selâhaddîn Efendi, korku ve telâş içinde babasının yanına çıkarak, durumu anlattı. Bunun üzerine sultan Murâd yanında vâlidesi Şevkefzâ Kadın ile Ali Süâvî ve adamlarının yanına çıktı. Ali Süâvî, sultan Murâd’ı görür görmez yanına yaklaşıp; “Efendim! Sana bî’at etmeye geldik. Bizi Moskof’tan kurtar!” diye haykırdı. Sultan Murâd şaşkın bir hâlde; “Biraderimi ne yaptınız?” deyince, Ali Süâvî; “Ona daha bir şey yapmadık, önce size biat edeceğiz, sonra da onu tahttan indireceğiz” cevâbını verdi. Sultan Murâd’ın bir koluna Ali Süâvî, bir koluna da Nişli Salih girip, sürüklercesine götürmeye başladılar.
Süâvî’nin Çırağan’a hücumundan önce, sultan Abdülhamîd tarafından saraya tâyin edilmiş olan Dilâver Ağa, bir takım muhacirlerin Mecidiye Câmii önüne toplandıklarını haber alınca, şüphelenerek durumu zabtiye âmirine bildirmişti. Bunun üzerine Beşiktaş zaptiye âmiri Hasan Paşa, yeterli mikdârda zaptiye ile saraya geldi. Muhacirlerin saraya girdiklerini gören Hasan Paşa, yanındaki neferlerden on tanesini Vâlide Sultan kapısı önünde bırakarak giriş ve çıkışı emniyet altına aldı. On neferi Paşa dâiresine gönderdi. Daha sonra, dört neferle saraya giren Hasan Paşa, harem kapısından girdiği sırada, sultan Murâd’ın sağında bulunan Ali Süâvî’nin; “Yaşasın sultan Murâd” diye bağırdığını gördü. Hasan Paşa, Ali Süâvî’nin ele başı olduğunu anlayarak, kendi hizasına geldiği sırada, elindeki sopa ile başına vurup öldürdü. Bunun üzerine çıkan çatışmada bâzı rivayetlere göre isyâncılardan yirmi üçü veya altmışı öldü, on beş kadarı da yaralandı. Olay iki saat içinde bastırıldı.
Hâdiseye müteâkib Yıldız Sarayı’nda iki tahkîk heyeti kuruldu. Birinci hey’etin başkanı mâbeyn müşîri Eğinli Saîd Paşa, diğerinin ise mâbeyn başkâtibi Saîd Bey idi. Yapılan tahkîkat netîcesinde, hâdisenin Ali Süâvî’nin çılgınca bir macerasından ibaret olduğu anlaşıldı. Hattâ devlet ricalinden bir çoğunun da bu harekete gizliden gizliye tarafdâr olduğunu gösterecek deliller bulundu.
Ali Süâvî’nin kurduğu cemiyette faal rol oynayan belli başlı üyelerinden Arnavut Salih, Hacı Ahmed ve Molla Mustafa, olay sırasında öldürüldüklerinden ve Süâvî’nin yalısındaki defter ve vesikalar da İngiliz hanımı tarafından yakılıp yok edildiğinden, bu cemiyete hükümet adamlarından kimin üye olduğu anlaşılamadı. Ancak, Hâfız Nuri Bey’in ifâdesinden, İzzet Paşazade Süleymân Bey ile Bağdâdlı Süleymân Bey ve Üsküdarlı Nuri beylerin, Süâvî cemiyetine mensûb oldukları anlaşılmıştır. Hâfız Nuri’nin kayınpederi Filibeli Ahmed Paşa da cemiyete dâhil ise de olayda faal rol almamıştı. Sağ olarak ele geçirilen suçlular dîvân-ı harbe sevk edildi. Olayla birinci derecede alâkası görülen Hâfız Nuri’nin idamına ve Filibeli Ahmed Paşa’nın Kütahya’da, Hâfız Ali’nin Ankara’da, Hacı Mehmed’in Kastamonu’da mecburî ikâmete gönderilmesine; Üsküdarlı Nuri Bey, İzzetpaşazâde Süleymân ile Bağdâdlı Süleymân beylerin olay günü, Çırağan civarında dolaşmaları yüzünden, Sakız’da haps edilmelerine karar verildi.
Basit gibi görünen bu küçük ihtilâl teşebbüsü, haklı olarak sultan Abdülhamîd Han’ı sıkı emniyet tedbirleri almaya sevk etti. Düşman orduları, sarayından bir kaç kilometre mesafede karargâh kurmuş, mümkün olabildiği derecede ülkesini ve menfaatlerini koruyabilmek ve Ayastefanos andlaşmasını bozabilmek için diplomatik yolla bütün bir Avrupa ile mücâdele eden Sultan’ı, bir gazetecinin tahtından indirip yerine rahatsız olan ağabeyini getirmek istemesi, Abdülhamîd Han’ı fevkalâde şaşırttı. Sultan alelade bir gazetecinin böylesine bir işe cür’et etmesine inanamamıştı.
Ali Süâvî’nîn başarısızlıkla sona eren bu isyânından kısa bir süre sonra, ikinci bir Çırağan hâdisesi daha meydana geldi. Kleanti Skalyeri-Aziz Bey komitesi tarafından, 1878 Temmuzu’nda sultan Murâd, ikinci defa Çırağan Sarayı’ndan kaçırılmak istendi. Bu komite, sultan beşinci Murâd’ın hal’inden kısa bir süre sonra kurulmuştu. Komitenin birinci reîsi olan Kleanti Skalyeri, İstanbul’da Prodos mason locasının üstadı âzami idi. Üyelerinin büyük bir kısmı sultan Murâd tarafdarlarından olup, diğerleri de me’mur sınıfından idi. İçlerinde yüksek devlet adamı yoktu. Kleanti, velîahdlığı zamanından beri beşinci Murâd’ın dostu idi ve saltanatını te’min için bütün gayretiyle çalışıyordu. Komitenin ikinci üyesi sultan Murâd’ın annesinin câriyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Masonların itimâdını kazanan İbrâhim Edhem Paşa’nın sadrâzamlıktan azledilmesinden sonra, bu komite kurulmuştu. Nakşibend Kalfa, devlet ileri gelenlerinden bâzılarını komiteye katmak için çalıştı, fakat başarılı olamadı.
Kleanti, sultan Murâd’la Çırağan Sarayı’nda görüştü. Beşinci Murâd’ın, durumundan şikâyet ederek milletin kendisini bulunduğu durumdan kurtaracağı günü beklediğini söylemesi üzerine, komite harekete geçti. İstanbul’un çeşitli semtlerinde duvarlara sultan Murâd lehine beyânnameler yapıştırıldı. Bir ara bu komite, sultan İkinci Abdülhamîd’i öldürmek için harekete geçti, fakat gerçekleştiremedi. Şubat 1878’de hazırlanan plâna göre su yollarından Çırağan Sarayı’na girilerek sultan Murâd, önce komite üyelerinden Aziz Bey’in evine getirilecek; oradan da halk ile bî’at merasiminin yapıldığı yerlerden birine gidilerek, ilgili ulemâ ve devlet erkânı da davet edilerek sultan Murâd tahta geçirilecekti.
Komite bu plânını gerçekleştirmek için müsâid bir zaman beklerken, birinci Çırağan vak’ası meydana geldi. Başarısızlıkla neticelenen bu vak’a komiteyi yıldıracağı yerde daha da gayrete getirdi. Sultan Murâd’ı kaçırmak çârelerini araştırmak için Aziz Bey’in evinde çalışmaları hızlandırdılar. Bu sırada, Hacı Hüsnü Bey adında bir âzâ komiteyi ifşa etti. Komite üyeleri kaçırma hâdisesini hazırladıkları bir toplantı esnasında iken Azîz Bey’in evi zaptiyeler tarafından basıldı. Kleanti, Nakşibend Kalfa ve Ali Şefkati yurt dışına kaçtılar. Kleanti, kaçarken bütün önemli evrakı beraberinde götürdü. Diğer üyeler yakalanarak serasker kapısında müteşekkil dîvân-ı harbe verildiler. Dîvân-ı harbin verdiği karâra göre Kleanti, Aziz Bey, Nakşibend Kalfa ve tabib Agâh Efendi idama mahkum edildiler. Fakat Pâdişâh tarafından af olunarak cezaları on beş sene kalebentliğe çevrildi. Diğer azalar, komite ile irtibatları ve faaliyetlerine göre sürgün ve hapis cezalarına çarptırıldılar.
Birinci ve İkinci Çırağan vak’alarında ortak noktalar mevcuttu. İki olayda sultan Murâd’ı tahta geçirmek için düzenlenmiş, ikisi de ulemâ, ordu ve devlet erkânının iştiraki olmadan tertip edilmiştir. Ali Süâvî olayında rol sahibi olan üç kişi aynı zamanda Kleanti komitesinin üyesidir. Ayrıca Ali Süâvî ve Kleanti masondurlar. Ayrı ayrı görünen bu İki Çırağan hâdisesinin yurt dışında önemli bir teşkilâtın emri veya muvafakati ile yapıldığı tahmin edilmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mirat-ı Hakikat; sh. 609
 2) History of the Ottoınan Empire and Modern Turkey; cild-2, sh. 189
 3) Bir Darbenin Anatomisi; sh. 360
 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 262
 5) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-8, sh. 49
 6) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 412
 7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-13. sh. 108
 8) Beşinci Murâd ile Oğlu Salâhaddîn Efendi’yi Kaçırmak için Kadın Kıyafetinde Çırağan’a Girmek İsteyen Şahıslar (Uzunçarşılı); Belleten, 1944, sayı 32
 9) Ali Süâvî ve Çırağan Vak’ası (Uzunçarşılı; Belleten aynı makale)

14 Haziran 2019 Cuma

AYAK DİVANI


Osmanlı Devleti’nde âcil ve fevkalâde hâller karşısında, pâdişâhın da katıldığı dîvân, toplantı. Pâdişâh hâriç, dîvânda bulunanların hepsinin ayakta durarak karar almaları sebebiyle bu tür toplantılara ayak dîvânı denilmiştir.
Bu dîvânda üzerinde durulan iş derhâl bir karara bağlanırdı. Eğer bu dîvânın pâdişâhın bulunmadığı bir yerde, meselâ seferde toplanması gerekirse; o zaman sadrâzam ve serdâr-ı ekrem dîvâna başkanlık yapardı. Saraydaki ayak dîvânlarında pâdişâhın oturmasına mahsus taht, sarayın bâbüsseâde denilen kapısının önünde, mermer sütunlara dayalı revak veya eyvanın altında bulunurdu. Pâdişâhların yapmak mecburiyetinde kaldıkları ayak dîvânı; ya mühim gördükleri ve şüphe ettikleri bir yolsuzluğun halledilmesi münâsebetiyle veya askerin isyânı, yâhud da halkın bir şikâyeti üzerine yapılırdı. Sadrâzamların yaptıkları ayak dîvânı ise ekseriyetle savaş zamanında ordugâhda olurdu. Ordu erkânı ve ocak zabitlerinin katıldıkları dîvânda serbest müzâkere yapılarak mes’ele sür’atle karara bağlanırdı. Bunlardan başka, pâdişâhların herhangi bir işin tahkikine gittikleri yerlerde de ayak dîvânları kurdukları olurdu.
Ayak dîvânlarının kurulmasına sebeb teşkil eden pek çok târihî hâdiseler vuku bulmuştur. Meselâ Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın İstanbul’daki nüfûs artışından dolayı su ihtiyâcının karşılanması hususunda bir rum mîmâr ile görüşmesi bunlardandır.
Bir başka misâl de şöyledir: Tüccarlar ve hacılarla dolu bir Osmanlı gemisine Malta şövalyeleri tarafından el konması sebebiyle derhâl bir ayak dîvânı toplanmıştır. Bu dîvânda Malta mes’elesi görüşülmüş, vezirler ile devlet erkânının hazır bulunduğu bu dîvânda sefere karâr verilmiştir.
Bu ayak dîvânları pâdişâhın arzusu ve acele karar alınması sebebiyle yapılan dîvânlardır. Bir de pâdişâhın yapmak mecburiyetinde kaldıkları ayak dîvânları vardır. Bu tip ayak dîvânları da vuku bulmuştur. Meselâ 1602 (H. 1011) senesinde, kapıkulu süvarileri Anadolu isyânları sebebiyle üçüncü Mehmed Han’ı ayak dîvânına davet etmişlerdi. Bunun üzerine Pâdişâh, Akağalar kapısı denilen harem-i hümâyûn kapısına çıkıp, istekleri dinlemişti.
Dördüncü Murâd Han zamanında kapıkulu askerlerinin isyânları sebebiyle iki defa ayak dîvânı kurulmuştur.
1651 (H. 1061) de, noksan kestirilen ayarı düşük bir para mes’elesi sebebiyle esnaf ayaklandı ve pâdişâh ayak dîvânına davet edildi. Bâbüsseâde’ye kadar gelen esnaf ve halk, kurulan ayak dîvânında dertlerini dördüncü Mehmed Han’a söylediler. Müftî Kara Çelebizâde de esnafın şikâyetinin mâhiyetini pâdişâha îzâh etti. Bunun üzerine Pâdişâh; “Böyle zulme rızâm yoktur” diyerek hatt-ı hümâyûn verip mes’elenin halli için söz verdi.
1658 (H. 1069) senesinde dördüncü Mehmed Han zamanında, Anadolu’daki vezirlerin Köprülü Mehmed Paşa’ya karşı muhalefetleri üzerine sadrâzam Erdel işleriyle meşgul iken, acele Pâdişâhın yanına Edirne’ye davet edildi. Otağ-ı hümâyûnda bizzat Pâdişâhın huzurunda vezirler, şeyhülislâm, kazaskerler, yeniçeri ağası, bölük ağaları ve diğer bütün ocak ağalarının davet edilmesiyle bir ayak dîvânı kuruldu. Bu, Osmanlı devletinde son ayak dîvânı oldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târihi Nâimâ; cild-2, sh. 960, cild-6, sh. 339
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 117
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 215
 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-1, sh. 181

13 Haziran 2019 Perşembe

EDEBALİ


Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında yaşamış büyük İslâm âlimi. Osman Gâzi’nîn kayınpederi ve hocası. Şeyh Edebâlî ismiyle meşhur oldu. Karamanoğulları topraklarında doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. 1326 (H. 726) târihinde, 125 yaşlarında Bilecik’te vefât etti. İnsanları irşâd ettiği dergâhı yanına defnedildi. Eskişehir’de de adına bir türbe yapıldı. Vefâtından bir ay sonra kızı, dört ay sonra da Osman Gâzi vefât etmiştir.
Edebâlî, ilk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Şam’a gitti. Pek çok âlimden fıkıh, tefsir, hadîs ve diğer ilimleri tahsil edip, üstün derecelere yükseldi. Tasavvuf yoluna girip mânevi olgunluğa kavuştu. İnsanlara doğru yolu anlatıp, hak dîne kavuşturmak için memleketine döndü. Bir rivayette Bâbâ İlyâs Horasânî’nin halîfelerinin ileri gelenlerinden idi. Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen bir köyde ikâmet eder, ilim öğretmekle meşgul olurdu. İslâm dünyâsında eskiden beri mevcûd olan fütüvvet ehli ve Anadolu’da mühim bir yeri olan ahiler ile irtibatı vardı. Anadolu Selçuklu Devleti sultânı tarafından devletin Batı Anadolu sınırlarındaki Söğüt yöresine yerleştirilen Kayı boyu mensuplarının reisi Ertuğrul Bey’in oğlu Osman Bey, kendisini, ilim ve feyzinden istifâde için sık sık ziyaret ederdi.
Edebâlî hazretleri, kendi parasıyla Bilecik’te bir dergâh yaptırarak, gelen geçenlere, fakir ve muhtaçlara ikrâmda bulunurdu. Osman Bey de bir çok defa burada misafir kaldı. Hattâ bir gece dergâhta yatarken rüyasında Şeyh Edebâlî hazretlerinin göğsünden bir ayın çıkıp kendi göğsüne girdiğini ve göğsünden bir büyük ağaç bitip dallarının âlemi kapladığını, altından birçok nehirlerin çıkıp insanların bu sulardan istifâde ettiğini görmüştü. Sabah olup rüyayı anlatınca, Edebâlî hazretleri, bu güzel rüyayı şöyle tâbir etti: “Sen, Ertuğrul Gâzi oğlu Osman, babadan sonra bey olacaksın. Kızım Mal Hâtûnla evleneceksin. Benden çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice pâdişâhlar gelecek, onlar nice devletleri bir çatı altında toplayacaklar, Allahü teâlâ nice insanın huzur ve seâdete kavuşmasına, İslâm dîni ile şereflenmesine senin soyunu vesile edecektir.” Sonra Osman Bey’i tebrik etti. Gözünün nuru kızını bu mübarek insana nikâh etti.
Edebâlî, dâmâdı Osman Bey tarafından kurulan Osmanlı Devleti’ne mânevi güç verdi. Sultan Osman’ın hürmet ettiği, her hususta istişarede bulunup danıştığı en yakın yardımcılarından oldu. Âlimlere ve evliyâya yakın olmanın ehemmiyetini gayet iyi bilen Osman Gâzi, kendisinden sonra gelecek Osmanlı sultanlarına bıraktığı vasiyyetnâmesinde İslâm âlimlerine hürmet edilmesini, onlara her türlü kolaylığın gösterilmesini ve her işte kendilerine danışılmasını tavsiye ederek, cihânın en büyük devleti olmanın yolunu gösterdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 330
 2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-10, sh. 110
 3) Şakâyık-ı nu’mâniyye Tercümesi; sh. 20
 4) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-2, sh. 317
 5) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1056
 6) Tevârih-i Âl-i Osman (Âşıkpaşazâde); sh. 6, 18, 35, 40, 99

5 Haziran 2019 Çarşamba

ASAKİR-İ MANSURE-İ MUHAMMEDİYYE


Sultan İkinci Mahmûd’un yeniçeri ocağını 1826 senesinde ortadan kaldırması üzerine bu teşkilâtın yerine te’sis edilen ordunun adı.
Sultan İkinci Mahmûd Han, on altıncı asrın sonlarında bozulmaya başlayıp on sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda bir anarşi yuvası hâline gelen yeniçeri ocağını kaldırmak için on altı sene gibi bir zaman bekledi ve gerekli hazırlıkları yaptı. Ocağı içeriden fethetmek için iş başına kendi görüşündeki adamları getirdi. Ağa Hüseyin Paşa’nın da desteği ile 1826 senesinde yeniçeri ocağını lağv etti. Bu durum Osmanlı târihinde Vak’a-i hayriye adıyla anıldı. Lağv edilen ordunun yerine Peygamber efendimizin adına izafeten Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye teşkilâtını kurdu. Boğaz muhafızı ve Kocaeli, Bursa sancakları mutasarrıflıkları üzerinde kalmak üzere, Ağa Hüseyin Paşa’yı serasker ünvânıyla bu teşkilâta komutan tâyin etti. Yeniçerilere âid her türlü isim, ünvân ve işaretler kaldırılınca, ağa kapısının adı da serasker kapısı olarak değiştirildi. Ağa kapısı kısa bir süre seraskerlik dâiresi olarak kullanıldı ise de, sonraları bu iş İstanbul Üniversitesinin bulunduğu yerdeki eski sarayda yürütüldü. 7 Temmuz 1826 târihinde bu teşkilâta âid bir kanunnâme hazırlatıldı.
Bu ordunun teşkilâtlanmasına ilk olarak, İstanbul’da tertib adı verilen sekiz alayın teşkil edilmesiyle başlandı. Sekiz alayın ikisi serasker kapısında, altısı da, o zamanlar inşâsı devam eden Dâvûdpaşa ve Üsküdar kışlalarındaki barakalarda iskân edildi. Hazırlanan nizâmnâmeye göre, kimliği belirsiz kimselerle, muhtedîler bu teşkilâta alınmayacaktı. Şartları elverişli ve yaşları on beş ile otuz arasında bulunanların kaydı yapıldı. On beş yaşından küçük olanlar için, Şehzâdebaşı’ndaki eski acemi ocağı kışlası talimhâne olarak tahsis edildi.
Yeni ordunun ilk mevcudu 12.000 kişi olup, 1500’er kişilik sekiz tertibe ayrılmıştı. Mevcûd sekiz tertibin hepsine birden kumanda eden bir baş-binbaşı vardı. Her tertibin mevcudu binbaşı, kolağaları, topçubaşı, arabacıbaşı, cebehânecibaşı, mehterbaşı, imâmlar, hekim, cerrah v.b. ile birlikte 1527 kişiyi bulunuyordu. Her alay saf adıyla on beş kısma taksim olunup, her biri yüzbaşıların kumandasında idi. Ayrıca her safta bir de top bulunurdu. Bu toptan topçubaşı sorumlu idi. Yüzbaşının rütbe olarak altında iki yüzbaşı mülâzımı, bir sancakdâr, bir çavuş ve onbaşı vardı. Her tertip, sağ ve sol olmak üzere sekizer saf hâlinde tasnif edilmişti. Her sekiz safın başında kolağaları kumanda mevkiinde idi. Bunların maiyyetinde de birer kolağası mülâzımı ile bir kâtip vardı.
Bu sistem 1828 senesinde değişikliğe uğrayıp tertib tâbiri alay’a, saf tâbiri de bölük’e çevrildi. Sekiz alaydan ikisi, nöbetleşerek seraskerlik binasını bekleyecek ve İstanbul’un güvenliğini sağlayacaktı. Diğer altı alay ise, Selîmıye ve Rami kışlalarında tâlim yapacaklardı.
Yeni ordunun seraskerlikten sonra gelen en yetkili makamı Asâkir-i mansûre nezâreti idi. Ordunun maaş gibi işlerinden nâzır mes’ûl idi. En yüksek rütbelisinden ere kadar herkesin maaşı ve tâyinâtı vardı. Yeni ordunun giderleri Mansûre hazînesi adıyla kurulan ve yeni gelir kaynakları olan bir hazineden sağlanırdı. Askerî eğitimin dışında her saf için bir mektep kurulacak, buralarda her gün Kur’ân-ı kerîm ve lüzumlu din bilgileri öğretilecekti. Askerler beş vakit namazı cemâatle kılacaklardı. Bunun için de İstanbul kâdısı her safa bir imâm tâyin edecekti. Askerlerin eğitimi Nizâm-ı Cedîd askerininki gibi olup, dışarıdan uzmanlar getirildi (Bkz. Nizâm-ı cedîd). Orduda terfi, kabiliyete göre olacaktı. Bir nefer, çalışkanlığı sayesinde binbaşılığa kadar yükselebilecekti. Asâkir-i mansûrede emekli olmak on iki sene hizmetten sonra mümkün olacak, emekliliğe hak kazananlara aldıkları aylık kadar maaş bağlanacaktı. Yaşlılık veya sakatlık gibi sebeplerle emekliye sevkedilenler de durumlarına göre, aylıklarının üçte birini veya üçte ikisini alabileceklerdi.
Hüsrev Paşa, serasker olunca yeni orduda bâzı değişiklikler yaptı. 1828 senesinden itibaren askere serpuş yerine fes giydirilmesi kabul edilerek kılık kıyafette birlik sağlandı. Ordu teşkilâtının büyümesi üzerine binbaşılık kaldırılarak üç taburdan meydana gelen alayın başına bir miralay (albay) tâyin edildi. Her alayda bir alay emini ile bir kaymakam (yarbay) bulunmaya başladı. 1828 senesinde Ruslarla savaşın başlamasına rağmen ordunun teşkilâtlandırılmasına devam edildi. Alayların sayısı arttırılarak iki alaydan bir liva kuruldu ve buna mirliva kumanda etmeye başladı. 1831 senesinde ordu, İstanbul ve Üsküdar olmak üzere iki kısma ayrılıp, her kısmın başına ferikler tâyin olundu. Ayrıca Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Mansûre birlikleri kurulmaya başlandı. Bu birliklerin subayları İstanbul’dan gönderildi. Erler ise bölge halkı arasından kaydedildi.
1832 senesinde müşirlik rütbesi konularak, ferikler müşirliğe terfî ettirildi. Böylece rütbe silsilesi aşağıdan yukarıya doğru şu hâli aldı: Nefer, onbaşı, bölük emîni, çavuş, başçavuş, mülâzım, yüzbaşı, sol kolağası, sağ kolağası, binbaşı, kaymakam, mîralay, mirliva, ferik, müşir. Ordunun subay ihtiyâcını karşılamak üzere 1834’de Harbiye mektebi açıldı ve Avrupa’ya talebe gönderildi. Aynı sene Asâkir-i Mansûre tâbiri yerineAsâkir-i Nizamiye denildi ve bu tâbir uzun süre kullanıldı.
Tanzîmâtın ilânından sonra seraskerlik makamının önemi arttı ve sadâretten sonra ikinci sıraya yükseldi. Sultan Abdülazîz devrinde bu makam bir kaç defa sadâretle birleştirildi. 1843 senesinde muvazzaflık süresi beş, yedeklilik süresi yedi seneye indirilerek, mevcûd birlikler; Hassa, Dersaâdet, Rumeli, Anadolu ve Arabistan orduları diye beşe ayrıldı. 1879’da seraskerliğin yerine harbiye nezâreti kuruldu ise de, 1884’de tekrar seraskerliğe döndürüldü. 1908’de ise, harbiye nezâreti kesin olarak seraskerliğin yerini aldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hatt-ı hümâyûnlar; no: 51356, 57990, 17435
 2) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Kânunnâme-i askerî defterleri; cild-1
 3) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Mâliye’den müdevver defterler; no: 8368, sh. 8
 4) Üss-ü zafer; sh. 190
 5) Târih-i Lütfi; sh. 192
 6) Netâyic-ül-vukûat (Mustafa Nuri Paşa, İstanbul-1327); cild-4, sh. 109
 7) Sultan II Mahmûd Devri Yedek Ordusu: Redîf-i asâkir-i mansûre (Mübahat Kütükoğlu, Târih Enstitüsü Dergisi, sayı-12, İstanbul-1982); sh. 127
 8) Hassa Ordusunun Temeli: Muallem Bostaniyân-ı Hassa Ocağı, Kuruluşu ve Teşkilâtı (Abdülkâdir Özcan, Târih Dergisi, sayı-34, İstanbul-1984); sh. 347
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 378

4 Haziran 2019 Salı

ALİ RIZA PAŞA


Son devir Osmanlı sadrâzamlarından. Emekli jandarma binbaşısı Tâhir Efendi’nin oğludur. 1860 senesinde doğdu. 1932’de İstanbul’da vefât etti.
İstanbul’da dünyâya gelen Ali Rızâ Paşa; ilköğrenimden sonra, 1874’de Askerî İdâdî mektebine, 1880’de Harbiye mektebine girerek 1886’da bitirdi. Erkân-ı harp yüzbaşı rütbesiyle aynı okula muavin oldu. Bilgisini arttırmak ve staj yapmak üzere 1887’de Almanya’ya gönderildi. Bu vazîfede iken 1888’de kolağalığa, 1889’da binbaşılığa terfî etti. 1890’da yurda döndükten sonra kaymakamlığa (yarbaylığa) terfî ettirildi. 1891’de Erkân-ı harbiyye-i umûmiyye dâiresinin dördüncü şubesine tâyin olundu. Bu arada Harbiye’de harp târihi hocalığı yaptı. Jandarma ve polis nizâmnâmesinin tedkîki için teşekkül eden komisyonda bulundu. 1895’de miralay (albay) rütbesine yükseldi ve Harbiye mektebi hocalığından istifa etti. 1896’da Havran’da zuhur eden isyânı bastırmakla vazifeli kuvvetlerin kurmaybaşkanlığını yaptı. İsyan bastırıldıktan sonra dönüşünde Bulgaristan hududunda keşif ve inceleme yapmak üzere vazifelendirilen komisyonun başkanlığına getirildi. Yunan harbinde ordu karargâhı umûmîsi erkânı harbiyyesinin askerî harekât şubesi müdürlüğüne tâyin edildi. 1898’de Erkân-ı harbiyye-i umûmiyye dâiresi başkanlığına (Genel Kurmay Başkanlığı) getirildi ve mirlivalığa (tuğgeneral) terfî ettirildi. Aynı yıl içinde Karadeniz ve Akdeniz boğazlarında ve çevresinde keşf ve incelemelerde bulunacak komisyonda bulundu.
1901’de feriklik rütbesiyle Üsküb kumandanlığı, 1903’de Manastır vâliliği ve ilâveten Manastır kumandanlığı vazifelerine tâyin edildi. Manastır Rus konsolosunun bir onbaşı tarafından öldürülmesi hâdisesinden sonra Trablusgarb’a gönderildi. 1905’de Yemen isyânının bastırılması için vazifelendirilen kuvvetlerin kumandanlığına tâyin edildi. Şam’a uğrayarak miralay İzzet Paşa kumandasındaki Şam redif ve nizamiye kıt’alarını alıp, Akabe üzerinden Hudeyde’ye ve oradan da Menahe kalesine gitti. Hudeyde’ye ulaştığı 1905’de birinci feriklik rütbesiyle Umûm kuvây-ı askeriyye kumandanlığına getirildi. Başarılı çalışmalarından dolayı müşirlik rütbesiyle taltif edildi. San’a’yı geri alarak Şam’a döndü. 1906 senesinde sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Bağdâd ve Hicaz istikâmetinde yaptırılan Hamîdiye demiryolu işletme nezâretine tâyin edildi. Bu vazifede iken İkinci Meşrûtiyet ilân edildi. 1908 Temmuz’unda İstanbul’a çağırılarak ikinci ordu müşirliğine getirildi. Bu sırada Recep Paşa vefât ettiğinden, Ağustos 1908’de harbiye nâzırı, yine aynı sene içinde Yâver-i ekrem ve Âyân meclisi üyesi oldu. Kâmil Paşa’nın sadâretinde harbiye nâzırlığından çekildi. Hüseyin Hilmi Paşa’nın sadâretinde ikinci defa harbiye nâzırı oldu. 31 Mart vak’asında bu makamdan ayrıldı. Bu sırada zuhur eden Balkan harbinde Makedonya taraflarına gönderilen Garb ordusu başkumandanlığına tâyin edildi. Askerî tecrübesini yerinde kullanarak hizmette bulundu. Fakat Balkan harbi mağlûbiyetle sona erdi. 1919 senesinde Tevfik Paşa kabinesinde bahriye nâzırı oldu. Aynı yıl içinde dâmâd Ferîd Paşa kabînesinde sandalyesiz nâzırlığa (meclis-i vükelâya) getirildi.
Dâmâd Ferîd Paşa’nın 20 Temmuz 1919’da istifa etmesinden sonra kurulan yeni kabinede ticâret ve zirâat nâzırlığına getirildiyse de kabul etmeyerek Meclis-i vükelâdaki vazifesine devam etti. Dâmâd Ferîd Paşa’nın 30 Eylül 1919’da tekrar istifa etmesi üzerine, 2 Ekim 1919’da sultan Vahîdeddîn Han tarafından sadrâzamlığa getirilen Ali Rızâ Paşa devrinde Meclis-i meb’ûsân seçimleri yapıldı. Anadolu’daki Kuvây-ı milliye hareketiyle işbirliği kurarak memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulması için gayret sarf etti. 8 Mart 1920’de saraya gidip, müttefik devletler tarafından, icrâsı mümkün olmayan ve kuvay-ı milliye ile gerginliği artıran bir takım teklifler ileri sürüldüğünü ve haberleşmeyi sansür ettiklerini belirtti. Kabinenin istifasını pâdişâha arz etti. 21 Ekim 1920’de kurulan Tevfik Paşa kabinesinde Nâfia nâzırlığı yaptı. Daha sonra bu vazife üzerinde kalmak üzere dâhiliye nâzırlığına getirildi. Osmanlı Devleti’nin son kabinesindeki diğer üyelerle birlikte, Türkiye Büyük Millet Meclisinin saltanatın ilgâsıyla ilgili çıkardığı kânun üzerine istifa etti. Köşesine çekilen Ali Rızâ Paşa 31 Ekim 1932’de Erenköy’deki evinde vefât etti.
Çalışkan, dürüst, bilgili, devlete bağlı olan Ali Rızâ Paşa, hayâtı boyunca bulunduğu askerî ve idarî vazifelerde bu hususiyetlerini ortaya koymuştur. Bilhassa sadrâzamlığı zamanında, mütâreke yılları sebebiyle memleketin içinde bulunduğu sıkıntılı durumlardan kurtulabilmesi için, Anadolu’daki kuvây-ı milliye hareketiyle işbirliği kurması dikkat çekicidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Son sadrâzamlar; cild-3, sh. 2105
 2) Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücâdeleleri Târihi; cild-19, sh. 1088
 3) Görüp İşittiklerimiz; sh. 200, 249