25 Ocak 2020 Cumartesi

ALAY


Türkçe’de; kalabalık bir zümreye, bir cemâate; Osmanlılar zamanında askerî ve mülkî merasimin tertip ve nizâmına; tabur ile tugay arasındaki askerî kıt’aya verilen ad. Bir kişiyi mizaha almak, küçümsemek mânâlarına da gelir.
Kelimenin başına ve sonuna yapılan eklerle bir hayli tâbir, terim ve deyim meydana gelmiştir. Alaylı, alay beyi, alay emini, alay kâtibi, alay imâmı, alay müftîsi, alay çavuşu, alay-ı hümâyûn, alay köşkü, alay kânunu, alay meydânı, alay meclisi, alay erkânı, alay sancağı, alay bağlamak, alay göstermek, alaya binmek, mevlid alayı, vâlide alayı, sürre alayı, kılıç alayı, selâmlık alayı, Hırka-i saadet alayı, baklava alayı, âmin alayı, kadir alayı, bayram alayı, mızraklı alayı, hassa alayı, düğün alayı, bunların belli başlılarıdır.
İslâmiyet’ten önce örf, âdet ve geleneklerine düşkün olan Türkler, müslüman olduktan sonra da İslâmiyet’in yasak etmediği âdet ve geleneklerini sürdürdüler. Müslüman olduktan sonra, yâni dînin ışığında pek çok güzel âdet ve gelenekler ortaya koyarak, İslâmiyet’in emirlerini toplum olarak yaşamaya ve yaşatmaya gayret gösterdiler. Osmanlılar zamanında, daha önceki müslüman-Türk devletlerinde görülen bâzı merasim ve gelenekler aynen devam ettiriidiği gibi, yeni ilâveler de yapıldı. Bu merasimlere umûmî olarak alay adı verilirdi. Saray erkânı ile halkın kaynaşmasına vesîle olan bu alaylar, halktan büyük ilgi görür ve çok ihtişamlı olurdu.
Pâdişâhın tahta cülûs ettiği gün, sabahın erken saatlerinde Topkapı Sarayı-Akağalar kapısında bî”at merasimi yapılırdı. Pâdişâh, hazîne-i hümâyûndan çıkarılan tahta oturur; teşrifata (protokole) riâyet olunarak, başta hânedân mensupları olmak üzere bütün rütbe sahipleri, birliğin ve kuvvetin sembolü olan pâdişâhı selâmlayarak yerlerini alırlardı. Bu merasim, büyük bir sessizlik içinde cereyan eder, mızıka çalınmazdı.
Bayram günlerinde de buna benzer bayram alayı veya muâyede denilen bayramlaşma merasimi yapılırdı. Bayramlaşma merasimini, Bâb-ı âlî teşrîfât kalemi idare ederdi. Herkes yerini aldıktan sonra, pâdişâh, mızıka-i hümâyûn efendilerinin; “Aleyke avnullah” ve; “Mağrur olma pâdişâhım, senden büyük Allah var” sesleri arasında tahta oturur ve bu esnada mehterân bölüğü tarafından hünkâr marşı çalınırdı. Teşrifata uygun olan bu merasim, son zamanlarda umumiyetle Dolmabahçe Sarayı muâyede salonunda yapılırdı. Bu merasimlerden başka şu alaylar yapılırdı.

Beşik Alayı

Haremde kûs-ı şâdımânî çalınınca, enderûnlular doğum olduğunu anlarlar, kurbanlar hazırlanırdı. Her koğuşun önünde kurban kesilirdi. Pâdişâh, Çinili köşkün içinden altın serperdi. Mehter takımı marşlar çalarak bu sevince iştirak eder, doğan şehzâdenin veya sultânın ismini öğrenen şâirler târih düşürmekte yarışırlardı. Hazîne kâhyası darbhâneye giderken gümüş kabartmalı beşik ısmarlardı. Kısa zamanda yapılan beşik, alayla saraya getirilir, harem kapısında kızlarağasına verilirdi. Hazîne kâhyası ve maiyyetindekilere pâdişâh tarafından ihsânda bulunulurdu.

Hırka-i Seâdet Alayı

Ramazân ayının on beşinde yapılırdı. Hazîne kâhyası vezirlere, dîvân çavuşları vasıtasıyla davetiyeler gönderirdi. Ayrıca ilmiye sınıfı mensûblarına mülkî ve askerî erkâna da haber giderdi. Merasimden önceki gece, pâdişâh süngerlerle Hırka-i saadetin bulunduğu sandukayı ve dolapları silerdi. Pâdişâh, sabah namazını Hırka-i saadet dâiresinde kılar, öğleden evvel hasodalılar, Hırka-i saadetin gümüş yaldızlı sandukalarını altın anahtarla açarlar, yedi kat ipek kadife üzerine, som sırma ve incilerle işlenmiş bohçaların şeritlerini çözerlerdi. İkinci mahfaza bundan sonra pâdişâhın yanında bulunan altın anahtarla açılırdı. Hırka-i saadet sandukasının açılışında, silâhdâr, çuhadar, rikabdâr, dülbentdâr ağa, anahtar ve peşgir ağaları, hasodalılar, saray imâmları da hazır bulunurlardı. Bu esnada güzel sesli müezzin ve çavuşağaları Kur’ân-ı kerîm okuyarak ziyarette bulunanlara ayrı bir manevî haz verirlerdi. Ziyareti evvelâ pâdişâh, sonra diğer kimseler yapardı.

Baklava Alayı

Ramazân-ı şerifin on beşinci günü gayet muhteşen bir surette yapılan Hırka-i saadet alayından sonra yeniçeri ocağı neferlerine baklava verilirdi. Bu uygulama ilk olarak Kânûnî Sultan Süleymân Han zamanında, harblerden zaferle dönen orduya pilâv, zerde ve yahni gibi yemeklerle ziyafet verilmekle başlandı. Askeri gazâya teşvik etmek maksadıyla çekilen bu ziyafetler sonraki pâdişâhlar zamanında da devam etti. Ramazân-ı şerifin on beşinci günü İstanbul’da bulunan askerlerin her on neferine birtepsi baklava ikrâmı âdet oldu.
Bu alay yapılırken yeniçeri ortaları, saka, usta ve karakullukçuları ile diğer zabitler sarayın orta kapısının iki tarafındaki dîvân yeri sofasından ilerideki mutfaklar önünde futa denilen ipekli peştemallara bağlı olarak hazır bulunan baklava tepsileri hizasında yer alırlar. Bu sırada ortakapı açılıp bâbüsseâdede bekleyen silâhdarağa, sağ koltuğunda anahtar ağası, sol koltuğunda başlala ile akağalar kapısından çıkar. Kilerci baltacısıyla, palüdeci ağadan başkasını kapının önünde terk ederek bu iki kişiyle baklava tepsileri hizasına yanaşırdı. Kilercibaşı baltacısıyla palüdeci, pâdişâh için hazırlanan bir tepsi baklavayı alır silâhdâra verirdi. Bunu müteâkib askerden ikişer nefer baklava tepsileri, futalarını ellerindeki yeşil yollu sırıklara geçirip hazır oldukları orta kapıya işaret olununca kapı açılır. Her bölüğün usta, saka, mütevellî, odabaşı, karakullukçu ve bayrakdârı bölüklerinin önüne düşerek baklavacılar da arkadan gelerek alay ile kışlalarına giderlerdi. Ertesi gün ise tepsi ve futalar, saray mutfağına (matbah-ı âmireye) gönderilirdi.
Adalet ve ihsânla altı yüz sene hüküm sürmüş ve insanlığın kurtuluş ve refahı için gayret göstermiş olan Osmanlıların askere ihsân ve bahşişinin küçük bir bölümü olan baklava alayı, yeniçeri ocağının kaldırılmasına kadar devam etti. 1826’daki son baklava alayı sırasında yeniçerilerin İstanbul halkını inciten taşkınlıkları, ocağın halk nazarında îtibârını büsbütün kaybettiren son sebeblerden biri olmuştur.

Kadir Gecesi Alayı

Ramazan ayının son günlerinde bulunan Kadir gecesinde Hırka-i saadet dâiresinden Ayasofya Câmii’ne kadar bütün yol boyları meş’alelerle aydınlatılırdı. Alayın önünde yirmi kadar meş’âle ve onun arkasında kırmızı-yeşil kırk kadar fenerle hasekiler yürür ve böylece Ayasofya Câmii’ne gidilir ve pâdişâhın imâmı namaz kıldırırdı. Son pâdişâhlar zamanında Kadir gecesi alayı saltanat kayıklarıyla gidilerek Tophane’deki Nusretiye Câmii’nde yapıldı.

Yılbaşı Tebriki Alayı

Hicrî yılbaşı olan Muharrem ayının ilk günü, pâdişâh Çinili köşke gelir, saray ağalarına Muharremiye adıyla bahşiş ve ihsânda bulunurdu. Ayrıca helvahânede yapılan ve kâselere konulan kırmızı renkli şekerlemeler ikrâm edilirdi. Muharrem ayının üçüncü günü umumiyetle Çırağan Sarayı’na rikâb (özengi) ısmarlanır, sadrâzam ve şeyhülislâm, pâdişâh tarafından huzura alınarak tebrikler kabul edilirdi.

Mevlid Alayı

Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem dünyâyı teşrif ettiği gün olan Rebî-ul-evvel ayının on ikinci gecesinde Balıkhâne köşkünde, ertesi gün de Sultan Ahmed Câmii’nde mevlid okunurdu.

Sürre Alayı

Osmanlılar zamanında düzenlenen alayların en önemli ve ilgi çekicilerinden olan sürre alayı, hac mevsiminde hazırlanır ve Harameyn’e gitmek üzere yola çıkarılırdı. Bu alayda Harameyn’e takdim edilmek üzere pâdişâhın, saray erkânının ve halkın kıymetli hediyeleri de bulunurdu. Bu hediyeler, yerine ulaştırılmak üzere meşin çantalara konurdu. Sürre alayının her yıl Şaban ayının on beşinde saraydan kalkması âdetti. Bu alayın yola çıkışı esnasında sarayın bahçesinde merasim düzenlenir, bir muhafız birliği refâketinde mübarek beldelere gitmek üzere yola çıkarılırdı.

Kılıç Alayı

Yıldırım Bâyezîd Han zamanında ilk defa Niğbolu zaferinden sonra yapılmaya başlanan bu alayda, devrin ileri gelen âlimi tarafından pâdişâha kılıç kuşatılırdı. Kılıç alayı usûl olarak pâdişâhın cülûsunu tâkib eden günlerde taç giyme merasimine benzer ve halkta büyük bir coşkunluğa sebeb olurdu. Talebeler yollara dizilir, Edirnekapı’da muhteşem bir çadır kurulur, yabancı devlet temsilcileri geçenleri buradan seyr ederlerdi. Pâdişâh onları arabadan selâmlardı. Pâdişâhın arabasını başta sadrâzam olmak üzere bütün nâzırlar (bakanlar) meclis reisleri ve saray erkânının arabaları tâkib ederdi. Alay, Eyyûb Sultan’a varınca arabalardan inilir ve yürüyerek Eyyûb Sultan’ın (radıyallahü anh) türbesine gidilirdi. Burada yeni pâdişâha kılıç kuşatılır ve duâ edilirdi.

Alay-ı Hümâyûn

Pâdişâh sefere giderken, seferden dönerken, sefere giden ve seferden dönen orduyu yollarken ve karşılarken saraydan Davutpaşa’ya kadar tertib edilen alaylardı. Osmanlıların haşmet devirlerinde bu alaylar büyük bir ihtişamla yapılırdı.

Sadâret Alayı

Sadrâzamlara, sadâret mührü vermek için tertiplenen alaydır. Tanzîmâta gelinceye kadar sadâret mührü Hırka-i seâdet de verilirdi. Bu münâsebetle sadrâzama has odabaşı vâsıtasıyle yeniden samur kürk giydirilirdi.
Sadâret alayı, merasimi Beşiktaş’da başlar, denizden Sirkeci’ye gelinirdi. Önde mâbeyn başkâtibi, onu takiben yaverler ve en arkada sadrâzam ata binmiş olarak halkın önünden geçerek Bâb-ı âlî’de dîvân odasına gelirlerdi. Başkâtib, sadâret mektupçusuna atlasa sarılı nâmeyi öperek verir, o da gür bir sesle okurdu. Daha sonraki devirlerde bu merasim arabalarla yapıldı.

Selâmlık Alayı

Pâdişâhın Cuma namazı için câmiye gitmesi ânında tertiplenen alaydır. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Cuma selâmlığını Yıldız Câmii’nde yaptırırdı. Ermeniler böyle bir selâmlık esnasında sûikasd tertibinde bulunmuşlardı.

Vâlide Alayı

İlk defa dördüncü Murâd Han’ın annesi için tertiplenen bu alay daha sonraki devirlerde an’ane hâline geldi. Tahta çıkan pâdişâh, annesini eski saraydan yeni saraya getirtirdi. Sultan İkinci Mahmûd Han’ın annesine yapılan alay pek gösterişli olmuştu. Vâlide Sultân’ı yeni sarayda önce saray mensupları, sonra pâdişâh karşılar ve tebrik ederdi.

Amin Alayı

Osmanlı Devletinde anaokuluna (4-7 yaş arasındaki çocuklara elif be ve ahlâk bilgilerinin öğretildiği mahalle mektebine) başlarken yapılan merasim. Amin alayı yerine “Bed’i besmele cemiyeti” de denir. Mektebe çocuk kaydı zamanı muayyen olmadığından, herkes senenin hangi gününde olursa olsun çocuğunu mektebe başlatabilirdi. Bu merasim ekseriya bir kandil gününe denk getirilmeye çalışılır, bu mümkün olmazsa, mübarek sayılan Pazartesi veya Perşembe gününde yapılmasına dikkat edilirdi.
Hazırlıklar, âmin alayı merasiminden bir gün önce tamamlanırdı. Ayrıca aynı gün veya önceden ailenin mensupları Kapalıçarşı’ya giderek mektebe başlayacak çocuğa gerekli eşyayı alırlardı. Bundan başka evdeki ecdâd yadigârı rahle de cilâya verilirdi.
Amin alayı yapılacağı gün, sabah namazından sonra çocuğa yeni elbiseleri giydirilir, hazırlık tamamlanınca âilece Eyüb Sultan’a gidilir ve burada duâ edilirdi. Eve dönüldüken kısa bir süre sonra, mektep çocukları ile ilâhîciler gelirdi. Her mektebin ayrı ilâhîcisi vardı. Semtte âmin alayı bir seyir vesîlesiydi. O gün sokaklarda bir bayram havası ve görülmedik bir kalabalık olurdu.
Amin alayı da belirli teşrifat kaidelerine bağlıydı. En önde bulunan kimse atlas yastık üzerindeki sırmalı kesesiyle elifbâ’yı taşırdı. Onun arkasından, başının üzerinde rahle ve çocuğun mektepte oturacağı minderi götüren uzun boylu birisi giderdi. Bunu mektebe gidecek çocuk tâkib ederdi. Çocuğun arkasında mektebin hocasıyla ilâhîciler, âminciler bulunurdu. Amincilerin arkasında da ikişer ikişer el ele tutuşan mektep talebeleri gelirdi. Alayı, çocuğun babası, davetliler, akrabalar ve yakın dostlar tamamlardı.
Osmanlılar devrinde tertiplenen merasimler mânâsında kullanılan alayla ilgili diğer terimler ise şunlardır:

Alay Arabası

Alaylarda pâdişâhların bindikleri arabaya verilen addır. Buna saltanat arabası da denilirdi. Muhteşem olan bu arabayı ihtişamı bir kat daha arttıran atlar, çekerdi. Seyislerin elbiseleri de sırmalı idi.

Alaya Binmek

Resmî sıfatı hâiz olanların bayramlarda ve resmî günlerde yapılan alaylara iştirak etmeleri demektir. Vaktiyle alaylara atla katıldıkları için bu tâbir kullanılırdı.

Alay Bağlamak

Ordunun düşman karşısında harekete geçmek üzere, emir ve kumandayı beklemesi veya merasimde alayın tamamen tertip ve tanzim edilmiş olması demektir.

Alay Elbisesi

Alaylarda ve diğer merasimlerde giyilen resmî elbiseye verilen ad.

Alay Göstermek

Bayramlarda ve belli merasimlerdeki geçit resmine verilen ad. Bu merasim daha ziyâde yabancı devlet sefirlerine karşı yapılırdı. Yavuz Sultan Selîm ve Kânûnî Sultan Süleymân’ın tertiplediği alaylar pek muhteşemdi. Vaktiyle vezirler ve beylerbeyi kanunen götürmeye mecbur oldukları maiyyetleriyle harbe katılırlarken, ordugâha gelişleri sırasında ihtişam ve disiplinlerinin derecesini anlatmak için alay gösterirlerdi.

Alay Köşkü

Pâdişâhların gerek ordu alayını ve gerek diğer alayları seyretmek için yaptırdıkları köşke verilen addır. Üçüncü Murâd Han tarafından yaptırılan, Gülhâne parkının Sultan Ahmed tarafındaki girişinde, eskiden soğukçeşme denilen kapının hemen solundaki merdivenle çıkılan alay köşkünden, pâdişâhlar ordu alayı denilen muhteşem geçit resmini seyrederlerdi. Asker ile İstanbul halkı böylece hükümdarı selâmlama fırsatını bulurlardı. Selâm köşkü olarak da bilinen bu köşkün önünde düzenlenen alayların en muhteşemi, dördüncü Murâd Han devrinde, ordunun Bağdâd seferine çıkması sebebiyle düzenlenen alaydı.

Alay Kânunu

Alaylarda ve seferlerde pâdişâhın huzurunda tertiplenen ve büyük geçit törenlerinde ve hükümetçe tesbit edilmiş olan diğer merasim ve alaylarda; vezirler, âlimler, devlet ricali ile askeri erkânın tertip (protokol) ve kıyafetlerine dâir kânundur.

Alay Meydanı

Topkapı Sarayı’nda ortakapı ile bâbüsseâde arasındaki sahaya verilen ad. Ayrıca bir bayrağın veya büyük bir resmî binanın önünde askerî geçit yapmaya ve merasim için toplanmaya mahsûs geniş saha ve meydana da bu ad verilirdi.
Osmanlı ordusundaki tabur ile livâ arasındaki askerî birliğe de alay denirdi. Nizâm-ı Cedîd’in kurulduğu târihlerde alaya tertip denildi. Her tertip, 1526 mevcûdlu ve 15 kısımdı. Bu kısımlara ise saf deniliyordu. Safların komutası yüzbaşılara, tertibin komutası da binbaşılara verilmişti. 1827-1828 yıllarında orduda yapılan yeni düzenlemelerden sonra tertip tâbiri yerinealay, kısım tâbiri yerine de bölük tâbiri kullanıldı. Meşrûtiyetten önce Türk piyade alaylarının kuruluşunda dört piyade taburu bulunuyordu. Meşrûtiyetten sonra alay büyüklügündeki birliklerin taktik bakımdan sevk ve idarelerinde kolaylık sağlanması için üçlü teşkilât daha faydalı görülerek uygulamaya konuldu. Alayın kumandanına miralay (albay) denirdi. Alayların özel alay sancakları vardı. Ayrıca iki alay birleştirilip liva yâni tugay teşkîlâtı kuruldu. Liva komutanlığı için de mîrliva rütbesi ihdâs olundu. Ayrıca her alaya kaymakam (yarbay) rütbesinde birer kumandan muâvini tâyin edildi.
1632’de merkezi İstanbul’da bulunan alay ve livalara hassa, bunların kumandanlıklarına da hassa ferikliği, merkezi Üsküdar’da bulunanlaramansûre ve kumandanlarına da mansûre ferikliği isimleri ve rütbeleri verildi. Ferik şimdiki tümgeneral demekti. 1836 senesinde orduda yeni değişikliklere gidilerek redif teşkilâtı kuruldu. Bunun için de; Edirne, Aydın, Bursa, Ankara, Konya ve Erzurum vâliliklerine redîf-i mansûremüşirliği ünvânı verilerek, bu altı vilâyette altışar redîf-i mansûre alayı teşkil edildi. Bu sırada Osmanlı ordusunun daimî mevcudu şöyleydi:
2 Fırka hassa ve mansûre alayları: 24.000 kişi
36 Redîf-i mansûre alayı: 72.000 kişi
15 Mansûre Süvari alayı: 15.000 kişi
4 Topçu alayı: 4.000 kişi
4 Humbaracı alayı: 4. 800 kişi
4 Lağımcı alayı: 4. 800 kişi
1 Baltacı alayı; 3.000 kişi
Toplam: 127. 600 kişi
1839 yılında îlân edilen Gülhâne Hatt-ı Hümâyûnu’yla askerî teşkilâtta da değişiklikler yapıldı. Vazife sahaları değişik bölgeleri içine alan beş ordu kuruldu. Her orduda yedişer piyade, beşer süvari ve birer de topçu alayı vardı. Üçüncü orduda ayrıca bir kazak ve bir dragon alayı vardı. Alaylar, ordular içinde birden itibaren numara alırlardı.
1877 Osmanlı-Rus harbinden sonra 1880 senesinde ordu teşkilâtında yeni değişiklikler yapıldı. Bu değişiklikte de her fırka üç liva, her liva iki alay ve her alay da beş bölük olarak kabul edildi.
Balkan savaşından sonra 1913 yılında ise teşkilât; 4 ordu, 13 kolordu, 4 süvari ve 3 piyade fırkası şeklinde düzenlendi. Kolordular; 2 veya 3 piyade fırkası, 1 topçu, 1 istihkâm, 1 nakliye taburu ile 1 telgraf bölüğünden ibaretti. Fırkalar; 3 piyade alayı, 1 topçu alayından, her piyade alayı da 3 piyade taburu ve 1 makineli tüfek bölüğünden teşekkül ediyordu. Her piyade taburu ise, 4 piyade bölüğünden İbaretti.
Bu askerî birlik Osmanlı Devleti’nin yıkılışından sonra da orduda bir teşkilât birimi olarak devam etti.
Askerî teşkîlât birimi olan âlâyla ilgili terim ve deyimler ise şunlardır:

Alay Beyi

Vaktiyle mîralay yâni albay rütbesinde olan vilâyet merkezlerindeki jandarma kumandanlarına verilen addı. 1908’de İkinci Meşrûtiyet’in ilânından sonra bu tâbir terk edilerek yerine alay kumandanı tâbiri kullanıldı.

Alay Çavuşu

İki mânâda kullanılırdı. Birincisi; pâdişâhların bir yere gidişine geçit resimlerinde önden gidip yol açan dîvân-ı hümâyûn çavuşlarıydı. İkincisi; orduda emir ve kumandadan askeri haberdâr eden çavuşlardı. Bunlar, tellâl gibi yüksek sesle bağırarak verilen emirleri tebliğ ederlerdi.

Alay Emîni

Yüzbaşıdan büyük binbaşıdan küçük, askerî kâtip sınıfından bir vazifenin ünvânı idi. Alay kâtipliğinden terfi ederek alay emîni olanlar, alayın idarî ve hesap işleriyle meşguldüler. Diğer askerler gibi resmî elbise giyerlerdi. Ancak bunların elbiselerinin şerit ve yıldızları diğer askerlerin elbiseleri gibi sarı olmayıp beyaz idi. Alay emînleri yükselerek binbaşılığa terfi ettikten sonra diğer askerler gibi yükselirlerdi. 1908’de bu ünvân teşkilâttan kaldırıldı.

Alay Erkânı

Başta mîralay (albay) olmak üzere alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftîleri ve alay kâtipleri gibi yüksek rütbeliler hakkında kullanılan bir terimdi.

Alay İmâmı

Alayın birinci taburunun imâmına verilen addı. Teşrifatta (protokolde) yüzbaşıdan önce gelirdi.

Alay Kâtibi

Alayın yazı ve hesap işlerini gören askerin adıydı. Tabur kâtipleri terfi ederek alay kâtibi olurlar, alay kâtipliğinden de alay emînliğine terfi edilirdi.

Alay Meclisi

Alay işleri hakkında îcâb eden kararları vermeğe yetkili meclise verilen addı. Miralayın başkanlığında alayı teşkil eden taburların binbaşılarıyla alay müftîsinden ve alay kâtibinden teşekkül ederdi.

Alay Müftîsî

Alay imâmının üstü olan rütbe sahibi, sarıklı askere verilen addı. Teşrifatta (protokolde) binbaşıdan önce gelirdi. Askerlere dînî vazifeleri öğretmek ve onların suâllerine cevap vermek için taburlarda tabur imâmı, alaylarda ise alay müftîsi bulunurdu. Bu vazife Osmanlı Devleti’nin sonuna kadar devam etmiştir.

Alay Sancağı

İki mânâya gelirdi. Birincisi; bir alaya mahsus olan sancak demekti. İkincisi; resmî günlerde gemileri donatmak için asılan rengârenk bayraklar hakkında kullanılan bir tâbirdi.

Alaylı

Vaktiyle mektep me’zunu olmayıp erlikten yetişen askerler hakkında kullanılırdı. Bir mektep bitirmeden meslek içinde yetişen diğer devlet me’mûrları için de bu tâbir mecazî olarak kullanılırdı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Saray Teşkilâtı; sh. 167
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 58, 149, 211
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 164
 4) Kapıkulu Ocakları; cild-1, sh. 257, 421
 5) Târih-i Cevdet; cild-12, sh. 145
 6) Târih-i Askerî-i Osmânî, Kitâb-ı evvel
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 248
 8) Hayât Târih Mecmuası (Sene 1972, cild-2, sayı-10); sh. 4

ÇALDIRAN SAVAŞI


Osmanlı pâdişâhı Yavuz Sultan Selîm Han ile İran şahı İsmâil arasında, 23 Ağustos 1514’de, Çaldıran ovasında yapılan târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri.
Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şâh İsmail, 1510’da doğudaki sünnî Özbekleri de yendikten sonra Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vasıtasıyla Osmanlı hududları içinde yaşayan şiîleri kendisine bağlamaya, fırsat buldukça da isyânlar çıkarmaya başlamıştı.
Yavuz Sultan Selîm Han ise, Şâh İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek, hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyor, İslâm’ı bütün dünyâya hâkim kılabilmek için Osmanlı Devleti’nin dünyânın en büyük ve kudretli devleti hâline gelmesi zaruretine inanıyordu. Bunun için İran yaylasında teşekkül eden şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Dsvleti’ni tehdîd etmesine ve batıya açılan her seferde Osmanlı’yı arkadan vurmasına son vermek emelinde idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin en büyük asker kaynağı Türk ve müslüman nüfûsun yaşadığı Anadolu idi. Buranın emniyette olmaması, devletin başına her an büyük gaileler açabilirdi. Sultan Selîm, bütün bunları düşünerek Trabzon vâliliğinden beri Şâh İsmail’in Osmanlı ülkesindeki faaliyetlerini yakından tâkib etmiş, İran içlerine seferler düzenleyerek Şiîlerin Anadolu’daki faaliyetlerine mâni olmaya çalışmıştı. Pâdişâh olduktan sonra bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için köklü tedbirler almaya başladı. Topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmail’in İslâm’a verdiği zarar ve Ehl-i sünnete yaptığı saldırıları inceden inceye bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra, İran’a sefere karar verildi. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selîm Han; “İnşâallahü teâlâ, kılıcımız İran toprakları üzerinde şerefle dolaşacaktır. Vezirlerim benimle beraber gelecektir. Âlimlerim, Tebriz’de edâ edeceğimiz Cuma namazı için hazır olsunlar. Yalnız Eshâb-ı kirama söverek dil uzatan, cemâatle namaz kılmayı men eden, câmilerdeki minberleri yıktıran, Ehl-i sünnet âlimlerini öldüren, Şeybek Han’ın kafatasında şarab içen Şâh İsmâil ve tarafdarlarının küfrüne ve kanlarının helâl olduğuna dâir ulemâ ne buyurur?” diye sordu.
Osmanlı tarihçilerinden Hoca Sâdeddîn Efendi’nin yazdığına göre; dîvânın bu karârı üzerine görüşleri alınan o devrin âlimlerinden; Molla Arab lakabıyla meşhur Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakabıyla meşhur Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali Cemâli Efendi, Ahmed ibni Kemâl Paşa ve daha pek çok âlim böyle bir cihâdın farz olduğuna, Şâh İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dâir fetva verdiler. Ayrıca verilen bu fetvalarda, Şâh İsmâil ile askerlerine karşı açılacak savaşların, diğer din düşmanları ile yapılacak savaşlar gibi cihâd sayılacağı belirtiliyor, umumiyetle bu gibilerin öldürülmelerinin caiz olup, mallarının helâl, nikâhlarının ise bâtıl olduğu açıklanıyordu.
Dîvândan sefer karârını ve âlimlerden de fetvasını alan Yavuz Sultan Selîm Han, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yetmiş üçüncü âyetinin; “Ey sevgili Peygamberim (aleyhisselâm)! Kâfirlerle ve münafıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” emrine uyarak İran’a sefer karârını verdi.
Bu yıllarda Şâh İsmail, Anadolu’ya sapık inanışlarını yaymak için şeyh kılığında gönderdiği dâîler vasıtasıyla geniş bir propagandaya girişmiş, safiyetini kaybeden bektâşî tekkelerini ele geçirerek, bâzı saf kimseleri kendi tarafına çekmişti. Şehzâdeliğinden beri bu şiî dâîlerini tâkib ve bir kısmını tesbit eden Yavuz Sultan Selîm Han, İran’la yapılacak harpte, memleket içinde bulunan şiî itikadını benimsemiş kişilerin isyânlar çıkarabileceklerini ve bunun devletin başına büyük gaileler açabileceğini düşünmüştü. Bu sebeple Anadolu’ya, beylerbeyi ve sancakbeylerine nâmeler göndererek, bölgelerindeki Şâh İsmâil tarafdârları listesinin kendisine gönderilmesini istedi. Tesbit edilenleri şiddetle cezalandırıp faaliyetlerine son verdi.
Yavuz Sultan Selîm Han, devletin birlik ve beraberliğini sağladıktan sonra, savaş için gerekli hazırlıkları bitirdi. Edirne’den İstanbul’a geldi. Manisa’da bulunan oğlu Süleymân’a nâme gönderip, onu Edirne’nin muhâfazasına me’mur etti. Eyyûb semtinin Fil çayırında ordugâhını kuran Sultan Selîm, Eyyûb Sultan hazretlerini ve diğer Sahâbe-i kirâmın (radıyallahü anhüm) ve ecdadının kabirlerini ziyaret etti. Onlardan manevî yardım istedi.
20 Nisan 1514’de Üsküdar’a geçti. Evvelce hareket eden orduya aynı gün Maltepe’de yetişen Selîm Han, Bosna vâlisi Hadım Sinân Paşa’yı Anadolu beylerbeyliğine tâyin etti. 23 Nisan’da İzmit’e geldiğinde, daha önceden esir edilip orduyla beraber götürülen şiî halîfelerinden Kılıç ismindeki biri vasıtasıyla Şâh İsmail’e bir mektup göndererek, üzerine yürüdüğünü resmen bildirdi. Tâcîzâde Cafer Çelebi’nin kaleme aldığı bu mektupta Selîm Han, Şâh İsmail’in Hulefâ-i râşidîni kötülemesi ile zulümlerini şiddetle tenkid ediyor; dînin emri gereğince üzerine yürüyüp mazlumların âhını dindireceğini beyân buyuruyordu.
Yavuz Sultan Selîm Han, İzmit’den Yenişehir’e geldiğinde, Anadolu ve Rumeli beylerbeyileri de kuvvetleriyle orduya katıldılar. Ordu, on gün sonra Seyyidgâzi’ye geldi. Bu mevkide, 20.000 tımarlı sipahiden meydana gelen öncü ordusuna vezir Dukakinzâde Ahmed Paşa’yı tâyin eden Selîm Han, Sinop vâlisi Karaca Ahmed Paşa’yı 500 süvârî ile keşfe ve akıncı kuvvetlerini de Nihaloğlu Mehmed Bey emrinde sefere me’mûr etti. Bundan sonra Konya’ya gelen Selîm Han; burada, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi aleyhim) gibi evliyânın türbelerini ziyaret etti. Şâh İsmail’e karşı muzaffer olması, müslümanları bu belâdan kurtarması için o mübarek zâtların ruhları vasıtasıyla Allahü teâlâdan yardım talebinde bulundu. Fakirlere sadaka dağıttı.
Konya’dan hareketle Kayseri’ye gelen Sultan, 2 Haziran’da Sivas’a ulaştı. 140.000 asker, 5.000 zahireci ve 60.000 deveye yükselen orduyu yoklamaya tâbi tutup, muhtemel bir şiî ayaklanmasını önlemek ve yiyecek tedâriki yapmak üzere İskender Paşa kumandasındaki 40.000 askeri burada bıraktı. Çünkü, Şâh İsmail’in kumandanlarından Ustaclı Mehmed Han, Osmanlı ordusunun ileri harekâtını duymuş, burada oturan halkı daha içlere sürerek, geride kalan her yeri ateşe vermişti. Bunun için uzun süre İran topraklarında kalacak olan Osmanlı ordusunun beslenmesi zor olabilir.
Osmanlı ordusu mütemadiyen harâb edilmiş topraklarda ilerlerken, gemilerle Trabzon’a ve oradan da develerle orduya ulaştırılan zahireler yeterli olmuyordu. Bu sebeple Gürcü hükümdarına da, orduya yiyecek gönderilmesi için nâmeler gönderildi.
Ordu, Erzincan Yassıçeşme’de Hasanbey çayırı mevkiine geldiğinde, Şâh İsmail’in cevabî’nâmesi geldi. Şâh İsmâil bu mektubunda muhârebeye hazır olduğunu bildirmekle beraber; gerek sultan Bâyezîd zamanındaki ve gerek Yavuz Selîm’in Trabzon vâliliği zamanındaki dostluklarından (!) bahsederek aradaki düşmanlığın nereden çıktığını anlayamadığını söylüyordu. Bir kargaşalığa sebeb olmak istemediğini belirterek adetâ göz dağı vermekten geri kalmayan Şâh İsmail, Yavuz’un karşısına da çıkmıyordu.
Bir müddettir İran topraklarında ilerleyen ordunun hiç bir karşı harekât görmeden yoluna devam etmesi, bu uzun yolculuğu ve Şâh İsmail’in vadine rağmen hâlâ ortaya çıkmaması, yeniçeriler arasında hoşnutsuzluğa sebeb oldu. Aylarca yol yürümekten, seferin zorluklarından, şikâyete başladılar. Bununla beraber, sancakbeyleri gibi bâzı vezirler, başlangıçta ileri gitmenin aleyhinde olmalarına rağmen bunu açıklamakdan çekindiler. Ancak Sultan Selîm’in askerin hareketini tanzim ile Azerbaycan’ın merkezi Tebriz’e kadar gidileceği karârında sebat etmesi üzerine, fikirlerini Sultan’a açmaya karar verdiler. Bunu da bizzat kendileri yapmayıp, Pâdişâh’ın çok sevdiği mahremlerinden en yakın nedimi Karaman vâlisi Hemden Paşa’dan, Pâdişâh’ı geri dönmeye ikna etmesini rica ettiler. Her hususta Pâdişâh ile konuşabilen Hemden Paşa, daha ileri gitmeye muhalefet eden bu vezirlerin ricasını kabul ederek Sultan Selîm’in huzuruna girdi. Askerlerin durumunu anlattı. Sonunda da geri dönmenin daha uygun olduğunu söyleyince, Sultan Selîm onu derhal öldürttü. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi; “Pâdişâhım! Hangi hükme dayanarak katlettirdiniz?” diye sorduğunda, sultan Selîm; “Ayet-i kerîmeye muhalefet ettiği için öldürttüm. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: (Ey peygamberim! Eshâbının) iş hususunda fikirlerinial (müşavere et). Müşavereden sonra da bir şeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allahü teâlâya güven ve dayan. Gerçekten Allahü teâlâ tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân sûresi: 159). Biz bu cihâda çıkarken, vezirler, âlimler ve komutanlarımızla müşavere ettik. Karar verdik. Allahü teâlâya tevekkül ederek yürüdük. Hemden’in yerinde oğlum Süleymân bile olsa, onun da boynunu vurmaktan kıl kadar çekinmezdim” dedi. Hemden Paşa’nın öldürülmesini ve Sultân’ın bu sözlerini işiten vezirler ve yeniçeriler, yaptıkları hatânın büyüklüğünü anladılar. Bir müddet şikâyetleri bıraktılar. Sultan Selîm Han, Erzincan’dan Şehsuvaroğlu Ali Bey’i, düşman hakkında bilgi toplamak için ileriye, Ferahşad Bey’i Tercan, Faik Bey’i de Bayburt üzerine gönderdi. Ordu Erzurum’a yaklaştığında, alınan iki esirden mühim bilgiler öğrendi. Şâh İsmail’e bir mektup daha gönderdi. Bu mektupta da şöyle yazıyordu: “Hükümdarların toprakları, onların nikâhlısı gibidir. Bu itibârla erkek ve merd olanlar, ona başka birinin elinin değmesine dayanamazlar. Hâlbuki günlerden beri askerlerimle topraklarının üzerinde yürüdüğüm hâlde, hâlâ senden bir eser yok. Aslında şimdiye kadar senin, merdlikle ve celâdetle ilgili bir hareketin görülmemiştir. Bütün hareketlerin sâdece hîleye dayanmaktadır. En seçkin askerimden kırk binini buraya getirmeyerek korkunu gidermeye çalıştım. Buna rağmen gizlenmeye devam edersen, erkeklik sana haramdır. Zırh yerine çarşaf, miğfer yerine yaşmak kullanarak, serdârlık ve şahlık dâvasından vazgeçmelisin.” Selîm Han bu mektubdan başka, bir de kadın elbisesi gönderdi. Böylece Şâh İsmail’i tahrik edip meydana çıkmasını sağlamaya çalıştı.
Ordu 14 Ağustos’da Eleşkirt civarına geldiğinde, yeniçerilerin yeniden isyânkâr konuşmaları başladı. “Pâdişâh bizi nereye götürür? Daha ne kadar gideceğiz? Askerde savaşacak hâl mi kaldı? Bu şekilde, kaşan düşman kovalanır mı? Üç aydır yol alan askere yapılanlar reva mıdır? Merhamet bu mudur? Geri dönülmezse yapacağımızı biliriz!” gibi ileri geri fısıltılar duyuluyordu. Nihayet Ağustos ayının ortasında, beş yüz kadar yeniçeri, konaklanan bir yerde, Pâdişâh’ın otağına ok atıp ateş açmaya başladılar. Bu sırada Sultan Selîm, Hersekzâde Ahmed Paşa ile konuşuyordu. Silâh seslerini duyan Sultân, Ahmed Paşa’ya; “Bre bu nedir?” diye gürleyince, vezîriâzam Ahmed Paşa sapsarı kesildi. Suskun bir hâlde; “Yeniçeri kullarınız silâh ta’limi yaparlar Sultân’ım!” diyebildi. Sultan Selîm Han; “Paşa Paşa!... Sen uykudasın herhalde. Baksana asker isyân üzeredir. Edebsizliğe billahi rızâmız yoktur” diyerek dışarı çıkıp, Karabulut ismindeki atına bir sıçrayışta bindi. İsyan eden yeniçerilerin üzerine yıldırım gibi atını sürdü. Önlerine geldiğinde, şimşek çakan gözlerini askerin üzerinde dolaştırdıktan sonra, atını şaha kaldırdı ve; “Bre câhiller! Karar verdik, i’lâ-yı kelimetullahı yaymak ve yüceltmek için yola çıktık. Hedefimize henüz ulaşmış değiliz. Düşmanla karşılaşmadan da geri dönmemiz mümkün değildir. Ne gariptir ki, Şâh’ın adamları bâtıl inanışları uğrunda efendileri için can verirlerken, içimizdeki bâzı gayretsizler bizi hak yoldan döndürmeye uğraşıyorlar. Fakat biz yolumuzdan asla dönmeyecek, emre itaat edenlerle birlikte hedefimize kadar gideceğiz. Bâzıları hanımını hayâl edip, yol yorgunluğunu bahane ederek; “Bundan öte gidemeyiz” derler. Bunun gibiler, kendileri bilirler. Geri dönerlerse, dîn-i mübîn yolundan dönmüş olurlar. Onların bahaneleri düşman gelmediği ise, düşman ileridedir. Eğer er iseniz benimle geliniz. Yoksa Şâh oğlunun karşısına tek başımıza çıkarız” diyerek atını ileri sürdü. Bu acı sözlerden sonra, artık niç kimse muhalefet etmedi ve Sultân’ın arkasından yürümeye başladılar.
Sultan Selîm Han, ordusuyla Kazlıgöl mevkiine geldiğinde, Şehsuvaroğlu Ali Bey’in verdiği habere göre, Şâh İsmâil ordusuyla Hoy şehrine gelmişti. Bu habere sultan Selîm çok sevindi. Ali Bey’e hediyeler verdi. Şâh İsmail, ordusuyla Çaldıran’da toplanacağı haberi kesinlik kazandı. Sonra gelen haberler, Şâh’ın ordusunun Çaldıran’da olduğunu bildiriyordu.
Osmanlı ordusu, yirmi iki Ağustos günü Çaldıran’ın Akçay vadisi tepelerinde konakladı. Şâh’ın ordusu ile aralarında beş-altı km.lik bir mesafe kalmıştı. O güne kadar iki bin beşyüz km. yol alan yorgun askere, her an hücuma hazır olacak şekilde istirahat etmeleri bildirildi. Akşam, sultan Selîm komutanlarını toplayarak; “Hücum hakkında ne düşünürsünüz?” diye sordu. Veziriazam Hersekzâde Ahmed Paşa; “Sultân’ım’! Uzun yoldan geliriz, askerimiz yirmi dört saat dinlense iyi olur diye düşünürüm” deyince, sultan Selîm Han celallenerek; “Paşa Paşa! Sen daha, Osmanlı gâzilerini tanıyamamışsın. Hele sancaklar açılsın, kösler vurulup mehter çalsın, ne yorgunluk ne de uykusuzluk kalır. Bir daha böyle mütâlâa istemem” dedi. Vezirler ve paşalar ne söyleyeceklerini düşünürlerken, defterdâr Pîrî Mehmed Çelebi heyecanını yenemeyerek; “Şevketlü Sultân’ım! Eğer derhâl muhârebeye başlamaz, bir müddet daha gecikirsek, ordumuzdaki şiî casusları, askerimizi aldatırlar. Ne kadar zaman kaybedersek, o kadar adamımızı kandıracaklardır. Orduda Şâh’a meyledenlerin, düşmanla temas ederek o tarafa geçmeleri veya harbe isteksiz girmeleri ihtimâli de vardır. Buna meydan vermeden, sabah erkenden muhârebeye girmek gerekir” dedi. Sultan Selîm Han ile Sinân Paşa ve diğer komutanlar da bu görüşde olduklarından, sabah erkenden muhârebeye girme karârı alındı. Sultan; “Cenâb-ı Hak mu’înimiz, yardımcımız olsun” diye duâ ettikten sonra harp dîvânı dağıldı.
O gece sultan Selîm sabaha kadar uyumadı. Allahü teâlâya göz yaşları arasında ibâdet eyledi. Otağ-ı hümâyûnun yere serili halılarını kaldırıp, pâk toprağa mübarek alnını koyarak secdeye kapandı. Gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatırken; “Yâ Rabbî! Buralara kadar yüce dînini yaymak ve ism-i şerifini yüceltmek için geldim. Hâtem-ül-enbiyâ olan şerefli Peygamberin sallallahü aleyhi ve sellem ile, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali (radıyallahü anhüm) efendilerimizin hâtır-ı şerifleri için, Kur’ân-ı kerîmde överek bahsettiğin Eshâb-ı kiramın hatırı için, Ehl-i sünnet düşmanlarını kahrederek, ordumu muzaffer eyle! evliyânın ruhlarını bizimle beraber et!” diye niyazda bulundu. Sonra atına binerek istirahat hâlindeki ordusunun arasında gezindi. Yâsîn sûresini okuyarak, askerlerine duâ etti.
23 Ağustos Çarşamba sabahı Osmanlı ordusu harb nizâmı aldı. Sultan Selîm’in emri üzerine, devlet ricali ve askerî erkân birliklerinin başına geçti.
Ordunun sağ kolunu Anadolu beylerbeyi Sinân Paşa ile Zeynel Paşa’nın emrindeki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise, Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa kumandasındaki Rumeli askeri teşkil ediyordu. Sultan merkezde, her zamanki gibi sipâhî, silâhdâr, ulûfeci ve gurebâ bölükleri ile çevrilmiş olup, yanında sadrâzam Hersekzâde Ahmed Paşa, vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa, vezir Mustafa Paşa, Ferhad Paşa, Karaca Paşa gibi devlet ricali, kazasker ve âlimler bulunuyordu. Pâdişâh’ın ön kısmında mevki alıp, ağaları Ayas Paşa’nın emrinde sayıları 12.000’i bulan tüfekçi yeniçeriler, araba ve develerden meydana gelen bir siper gerisinde bulunuyorlardı. Bunların her iki yanındaki sağ ve sol cenahlarda biri 10.000, diğeri ise 8.000 kişiden ibaret Anadolu ve Rumeli azabları ve hedeflerini bir mil içinde vurmakda usta topçuların nezâretindeki birbirlerine zincirle raptedilmiş 500 topun önünde dizilmişlerdi.
Şâh İsmail, şimdiye kadar devletini Hazar denizinden Umman denizine, Ceyhun nehrinden Dicle nehrine kadar genişletmişti. On dört hükümdarla savaşmış, hep galip gelmiş ve hepsini öldürmüştü. Gençti, gözüpekti. Hedefi, Osmanlı Devleti’nin topraklarını elde etmekti. Sultanlarını öldürüp, devleti işgal edecekti. Yirmi iki Ağustos günü Çaldıran ovasının en müsâid yerine ordusunu yerleştirmişti. Yüz bin kişilik ordunun büyük bir kısmı süvari idi. Şâh’ın plânı; yorgun Osmanlı piyadelerini bu atlı askerleri ile imha etmekti.
23 Ağustos sabahı Şâh İsmail, ordusunu tekrar gözden geçirdikten sonra, hücum emrini verdi. Askerleri “Şâh, Şâh!” diyerek saldırdılar.
Yavuz Sultan Selîm Han atından yere indi, ellerini açarak; “Yâ ilâhî! Ordumu muzaffer eyle, günâhlarım sebebiyle onları kahreyleme...” diyerek duâ etti. Sonra atına bindi. Askerinin savaş düzenini son bir defa gözden geçirdikten sonra; “Yâ Allah!... Bismillah! Allahü ekber!...” diyerek hücum emrini verdi. Osmanlı ordusu; “Allah Allah!” diyerek çığ gibi Şâh’ın ordusuna yüklendi. Gemleri salınan atlar, ok gibi ileri atıldı. Sağ cenahın kumandanı Sinân Paşa, Şâh’ın ordusunun sol kanadıyla önce müthiş bir çarpışmaya, sonra da plân gereği geri çekilmeye başladı. Şâh’ın kumandanı Ustaclıoğlu; “Osmanlı ordusunu bozdum, geri çekilmeye başladılar” zannıyle ileri atıldı. Bir müddet geri çekilen Sinân Paşa, bir anda birliklerini ikiye ayırarak sür’atle yanlara çekildi. O anda, daha önce oraya yerleştirilen Osmanlı topları gürlemeye başladı. Topların önünde kalan ne kadar İran süvarisi varsa, kaçmaya fırsat bulamadan, en güzîde kuvvetlerini bir anda kaybediverdiler.
Bu arada İran ordusunun sağ cenahına kumanda eden Şâh İsmail, Osmanlı ordusunun sol cenahına yüklenmişti. Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa ilk anda şehîd oldu. Osmanlı ordusu sol cenâhındaki plânı tam tatbik edemeden, bozularak karışık bir şekilde geriye çekilmeye başladı. Bu hâli gören Yavuz Sultan Selîm Han; “Allah Allah” diyerek yeniçerilerle, sol kanada yardıma koştu. Bir anda Sultânlarının; “Vurun şahbazlarım! Koman yiğitlerim! Vurun ha, arslan yürekli gâzilerim!” diyen gür sesini işitince, dağılan askerler yeniden canlandılar. Pâdişâhları ile birlikte, yalın kılınç düşmanın üzerine yüklendiler. Askerin maneviyâtı düzelince geri çekilen sultan Selîm, yüksek bir tepeden harekâtı tâkib etmeye başladı. Sinân Paşa’nın plânı tatbik ederek, yıldırım gibi” Şâh’ın ordusunun arkasına dolandığını görünce, ona ve askerlerine duâ etti. Şâh İsmail, ordusunun sarıldığını çok geç anladı. Askerinin tükendiğini gören Şâh, durumun kendisi için çok tehlikeli olduğunu anlayınca, atıyla hamle yapıp cenk meydanından kaçmak istedi ve kolundan yaralandı. Atı da çamura saplandı. Nihayet yaralı bir vaziyette taht ve hanımını harb meydanında bırakarak kaçmak mecburiyetinde kaldı. Şâh’ın kaçtığını gören İran ordusu da, firara başladı. Savaş, Osmanlıların galibiyeti ile bitti. O gün Çaldıran ovası on binlerce şiîye mezar oldu. Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini, Allahü teâlanın izniyle kazandığını gören Yavuz Sultan Selîm Han, şükür secdesine kapandı, sevinç gözyaşları dökerek, Allahü teâlâya hamd etti.
Şâh’ın paha biçilmez tahtını ve yakalanan zevcesini Pâdişâh’ın huzuruna getirdiler. Sultân’ın gözünde bunlar yoktu. O, şehîd olan askerini düşünüyordu. Âlimler ve komutanları ile savaş meydanını dolaştı. Şehîdleri için Fatihalar okudu. Şehîdler arasında; Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa, Sofya sancak beyi Malkoçoğlu Ali Bey ve kardeşi Selanik sancak beyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Pirizren sancak beyi Süleymân, Kayseri sancak beyi Üveys, Niğde beyi İskender, Beyşehir beyi Sinân, Mora sancak beyi Hasan Ağa gibi pek namlı kumandanlar vardı. Şehîdlerin defin işleri yapıldıktan sonra, askerin dinlenmesi emredildi.
Yavuz Sultan Selîm Han bu zaferi ile; Anadolu’da müslümanlar arasında yayılan, kendilerini gizliyerek tekkelere sızan ve Eshâb-ı kiram düşmanlığını körükleyen, Türk dünyâsının inanç birliğini bozmaya çalışan sapık inanç sahiplerini temizledi. Bu bozuk inancın yayılmasını önledi. Böylece Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirerek, İslâm’a büyük hizmeti oldu.

DOĞRU YOLDAN AYRILANLAR!

Yavuz Sultan Selîm tahta çıktığı sırada, İran’ın teşvik ve tahriki ile Anadolu’da şiî faaliyetleri devletin bünyesini sarsacak bir durumdaydı. Osmanlı ulemâsı şiîliği red eden risaleler kaleme alıyor ve İran üzerine sefere çıkılmasını istiyordu. Bunlardan Sarı Gürz Nûreddîn Hamza Efendi’nin şiîler hakkında verdiği fetva şöyledir:
“Hüvelmu’în Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da kahreden Allahü teâlâya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve O’nun âline ve Eshâbına (radıyallahü anhüm) salât ü selâm olsun. Ey müslümanlar! Biliniz ve anlayınız ki, Eshâb-ı kiram düşmanı râfızîlerin reisleri, Erdebiloğlu Şâh İsmail’dir. Onlar, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yolunu ve sünnetini beğenmezler. Kur’ân-ı kerîm ile alay ederler. Allahü teâlânın “Haramdır” buyurduğuna “Helâldir” derler. Kur’ân-ı kerîmi ve diğer din kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i sünnet âlimlerine ve sâlih müslümanlara ihanet edip, öldürürler. Mescidleri yıkarlar. Bu taifeye mensûb olanlar, reisleri Şâh İsmail’i ilâh yerine koyup secde ederler.Hazret-i Ebü Bekr’e ve hazret-i Ömer’e sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hanımı hazret-i Âişe vâlidemize iftira edip söverler. İslâmiyet’i yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslâm’a aykırı daha pek çok bozuk îtikâdları ve hareketleri vardır ki, benim ve diğer âlimlerin katlarında tevatür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri ile, dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetva verdik ki; kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahi onların bâtıl dinlerini beğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunları öldürüp cemaatlarını dağıtmak bütün müslümanlara vâcibdir, farzdır. Müslümanlardan ölenler, sa’îd ve şehîd olup, Cennet-i a’lâdadır. Ötekilerden ölenler ise, hor ve hakîr olup, Cehennem’in dibindedirler. Zîrâ bunların boğazladıkları ve avladıkları, okla, doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Nikâhları bâtıldır... Netice olarak, Eshâb-ı kiram düşmanı olan bu râfızîler, hem kâfir, hem mülhid ve hem de fesâd ehlidirler. İki cihetten de katledilmeleri vâcibdir. Yâ Rabbî! Dînine yardım edenlere yardım eyle, müslümanlar arasında fitne çıkaranları kahreyle! Âmîn.
Kulların en fakiri Sarı Gürz lakabıyla tanınan Nûreddîn Hamza.”

ZIRHIMI GİYİP, KILICIMI KUŞANDIM...

Yavuz Sultan Selîm Han, Anadolu’da yıllarca yaptığı şiîlik propagandası ile Osmanlı ülkesini parçalama gayesini güden Şâh İsmail’e karşı harekete geçerken, kendisine de; “Zulmünü, müslümanlar üzerinden kaldıracağını” belirten şu mektubu gönderdi:
“Bilesin ve anlıyasın ki, ilâhî hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü teâlânın dînini yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün müslümanların ve adâletsever hükümdarların kudretleri nisbetinde mâni olmaları farzdır. Sen ki, müslümanların memleketlerine saldırdın; şefkat ve utanmağı bir tarafa bırakarak, zulm kapılarını açtın. Günahsız müslümanları incittin. Fitne ve fesadı kendine gaye edindin. Nefsinin kötü arzularına ve fıtratındaki bozukluklara uyarak, dîn-i İslâm’ın emirlerini değiştirmeye kalktın. Haramlara helâl diyerek nice müslümanları ifsâd ettin. Mescidleri, türbeleri ve mezarları yıktın. Âlimleri ve Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin neslinden gelen mübarek seyyidleri öldürdün. Kur’ân-ı kerîmi hela çukurlarına attın. Hazret-i Ebû Bekr’e ve hazret-i Ömer’e söverek hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hâllerinden sâdece bir kaçıdır. Dillerde dolaşan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayı, âlimlerim, kesin delillere dayanarak; senin kâfirliğine, dinden çıkıp, mürted olduğuna fetva verdiler. Bu durum karşısında Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, zulm görenlere yardım etmek için merasimlerde kullandığım pâdişâhlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım; Allahü teâlânın inâyetiyle senin şahlığını yok etmek ve bu suretle, âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak, kılıçtan önce sana, Sünnet-i seniyye icâbı sünnî îtikadı teklif ederim. Eğer yaptıklarına pişman olup cân ü gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan, dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hâllerine devam ettiğin takdirde; zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve elinden almak üzere, Allahü teâlânın izniyle yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tâc-üt-Tevârih; cild-2, sh. 268
 2) Selîmnâme (Hoca Sâdeddin Efendi)
 3) Tevârih-i Âli Osman (İbn-i Kemâl, Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî kısmı, No: 32); defter-8
 4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-2, sh. 6
 5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 253
 6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 36
 7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-5, sh. 177
 8) “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selîm’ın İran Seferi” (Şehâbeddîn Tekindag, İ.Ü. Ed. Fak. Târih Dergisi, XVII. cild, 22. sayı, İstanbul-1968)
 9) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-4, sh. 1066
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 270

EDİRNE ANTLAŞMASI


Osmanlı Devleti ile Rusya arasında, 14 Eylül 1829 târihinde Edirne’de imzalanan andlaşma. Rusya 1812 senesinde Osmanlı Devleti ile yaptığı Bükreş barış andlaşmasından iki yıl sonra andlaşmanın bâzı maddelerine îtirâz ederek, bir kısım hükümlerin yorumlanması gerektiğini ileri sürdü. 1814 senesinden beri bu yolda çalışan Rusya, tehdîdlerde bulundu. Osmanlı Devleti, Mora’da çıkan isyânı bastırdığı sırada, koyu bir Osmanlı düşmanı olan birinci Nikola, Rus çarı olmuştu. Bu sırada Osmanlı Devleti’nin başına gaileler açan Yeniçeri ocağı da 1826 yılında kaldırılmıştı. Yeni ve kuvvetli bir Osmanlı ordusunun kurulmasından endişelenen Rus çarı birinci Nikola, böyle bir teşebbüse fırsat vermek istemiyordu. Osmanlı’ya harb îlân ederek bu zayıf durumdan istifâde etmek istedi. O zamanki Rus elçisi, Bâb-ı âlî’ye müracaat ederek, Bükreş andlaşması gereğince; Sırplılara tanınan imtiyazların yerine getirilmesini, mevkuf bulunan Sırp knezlerinin serbest bırakılmasını, Eflâk ve Boğdan’da beşli denilen müslüman askerlerinin tamamen kaldırılmasını ve tamamlanmadığını iddia ettikleri Bükreş muahedesi esaslarının yerine getirilmesi için iki taraf hey’etlerinin görüşme yapmalarını istedi. Bu istekleri bildirdikten bir kaç gün sonra da, kırk gün içinde cevap verilmediği takdirde Rusya’ya dönmek üzere emir aldığını bildirdi.
Osmanlı Devleti, bir taraftan Mora’da isyân eden Yunanlı âsîler ile ve bir taraftan da Yeniçeri ocağının kaldırılması ve yeni bir ordunun kurulması ile meşgul olduğundan, Rusya ile yeni bir savaşa girmeye tarafdâr değildi. Bu bakımdan Rusya’nın isteklerine uygun cevap verdi. Bükreş andlaşmasının esasları bozulmadan; müzâkerelere başlamak üzere, Anadolu muhasebecisi Hâdî Efendi ile İbrâhim İffet Efendi murahhas tâyin edilerek, Akkerman’a gönderildi. Yapılan görüşmeler neticesinde Ruslar, isteklerini çok genişlettiler ve bu isteklerinin hemen hemen hepsini kabul ettirdiler. Neticede sekiz maddelik Akkerman andlaşması imzalandı. 1812’de yapılan Bükreş barış andlaşmasının bir nevî yorumunun yapılması ve açıklanması için yapılan bu görüşmeler sonunda, Bükreş andlaşması Rusya’nın lehine olarak tamamen değiştirildi.
Yapılan yeni andlaşma, sekiz madde ve buna bağlı iki ayrı senedden ibaretti. Bu andlaşmaya göre Osmanlı Devleti; Bükreş andlaşmasına göre, kendisine verilmesi gereken Kafkas kalelerinden vaz geçmiş, savaş sebebiyle Rus uyrukluların zararlarını tazmin etmeyi, Rus tüccarlarının Osmanlı topraklarında serbestçe ticâret yapabilmelerini ve Rusya’nın Karadeniz ticâretini geliştirmek için diğer devletlerin gemileri hakkında çar hükümeti tarafından girişilecek teşebbüslere yardımcı olmayı kabullendi. Diğer taraftan, Osmanlı-Rusya arasında daha önceden yapılan andlaşmaların hükümleri sağlamlaştırıldı. Andlaşmaya bağlı olan iki ayrı senedden biri ile Eflâk ve Boğdan’da, voyvodaların Boyarlar tarafından ve yedi yıl müddetle seçilmeleri, Osmanlı Devleti’ne bağlı olmadan memleketlerini idare etmeleri ve Rusya’nın tasdiki alınmadan azledilmemeleri kararlaştırıldı. İkinci senedde ise, Bükreş barış andlaşması ile Sırplara verilen imtiyazlar sağlama alındı ve on sekiz ay içinde Sırp temsilcileri ile görüşmeler yapılıp; verilecek kararlar üzerine çıkarılacak fermanın Rusya’ya haber verileceğine dâir söz verildi. Ayrıca Besarabya’da Rusya’nın menfaatine bir sınır düzeltmesi yapıldı.
Osmanlı Devleti’nin bir çok bakımdan zayıf düştüğü bir zamanda, Rusya’nın savaş tehdidi karşısında imzalanan Akkerman andlaşması ile bir savaşın yapılmasına mâni olundu ise de, bu andlaşmada kabul edilmek zorunda kalınan şartlar, mağlûb olunmuş büyük bir savaş neticesinde kabul edilmiş bir barış andlaşması şartları gibi ağırdır. Buna rağmen, Osmanlı’yı parçalayıp yıkmaya azmetmiş olan Rus çarı birinci Nikola, ordusunu dağıtmış olan Osmanlı Devleti’nin yeni ve düzenli bir ordu kurmasına fırsat vermek istemiyordu. Diğer gayr-i müslim devletler de aynı düşüncede idiler. Mehmed Ali Paşa’nın Rumların Mora isyânını bastırmasına ateş püsküren Avrupa devletleri, bu isyânın bastırılmasına kendi menfaatleri istikâmetinde müdâhale ettiler. Böylece mes’ele çıkmaza girdi. Bir kaç seneden beri baskılarını artıran Rusya da bu mes’eleye müdâhale etmek için hazırlıklara başladı. Akdeniz’de güçlü durumda olan İngiltere de, Yunan mes’elesinde Rusya’yı destekledi. Böylece âsî Rumların minnetdârlığını kazanmak istiyordu. İngiltere 4 Nisan 1827’de Rus çarlığı ile bir andlaşma yaptı. Aralarında, Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne bağlı muhtar ve senelik vergi veren bir devlet olmasını kararlaştırdılar.
Rusya ve İngiltere, yaptıkları bu andlaşma çerçevesinde âsî Rumlarla Osmanlı Devleti arasında aracılık yapmak istediklerini sultan İkinci Mahmûd Han’a bildirdiler. Mahmûd Han bu davranışın bir devletin iç işlerine müdâhale olacağını belirterek teklifi reddetti.
Osmanlı Pâdişâhı’nın bu cevâbı üzerine, Rus çarı birinci Nikola, Fransa’yı da bu mes’eleye soktu ve 6 Temmuz 1827’de Londra’da üç devlet arasında bir andlaşma yapıldı. Rusya, İngiltere ve Fransa bu sefer Yunanistan’a istiklâl verilmesi şartını ileri sürdüler. Tabiî ki bu istekleri de reddedildi. Bunun üzerine, Rum hâmisi kesilen bu üç devlet, Akdeniz’deki donanmalarını, Osmanlı-Mısır donanmasının üslendiği Navârin limanına gönderdiler ve 20 Ekim 1827’de Osmanlı donanmasını yaktılar. Osmanlı donanmasının yakılmasından sonra gelişen hâdiseler neticesinde, 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşı çıktı. 1828’de harb ilân eden Rusya, Mayıs ayı başlarında Prut ırmağını geçerek Osmanlı topraklarına saldırdı. Anadolu’da ve Rumeli’deki Rus hareketleri Avusturya ve İngiltere’yi menfaatleri açısından telâşlandırdı ise de, savaşı durdurma çabaları neticesiz kaldı.
Savaşın seyri sırasında İngiltere, Mısır vâlisi Mehmed Ali Paşa’ya baskı yaparak, Mısır birliklerinin Mora’dan çekilmesini sağladı. Mora’ya Fransa bir ordu gönderince, Mora’da Osmanlı ordusunun durumu sarsıldı. Ruslar doğuda Erzurum’u ve batıda da Edirne’yi işgal ettiler. Bu durum karşısında Prusya elçiliği aracılığı ile savaşın durdurulması istendi. Sonra da ağır şartlar taşıyan Edirne andlaşması yapıldı.
Edirne andlaşmasında Osmanlı Devleti’ni baş defterdâr Mehmed Sâdık Efendi ile Anadolu kazaskeri Abdülkâdir Bey; Rusya’yı ise Kont Dibiç, Kont Aleksey Orlav ve Kont Frederik temsil ettiler. Andlaşma iki metin hâlinde hazırlandı. Biri esas metin olan on altı maddelik Edirne andlaşması, diğeri ise Eflak ve Boğdan (Memleketeyn) konularını içine alan ek bir protokol metni idi.
Andlaşmanın başlıca hükümleri şöyle idi:
1- Çarpışmalara son verilerek, iki devlet arasında tam bir barış kurulacak ve andlaşmanın şartlarına aykırı hareket edilmeyecektir. 2- Rusya, Boğdan’ı eski sınırlariyle Osmanlı Devleti’ne bırakacak, Eflak bölgesinden Dobruca, Silistre, İshakçı, Pazarcık, Varna, Yanbolu, Aydost, Kırkkilise ve Edirne ile Rumeli’de işgal ettiği bütün yerlerden geri çekilecektir. 3- Prut nehri eskiden olduğu gibi, Boğdan arazisine bitiştiği yerden Tuna’ya karıştığı yere kadar, iki devlet arasında sınır olacak, Tuna kollarındaki bütün adalar Rusya’nın tasarrufunda, bu nehrin sağ kıyısı Osmanlılarda kalacak, 10 km.’lik mesafe boşaltılacak, karantina binaları kurulabilecek, başka hiç bir te’sis yapılamayacak, adalarda Rusya hiç bir bina ve istihkâm yapmayacak, Tuna nehrinde seyri sefer her iki devlet için serbest olacaktı. 4- Gürcistan ve Kafkas tarafındaki bir çok eyâlet uzun zamandan beri Rusya hudutları içine girmiş; 1828’deki İran-Rusya arasındaki Türkmençay andlaşması gereğince Revan, Nahçıvan hanlıkları da Rusya’ya geçmişti. Bu bakımdan iki devlet arasındaki yeni sınır, Ahıska, Poti, Anapa kaleleri Rusya tarafından; Kars, Bâyezîd, Erzurum bölgeleri Osmanlılarda kalmak üzere tertip edilecekti. 5- Eflak ve Boğdan’a yeni haklar tanınacak, Eflak-Boğdan beyleri ömür boyu vazifede kalacak, Eflak ve Boğdan’daki kaleler yıktırılacak, bu iki eyâlette Osmanlı askeri bulunmayacaktı. 6- Akkerman andlaşması gereğince Sırbistan’a tanınan imtiyazlar, yâni Sırbistan muhtariyeti bu andlaşma ile tekit edilecekti 7- Rus ticâret gemilerine Boğazlardan geçiş hakkı tanınacak, Ruslar, Osmanlı memleketlerinde serbestçe ticâret yapabileceklerdi. 8- Osmanlı Devleti, Rusya’ya on taksitte vermek üzere, bir milyon beş yüz bin duka altını tazmînât ödeyecekti. 9- Osmanlı Devleti, 6 Temmuz 1827’de Londra’da; Rusya, İngiltere ve Fransa arasında imzâlanan Yunanistan’ın istiklâliyle ilgili andlaşmaya tam muvafakat bildirecek, 22 Mart 1829’da bu esâsa göre düzenlenen protokolü da kabul edecek, andlaşmanın tasdikinden sonra Rusya, İngiltere ve Fransa murahhaslariyle birlikte, andlaşma esaslarının uygulanmasını kararlaştırmak üzere Osmanlı Devleti tarafından murahhaslar tâyin edilecek, 10- Her iki devlet savaş sırasında işgâl ettikleri topraklarda genel af îlân edecek, harb esirleri de bu andlaşmanın tasdikinden sonra derhâl serbest bırakılacaklardır.
Edirne andlaşması ile Rusya, Balkanlarda te’sirini artırdı. Osmanlı için bir problem devlet olan Yunanistan’ın kurulması sağlandı. Ödenen ağır tazminatla, Osmanlı Devleti’nin ekonomisi zaafa uğradı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 7
 2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi; cild-11, sh. 252
 3) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 112
 4) Osmanlı-Rus Harbi (1828-1829)
 5) Siyâsî Târih (Rifat Uçarel); sh. 100

EFDALZÂDE

Osmanlı Devleti’nin yedinci şeyhülislâmı. İsmi, Hamîdüddîn bin Efdalüddîn el-Hüseynî’dir. Efdalzâde Hamîd Efendi adıyla meşhurdur. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1498 (H. 903) veya 1503 (H. 908) senesinde İstanbul’da vefât etti. Eyyûb Sultan mezarlığına defnedildi.
Önce babası Efdalüddîn Efendi’den, sonra zamanının âlimlerinden ilim tahsil etti ve Molla Yegân’ın hizmetine girerek tahsilini tamamladı. Bursa Kaplıca’daki Sultan Murâd Han Medresesi müderrisi oldu. Daha sonra İstanbul’a gitti. Fâtih Sultan Mehmed Han ile görüşüp, iltifatına kavuştu, ömrü boyunca aşırı çalışmasından, yaşlılığında sakalı dökülüp, beli büküldü.
Fâtih Câmii etrafındaki Sahn-ı semân medreselerinden birine müderris oldu. Burada müderris iken, ailesiyle civarda bulunan bir köye taşındı. Haftada dört gün medreseye gelir, normal derslerini verirdi. Medrese ile ikâmet ettiği köyün arası uzak olmasına rağmen, derslerini hiç aksatmazdı. Fâtih Sultan Mehmed Han bir gazâ dönüşü kendisini karşılamaya çıkan âlimler arasında Efdalzâde’yi görünce; “Duydum kî sen bir köyde otururmuşsun. Oradan İstanbul’a gelip dersini büyük bir titizlikle okuturmuşsun. Sen üzerine düşeni yaptın. Biz de üzerimize düşeni yaparız” diyerek, ona ihsânlarda bulundu. Daha sonra Efdalzâde İstanbul kâdılığına getirildi. Edirne’de de kâdılık yaptığı, Kâsım Paşa’nın yaptırdığı câmi vakfiyesinden anlaşılmaktadır.
Efdalzâde, sultan İkinci Bâyezîd Han zamanında 1495 târihinde Osmanlı Devleti’nin en yüksek ilmî makamı olan şeyhülislâmlığa tâyin edildi. Yedi sene kadar bu vazifede kaldı.
Efdalzâde’nin hafızası çok kuvvetli idi. “Eğer ilim kitapları kaybolsa, hepsini hafızasından yazabilir” denilmiştir. Sabırlı olup hiç kızmazdı. Bir defasında mahkemede haksız çıkıp ileri geri konuşan bir kadına; “Senin bu şekilde hareket etmekten maksadın, hükmü değiştirmek ise, bu imkânsız. Kânunlar ne emrediyorsa o olur. Yok eğer beni kızdırmak istiyorsan boşuna yoruluyorsun” diye cevap vermiştir.
Efdalzâde Hamîdüddîn’in pek çok hayır ve hasenatı vardır. Edirnekapı yolu üzerindeki Üçbaş Mescidi, Fâtih’de Keskin Dede Zâviyesi’nin yakınındaki Keskin Dede Mescidi ile Şekerciler Hanı yakınında bir medrese yaptırdı. İstanbul vakıfları tahrir defteri kayıtlarına göre, medrese yapıldığında 200.000 akçe, çok sayıda kitap, medrese yanında; geliri 20.000 akçe olan 6 dükkan. Galata’da geliri 3.440 akçe olan 3 dükkan ve dört mahzen ile bâzı yerlerde odalar ve dükkanlar vakfetmişti. Bugün Malta’da olan medrese yıkılmış ve yerine dükkanlar yapılmıştır.
İsfehânî’nin Şerhu Tavâlî’si üzerine haşiye, Haşiyettin alâ şerhi muhtasar lis-Seyyid Şerîf, El-Ecvibet-ül-muknia alâ şârih-i Hidâye liş-Şeyh Ekmeliddin belli başlı eserleridir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-4, sh. 84
 2) Şakâyık-i Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 191
 3) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 38
 4) Fevâid-ül-behiyye; sh. 69
 5) El-Kevâkib-üs-sâire; cild-1, sh. 186, 187
 6) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 256
 7) Devhat-ül-meşâyih; sh. 14
 8) Et-Tabakât-üs-Seniyye; cild-3, sh. 185, 196
 9) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 222
10) Keşf-üz-zünûn; sh. 1116, 1857
11) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 24