25 Nisan 2020 Cumartesi

ESTERGON


Budin’in 45 km. kuzeybatısında, Tuna kıyısında Vaç dirseğinin kuzeyinde bir kale ve şehir. Yıllarca Macar krallığının başkentliğini yaptı. Estergon’u ilk feth eden Osmanlı hükümdarı, Kânûnî Sultan Süleymân Hân’dır. Budin’i fethettikten sonra 1529’da Viyana’yı kuşatmak üzere Avrupa’ya hareket eden pâdişâh, Semendire sancakbeyi Yahyâ Paşazade Mehmed Bey’e öncü birlikleriyle ilerlemesini söyledi, Mehmed Bey ve emrindeki kuvvetler, yolları üzerindeki Estergon kalesini kuşattılar. Kale müdafileri karşılarında Osmanlı askerini görünce, silâh atmaksızın kaleyi teslim ettilerse de bu hâl kısa sürdü ve 1531’de elimizden çıktı.
Estergon’un kesin olarak Osmanlı hâkimiyetine girmesi, Kânûnî Sultan Süleymân Hân’ın, 1543’de Avrupa’ya yaptığı Estergon Sefer-i Hümâyûnu adıyla meşhur onuncu seferinde gerçekleşti.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, Estergon’un fethi için muhteşem ordusu ile 1543 yılı Nisan ayının sonlarında Edirne’den yola çıktı ve Temmuz sonlarında Estergon’a geldi. 29 Temmuz’da kaleyi muhasara etti. Avusturyalılar, Budin’i kaybettikten sonra Estergon’a önem vermişler, büyük ölçüde tahkim etmişlerdi. Sultan, bu pek muhkem olan kaleyi fetihten önce, sünnet-i şerîfe uyarak bir elçi hey’eti göndermiş, onları İslâm’a davet etmişti. Teklifi red edilince cizye vermelerini, yoksa kan düküleceğini bildirdi, Hey’et, savaşmayı göze alan general Vitelli’nin yanından ayrılarak durumu bildirince muhasara başladı. 6 Ağustos’dan sonra daha da şiddetlendi. On iki günlük bir kuşatmadan sonra düşman emân dileyerek 10 Ağustos 1543’de teslim oldu. Câmiye çevrilen büyük kilisede ilk Cuma namazını kılan Sultan, kaleyi yeniden tahkim ettirdi. Estergon’u sancakbeyliği hâline getirerek, Budin beylerbeyliğine bağladı. Bundan sonraki târihlerde Estergon, serhat kalelerimizin en mühimlerinden olmuştur.
Elli seneden fazla hâkimiyetimizde kalan Estergon kalesi, Kocasinan Paşazade Mehmed Paşa’nın düşman karşısında yenilmesinden sonra, Avusturya orduları başkumandanı Prens Mansfeld tarafından 2 Ağustos 1595’de muhasara edüdi. Alman, Macar, Leh, Çek ve İtalyanlardan meydana gelen 80 bin kişilik ordunun hücumu ve 42 büyük topun günde iki bin gülle yağdırmalarına rağmen, Anadolu beylerbeyi, Lala Mehmed Paşa ve kumandasındaki Osmanlı askerleri büyük bir sabırla mücâdele vererek kaleyi teslim etmiyorlardı. Bu korkunç muhasara, top gülleleri altında yirmi sekiz gün devam etti. Askerin suyu ve yiyeceği bitmiş, yardım da alamamışlardı. Bu müdâfaayı, Mehmed Paşa’nın maiyetinde bulunan tarihçi İbrâhim Peçevî, şâhid olduğu hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:
“Kâfirler yine kırk bir veya kırk iki tane büyük toplarını getirip eski yerlerine, yâni metrislerine yerleştirerek sabah erkenden kaleyi dövmeye başladılar. Çok nâdir top sesleri kesilir gibi olunca, bir tanesini daha ateş eder ve yerle gök arası dumanla kaplanırdı. Bâzan kırk bir, bâzan kırk iki topu böyle sürekli olarak atar dururlardı. Bâzan da topların hepsini birden ateşlerler, kalenin herhangi bir taşını nişan tutup atarlardı. Gülleler birbiri peşi sıra çakar ve vuruşlarından meydana gelen büyük gürültü sanki dünyâyı yıkar gibi yansırdı. Bunların içinde yirmi sekiz, otuz sekiz, kırk, kırk bir ve kırk iki okka ağırlığındaki gülle atan toplar vardı. Her top en azından günde ellişer gülle atsa iki bini aşkın atış yapılmış olurdu. Bu kadar top ateşine dağların bile dayanması imkânsız iken. Estergon gibi küçük bir kalenin tahammülü fevkalâde bir hâdiseydi.
Kâfirler, iki defa lağım yaparak, Tuna’ya bakan büyük kulenin dış duvarını havaya uçurdular. Üzerinde bulunan Gâzilerden kimi içeriye kimi dışarırıya savruldu. O kuleyi alınca içine yerleştiler. Bir kaç yerde çam tahtalarına öküz derisi kaplayıp duvara dayayarak, duvarı altından kazıp delmeye başladılar. Öyle oldu ki, bizden bir kimse bir kargıyı onlar tarafına uzatıp yakınındaki bir mel’ûnu yıkmak veya geri atmak isterse, kargının, ucuna bir kâfir yapışır, o kendine biz kendimize çekerdik. Gece ve gündüz bu tür boğuşmaktan bir an geri durulmadı. Sözün kısası, sargı içinde olanlar çok acı çektik, çaresiz kaldık.”
Su sıkıntısını da şöyle dile getirmektedir: “Bir ay boyunca hep sarnıçtan su içildi. Bir kolda bulunan iki, üç yüz adama, bir-iki at yükü su verildi; onu da paşanın kendisi dağıtır, başka kimse el değdirmezdi. Sıcaktan sarnıç çevresinde mermerleri yalayan ve bir damla su diye can veren, eli ve ayağı kesilmiş, humbaradan haşlanıp gözü kapanmış ve yüzü şişmiş, pis kokulardan halkın genzi dolmuş çaresiz dertlilerin çığlık ve iniltileri, gönülleri çıldırtır, ümidsizliğe düşürürdü. Durum böyle iken sonunda üç günlük bile suyumuz kalmamıştı. Rahmetli Kara Ali Bey’in ambarında Paşa için henüz biraz un vardı. Kale dizdarı da pek tedarikli bir adam imiş, kendisi için bir mikdâr un toplayıp saklamış. Ötekilerin yediği sâdece buğdaydan ibaretti. Buğdayı saçta kavururlar, el değirmeninde çekerler ve üzerine biraz su dökerler, ondan sonra yerlerdi.”
Estergon komutanı Lala Mehmed Paşa hiç bir yerden yardım gelmiyeceğini anladığı hâlde, düşmanın vire yâni sağ salim çıkıp gitmek şartıyla kaleyi teslim teklifini kabule yanaşmıyordu. Fakat başka çâre de yoktu. Sirem alaybeyi Hüseyin Bey, tarihçi İbrâhim Peçevî, Kâtib Ahmed Çelebi Paşa’dan meydana gelen bir hey’et, kaleden çıkarak düşmanın vire şartlarını uygun bir şekilde görüşerek kaleye döndüler. Lala Mehmed Paşa’yı herkesin malı ve silâhlarıyla Vişegrat kalesine gitmeye ikna ettiler. Ve elli iki senelik Osmanlı hakimiyetindeki Estergon’u 30 Ağustos 1595’de düşmana teslim etmek mecburiyetinde kaldılar. Bir avuç yiğit Gâzinin, kahramanlara parmak ısırtan şanlı müdâfâsından sonra kaleyi teslim etmesi, kendilerini çok duygulandırdı. Kale kapısından çıkarken başta Lala Paşa olmak üzere hiç biri gözyaşlarını tutamamış, bu serhat kalesini yeniden fethetmek için Allahü teâlâya duâ etmişlerdi.
Hakîkaten mücâhid Gâzilerin kırık gönülleri ile yaptıkları duâyı Allahü teâlâ kabul etmiş, on sene sonra 29 Ağustos 1605’de sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Lala Mehmed Paşa, kahraman gâzileriyle Estergon’u muhasara etmişti. Bir ay boyunca “Allah Allah...” nidalarıyla hücum üzerine hücum tazelediler. Kaleden kuş uçurtmayıp, düşmanın emân dilemesiyle kalkan kılıçlarını indirdiler. Kaleyi vire ile teslim alarak, içlerindeki sönmez hasretlerini giderdiler.
Bundan sonra yetmiş sekiz sene daha Osmanlı hudut boylarının eşsiz müdâfaasını yapan Estergon mücâhidleri, 1683 tarihindeki Avusturya savaşında kaleyi düşmana teslim etmek mecburiyetinde kalmışlardı. Böylece Estergon’un Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı yüz kırk yıllık şan ve şerefli târih sahîfesi kapanmış oldu.

ESTERGON KALESİ

Estergon kalesi subaşı durak
Kemirir içimi bir sinsi firak
Gönül yâr peşinde yâr ondan ırak
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşan kara bahtlıyım.
Estergon kalesi subaşı hisâr
Baykuşlar çağrışır bülbüller susar
Kâfir bayrağını burcuna asar
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Bir ateşle yanan kara bahtlıyım.
Estergon kalesi subaşı kale
Göklere ser çekmiş burçları hele
Biz böyle kaleyi vermezdik ele
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Estergon’u vermiş kara bahtlıyım.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 239
 2) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 481
 3) Türk Târihinden Yapraklar; sh. 131
 4) Târih-i Peçevî; cild-2, sh. 163, 279
 5) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 75
 6) Estergon Kalesi (Midhat Sertoğlu; Hayat Târih mecmuası, sene-1965); sayı 1-6, sh. 61

BİRİNCİ ABDÜLHAMİT HAN


Babası.................... : Ahmed Han-IIl
Annesi.................... : Râbia Şermi Sultan
Doğumu.................. : 20 Mart 1725
Vefâtı..................... : 7 Nisan 1789
Tahta Geçişi............ : 21 Ocak 1774
Saltanat Müddeti..... : 15 sene
Halîfelik Sırası......... : 92
    Osmanlı pâdişâhlarının yirmi yedincisi ve İslâm halîfelerinin doksan ikincisi. Sultan üçüncü Ahmed’in oğlu, sultan dördüncü Mustafa’nın babasıdır. 20 Mart 1725 yılında Topkapı Sarayı’nda dünyâya gelmiştir. Annesi Râbia Şermi Sultan’dır. Küçük yaşından îtibâren, zamanın büyük âlimleri tarafından ilim öğretildi. Zamanlarını namaz kılarak, cenâb-ı Hakk’ı zikr ile geçirir, elinden Kur’ân-ı kerîmi düşürmez, halk arasında kerâmetlerinden bahsedilirdi. Her yaptığını Allah için yapardı. Günlerini sarayda geçirir, târih üzerine derinlemesine bilgi edinirdi. Şehzâdeliği sırasında ne öğrenmiş ise, pâdişâhlığında o bilgiler ışığında hareket edecek, üç kıt’ada toprakları olan büyük bir devleti idare edecekti. Bu güç iş, büyük bir bilgi ve tecrübe yığını ile mümkün olabilirdi. Tecrübe dışında, bilgi sahibi olmak için bütün şartlar mevcûd idi. Akıllı, zekî, ileri görüşlü, kültürlü, gayretli bir şehzâde olan ve iyi bir din eğitimi gören şehzâde Abdülhamîd, ağabeyi sultan üçüncü Mustafa Han’ın 21 Ocak 1774 târihinde vefâtıyla Osmanlı tahtına oturdu. Henüz kırk dokuz yaşında idi ve Osmanlı Devleti’ne eski gücünü kazandırmak azmiyle doluydu. Fakat Osmanlı Devleti’nin en karanlık bir devresinde sultan olmuştu. Ruslar, Avusturyalılar, İranlılar her taraftan topraklarımıza saldırıyordu. Ayrıca tecrübeli sadrâzam ve devlet adamlarının yokluğu vardı...
Tahta çıktığı günlerde, devlet erkanı ve onlara katılan büyük bir kalabalıkla Eyyûb Sultan’a ziyarete gelen sultan birinci Abdülhamîd Han, mihmandâr-ı Resûlillah Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî’nin (radıyallahü anh) huzurunda, dînine, vatanına ve milletine hizmet edebilmesi, müslümanların rahatı için uzun uzun duâ etti. Allahü teâlâya yalvardı, gözyaşı döktü. Cenâb-ı Hak’dan, en çok sevdiği Peygamberinin, Eshâb-i kiramın, Ehl-i beytin hatırı için istedi...
Birinci Abdülhamîd Han, sultan olduğu sırada kuzeyde daha önce başlayan Osmanlı-Rus savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ordularımız fazla bir varlık gösteremiyor ve geri çekiliyordu. Çünkü yeniçeri teşkîlâtı iyice bozulmuş, pâdişâh ve komutanlara eski itaati kalmamıştı. Rus çariçesi ikinci Katerina, mareşal Peter Aleksandroiv Romanzov başkomutanlığındaki büyük bir orduyu Tuna boyunda, her geçen gün arkadan taze kuvvet göndererek, çarpıştırıyordu. Romanzov, düşmanının karşısında eski cesareti gösteremeyen yeniçerileri mağlûb ede ede Şumnu’ya doğru ilerliyordu. Maksadı, Osmanlı ordusuyla, Varna arasındaki yolu kesip ikmâl yollarını tıkamaktı. Başkumandan sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa, yeniçeri ağası Yeğen Mehmed Paşa’ya; “Bre Paşa! Romanzov keferesinin niyeti bizi kapana kıstırmaktır. Yanına lüzumu kadar asker al, Kozluca’ya doğru yürü. Onları, biz gelene kadar oyala!..” dedi. Yeğen Mehmed Paşa, düşman öncülerini karşılamak üzere Abdullah Paşa’yı vazifelendirdi. Türk öncü kuvvetleri ihtiyatsız ilerliyorlardı. Bir derede yürürlerken ansızın Ruslarla karşılaştılar. Abdullah Paşa’nın tedbirsiz hareketi yüzünden bu birlik, adetâ imha edildi. Pek çoğu şehîd olmuştu. Kurtulanlar Kozluca’ya doğru geri çekildi. Kozluca’da da tutunamayan Yeğen Mehmed Paşa’nın kuvvetleri dağıldı. Böylece Romanzov, Varna ile sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa arasına girmiş oluyordu. Sadrâzamın yanında sâdece on İki bin kişilik bir kuvvet kalmıştı. Bununla, Rus ordusuna karşı durmak mümkün değildi. Sadrâzam, çaresizlik içinde durum muhakemesi yaparken, Rus ordu komutanından bir elçi geldi. Barış teklif ediyordu. Zîrâ, Rus ordusu da uzun zamandan beri devam eden savaşlarda güç durumda kalmıştı. Fakat bu savaşın galibi onlardı. Muhakkak ki, yapılacak andlaşma aleyhimize olacaktı.
Baş murahhaslığa tâyin edilen sadâret kethüdası Resmî Ahmed Efendi, yardımcısı Reisülküttâb İbrâhim Münib Efendi ile birlikte bir hey’et hâlinde Rus ordusunun Küçük Kaynarca’daki karargâhına gittiler. İki gün süren görüşmeler 21 Temmuz 1774’de bitti. Yapılan andlaşmada Kırım, Osmanlı Devleti’nden ayrılıyor, bağımsız oluyordu. Bir çok kaleler de Ruslara verilecekti. Osmanlı ülkesinde yaşayan azınlıkların himâyesi de Ruslara âit olacaktı. Ayrıca Ruslara tazmînat ödenecekti. (Bkz. Küçük Kaynarca Andlaşması). Tamâmiyle aleyhimize olan bu andlaşmaya çok üzülen sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa hastalandı. On beş gün sonra vefât etti.
Küçük Kaynarca andlaşmasının ağırlığını arttıran en önemli madde, Rusların Türk topraklarındaki Ortodoks hıristiyanlar üzerinde bir çeşit himaye hakkı iddiasında bulunabilecek tarzda hazırlanmış olanıdır. Andlaşmadan hemen sonra Avusturya, Osmanlı Devleti’nin zor durumundan faydalanarak Boğdan beyliğine bağlı Bukovina’yı 1775’de işgal etti.
Saltanatının başında böylesine üzücü bir durumu kabul ederek barışı sağlayabilen Abdülhamîd Han, savaş zamanında devletin çeşitli bölgelerinde çıkan isyânları bastırmak ve askerî sahada ıslâhatta bulunmak durumundaydı.
Abdülhamîd Han, kapıkulunun bâzı ocaklarının ıslahı için Fransa’dan mühendisler getirtti. Mühendishâne-i bahr-i hümâyûnu (Devlet Deniz Mühendishânesi’ni) kurdurdu. Burada Baron de Tott ile İngiliz asıllı müslüman Kampel Mustafa ve bâzı Fransızlar ders verdiler. Tophâne nâzırı Emîn Ağa zamanında Fransızların yardımıyle sür’at topçuları ocağı geliştirildi. Metruk hâldeki İbrâhim Müteferrika matbaasını tekrar açtırdı. 1784’de açılan istihkâm okulunda Fransız De la Fayette’nin yanında Gelenbevî İsmâil Efendi ve Kasabzâde İbrâhim Efendi çalıştılar.
Diğer taraftan Anadolu’da çeşitli karışıklıklar çıkmıştı. Her vilâyette bir eşkıya hüküm sürüyordu. Hele kapısız levent denilen binlerce âsî, Anadolu’yu yakıp yıkıyordu. İsyanları bastırmada kaptân-ı derya Cezâyirli Hasan Paşa ve ıslâhat işlerinde sadrâzam Halil Hâmid Paşa, pâdişâha yardımcı oldular. Şam ve Mısır’da isyânlar çıktı. Hicaz’da ayaklanmalar birbirini tâkib etti. İranlılar Osmanlı topraklarına saldırarak çarpışmalara sebeb oldular. İranlıların bu tecâvüzleri üzerine Musul vâlisi Hasan Paşa, aşîret beylerini de yanına alarak, 22 Nisan 1777 de, Osmanlı-İran hududundan 13 saat içeride bulunan Bâne hâkimi Salih Han’ı Mağlûb etti. Üç saat süren muhârebede 10 top ele geçirdi. Kasabayı da yağma ettikten sonra Sîne hâkimi Hüsrev Han kumandasındaki 20 bin kişilik İran ordusuna karşı gönderdiği Çarhçı Mehmed Paşa 5 Mayıs 1777 de parlak bir zafer kazandı. Sîne zaferi diye anılan bu savaşta iki bin İran askeri öldürülmüştür.
Küçük Kaynarca andlaşmasıyla, Osmanlılarla Ruslar arasında tam bir sulh te’min edilememişti. Yalnız bir çeşit mütâreke hâsıl olmuştu. Bu andlaşma her iki tarafı da tatmin etmiyor, Osmanlılar olsun, Ruslar olsun Kırım üzerinde daha çok hakka sâhib olmak istiyorlardı. Nitekim Kırım’da bağımsızlık ilân edildiğinde, Ruslar, asker sevkedip kendi adamlarından Şahin Giray’ı han seçtirdiler. Böylece Kırım hanının tâyininde çıkan anlaşmazlık iki devleti yeni bir savaşa götürürken, Fransızların yardımıyla Haliç’teki Aynalıkavak Kasrı’nda 10 Mart 1779’da bir andlaşma imzalandı. Küçük Kaynarca andlaşmasının bâzı maddeleriyle ilgili olan bu andlaşma,Aynalıkavak Tenkihnâmesi adıyla anılır. Tenkihnâmeye göre, Kırım bağımsız kalacak ve Ruslar buradan askerlerini çekecek; buna karşılık, Osmanlılar da Şâhin Giray’ın hanlığını kabul edeceklerdi.
Kafkas sınırındaki Rus faaliyetlerinin artmasını, Osmanlı Devleti için büyük tehlike olarak gören birinci Abdülhamîd Han, Kafkasya’nın bâzı bölgelerini Türk nüfuzu altına almayı tasarladı. Bu sebeple Soğucak ve Anapa kalelerini tahkim ettirdi. Buradaki Çerkez kabîlelerini medenî bir hâle sokmaya çalıştı.
Şuursuz olarak Rus taraftarlığı yapan Şâhin Giray aleyhinde Kırım’da isyân çıkınca, Ruslar asker göndererek her tarafı yakıp yıktılar. Binlerce müslümanı katlettikten sonra, Kırım’ı yine Şâhin Giray’a bırakarak geri çekildiler. Daha sonra yeni bir bahaneyle tekrar Kırım’a girerek 1784’de memleketi Rusya’ya bağladılar.
Bu sırada Avrupa’da siyâsî dengeler değişmişti. Fransa, Rusya ve Avusturya birbirlerine yanaşmış, Prusya ile İngiltere de Osmanlı tarafını tutmuşlardı. Böylece Avrupa’da bir denge kurulmuştu.
Bu durum Koca Yûsuf Paşa’nın sadârete getirilmesine kadar devam etti. Yeni sadrâzam, Kırım’ın kaybı sebebiyle İstanbul’da duyulan heyecanı yatıştırmaya çalışıyordu. Bu esnada aldıkları yerleri kâfi görmeyen Ruslar, Petersburg’da Avusturya ile yaptıkları bir görüşme neticesinde Rum projesi adını verdikleri bir anlaşma yaptılar. Buna göre aldıkları Osmanlı topraklarını aralarında paylaşacaklardı. Eflak, Bulgaristan, Trakya ve İstanbul civarı Ruslara, Küçük Eflak, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Mora, Sırbistan tarafları da Avusturya’ya bırakılacaktı.
Rusya, Osmanlı Devleti’ne önce, Kafkas kabîleleri, Gürcistan, Eflak-Boğdan ve Tuna civarındaki Kazakların durumu ile Karadeniz ticâretini yeniden görüşmeyi teklif etti. Görüşmeler devam ederken, İskenderiye’deki Rus konsolosunun Çerkez Kölemen beylerini Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtması netîcesinde, 1787’de Rusya’ya harb îlânına karar verildi. 27 Temmuz 1787’de İstanbul’daki Rus elçisi çağrılarak bir nota verildi. 13 Ağustos 1787’de de Rusya’ya harb ilân edildi.
Donanma, kaptân-ı derya Cezâyirli Gâzi Hasan Paşa kumandasında Karadeniz’e açıldı. Hasan Paşa, emrindeki komutanlarına; “Güngörmüş gâzilerim! Din ve devlet nâmına can verecek zamandır. Bu seferde, ya düşman hakkından gelir gâzi oluruz veya şehâdete ereriz! Bunun için de ben, ev halkıma veda ettim ve borçlarımı ödeyerek sefere çıktım. Eğer içinizde ölümden korkanlar varsa, şimdiden kendilerine izin vereceğim. Yok eğer cenk sırasında gayretsizlik edip, emrimi dinlemeyenler olursa, bunlar için emân yoktur. Gayreti görülenler, fazlasıyla mükâfatlandırılacaktır!...” dedi. Leventler, büyük bir coşku ile; “Emrinden ayrılmayız, Paşa Baba!” dediler. Nihayet Rusların idaresi altındaki kılburun kalesine hücum ile 1787-1792 Osmanlı-Rus savaşı başlamış oldu.
Avusturyalılar da savaş açmadan Belgrad ve Sırbistan’a taarruz ettilerse de bir sonuç alamadılar. Bu vaziyet karşısında, Osmanlı Devleti İki düşmanla birden savaşmaya mecbur kaldı.
Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, önce Avusturya derdini hâlletmek istiyordu. Pâdişâh’ın emriyle orduyu Sofya üzerinden Bosna’ya doğru hareket ettirdi. Lazarathâne isimli mevkide Avusturya ordusuyla karşılaşan Memiş Paşa’nın süvarileri, şiddetli bir hücumla Avusturya ordusunu istihkâmlarından söktü. İki yüz bin kişilik koca bir orduya sâhib olan Avusturya kralı ikinci Josef, ordusunu Muhadiye boğazına doğru çekti. Muhadiye boğazı, çok sarp ve geçilmesi, zapt edilmesi zor bir yerdi. Aynı zamanda Tameşvar eyâletinin kilit noktası sayılırdı. Ortasından bir de nehir geçiyordu.
Serdâr-ı ekrem sadrâzam Koca Yûsuf Paşa, serasker Cenaze Hasan Paşa ve diğer komutanlarıyla hareket tarzını istişare ettikten sonra, evvelâ boğazın iki tarafındaki tabyaların zaptına karar verdi... Üç gün süren çarpışmada Avusturya ordusunun yarısından fazlası kılıçtan geçirildi. Muhadiye boğazında tutunamayan ikinci Josef, Şebeş boğazına doğru perişan bir hâlde kaçtı. Bozguna uğrayan ordusundan ancak seksen binini toparlayabilen Kral, Şebeş’de Osmanlı ordusuyla tekrar çarpışmaya başladı. Fakat yenilmekten kurtulamadı ve kaçmak zorunda kaldı. Uzun zamandır Avusturyalılar, böyle bir mağlûbiyete uğramamıştı. Bu gazâda seksen top, elli bin esir ve pek çok mühimmat ele geçti. 21 Eylül 1788’de kazanılan zafer üzerine sultan Abdülhamîd Han’a “Gâzi” ünvânı verildi. Bu zaferin hâtırasına türküler söylenip dilden dile günümüze kadar geldi.
Sadrâzam Yûsuf Paşa ordusuyla Kırım’a doğru hareket etti. Bu sırada Ruslar, içinde ancak yirmibeşbin kadar mücâhidin bulunduğu Özi kalesine saldırmışlardı. Özi’yi müdâfâ eden kahraman gâziler, târihte ender rastlanan bir mücâdele veriyorlar, yüz elli bin civarındaki Rus askerini kaleye sokmamaya çalışıyorlardı. Kaptân-ı deryâ Hasan Paşa kumandasındaki Osmanlı donanması Özi yakınlarına gelmişti. Fakat kale, Karadenize akan Özi suyu kenarında bulunuyordu. Büyük gemilerin nehirde hareket edememesi, içeriye çekilen hafif Rus filosuna hücumu zorlaştırıyordu. Karaya oturan üç gemiyi kurtarmaya çalışan leventler şiddetli bir Rus taarruzuna tutuldular. On beş gemi harab olurken çok sayıda asker şehîd oldu. Günlerce süren çarpışmalarda gerek Özi müdafileri, gerek karadan ve denizden gönderilen imdat kuvvetlerimizde yiyecek bir şey kalmadı. Serdâr-ı ekrem Koca Yûsuf Paşa, çaresiz kalmış İstanbul’dan zahire ve mühimmat istemişti. Hava şartları elverişsiz olduğundan, donup ölenlerin haddi hesabı yoktu. Buna rağmen Osmanlı yiğitleri Özi’yi vermemek için canla başla çarpışıyor, İstanbul’dan gelecek yardımı ümid ile bekliyorlardı. Fakat Özi’de bir Rus hayranı hâin, kalenin; “Su kapısı” tarafında askerlerin çok az olduğunu, buradan şiddetli bir baskınla kaleye girebileceklerini gizlice bildirdi. Bu haberi alan Rus komutanı Potemkin, askerinin büyük bir kısmını buradan hücuma geçirdi. İki ateş arasında kalan müdâfîlerin büyük bir kısmı kanlarının son damlasına kadar kahramanca çarpışarak şehîd oldular. Portemkin, üç gün Özi’nin yağmalanmasını ve yaralı askerlerden, Özi’de yerleşmiş halktan kime rastlarlarsa öldürülmesini emretti. Ruslar, bu katliam sırasında ihtiyar, kadın, çocuk tanımamışlar, vahşice yakıp yıkmışlar, insanlığın yüz karası olacak bir alçaklıkla, canlı-cansız her şeyi mahvetmişlerdi... Sultan Abdülhamîd Han, aldığı haberlere çok üzülüyor, vatanından koparılan bir karış toprak, yüreğinden de bir şeyler koparıyor içi kan ağlıyordu. 6 Nisan 1789 günü sadrâzam Koca Yûsuf Paşa’dan bir mektup geldiğini öğrendi, Çok heyecanlandı. Ayakta bekliyor, bir an önce açılıp okunmasını arzu ediyordu. Lala; “Destur buyurursanız Hünkârım, sadâret kâimesini (raporunu) okumak dileriz!” dedi. “Tez okuyasın Lala! Seni dinliyoruz...” diye emr etti. Lala, mektubu okumaya başladı; “Bütün müslümanların merhametli halîfesi, yeryüzündeki bütün Türklerin en büyük Sultânı! Es-Sultân İbn-üs-Sultân Gâzi Abdülhamîd Han hazretlerine! Üzülerek arza cür’et eyleriz ki, Karadeniz’in kuzey ucundaki Özi kalemiz sükût etmiş, düşmüştür... Potemkin nâm moskof prensi, kalede mevcûd yirmi beş bin müslümânı bilâ istisna, katleylemiş, çocuk, yaşlı, hâmile, emzikli demeden cümlesini şehîd eylemiştir!..” cümlesine gelindiğinde, vatanperver pâdişâhın merhametli ve nâzik kalbi acıyla burkuldu. Sanki yerinden sökülüp alınmıştı. “Bre nâmerdler!.. Bre mel’unlar!..” diyerek moskofa olan kinini belirtti. Lala, okumaya devam ediyordu; “Katerina’dan emir alan bu kâfir insan kasabı, karşı koymaya çalışan delikanlı ve oğlancıklarımızı diri diri ateşe atmış, can havliyle kaçışanları dahi kızgın demirle şişletmiştir!..” cümleleri okunurken Pâdişâh, bu acıya dayanamadı ve; “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulün” diyerek Kelime-i şehâdet getirdiği esnada olduğu yere yığılıp kaldı. Nüzül, felç olmuştu.
Acele hekimbaşı Gevrekzâde Hasan Efendi’yi çağırdılar. Hekimbaşı, muayene etti. Üzüntüye sebebiyet vermemek için nüzulü, nezle ile te’vil etmek suretiyle; “Şevketlü Sultânım! Allahü teâlâya hamd olsun ki, fazla bir şeyiniz yok. Bir parça nezle olmuşsunuz!..” diyerek teselli vermek istedi. Fakat çok zekî, hassas ruhlu pâdişâh durumu anlamıştı. Derin bir yeis içinde hekimbaşının yüzüne baktı ve tane tane; “Hasan Efendi! Bir hoşça bak!.. Bu, bana son hizmetindir!.. Efendini elinden aldırdın!..” deyince, Hasan Efendi ağlamaya başladı.
Çocuklarını istedi. Onlarla vedâlaştı. On yaşlarında olan şehzâde Mustafa ve henüz dört yaşlarında olan şehzâde Mahmûd’un gözlerinden öptükten sonra; “Yavrularım! Sizi, cenâb-ı Hakk’a emânet ettim, iki cihânda yüzünüz ak ola!..” diyerek duâ eyledi. Sanki bu ikisinin ilerde kendisi gibi sultan olacağına işaret etmişti!..
Diğer Osmanlı sultanları gibi kalbi merhamet ve şefkatle dolu olan birinci Abdülhamîd Han, din kardeşlerine yapılan zulüm ve işkencelere dayanamadığından o gece sabaha karşı vefât eyledi. Altmış dört yıllık hayâtında Allah için yaşamış, her yaptığını Allah için yapmış ve Allah’a kavuşmak için sevinç içinde vefât, etmişti... Kalbi İslâm için çarpardı. Peygamber efendimizi ve Ehl-i beytini çok sever, onlara ve Hicaz bölgesinde yaşayanlara husûsî imtiyazlar verirdi. Haremeyn-i şerîfeyne (Mekke ve Medîne’ye) hizmeti gâye edinmişti. Tebeasına şefkatli, iyi bir baba idi. Annesi Râbia Sultân’ın ruhu için 1778’de Beylerbeyi’nde bir câmi, muvakkıthâne, hamam ve sıbyan mektebi, Medîne-i münevverede medrese, Emirgan’da câmi, Eminönü’nde bugünkü IV. Vakıf hanın yerinde büyük bir imâret (aş evi) ve yanında çeşme, sebil, sıbyan mektebi, medrese, türbe ve bir kütüphâne inşa ettirmiştir. Kütüphânedeki kitaplar Süleymâniye Kütüphânesi’ne aktarılmıştır. Medrese de bugün borsa olarak kullanılmaktadır. IV. Vakıf hanın inşâsında imârethâne ile Çeşme ortadan kaldırılmış, sebil de Gülhâne parkı karşısındaki Zeyneb Sultan Câmii köşesine nakledilmiştir. Beylerbeyi iskele meydanı, Havuzbaşı, Araba meydanı, Çınarönü ve Çamlıca Kısıklı meydanlarına çeşme, Beylerbeyi (İstavroz) Câmii’ni tamir, Emirgan’da Abdullah Paşa (Emîrgûreoğlu) yalısının çevresine bir câmi, çeşme, hamam ve dükkanlar yaptırmıştır. Ayrıca hanımı Hümâşah Sultan ile oğlu Mehmed için bir çeşme, İstinye Neslişah Câmii yanında bir çeşme (1783), Kabataş yakınında bir çeşme yaptırmıştır.
Cenaze namazı için bütün İstanbul halkı toplanmıştı. Büyük bir merasimle Eminönü Bahçekapı’daki türbesine defnedildi. Türbesinde, sandukanın kuzey tarafındaki duvar içindeki bir mermer üzerinde Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem, kadem-i şerifleri bulunmaktadır.
Birinci Abdülhamîd Han’ın çeşitli zamanlarda zevcesi olan sultan hanımlar; Ayşe Sineperver, Nevres, Şebisafâ, Mu’teber, Binnaz, Hümâşah, Mislinayab, Nakşidil, Ruhşah Hadîce, Dilpezîr, Mehtâbe.
Erkek çocukları: Abdullah, Abdurrahman, Abdülazîz, Ahmed, Âlemşah, Mahmûd (İkinci Mahmûd), Mehmed, Süleymân, Selim, Mustafa (Dördüncü Mustafa), Murâd.
Kız çocukları: Ayşe Dürrüşehvâr, Hadîce, Esma, Aynışah, Râbia, Melekşah, Râbia, Fatma, Alemşah, Sâliha Hibetullah, Emine.
Pâdişâhım! Olsun kılıcın keskin,
Görmedim cihânda vezirin dengin,
İşitsin Hünkârım, Irşova cengin,
“Mevlâm selâmet ver” der Yûsuf Paşa,
Gazâya ferman eyledi zıllullah,
Cümle hâzır oldu fî-sebîlillah,
Ulemâ çağrışır; “Nasrün minallah!”
“Vurun Gâzilerim!” der Yûsuf Paşa.

Sultan Birinci Abdülhamîd Han Devri Kronolojisi

21 Temmuz 1774   : Rusya ile Küçük Kaynarca Andlaşması.
 4 Ağustos 1774     : Sadrâzam Muhsinzâde Mehmed Paşa’nın ölümü.
10 Ağustos 1774    : İzzet Mehmed Paşa’nın sadrâzam olması.
 6 Temmuz 1775    : Derviş Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
 2 Mayıs 1776        : İran’a savaş îlân edilmesi.
 5 Ocak 1777         : Dârendeli Cebecizâde Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
 5 Mayıs 1777        : Büyük Sîne zaferi.
 1 Eylül 1778         : Yeniçeri ağası Kalafat Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
21 Mart 1779         : Aynalıkavak tenkihnâmesinin imzalanması.
21 Ağustos 1779    : Kara Vezir ismiyle meşhur Seyyid Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
 8 Eylül 1779         : Şehzâde Mustafa’nın doğumu (dördüncü Mustafa).
20 Şubat 1781    : Kara Vezir Seyyid Mehmed Paşa’nın vefâtı ve Kalafat Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadrâzam olması.
25 Ağustos 1782    : Hacı Yeğen Mehmed Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
 9 Temmuz 1783    : Kırım Hanlığı’nın Rusya’ya bağlanması.
31 Mart 1785         : Şâhin Ali Paşa’nın sadrâzamlığa getirilmesi.
20 Temmuz 1785   : Şehzâde Mahmûd’un (İkinci Mahmûd) doğumu.
24 Ocak 1786        : Koca Yûsuf Paşa’nın sadrâzamlığa tâyini.
13 Ağustos 1787    : Rusya’ya tekrar savaş îlânı.
 9 Şubat 1787       : Avusturya’nın Türkiye’ye, İsveç’in de Rusya’ya harb îlânı.
21 Eylül 1788        : Osmanlıların Avusturya’ya karşı kazandığı Büyük Şebeş zaferi.
17 Aralık 1788       : Özi kalesinin Ruslar tarafından işgali ve 25 bin kişiyi alçakça katletmeleri.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târihi Cevdet (İstanbul-1309); cild-2, sh. 2
 2) Osmanlı Devleti Târihi (Yılmaz Öztuna, İstanbul-1986); cild-1, sh. 453
 3) Türkiye Târihi (Yılmaz Öztuna); cild-6 sh. 368
 4) Osmanlı Târihi (İ. Hakkı Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 420
 5) Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-4, sh. 57
 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Zuhuri Danışman); cild-11, sh. 63
 7) Netâyic-ül-vukuât (Mustafa Nûri Paşa, İstanbul-1327); cild-4, sh. 4
 8) Şemdânîzâde, Fındıklı Süleymân Efendi Târihi Mûrittevârih (Münir Aktepe, İstanbul-1978/1981); cild-2. B, sh. 116, cild-3, sh. 4
 9) Gülşen-i Meârif (Ferâizîzâde, İstanbul-1252); cild-2, sh. 1670
10) Târih (Küçük Çelebizâde Âsım, İstanbul-1282); sh. 340
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 29
12) Vak’a-i Hamîdiyye (Zâimzâde Mehmed Sâdık, İstanbul-1289)
13) Osmanlı Devleti Târihi, (Hammer); cild-16, sh. 251

ABDÜLHAK HAMİT TARHAN


Tanzîmât döneminde batı te’sirlerini Türk şiirine sokan şâir, tiyatro yazarı ve diplomat. 5 Şubat 1851’de İstanbul’da doğdu. Babası, dedesi ve soyu, ilim âleminde isim yapmış şahsiyetlerdi. Dedesi Abdülhak Molla hekîm olup, ikinci Mahmûd ve Abdülmecîd hanların hekimliğini yapmış, şiir ve târihle uğraşmıştı. Babası Hayrullah Efendi, meşhur bir tarihçi ve diplomat idi.
Abdülhak Hâmid, ilk tahsiline Evliyâ Hoca, Behâeddîn Efendi ve Hoca Tahsin Efendi gibi özel hocaların huzurunda başladı. Özellikle Hoca Tahsin Efendi’nin Abdülhak Hâmid üzerinde etkisi büyüktür. Daha sonra Bebek Köşk kapısındaki mahalle mektebi ile Rumelihisarı Rüşdiyesi’ne kısa süre devam etti. Ailesi tarafından Paris’te eğitim yapması uygun görülünce, ağabeyi Nasûhî Bey ile 1863 Ağustos’unda Paris’e gitti. Orada Hortus College adlı bir özel okula başladı. Kısa zamanda Fransızca’sını ilerletti. 1,5 sene tahsilden sonra, yanlarına gelen babası ile İstanbul’a döndü. İstanbul’da Fransız mektebine başladı ve Fransızca’sını ilerletmek için Bâb-ı âlîde tercüme odasına girdi. On dört yaşlarında, Tahran büyükelçiliğine tâyin edilen babasıyla birlikte İran’a gitti ve Farsça dersler aldı. Babasının 1867’de vefâtı üzerine İstanbul’a döndü.
Dönüş sonunda, sıra ile Mâliye mektubî ve sadâret kalemlerinde vazife yapan Abdülhak Hâmid, buralarda Ebüzziyâ Tevfik ve Recâizâde Mahmûd Ekrem’le tanıştı. Sami Paşa’dan Hâfız Dîvânı’nı okudu. Bu arada Tahran hâtıralarına yer veren Mâcerâ-i Aşk adlı ilk eserini yazdı ve meşhur mersiyesi Makber’i, ölümüne yazdığı Fatma hanımla evlendi. 1876 senesinde hâriciye mesleğini seçen Abdülhak Hâmid, Paris sefareti ikinci kâtibliğine tâyin edilerek iki buçuk sene bu vazifede kaldı. Paris’te iken Fransız edebiyatını yakından tanımak fırsatını buldu. Dönüşünde bir süre açıkta kaldı ise de; 1881’de Poti, 1882’de Golos, bir sene sonra da, Bombay başşehbenderliklerine tâyin edildi. Bombay’da üç sene kaldı. Eşi Fatma hanımın rahatsızlığının artması üzerine, İstanbul’a dönmek için yola çıktı. Fatma hanım Beyrut’ta vefât etti.
Abdülhak Hâmid, Bombay dönüşünde Londra elçiliği başkâtipliğine atandı ise de; manzum olarak yazdığı Zeynep piyesi yüzünden vazifeden alındı. Bir süre boşta gezdikten sonra tekrar Londra’daki eski görevine, gönderildi. Bu gidişinde İngiliz olan Nelly hanım ile evlendi. 1895 senesinde Lahey büyükelçiliğine, iki sene sonra da Londra elçiliği müsteşarlığına tâyin edildi. Hanımının rahatsızlanması üzerine, 1900’da İstanbul’a dönen Abdülhak Hâmid, 1906’ya kadar İstanbul’da kaldı. 1906’da Brüksel büyükelçiliğine atandı. 1911’de hanımı Nelly’in ölümü üzerine Belçikalı Lüsyen hanım ile evlendi. Balkan savaşları sırasında kabîne tarafından azledilerek, İstanbul’a döndü. Meârif nezâreti teklif edildi ise de kabul etmedi. Bir süre açıkta kaldıktan sonra âyân üyeliğinde bulundu. Mütâreke yıllarında Viyâna’ya gitti. Burada sıkıntılı günler geçirdi. Cumhuriyetin ilânından sonra anavatana döndü. 1928 senesinde İstanbul milletvekili seçildi ve ölünceye kadar meb’ûs kaldı. Kendisine vatana üstün hizmet fonundan maaş bağlandı. Ayrıca, belediye de, dayalı döşeli bir apartman dâiresi verdi. Hayâtının son yıllarında kendisini çekemeyenlerin; “Putları devirelim” şeklindeki saldırılarına mâruz kaldı. 12 Nisan 1937’de İstanbul’da öldü. Mezârı Zincirlikuyu’dadır.
Abdülhak Hâmid, Tanzîmât sonrası bütün edebî ve siyâsî devirleri yaşamış bir şâirdir. Tanzîmâtı, meşrûtiyetleri ve cumhuriyeti gördü. Böylece; Tanzîmât, Servet-i Fünûn, Edebiyât-ı Cedide, Millî Edebiyat ve Cumhûriyet devri edebiyatlarını yakından tanıdı. Ayrıca uzun seneler doğuda ve batıda diplomat olarak bulunması her iki edebiyatı tanımasına sebeb oldu. Bu sebeble Türk şiirine batıdan yeni konular, serbest düşünce ve şekiller getirmiştir. İlk başlarda Tanzîmât ekolünün te’sirinde kalmış, batıyı tanıdıktan sonra; klasik edebiyattan ayrılarak batı tekniği ile eser vermiştir. Edebiyatımızın yeni bir çehre kazanmasında Recâizâde Ekrem daha çok teorik yönünü işlerken, Hâmid yazdıklarıyla bu işi uygulamıştır. Eserlerinde batı edebiyatından bilhassa Shakespeare ve Victor Hugo’nun te’sirleri açıkça görülür. Şiirleri genellikle romantik ve felsefî düşünceler, ölüm duyguları ve İnsan kaderi hakkındadır. Batı yazarlarından etkilenerek yazdığı dramlar ile Türk tiyatrosuna felsefî düşünceyi sokmuştur. Kendisine son zamanlarda Şâir-i âzam (en büyük şâir) ünvânı verilmiştir.
Abdülhak Hâmid’in eserleri iki grupta toplanmaktadır. Şiirleri: Makber(1885), Kahpe (1885), Bâlâ’dan Bir Ses (1911), Vâlidem (1913),Yâdigar-ı Harb (1913), İlham-ı Vatan (1918), Tayflar Geçidi (1919),Garam (1919), Yabancı Dostlar (1924).
Tiyatroları: Hâmid’in tiyatroları mensur ve manzum olmak üzere İki kısımdır. Mensûr tiyatroları: Mâcerâ-yı Aşk (1873), Sabr ü Sebat(1875), İçli Kız (1875), Duhter-i Hindû (1876), Târık yahut Endülüs’ün Fethi (1879), İbn-i Mûsâ (1880), Finten (1898). Manzum tiyatroları; Nesteren (1878), Tezer (1880), Eşber (1880), Sardanapal(1908), liberte (1913).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Abdülhak Hâmid ve Eserleri (İsmâil Hikmet, İstanbul-1932)
 2) Türk Şâirleri (S. Nüzhet Ergun, İstanbul-1938); cild-1
 3) XIX. Asır Türk Edebiyatı Târihi (A. H. Tanpınar, İstanbul-1967); sh. 496
 4) Şiir Tahlilleri (Mehmet Kaplan, İstanbul-1963); sh. 69
 5) Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar (Mehmet Kaplan, İstanbul-1976); sh. 314
 6) Abdülhak Hâmid’in Şiirlerinde Ledünni Meselelerden Allah I. (M. K. Bilgegil, İstanbul-1959)
 7) Abdülhak Hâmid’in Basılı Eserleri Hakkında Yeni Bilgiler (O. Fâruk Akün, Türk Edebiyatı Dergisi, 15. sayı İstanbul-1954)
 8) Resimli Türk Edebiyatı Târihi (N. S. Banarlı, Ankara-1986); cild-2, sh. 925
 9) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 24

ABDÜLFETTAH-I BAĞDADİ AKRİ


İstanbul’daki âlim ve evliyânın, Eshâb-ı kiramdan sonra en üstünlerinden. 1778 (H. 1192) senesinde doğdu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin talebelerinin üstünlerindendir. Tasavvufda yüksek derecelerin sahibi olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük âlim idi. İstanbul halkı senelerce ilminden istifâde etti. 1864 (H. 1281) senesinde Muharrem ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti.
Abdülfettâh hazretleri, küçük yaşta Bağdâd’ın tanınmış âlimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî idi. Kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Gayret ve devamlı çalışması ile arkadaşlarının ve hocalarının dikkatini çekti. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde mütehassıs bir âlim oldu. Fıkıh ile ilgili mevzuları cevaplandırmada meşhur idi.
Din ilimlerinde kendisini yetiştiren Abdülfettâh-ı Bağdadî hazretleri tasavvufta da yetişmek istedi. Asrının en büyük âlimi, İslâm bilgilerinin mütehassısı Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Meşakkat ve sıkıntılara çok katlanırdı. Hocası Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî (rahmetullahi aleyh) onu, İstanbul’daki zamanın sultânına iki defa gönderdi. Bu yolculuklarının ikisinde de yaya gidip geldi. Memleketinde ve seferde Mevlânâ Hâlid hazretlerinden hiç ayrılmazdı. Hocasının evine girer çıkar, hizmetini ve işlerini görürdü. Hilâfet-i mutlaka ile me’zun oldu. Şeyh Abdullah-ı Hirâtî vefât edince, onun yerine ders vermeğe başladı.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin ilminin derinliği, evliyâlık derecesinin üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Dünyânın her yerinden talebeler akın akın Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ilminden istifâde etmek için Bağdâd’a geliyorlardı. İstanbul’dan da talebelerin pek çoğu Bağdâd’a gidiyordu. İsteklilerin hepsinin Bağdâd’a gitmesi mümkün değildi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, bunu telâfi etmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî’yi İstanbul’a gönderdi.
Abdülfettâh (rahmetullahi aleyh) İstanbul’a gelerek, Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nuh kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler dergâha akın ettiler. Kısa zamanda, devlet erkânından vezirler, komutanlar, paşalar, âlimler, talebesi oldu. Senelerce hizmette bulunup bir çok insanın ilâhî nîmetlere kavuşmasına sebeb oldu.
Vefâtından bir kaç gün evvel, talebeleri ve tanıdıkları ile helallaşmış ve vasiyetini bildirmiştir.
Mezarı, Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile Selimiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanının batı köşesindedir.
Eshâb-ı kiram (radıyallahü anhüm) hâriç, Edirnekapı ile Eyüp arasındaki Murâd-ı Münzâvî ve Zeyrek’teki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ile birlikte İstanbul’da bulunan en yüksek üç evliyâdan biridir. Sevenler kabrini ziyaret ederek, rûhâniyetinden istifâde etmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 971
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 23
 3) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 270

ABDÜLEZEL PAŞA


Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında yetişen kıymetli bir paşa. İkinci Abdülhamîd Han’ın kahraman ve şehîd kumandanlarındandır. 1827 (H. 1243) senesinde Konya’nın Hadim kazasında doğdu: 1897 (H. 1315) senesinde yapılan Osmanlı-Yunan harbinde şehîd düştü.
Abdülezel Paşa on altı yaşında iken er olarak orduya girip asker oldu. On iki sene kadar Arabistan’da kalıp, Osmanlı ordusunda sadâkatla hizmet etti. Bu sâdık ve gayretli hizmetleri neticesinde çok sevilip subaylık rütbesi verildi. 1853’de Hüsrev Paşa’nın yâveri olarak Kırım muhârebesine katıldı. 1857’de Karadağ, 1868’de Girid isyânlarını bastırmak için vazîfe aldı. Gösterdiği başarılar üzerine her vazifesinin akabinde bir rütbe, çeşitli nişanlar ve madalyalar verildi. 1872 senesinde binbaşı rütbesi ile Giresun taburuna tâyin edildi. Bu taburla birlikte Sırbistan muhârebesine katıldı. Bu seferde, Aleksin mevkiindeki savaşta büyük kahramanlık gösterdi.
Plevne muhârebesine de katıldı. Bu sırada Mirliva yâni albay idi. Târihimizin altın sayfalarından olan Plevne müdâfaasında Gâzi Osman Paşa’nın mert ve kahraman silâh arkadaşlarından biri de Abdülezel Paşa idi. Bu savaşta da fevkalâde kahramanlık gösterdi. İstanbul’a dönünce, İkinci Abdülhamîd Han, Abdülezel Paşa’nın göğsüne kendi eliyle müstesna bir kahramanlık nişanı olan Plevne madalyasını taktı.
Abdülezel Paşa bundan sonra, jandarma teşkîlâtına tâyin edilerek Hicaz’a gönderildi. Bir müddet sonra tekrar İstanbul’a geldi ve paşalığa yükseldi.
Anadolu terbiyesi ile büyüyen ve erlikten paşalığa yükselen bu köylü çocuğu, dînin emirlerine bağlı sâlih bir müslüman idi. Kur’ân-ı kerîmi ezberlemişti. Sesi güzel olup, serî okurdu. Yakın dostları onun devamlı hatim okuduğunu ve buna aralıksız elli sene devam ettiğini söylemişlerdir. Memleketi Hâdim’i ziyarete geldiğinde, dostlarından birine; “Cenâb-ı Hak, hafızlık nîmeti ve paşalık gibi iki rütbe bahşetti. Şimdi bir üçüncüsünü istiyorum, o da şehîdlik rütbesidir!” diyerek şehîd olma arzusunu dile getirmiştir.
Abdülezel Paşa, 1897 senesinde vuku bulan Osmanlı-Yunan harbinde Alasonya ordusunun İkinci tugay kumandanı idi. Yirmi altıncı ve son defa savaşa katılıyordu. Savaş başlar başlamaz, Yunan kuvvetleri Osmanlı hududlarına hücum etti. Ordusuyla Alasonya’da bulunan ve hücuma geçmek üzere hazır bekleyen Abdülezel Paşa, hücum emrini alır almaz, birliği ile Pınarhisar’a yürüdü. Hududa ulaşınca, bir avuç Osmanlı askerinin, hudut kulelerine hücum eden Yunan kuvvetlerine karşı kahramanca dövüştüğünü gördü. Üzerlerine yağmur gibi mermi ve top gülleleri yağdığı hâlde kahraman Osmanlı askerleri bu dehşetli hâle aldırmadan müdâfâ ediyorlar ve şehîdlik mertebesine, sevinerek koşuyorlardı. Abdülezel Paşa, bu hâli görünce hemen harekete geçti. Ancak düşmanın açtığı şiddetli top ateşinden bir türlü kulelere yanaşılmıyordu... Hiddetinden yerinde duramayan Paşa; “Aman yâ Rabbî! Cayır cayır yandıklarını ve şehîd düştüklerini görüyoruz da yardım için birtürlü yanaşmaya fırsat bulamıyoruz. Vatan evlâtları kulelerde mahvolacak. Ah bir akşam olsa, ortalık kararsa!” diye çırpınıyor ve çok üzülüyordu. Nihayet beklediği zaman geldi ve ortalık karardı. Hemen bir tabur asker alıp kulelerdeki askerleri kurtardı. Bundan sonra sabaha kadar tugayını mevzilere yerleştirip, savaşa hazır hâle soktu. Sabahın erken saatlerinde Yunan mevzilerini topçu ateşi altına aldı. Bir müddet sonra birliğine hücum emri verdi. Artık silâhlar konuşuyordu. Abdülezel Paşa, emrindeki tugayı ile düşmana yaklaştıkça, düşman adım adım geri çekiliyor ve bâzan da aniden saldırıyordu. Abdülezel Paşa’nın birliği, saldırılara kahramanca karşı koyuyor ve düşmanı püskürtüyordu. Abdülezel Paşa askerleri ile devamlı ön cephede çarpıştığından, yanındaki kumandanlar; “Paşa hazretleri, biraz geri çekilseniz! Düşman mermileri etrafınızda uçuşuyor!” dediler. Bunun üzerine Abdülezel Paşa şöyle dedi: “Ey oğul! Eceli gelmeden insan ölmez. Ben elli senedir böyle savaştım! Hamdolsun hiç bir şey olmadı. Hep şehîd olmayı aradım fakat kavuşamadım! Keşke şimdi kavuşabilsem. Ölmek korkusu ile yerimi terkedip geri çekilemem!...” Abdülezel Paşa, mermi sesleri arasında gür sesiyle emrindeki birliği teşvîk etmek için bir hitabede bulundu. Abdülezel Paşa, emrindeki birliğe yaptığı bu konuşma ile askeri şevke getirdi ve birden bire atına atlayıp mahmuzlayarak hücum etti. Emrindeki birlik de aynı arzu ile kendisini tâkib etti. Artık, Yunan askeri kaçıyor, kahraman Türk askerleri, Allah Allah nidalarıyla düşmanı kovalıyorlardı. Abdülezel Paşa yetmiş yaşında olmasına rağmen delikanlı çevikliğiyle at sürüyor, silâhını doğrultup kurşun atıyordu. Sonunda alnına bir düşman kurşunu isabet etti. Kanlar içinde yıkılmadan atının yelesine yapışarak bir müddet daha gitti. Mertebelerin en yücesi olan şehîdliğe kavuşmuştu. Durumu anlıyan Gemlik tabur komutanı onu atından indirdi. Sanki güler gibiydi, önce Pürnartepe’ye defnedildi. Sonra Alasonya’ya naklolundu. Kahramanlıkları dilden dile anlatılan bu şehîd kumandanın kabri üzerine, Sultan Abdülhamîd Han bir türbe yaptırdı (Bkz. Yunan Harpleri).

BİR ŞEHÎDÎN SON SÖZLERİ!..

Abdülezel Paşa, şehîd olduğu son savaşında askerlerine şöyle hitâb etmiştir. “Askerlerim! Yiğitlerim! Kahraman evlâtlarım? Dînimize, namusumuza ve vatanımıza göz diken düşmana haddini bildirmenin tam zamanıdır! Bilirsiniz ki hâinler korkak olur. Biz düşman üzerine yürürsek onlar kaçarlar. Hep beraber Allah, Allah! diyerek hücum edelim!...”
Sonra da Papalivata, Tırpan ve Misfaki tepelerini göstererek şöyle dedi: “Aslanlarım! Şu gördüğünüz tepenin zaptı bizim için çok mühim ve pek şanlı bir muzafferiyet kazandıracaktır. Siz ki Milona geçidi gibi en zor geçidi aşıp, en çetin yerlere hücum ederek Osmanlı’nın kahramanlığını bütün cihâna gösterdiniz. Siz kahramanların evlâtlarısınız. Allahü teâlânın yardımı ile, şu tepenin Üzerinde vuku bulacak kahramanca bir hücumla zâten gözü yılmış olan düşmanı tamamen perişan edeceğinizi, sancağımızı oraya dikerek Osmanlının şânını yücelteceğinizi ümîd ediyorum. Eğer bu tepeyi zaptederseniz önümüzde çiçeklerle süslenmiş geniş bir zafer sahrası açılacak. Bütün İslâm âlemi ve Osmanlılar, sizin bu kahraman muzafferiyetinizden dolayı ilân-ı şükran ve iftihar edeceklerdir. Analarınız sizi bugün için doğurdu, bugün için büyüttü!
Yeryüzünde bulunan bütün müslümanların kıymetli halîfesi şevketli pâdişâhımız Abdülhamîd Han hazretleri sizi bugün için yetiştirdi. Vatan bugün sizden fedâkârlık bekliyor! Hülâsa bugün şan ve namus, devlet ve millet sizin süngülerinizle ayakta duracaktır...
Eğer arslanlar gibi bir hücumla şu tepeyi zaptedecek olursanız, namusu korumuş ve vatanı yüceltmiş olursunuz. Devletimizin gelecekteki zaferlerine de öncülük etmiş olacaksınız.
Asker evlâtlarım! Size son bir vasiyetim vardır ki, bu vasiyetimin yerine getirilmesini rica ederim! Eğer ben şu tepeyi zaptettiğinizi ve oraya hâkim olduğunuzu görmeden şehâdet şerbetini içersem, benim cesedimi şehîd olduğum yere defnetmeyin. Bu tepeyi mutlaka ele geçirin ve benim için o tepe üzerinde bir kabir kazarak oraya defnedin! Şayet bu tepeyi ele geçiremeyecekseniz, bırakın cesedim bu topraklar üzerinde kurtlara kuşlara yem olsun!
Evlâtlarım! Sizin dağları aşan hücumunuza böyle tepeler elbette dayanamaz. Bu bakımdan mutlaka bu tepeyi zaptetmenizi istiyorum!..
Tevfîk-i ilâhî rehberimiz, imdâd-ı peygamberi yaverimiz, teveccühât-ı celîle-i hazret-i hilâfet-penâhî, fark-ı iftihârımız da efserimiz (tacımız) dır. Haydi arslanlar! Arş ileri dâima ileri...”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) 1897 Osmanlı-Yunan Harbi (G. Kurmay Başkanlığı Yayını, Ankara); sh. 97
 2) Resimli Târih Mecmuası; sh. 3002
 3) Şehîd-i Mübeccel Abdülezel Paşa’nın Hayâtı ve Şehâdeti (Mustafa Özkul, İstanbul-1975)
 4) Hadim ve Hâdimiler Bibliyografyası (Nûman Hâdimoğlu, Ankara-1983); cild-1, sh. 147

ERTUĞRUL GAZİ


Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gâzi’nin babası. Gündüz Alp’in oğludur. Oğuzların kayı boyundandır. Cengiz’in İslâm memleketlerini talan ettiği sırada, babası, Selçuklu topraklarında yaşamak üzere kabilesiyle beraber ülkesini terk etmiş, Amu Deryâ’yı geçip Oğuzların yoğun olduğu Aral havzasına gelmişti. 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum çölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşmıştı. Moğol istilâsının buralara kadar ulaşması üzerine kabilesine daha uygun bir yer arayan Gündüz Alp, Erzincan’a doğru hareket etmiş, Pasin ovasında Sürmeli çukura geldiklerinde hastalanarak vefât etmişti.
Babalarının vefâtından sonra Ertuğrul Gâzi kabileye reis seçildi ve ağabeyleri Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tâbi kabile mensuplarıyla beraber Ahlat’a geri döndüler. Ertuğrul Gâzi ise, kardeşi Dündâr Bey ile beraber batıya hareket etti. Sivas yakınlarına gelip konakladığında, Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin kıyasıya çarpışmakta ve Moğolların Selçuklu ordusunu bozmak üzere olduğunu gördü.
Yiğitlik ve erliğin bütün vasıflarını üzerinde toplayan Ertuğrul Gâzi, İslâm’ın ve Türk’ün şânından olan zâlime karşı mağdura destek olmakta zerre kadar tereddüd etmedi. “Mağlûba yardım etmek erlik olur. Hızır gibi, bunalmış zamanlarında çaresizlere yardıma yetişerek ellerinden tutalım” diyerek, Selçuklu saflarına katılıp, Moğollara karşı saldırıya geçti. Bir kaç yüz kişilik bu kuvvetin civanmertliği üzerine savaşın seyri değişti ve kısa sürede Moğol kuvvetleri darmadağın oldu. (Bu savaşın, Haremzşahlarla yapılan Yassıçimen Savaşı olduğu da rivayet edilmektedir.)
Savaştan sonra, Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd, Ertuğrul Gâzi’ye iltifatlarda bulundu. Hil’at giydirdi ve Selçuklu ülkesinde yaşamak için göç ettiklerini öğrenince Ankara yakınındaki Karadağ mıntıkasında oturmak için toprak verdi (1230).
İznik İmparatorluğu ile Selçuk hududunda sürekli çarpışmalar üzerine sultan birinci Alâeddîn Keykubât 1231’de bir ordu ile Sultanönü civarına geldi. Bütün maiyyeti ile beraber yanında yeralan Ertuğrul Gâzi’yi öncü kuvvetlerine komutan yaptı. Ertuğrul Gâzi, Rum ordusu üzerine yürüyünce, imparator Theodor Laskaris’in Rumeli’den yardımcı çağırdığı Aktav tatarlarıyla karşılaştı. Yenişehir ovasında üç gün gece-gündüz devam eden şiddetli çarpışmalar sonunda düşmanı bozup, İnegöl’e kadar tâkib ederek pek çok ganîmet aldı. Elde ettiği bu büyük başarıdan sonra Eskişehir Söğüt mevkiinde sultan Alâeddîn’le buluşan Ertuğrul Gâzi mükâfatlandırıldı. Söğüt ve Saraycık mahalleri kışlak, Domaniç dağı da yaylak olmak üzere kendisine verildi.
Ertuğrul Gâzi Anadolu’ya geldikten kısa bir müddet sonra, Selçuklu Devleti çökmeye yüz tutmuş, Anadolu parça parça olmuştu. Türk uç beyleri, Selçuklulardan boşalan yerleri doldurmaya ve yeniden güçlü bir devlet kurmayı tasarlıyorlardı. Anadolu’da irşâd ve gazâ yapan gönül sultanları, tasavvuf ehli âlimler ile dervişler yeniden toplanmayı teşvik ediyorlar ve istikbâlde kurulacak yeni bir Türk devleti müjdeliyorlardı.
Ertuğrul Gâzi aşîreti ile beraber gelip Söğüt ve Domaniç’e yerleşti. Bu yıllarda bölgede bulunan Germiyan’ın babası Alişir ve Çavdar adlı bir tatar, el altında tuttukları kuvvetlerle halkı tedirgin edip; pazar ve hayvanlarını talan ederek geri dönerlerdi. Ertuğrul Gâzi buraya yerleşince, bunlara mâni oldu. Bizans kale ve şehirlerinin hâkimi olan hıristiyan tekfurlarla da iyi anlaştı. Adaleti, halka olan iyi muamele ve yardımları o kadar çoktu ki, hıristiyan tebea bile onu yürekten sevip sayıyordu. Bu sevgi ve bağlılık o kadar fazla idi ki, Söğüt’te bulunan hıristiyan zımmîler, Ertuğrul Gâzi vefât edince, çiftliğinin yarısı ile bir bağı onun ruhu için vakfedip kâdı emrine vermişlerdi.
Söğüt’e yerleşmesinden bir kaç sene sonra Karacahisar tekfuru, bölgedeki müslüman ahâliyi rahatsız etmeye başladı. Ertuğrul Gâzi de sultan Alâeddîn’i savaşa teşvik etti. Sultan Alâeddîn’le beraber Karacahisar kalesini kuşattılar. Uzun süre yapılan şiddetli savaşlardan sonra tekfur barış istediyse de kabul edilmedi. Bu sırada Moğolların Ereğli’yi alma haberi geldi. Sultan kaleyi fethetme işini Ertuğrul Gâzi’ye bırakarak Moğolları karşılamaya gitti. Bir müddet daha devam eden muhasaradan sonra Ertuğrul Gâzi kaleyi fethetti. Tekfuru yakaladı. Elde edilen ganimetin beşte birini Sultan’a gönderip kalanını Gâzilere dağıttı.
Selçuklu sultânı Alâeddîn Keykubâd’ın vefâtına kadar etrafın fethi ve İslâmiyet’in yayılması için bütün gayreti ile çalıştı. Sultan’ın vefâtından sonra, Söğüt uç bölgesinde Bizans’la mücâdeleye devam etti. 1281 yılında 92 veya 96 yaşında vefât ederek yine Söğüt’e defnedildi (Bkz. Osman Gâzi).
Ertuğrul Gâzi, çevresinde bulunan beyliklerin ve devletlerin durumlarını ve siyâsî şartları gayet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile dâima iyi geçinerek aşiret ve tebeasını güçlü bir durumda, huzur ve rahat içinde yaşattı. Çıplakları giydirip donatır, dul kadınlara, fakirlere, düşkünlere dâima yardım ederdi.
Ertuğrul Gâzi’nin görevi bu kadardı. Geldi... Yarım asır adalet ve huzur içinde yaşattığı bölge halkı yanında, hıristiyanlara da İslâmiyet’i sevdirip gitti. Bundan sonra doğudan gelen Horasan erenleri Alp ve Abokul gibi adlarla anılan mürşidler, bu ve bunun gibi Türk oymaklarına yegâne gayenin cihâd ve İ’lâ-yı kelimetullah (Allahü teâlânın ism-i şerifini yüceltmek, İslâm’ı yaymak) olduğunu aşıladılar. Sonra bu gayenin gerçekleştirilmesi için lüzumlu olan bilgi ve tecrübeyi verip, yol gösterip teşkilâtlandırarak sevk ve idare ettiler. Harblerle aldıkları Bizans topraklarını tamamen Türk-İslâm toprağı hâline getirmek için muazzam bir faaliyete giriştiler. Bu faaliyetler; harcanan büyük enerji, dehâ, İslâm’ın adaleti ve en önemlisi erenlerin duâsı bereketiyle kısa zamanda müsbet neticeler verdi. Derviş Gâziler, bir memleket ve şehri fetheder etmez bâzıları derhâl oraya yerleşip, kalan kısım daha ileri yürüdü. Arkadan dâima taze kuvvet yetiştirildiği için, bu yürüyüşün ardı arkası kesilmedi. Fethedilen şehir ve beldelerde; câmiler, medreseler, tekkeler, hastaneler, kervansaraylar, imâretler, çeşmeler, yollar ve köprüler... yapıldı. İslâmî tedris, eğitim ve öğretim başladı. İçtimâi yardım müesseseleri faaliyete geçirildi. Elde edilen topraklarda âsâyiş, sulh ve sükûn te’min edildi.
Ertuğrul Gâzi’den sonra Osman Gâzi ile yeşerip sonrakilerle büyüyen, denizleri, diyarları, ülkeleri, iklimleri, kıt’aları muhteşem dalları arasına alacak çınarın gölgesi altında bütün insanlık, Asr-ı seâdetten sonra bir daha görüp hayâl edemediği bir şekilde, tam altı asır yaşadı.
Nitekim şâirin dediği gibi;
Biz ol nesl-i kerim-i dûde-i Osmâniyânız kim,
Muhammerdir serâpa mâyemiz hûn-i şehâdetten.
Biz ol âlî-himem erbâb-ı cidd-ü ictihadız kim,
Cihângirâne bir devlet çıkardık bir aşîretten.
Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmâniyânız kim.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tâc-üt-Tevârih; cild-1. sh. 26
 2) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 15 v.d.
 3) Oruç Bey Târihi; sh. 22
 4) Aşiretten Devlete; sh. 58
 5) Devlet Kuran Kahramanlar (Safa Öcal, T.D.A.V); sh. 1 v.d.
 6) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-2, sh. 241-250
 7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-2, sh. 25
 8) Rehber Ansiklopedisi; cild-5. sh.178
 9) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-3, sh. 832
10) Neşrî Târihi; cild-1, sh. 61 v.d.
11) Meşâhir-ül-islâm