5 Haziran 2020 Cuma

OTLUKBELİ MUHAREBESİ


Fâtih Sultan Mehmed Han’ın Akkoyunlu sultânı Uzun Hasan ile 11 Ağustos 1473’de, Otlukbeli mevkiinde yaptığı büyük meydan muhârebesi.
Uzun Hasan hükümdarlık tahtına geçinceye kadar, Akkoyunlularla Osmanlı Devleti arasında herhangi bir problem yoktu. Fakat onun iş başına gelmesiyle birlikte durum değişti. Çünkü o, Karakoyunlu hükümdarı Cihânşâh ile, Mâverâünnehr hükümeti hükümdarı Ebû Saîd Mirânşâh’ı öldürmeye ve topraklarını da kendi arazisine katmaya muvaffak oldu. Daha sonra Horasan hükümdarı Hüseyin Baykara’yı yenerek topraklarından bir kısmını zapteden Uzun Hasan, bu suretle Fırat havalisinden Mâverâünnehr’e kadar uzanan büyük ve kuvvetli bir devlet kurmuş oldu. Topraklarının genişlediği nisbette gururunun arttığı görülen Akkoyunlu hükümdarının ayrıca cihângir olmak sevdası da vardı. Nitekim o, Ebû Saîd’i mağlûb ettiği gün atını meydana sürerek; “Bu diyarın serdârları şecaatim âsârını gördüler. Fırsat elverirse, cür’et ve celâdetimi Hüdâvendigâr’a (Osmanlı hükümdarı) da gösterem” demişti.
Ancak Osmanlı Devleti’nin şimdiye kadar mağlûb ettikleri ile kıyaslanmayacak kadar güçlü olduğunu bilen Uzun Hasan, Fâtih Sultan Mehmed karşısında başarı sağlıyabilmek için büyük hazırlıklara girişirken, elverişli bir zamanı da kollamaya başladı. Ayrıca Osmanlılarla ihtilâf hâlinde bulunanları himaye ederek onlara bilfiil askerî yardımda bulunurken, Osmanlılar aleyhine hıristiyan devletlerle de ittifak etti.
Öte yandan Fâtih Sultan Mehmed ise, bir taraftan Avrupa’da fetih hareketiyle meşgul olurken diğer taraftan Anadolu’da Türk birliğini te’mine çalışıyordu. Ancak 1460 yılında Uzun Hasan’ın Osmanlı hududuna tecâvüzü ve Koyulhisar’ı zaptetmesi Fâtih sultan Mehmed’i son derece müteessir etti. Bunun üzerine ordusuyla derhâl harekete geçerek Erzincan üzerine yürüdü ve Yassıçemen denilen yerde ordugâhını kurdu. Ancak Osmanlı pâdişâhının Akkoyunlulara hücuma hazırlandığı bu sırada Uzun Hasan’ın bir elçi hey’eti geldi. Aralarında Uzun Hasan’ın annesi Sara Hâtun’un da bulunduğu elçilik hey’eti Osmanlı memleketlerine ve onların himayeleri altındaki yerlere tecâvüz etmemek ve Trabzon-Rum İmparatorluğuna yardımda bulunmamayı kabul ederek bir anlaşma yapmaya muvaffak oldular. Karamanoğullarının yaptığı gibi kâfirleri takviye edici ve müslümanları zaafa uğratıcı hareketlerde bulunmadıkça müslüman memleketlerine hücum etmeyen Fâtih Sultan Mehmed Han, bu anlaşmayı yeterli görerek Trabzon Rum İmparatorluğunun üzerine yürüdü.
Ancak bu sırada Osmanlılarla baş edemiyeceğini düşünen Uzun Hasan, hazırlıklarına devam etmekten geri durmadı. Nihayet 1472 yılında kendisini yeteri kadar kuvvetli hissettikten sonra, yanına sığınmış bulunan Karamanoğlu Pir Ahmed ve Kasım beylere 30.000 kişilik bir kuvvet katarak Tokat’ı vurdurdu. Tokat’ta yağma ve katliâm yapan bu kuvvetler, daha sonra Osmanlı idaresi altındaki Karaman topraklarına girerek, aynı hareketleri tekrarladılar. Bölgede bulunan Gedik Ahmed Paşa, emrindeki kuvvetlerle bunlara karşı koyamıyacağını anlayınca, Karaman vâlisi şehzâde Mustafa’nın yanına çekildi. Fâtih’in emriyle Anadolu beylerbeyi Dâvûd Paşa da bu kuvvetlere katılınca, Konya vâlisi şehzâde Mustafa büyük bir sür’atle hareket ederek Kıreli mevkiine geldi. Yusufca Mirza, Osmanlı ordusunun bu kadar kısa zamanda harekete geçeceğini tahmin edemediğinden, Kıreli meydan muhârebesinde büyük bir hezimete uğradı. Bir çok Türkmen beyi bu savaşta öldü. Yaralı olarak ele geçirilen Yusufca Mirzâ da diğer esirlerle birlikte İstanbul’a gönderildi (18 Ağustos 1472).
Diğer taraftan Tokat’ın tahrîbî ve Akkoyunlu kuvvetlerinin Karaman topraklarında faaliyette bulunmaları, Osmanlı Sultânını son derece müteessir etti. Bu sebeple derhâl sefer için hazırlanıp, baharda Bursa Yenişehir’inde toplanmaları hakkında eyâletlere hükümler ve emirler gönderildi. Hattâ Fâtih, çadırını Anadolu tarafına geçirterek orada kurdurdu. Osmanlı ülkesinde harp hazırlıklarının başladığı sırada, Uzun Hasan cür’etini büsbütün artırarak Fâtih’e gönderdiği bir mektupta, Kapadokya ile Trabzon’un kendisine terk edilmesini istedi.
Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed Han, Uzun Hasan’a şu mektubu gönderdi: “Bundan önce annenin ricasıyla pençe-i gazabımdan kurtulmuştun. Biz de seni akıllanmış kabul ederek affetmiştik. Hâlbuki senin gibi hâin bir Türkmen’in benim zâmân-ı ma’delet nişân-ı hüsrevânemde saltanat ve istiklâl dâvasında bulunması haramdır. Senin kendin gibi olan bir kaç kimseye şiddet yoluyla galip gelmene, kendi topraklarında gösterdiğin gurur ve azametine, hattâ bütün kudret ve şevketine bizim müsâde ve müsamahamız sebeb oldu. Buna rağmen bâde-i gurur ile mestü medhûş olarak ve inâyât-ı pâdişâhânem hukukunu unutarak adaletli idarem altında yaşayan Tokat’a ve sonra da Karaman ülkelerine askerlerini göndererek tîynet-i redîen (alçak huyun) müktezâsınca ahâliye zulmettirdiğin, birtakım şiddetlere başvurduğun ve rezaletlere sebeb olduğun mâlûmumuzdur. Onun için seni öldürmek ve memleketini elinden almak üzere bu yılın baharında harekete karar verdik. Seni affetmek kat’iyyen düşünülmemektedir. Beyhude zahmet çekme. Sen, vilâyet yıkmayı pâdişâhlık mı zannettin? Çekinmeden, korkmadan topraklarımıza tecâvüz ettiğin için kılıcımız senin göğsünde kana bulanmalıdır. Er isen meydana gel. Kadın gibi delikten deliğe girme. Hazırlıklarını yap, haber verilmedi deme. Zîrâ ki vücûd-i habîsin arz-ı telefdür ve bu bâbda özür ve bahâne bertaraf dur.”
Fâtih Sultan Mehmed Han kesin karârını Uzun Hasan’a bu mektubuyla bildirdikten sonra, Mısır Memlûklülerine elçi gönderip tarafsızlıklarını sağladı. Nihayet bütün hazırlıkların tamamlandığı ve ordunun toplanma yerinde hazır olduğu sırada, Fâtih Sultan Mehmed Han Rumeli’nin muhafazası için şehzâde Cem’i Edirne’ye göndererek, Nisan ayında Üsküdar’dan hareket etti. Bursa Yenişehir’e geldiği zaman Rumeli beylerbeyi Has Murâd Paşa ve Rumeli kuvvetleri orduya iltihak ettiler. Karaman vâlisi şehzâde Mustafa Beypazarı’nda ve Amasya vâlisi şehzâde Bâyezîd ise, Kazova’da eyâlet ve maiyyet kuvvetleriyle orduya katıldılar. Osmanlı ordusunun mevcudu 40.000 kişilik kapıkulu ocakları askeri, 20.000 kişilik şehzâde maiyyetleri ve 60.000 kişilik Anadolu ve Rumeli eyâlet askerleriyle 100.000’i aşmıştı.
Ordu, Sivas’a geldikten sonra işler güçleşti. Çünkü bundan sonra çok dağlık ve sarp bir araziye giriliyordu. Hattâ yüksek dağların aşıldığı sıralarda Osmanlı ordusu kar fırtınasına bile tutuldu. Bundan başka Osmanlı sınırı geçildiğinden her an bir düşman kuvveti ile karşılaşmak da mümkündü. Bunun için Fâtih Sultan Mehmed Han, bir ihtiyat tedbîri olmak üzere, orduyu tertipledi. Bu tertibe göre sağ kola şehzâde Bâyezîd komutan yapılıp emrine Rumeli beylerbeyi Has Murâd Paşa ile kırk sancak beyi verilmişti. Yirmi bin Rumeli azabı da bu koldaydı. Sol kol kumandanı şehzâde Mustafa’nın emrinde ise, Anadolu beylerbeyi Dâvûd Paşa ile yirmi dört sancak beyi ve yine yirmi bin azab askeri bulunuyordu. Pâdişâh ortada bulunuyor, önünde yeniçeriler, sağında ve solunda ise, sipâhî ve silâhdar bölükleri yer alıyordu.
Yürüyüş hâlindeki ordunun öncü kuvvetlerinin başına Has Murâd Paşa getirilmiş, peşinden de Dâvûd Paşa gönderilmişti. Ordu bu şekilde kırk günden fazla bir yolculuk yaptığı hâlde hâlâ Uzun Hasan’dan haber alınamamış ve Erzincan’a kadar gelinmişti. Bu arada Uzun Hasan’ın beş bin kişilik bir kuvvetiyle karşılaşıldı. Fakat Turhanoğlu Ömer Bey’in idaresindeki beş bin kişilik bir Osmanlı kuvveti Akkoyunluların bu kuvvetlerini mağlûb etti. Bunlardan ganîmet ve esir alan Osmanlı ordusuna, Tercan’a gelindiği vakit, dağlara sığınmış olan bir çok insan gelip teslim oldu. Bu olaylar üzerine Akkoyunlu ordusuna yaklaşıldığını hisseden Fâtih Sultan Mehmed Han, vezîriâzam Mahmûd Paşa’yı öncü kuvvetlerin başına vererek Rumeli beylerbeyi Has Murâd Paşa ile birlikte ileri gönderdi. Bu kuvvetlerin Fırat’ı tâkib ederek doğuya doğru yürüdüğü esnada Uzun Hasan’ın kuvvetleri de karşı sahilde göründüler.
Uzun Hasan, Osmanlı ordusunun hareketinden daha önceden haberdâr olduğu için oğlu Uğurlu Mehmed kumandasındaki bir kısım kuvveti, sağını nehre verip, arkasını dağlara dayayarak Fırat kenarında müsait bir mevkie yerleştirmişti. Bu kuvvetlerin kumsal yerlerin birinden beriye geçeceğini tahmin eden Mahmûd ve Has Murâd paşalar buna zaman bırakmadan karşıya geçmeye karar verdiler. Karşıya ilk olarak Has Murâd Paşa geçecekti. Tâyin edilen yerden, Uzun Hasan kuvvetlerinin mâni olmak istemesine rağmen karşıya geçildi. Uzun Hasan kuvvetleri geriye doğru çekilmeye başlayınca bu kolay başarıdan şüphelenen vezîriâzam Mahmûd Paşa, hemen haber gönderip Has Murâd Paşa’nın durmasını emretti. Fakat genç ve tecrübesiz Mürâd Paşa bu emri dinlemeyip ileri atıldı ve pusuya düştü. Maiyyetinde bulunan on iki bin kişilik kuvvetin büyük bir kısmı zayi ve esir olup çok azı kurtulabildi. Kendisi de ölenler arasındaydı.
Bu galibiyet Akkoyunlular için önemli bir hâdise idi. Çünkü Osmanlı askerinin morali bozulmuştu. Fakat bu durumdan Akkoyunlular faydalanamadı. Uzun Hasan, Has Murâd Paşa kuvvetlerine karşı başarı kazanan oğlu Uğurlu Mehmed’in hemen hücuma geçilmesi teklifini kabût etmedi. Bu hâdiseden, sonra da Uzun Hasan kuvvetleri tekrar kayboldular. Bunun üzerine Bayburt yönünden ilerleyen Fâtih, altı gün boyunca düşmandan haber alamadı. Fakat yedinci gün yâni 11 Ağustos 1473 Çarşamba günü Tercan civarında Üçağızlı denilen dar ve geçilmesi zor bir yere gelindiğinde, tepelerde düşman görünmüştü.
Hayvanların bile yorgunluktan yürüyecek hâlinin kalmadığı, mola verilmek istenildiği ve ordunun tertipten mahrum olduğu bir anda, Gavur İshak komutasındaki düşman kuvvetleri ortaya çıkmıştı.
Bu durumu sür’atle değerlendiren Fâtih Sultan Mehmed Han tehlikeyi ânında sezerek vezîriâzam Mahmûd Paşa ve Anadolu beylerbeyi Dâvûd Paşa’yı hiç vakit kaybetmeden Gavur İshak’ı karşılamakla görevlendirip harp nizâmı aldı.
Çok hızlı hareket eden Dâvûd ve Mahmûd paşalar Gavur İshak kuvvetlerinin üzerine saldırarak tepeden inmelerine mâni oldukları gibi, tepeye çıkmaya da muvaffak oldular. Gavur İshak bu; müthiş saldırı karşısında dayanamayıp geri çekilince tepeye çıkmış olan Osmanlı kuvvetleri de hemen gerekli bütün tedbirleri aldılar.
Bunun üzerine Akkoyunlu ordusunun sağ kanadına kumanda eden Kör Zeynel, kuvvetlerini buraya sürünce, tepedeki düzlükte kanlı bir savaş başladı. Dâvûd ve Mahmûd paşaların Uzun Hasan kuvvetlerine karşı gösterdiği mukavemet ve onları lüzumu kadar oyalaması, Osmanlı ordusunu kötü durumdan kurtarmıştı. Asıl kuvvetlerden ilk önce şehzâde Mustafa tepeye tırmanıp Kör Zeynel kuvvetlerine yüklendi. Peşinden şehzâde Bâyezîd ve Fâtih de tepeye çıktı ve Osmanlı ordusu mükemmel manevralarla harp nizâmı alıp topluca savaşa girdi.
Akkoyunlu ordusunu ilk sarsan şehzâde Mustafa oldu. Çılgınca savaşa girip büyük gayretle çarpışmakta olan Akkoyunlu ordusu sağ cenah kumandanı Kör Zeynel Mirzâ’yı ustaca manevralarla azab askerleri içine çekerek öldürdü. Sonra da morali bozulan düşmana şiddetle saldırıp dağıttı.
Şehzâde Mustafa’nın zaferi ile Osmanlı lehine dönen savaş, sağ koldaki şehzâde Bâyezîd’in babasının emriyle tam zamanında taarruza geçerek düşmanın sol kolunu dağıttıktan sonra, merkezdeki Fâtih Sultan Mehmed Han ve topçu desteğiyle Uzun Hasan’a doğru harekete geçmesi ile düşman için tam bir bozguna dönüştü.
Sağ ve sol kanadın bozulduğunu gören ve evlâd acısıyla yanan Uzun Hasan, şehzâde Bâyezîd kuvvetlerinin kendisine iyice yaklaştıklarını farkedince, atına atlayarak sür’atle muhârebe alanından çekilerek canını zor kurtardı.
Fâtih Sultan Mehmed Han’ın birliklerini ve topçu ateşini dehâsına has bir şekilde kullanması, kesin netîcenin sekiz saat içinde alınmasını sağladı. Akkoyunlu ordusu müthiş zâyiât verdiği gibi, yüz yetmiş Akkoyunlu kumandanı ve bir çok prens Osmanlı ordusu tarafından esir alındı. Bu durum karşısında Uzun Hasan’ın, kaçarken yanındaki, kendisinin savaşa girmesinin baş suçlularından olan Karamanoğlu Pir Ahmed Bey’e hitaben; “Behey Karamanoğlu! Hânedânın harâb olsun! Bed-nâm olmama sebeb oldun, Benim Osmanoğlu ile ne işim vardı” dediği meşhurdur.
Fâtih Sultan Mehmed Han, Otlukbeli zaferi ile yıllardan beri kendisini tehdîd eden Akkoyunlu tehlikesini 1473 yılının yazında bir daha Osmanlılar için bir tehlike olmayacak şekilde ortadan kaldırdı. Akkoyunlu Devleti’nin kuvvetlenmesi ne kadar sür’atli oldu ise, zaafiyete gitmesi ve çökmesi de o kadar çabuk oldu. Otlukbeli’nde yediği kuvvetli darbenin te’sirinden kendisini asla kurtaramadı. Fâtih ona verdiği dersten o kadar emindi ki, mümkün olduğu hâlde onu tâkib etmek lüzumunu dahi duymadı. Nitekim savaştan bir gün sonra toplanmış olan dîvânda Uzun Hasan’ın tâkib edilip edilmemesi hususunda yapılan müzâkere sırasında, bir kısım emirler onun peşinden gidilmesini, şehir ve kasabalarının yağma ve tahrip edilmesini ileriye sürüyorlardı. Fakat Pâdişâh bu fikre uymadı ve; “Maksadımız kendisini te’dip etmekti (yola getirmekti). Bu fazlasıyla olmuştur. İntikam alacağım diye onun arkasından gitmek bir çok yerleri harâb etmek, mahvetmek demektir. Bu ise, günâha girmekten başka bir işe yaramaz. Aynı zamanda batıda hıriştiyanlara karşı girişmiş olduğumuz işlerin geri kalmasına sebeb olur” diyerek gitmek isteyenlere müsâade vermedi. Otlukbeli’nde savaştan sonra iki veya üç gün kalan Osmanlı ordusu, buradan Bayburt üzerine yürüyerek orayı da aldı ve İstanbul’a döndü.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Otlukbeli Meydan Muhârebesi (Genel Kurmay, Ankara-1986)
2) Fâtih Sultan Mehmed’in Siyâsî ve Askerî Faaliyeti (Dr. Selâhaddîn Tansel); sh. 299
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-13, sh. 347
4) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-4, sh. 148
5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 93
6) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-1, sh. 320
7) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh. 65
8) Tâc-üt-tevârih; cild-2, sh. 542, 544
9) Târih-i Ebü’l-Feth (Dursun Bey); sh. 152-154

MEHTER VE MEHTERHANE


Osmanlı Devleti’nde; hazerde (sulhde) askerî ruhu canlı tutmak, seferde askerin cesaretini arttırıp düşmana korku vermek için kurulan askeri mızıka teşkilâtı. Mehter kelimesi pek ulu mânâsına olup, çoğulu mehterhândır. Bütün İslâm devletlerinde hükümdarlık alâmetlerinden biri olan tablhâne (mehterhane), Osmanlı Devleti’ne Türkiye Selçuklu Devleti’nden geçti. Selçuklu sultânı üçüncü Alâeddîn Keykûbât, Osman Gâzi’ye 1299’da beylik alâmeti olarak sancak ile beraber davul vs. de göndermişti. Osmanlı Devleti’nin istiklâlinin başlangıcı da kabul edilen bu târihten itibaren nevbet vurulurken (çalınırken) Fâtih Sultan Mehmed Han’a kadar bütün pâdişâhlar, Selçuklu hükümdarına hürmeten ayağa kalkarlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han; “İki yüz yıl evvel vefât etmiş bir pâdişâha ayağa kalkmak lüzumsuzdur” diyerek, mehter çalınırken ayağa kalkma âdetini kaldırdı.
Mehter takımı her gün pâdişâhın bulunduğu yerde; yâni pâdişâh seferde ise çadırın önünde, değilse saraydaki muayyen yerinde ikindi namazından sonra nevbet vururdu. Bundan başka yatsı namazından sonra üç fasıl mehter çalınıp pâdişâha duâ edilir, sabaha karşı dîvân halkını namaza kaldırmak için yeniden nevbet vurulurdu. Ayrıca, Yedikule, Eyyûb, Kasımpaşa, Galata, Tophane, Beşiktaş, Anadoluhisarı, Üsküdar ve Kızkulesi’nde aynı saatlerde mehterhane çalınırdı. Buralarda vazife gören mehterlerin mevcudu bin kadardı. Devlet merkezinin dışındaki kalelerde de muayyen vakitlerde mehterhane çalardı. Ayrıca sadrâzamların, derya kaptanlarının, vezirlerin, beylerbeyilerin mehter takımları bulunurdu. Bilhassa sefer zamanlarında askeri coşturmak ve düşmanın maneviyâtını bozmak hususunda mehterlerin büyük hizmeti ve faydası görüldü.
Hükümdâra mahsus mehterhane on iki katlı, yâni her âletten on iki tane çalınırdı. Diğerleri ise, çalındığı yerin seviyesine göre yedi katlı veya dokuz katlı olurdu. Pâdişâh sefere giderse, mehter takımı iki misline çıkarılırdı. Kösler yalnız pâdişâhların mehterhanelerinde bulunur, sadrâzam ve şâir vezirlere âid mehterlerde bulunmazdı. Hükümdâr sefere gittiği zaman, pâdişâh mehterhânesi saltanat sancaklarının altında durup çalınırdı. Sefer esnasında önce pâdişâhın, yoksa serdârın mehterhanesi ve sonra üç tuğlu paşaların yâni vezirlerin, daha sonra ikişer tuğluların (beylerbeyilerin) mehterhânelerinin çalınmaları kânundu. Muhârebe zamanında düşmana yaklaşıldığı zaman mehterin sesi arttırılır, bu sırada davul çalanlar “Yekdir Allah yek” diye bağırırlardı.
Mehterhane emîr-i alem’e bağlı olup, pâdişâha mahsus mehterhaneyi idare eden zâta mehterbaşı denirdi. Kendisi aynı zamanda İstanbul’da bulunan bütün mehterlerin âmiri idi. Ayrıca her cins çalgıyı çalanların bir başı vardı ki, onlar da çalgılarına göre sertabbâl (davulcubaşı), sernefirî(borucubaşı), sernakkarezen, serzurnazen, serzinciri (zilcibaşı),serkösî diye anılırlardı. Mehterlerin başlıca usûl ve makamları; ahlâtî, halilevî, kalenderî, peşrev, türkî, sakil, çenber, küçük hafif, büyük hafif, nakış, revânî, def usûlü, yarım ahlâtî, perişan, değişme, kısmı sakil, murabba, devri hindî, kara batak, ezgi, sofiyen, semaî, çengi harbî, zammı devir ve saf idi.
Mûtâd zamanları dışında; pâdişâh cülûslarında, kılıç alaylarında, zafer haberi geldiği zamanlarda, arife dîvânlarında, düğünlerde, şehzâde ve sultânın doğumu gibi hâllerde mehterhanelerin nevbet vurması kânundu.
Mehter nevbet vuracağı zaman mehter taktmı hilâl şeklini alır, nakkarazenler oturup diğerleri ayakta dururdu. Kösler hilâlin orta ilerisine yerleştirilirdi. İç oğlan başçavuşu mehter faslı başlamadan önce dâireden çıkarak ortaya gelir ve; “Vakt-i sürür u sefa, mehterbaşı ağa! Hey! Hey!” diye bağırırdı. Bu sırada hâzır bulunanların dikkatlerini çekmek için nakkarelerle sofyan usûlünde üç tempo atılırdı. Nakkareler çalarken de mehterbaşı ağa mehterin önüne gelir;
“Merhaba ey mehterân!” diyerek mehteri selâmlardı. Mehterân da hep beraber koro hâlinde; “Merhaba, mehterbaşı ağa!” diyerek karşılık verirlerdi. Daha sonra mehterbaşı ağa;
“Hasduuur!” diyerek çalınacak marşın adını söylerdi. (Meselâ Cihâd-ı ekber marşı gibi). Hemen arkasından; “Haydi yâ Allah!” diyerek mehteri icraya geçirirdi. Nevbet bitince mehter gülbankı (duâsı) okunur ve fasl sona ererdi.
Mehterin kendine has bir yürüyüşü olup, üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi. Yürüyüş esnasında mehter efradı, hep bir ağızdan; “Rahîm Allah, kerîm Allah” derlerdi.
Mehter takımının yürüyüş nizâmında merasime iştiraki şu sıraya göre tertib edilirdi: önde çorbacıbaşı ünvânını taşıyan ve başında üsküf bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada İstiklâl alâmeti olan ak sancak, başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu. Sancakların arkasında ise, üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi. Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında ise, yeniçeriler tarafından taşman hücum tuğu yer alırdı. Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu. Mehterbaşından sonra ise, sıra ile; mehterin iki katı adedince cevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkareler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi. En arkada ise, bir at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı.
Mehter Harp Duâsı (Harp Gülbankı): Eûzübillâh, Eûzübillâh... Hûda’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallah! El-Melikü’l-Hakk-ul-mübîn! Muhammed-ür-Resûlullah, Sâdık-ül-Va’dül emîn! İnnâ Fetahnâ leke fethan mübînâ ve yensurekallâhu nasran azîzâ! Ey pâdişâh-ı halîfetullah, el-İslâmu aleyke avnullah! Sensin harîs-i dîn-i mübîn, harîs-i Şerîatullah! Uğrun açık olsun ey Pâdişâhım! Emr-i ikbâlin mecid! Hüdâ kılıcını keskin eylesin, nûr-ı şan satvetine gün gibi medîd! Rûh-ı pâk-ı Fahr-i âlemi hoşnûd etsin, Hak gazâ-yı ekberin etsin mübarek ve saîd...
Takımın içinden evvelce seçilmiş dik ve güzel sesli biri tîz perdeden Eûzü besmele çekip; “Nasrunminallahi ve fethün karib. Ve beşşir-il-mü’minîn” âyet-i kerîmesini okur. Üç defa “Allah” diyecek kadar dururdu. Sonra bütün âletlerle beraber davullar ve kösler hafif vurarak ve devamlı teramole yaptığı sırada hep bir ağızdan “Allah Allah” deyince susarlar, gülbank devam ederdi.
“Eli kan, kılıcı kan, sînesi üryan, ciğeri püryân. Meydan-ı şehâdette Allah yoluna revân, Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür âyân. Kahrımız, gazâbımız düşmana ziyan! Yâ Rahman” denilerek, eyyâm-ı âdiye gülbankındaki Resûl-i enbiyâ kısmı; “Allah Allah, Celîl-ül-cebbâr, Muîn-üs-settâr, Hâlik-ül-leyl ven-nehâr, Lâyezâl, Zülcelâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-i enbiyâ peygamberimiz cenâb-ı Ahmed ü Mahmûd-u Muhammed Mustafâ âl-i evlâd-ı Resûl-i müctebâ imdâd-ı rûhâniyetine pîrân, mürşidin, âşikîn, kur’âgerîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervahına, avn ü inayetine! Halîfet-ül-İslâm es-sultân İbni’s-sultân bilcümle İslâm’ın nevât ye saâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler demine devrânına hû diyelim hû” şeklinde okunduktan sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defa “Hû” derlerdi. Sonra da üç defa kös vururlardı.
Bunun arkasından bâzan; “Yekdir Allah” bâzan da; “Yâ Fettâh!” diye haykırırlar ve baş eğerek geriye dönüp dağılırlardı.
Yüzyıllar boyunca Osmanlı askerini coşturup, düşmana korku veren mehterhane, 15 Haziran 1826’da yeniçeri ve diğer kapıkulu ocaklarıyla beraber ikinci Mahmûd Han tarafından ilga edildi. Mehterhanenin önemine binâen yerine Mızıka-yı hümâyûn isminde askerî mızıka teşkilâtı kuruldu.
Ahmed Muhtar Paşa ve Celâl Esat (Arseven), mehteri yeniden canlandırmak gayesiyle 1911’de yeni bir takım kurdular. Bu takım 1914 yılında teşkilâtlandırılarak, mehterhâne-i hâkânî adını aldı. Mehterhâne-i hâkânînin kurulduğu, Birinci Dünyâ harbinde orduya tamîm edildi. İstiklâl harbinde de hizmet verdi. Cumhuriyetin ilânından sonra Millî savunma bakanı, mehteri saltanat alâmeti sayarak lağvetti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı; sh. 273, 449
2) Rehber Ansiklopedisi, cild-11, sh. 335
3) Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri: cild-2, sh. 444
4) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 58, 324
5) Hayat Târih mecmuası (sene-1966, sayı-11); sh. 38

SULTAN MEHMET REŞAT HAN


Babası.................... : Sultan Abdülmecîd Han
Annesi.................... : Gülcemal Kadın Efendi
Doğumu.................. : 1/2 Kasım 1844
Vefâtı...................... : 3 Temmuz 1918
Tahta Geçişi............ : 27 Nisan 1909
Saltanat Müddeti..... : 9 sene 2 ay 6 gün
Halîfelik Sırası.......... : 100
Osmanlı sultanlarının otuz beşincisi ve İslâm halîfelerinin yüzüncüsü. Sultan Abdülmecîd Han’ın oğlu olup, 1/2 Kasım 1844 târihinde Gülcemal Kadın Efendi’den İstanbul Çırağan Sarayı’nda doğdu. Osmanlı Sarayı’nda husûsî olarak iyi bir tahsil ve terbiye ile büyüdü. Yüksek din ve fen bilgileri okudu. Uzun şehzâdelik devrinin çoğunu okumakla geçirip, doğu dillerinden- Farsça ve Arabça ile batı dillerinden Fransızcayı en mükemmel şekilde öğrendi. Ağabeyi sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, İttihâdcılar tarafından tahttan indirilmesiyle 27 Nisan 1909’da tahta geçti. Tahta çıkınca, Tevfik Paşa’nın başkanlığındaki kabîne usulen istifâsını takdim etti. Ancak yeni pâdişâh kabinenin vazifeye devamını istedi. Tevfik Paşa’nın sadâreti İttihâdcıların istedikleri gibi hareket etmelerine fırsat vermediğinden onun sadâretini, istemiyorlardı. Yapılan baskılar sonunda, 5 Mayıs 1909’da Tevfik Paşa istifa etti ve Sultan da istifayı kabûl etti. Yerine İttihâdcıların adamı olan Hüseyin Hilmi Paşa getirildi.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikinci sadâreti sırasında örfî harb dîvânı tarafından 31 Mart olayı ile alâkalı olanlar hakkında verilen îdâm, sürgün ve hapis gibi cezalar infaz olundu. Aynı zamanda Yıldız Sarayı’nda bir araştırma yapılarak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî servetine el konuldu. Yabancı bankalarda çıkan mevdûâtı ise zorla Birinci ve Üçüncü ordulara verdirildi. Yeni kabîne üyeleri ile İttihâdcıların arası kısa süre sonra açıldı. Baskılar artınca bu üyeler istifa ettiler ve yerlerine İttihadcı meb’ûslar getirildi. Böylece devlet idaresi tamamen İttihâdcıların eline geçmiş oldu. 1909 bütçesinde 5,5 milyon açık mevcuttu. Bu açık, Osmanlı bankasından % 4 faiz ve % 83,5 ihracât geliri ve yedi milyon altınlık bir dış borçla kapatılmaya çalışıldı. Bir takım vilâyetlerin koyun vergisi, bu borca karşı gösterildi. Böylece sultan Abdülhamîd Han’ı dış borç alarak, devleti büyük bir yük altına soktuğunu iddia eden İttihâdcıların ilk icrâatı, dış borç almak oldu.
Devletin mâlî müşkîlâtı yanında, Arnavutluk’taki ayaklanma hareketleri ve ittihâdcıların yerli yersiz hükümet işlerine müdâhale etmeleri sadrâzamı zor duruma soktu. Neticede İttihâdcıların her istediğini yerine getiren Hüseyin Hilmi Paşa dayanamayarak, 28 Aralık 1909’da istifa etmek mecburiyetinde kaldı. İttihâdcıların adamlarından Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadârete getirildi. İttihâd ve Terakkî idareye tamamen hâkim olduğu andan itibaren, memlekette apaçık bir zümre saltanatı kuruldu, cemiyete mensup olmayanlara hiç bir hak tanımadılar.
Bu particilik hareketleri bütün şiddetiyle sürerken, Meclis-i meb’usanın reisi Ahmed Rızâ, Çırağan Sarayı’nı meclis binası yapmak istedi. Buna tarafdâr olmayan Sultan, ısrarlar sonunda kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yıldız Sarayı’nın en güzel ve muhteşem eşya ve tabloları Çırağan Sarayı’na nakledildi. Bu güzelim saray, meclis olduktan kısa bir süre sonra şaibeli bir şekilde yandı. Yanan evrak arasında 93 meclisinin zabıtları da vardı. Yangından sonra meclis, Fındıklı Sarayı’na taşındı.
İttihâd ve Terakkî, partizanca faaliyetlerini İstanbul dışındaki eyâletlerde de sürdürdü. Tâyin ettikleri idarecilerin tecrübesizlikleri yüzünden yapılan hatâlar, çeşitli ırk ve milliyetten şikâyetçi duruma getirdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, her milletin karakterine göre tedbir alır; zamanında okşamasını, bâzan sert davranmasını, yahut müsamahakâr olmasını bilir ve milletlerin devletle alâkasını devam ettirirdi. Câhil ve tecrübesiz, buna karşılık her şeyi bildiklerini zanneden itti’hâd ve Terakkî üyeleri çeşitli milletlerin mizaçlarını dikkate almaksızın körü körüne bir yol tutturdular. Arnavud milliyetçileri, 20 Ağustos 1909’da Elbasan kongresinde Arnavutça’nın tedris (eğitim) lisanı olmasına ve Latin harflerinin kabulüne karar vermişlerdi. Bu sırada, İttihâd ve Terakkî tarafından Arnavutluk’a vâli olarak tâyin edilen Mazhar Bey, lüzumsuz ve yersiz bir takım icrâata başvurdu. Osmanlı Devleti’nin hiç bir bölgesinde tatbik edilmeyen dahilî gümrük vergisini tatbik etmek istedi. Bu hareket Arnavutluk’ta derin bir tepki meydana getirdi. Partizana icrâat ve dış teşvikler neticesinde İpek’te isyân çıktı ve mutasarrıf İsmâil Hakkı Bey isyâncılar tarafından yaralandı (1 Mayıs 1910).
Arnavutluk bölgesi meb’ûsları hükümete müracaat ederek, şiddet hareketlerine başvurulmadan, bölgeye bir nasîhat hey’etinin gönderilmesini istediler. Fakat İttihâd ve Terakkî üyeleri şiddetten yana idi. Harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa seksen iki Piyade taburu ile bizzat Arnavutluk seferine çıktı ve şiddetle ayaklanmayı bastırdı. Daha sonra halkın elinden silâhlarını topladı. Arnavutlar ise özellikle silâhlarına ve mallarına çok bağlı bir milletti. Neticede, Balkanlarda Osmanlı Devleti’nin beraberce hareket edebileceği yegâne tebeası olan Arnavutluk gözden çıkarılmış oldu.
Böylece İttihâd ve Terakkî fırkasının siyâsî iktidarı ele geçirmesinden sonra, Balkanlardaki hareketler tamamen Osmanlı Devleti’nin aleyhinde gelişmeye başladı. Bilhassa Bulgarlar ve Sırplar Makedonya’yı alarak aralarında bölüşmek gayesinde idiler. Yunanistan da bâzı istilâ ve ilhak ihtirasları içinde idi. Ancak bunların hiç birisi tek başına Osmanlı Devleti’ne saldırmaya cesaret edemiyordu. Bir de aralarındaki kilise ihtilâfı birleşmelerine mâni idi. Ortodoks olan Rumlar ile Bulgarlar uzun süreden beri geçinemiyorlardı. Bulgar kilisesinin Ortodoks kilisesinden ayrılarak millî bir kilise kurması üzerine, Fener Rum patriği bunu kabul etmedi ve Bulgar kilisesini afaroz etti. Bir taraftan Sırplarda millî kilise dâvası güderek, papazlarının Sırp olmasını ve duâların Sırpça yapılmasını istiyorlardı. Diğer taraftan da Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya’da bulunan manastır, kilise ve mekteplerin hangi cemâate âid olacağı hususunda bu milletler arasında halli mümkün olmayan bir çatışma vardı. Bu kasd-ı mahsûsla bu işi hâlletmeyen İkinci Abdülhamîd Han, bu milletlerin Osmanlı Devleti aleyhine birleşmesine senelerce mâni oldu. Siyâsî kabiliyeti olmayan İttihâd ve Terakkî partisi, inanılmaz hareketle Balkanlardaki bu kilise ihtilâfını hâlletmek suretiyle, gayr-i müslim unsurların birbirleriyle iyi geçinip devlete bağlılıklarının artacağına inandıklarından, 3 Temmuz 1910’da Kiliseler kânununu neşrettiler. Bu kânunla ihtilâfa mevzu olan mektep, manastır ve kiliselerin hangi cemaata âid olacağı tâyin edildi. Kânuna göre Ortodoks cemâatine âid dînî bir müessese, o yerde hangi cemâat nüfus bakımından çoğunlukta bulunuyorsa, ona âid olacaktı. Hükümetin kontrolü altında bu müesseseler, çeşitli milletler arasında teslim ve tesellüm edildi. Böylece bu kânunla Balkan milletleri arasında hiç bir ihtilâf kalmadığından, Osmanlı Devleti aleyhine kolayca birleştiler. Bu birleşme bir süre sonra Balkan harbinin başlamasına sebeb oldu.
Arnavutluk isyânının kuvvet zoru ile bastırılması, bölge halkını, devletten tamamen soğuttu. Bunun üzerine sultan Reşâd Han Osmanlı Hânedânı’nın prestijini ortaya koyarak, Arnavudların gönlünü almak ve Makedonya’daki çeşitli unsurların devlete daha sıkı bağlanmasını sağlamak için 5 Haziran 1911’de Barbaros zırhlısı ile Balkan seferine çıktı. Zırhlıya küçük bir filo refakat ediyordu. Yanında şehzâde Ziyâeddîn ve Ömer efendiler bulunuyordu. Velîahd şehzâde Yûsuf izzeddîn Efendi ise Pâdişâh ve hükümet nâmına İngiltere kralı beşinci Corc’un tac giyme töreninde bulunmak için Londra’ya gitmişti. 7 Haziran 1911’de Selânik’e varan Sultan, ertesi gün Üsküp’e hareket etti. Üsküp’te parlak bir törenle karşılandı. Gece sadrâzam İbrâhim Hakkı Paşa, halka hitaben, tebea arasında birliğin korunması hakkında bir konuşma yaptı. Sultan 15 Haziran’da Priştine’ye vardı. Ertesi gün Cuma namazını, 1389’da birinci Kosova meydan muhârebesinde zafer sonrası Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın şehîd edildiği yerde, yüz bin kişilik bir cemâatle kıldı. Balkan müslümanlarının ve Arnavutların asırlar öncesi Osmanlı hâkimiyetine girişlerindeki adalet hissini sultan Reşâd Han’ın, “Baba” davranışıyla tekrar ve daha ziyadesiyle yaşadı. Arnavutluk’daki yüzbinlerce müslüman, Halîfe-i müslimîn ve Osmanlı sultânı Reşâd Han’ı görebilmek için bütün sıkıntılara katlanarak yollara düştü. Sultan 17 Haziran’da Selânik’e geri döndü. Bölgede incelemelerine devam eden Sultan, 25 Haziran’da İstanbul’a dönmek için Selanik’ten ayrıldı. Sultan Reşâd Han, bu seyahati sırasında din ve millet farkı gözetmeden bütün halka bol ihsânlarda bulundu. Bu seyahat ile Arnavutluk’da sükûnet sağlanıp, tekrar Osmanlı Devleti’ne bağlandıysa da, İttihâdcılar bu durumdan faydalanamadılar.
Sultan Reşâd Han’ın şahsında Osmanlı Hânedânı’nın asırlık prestiji sayesinde halledilen Arnavutluk mes’elesi ardından, Kuzey Afrika ve Bedevi hâdiseleri çıktı. İttihâdçıların tecrübesizliği, gaflet ve akıl almaz icrâatları Arab ülkelerinde de hoşnutsuzluklara sebeb oldu. Osmanlı sultanlarının ve devlet adamlarının Arabistan’daki hassas siyâsetleri İttihat ve Terakkî mensuplarınca bozulup, ahâli ile idarenin karşı karşıya gelmesinden İngilizler ve İtalyanlar faydalandı. İngiltere, Arabistan yarımadası ve diğer Arap ülkelerinde vehhâbîliği destekleyip, bütün imkân ve propaganda vasıtalarıyla Osmanlı ve Türk düşmanlığı, İtalya da Kuzey Afrika’nın Akdeniz sahilindeki Trablusgarb’ı istilâ ve ilhak etme faaliyetine başladı. İtalya’nın Trablusgarb üzerindeki istilâ fikirleri, İttihâd ve Terakkî mensubu devlet adamları tarafından bilinmesine rağmen, burayı korumakla görevli bir tümen Yemen’e gönderilince, bölgede bir kaç bölük dışında asker kalmadı. Diğer taraftan Trablusgarb vâlisi Müşir İbrâhim Paşa eski devrin adamı olduğu için azledildi ve koskoca ülke başsız bırakıldı. Bu durumda fırsatı eline geçiren İtalya, Trablus vilâyeti ile Bingâzi sancağının kendisine verilmesini istiyen 23 Eylül 1911 tarihli bir notayı Osmanlı Devleti’ne verdi Bu nota getirildiğinde sadrâzam, “Osmanlı hizmetinde çalışan İtalyan Robilan Paşa ile briç oynuyordu. Notaya cevap verilmediği için, İtalya 29 Eylül’de Osmanlı Devleti’ne harb ilân etti. 1 Ekim’de Trablusgarb açıklarına gelen İtalyan donanması, iki gün sonra şehri bombardımana başladı. Ancak bir kaç bölük askerin bulunduğu eyâlet sahilleri İtalyanlar eline geçti. Fakat muazzam güçlerine rağmen bu sahillerden bir kilometre içeri giremeyerek devamlı askeri başarısızlığa uğradı. Bu yüzden Osmanlı Devleti ile anlaşma yolları aradı. Devleti anlaşmaya zorlamak için donanma ile boğazlara karşı harekette bulundu ise de şiddetli bir mukavemet karşısında geri çekildi (18 Nisan 1912). Daha sonra bu donanma Ege adalarını ve Rodos’u ele geçirdi.
Trablusgarb ve Bingâzi meb’usları, Trablus’un işgaliyle neticelenen İtalyan harbinin başlamasından önce, büyük bir gaflet eseri olarak, o havalideki askeri Yemene, mühimmatı İstanbul’a naklettiren sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer mes’ûller hakkında meclis tahkikatı açılması için teşebbüse geçtiler. Bunun üzerine, güç durumda kalan İttihâd ve Terakkî fırkası, Meclis-i meb’ûsânı feshettirerek, sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer İttihâd ve Terakkî erkânını, Trablus faciasından dolayı Dİvân-ı âlî’ye sevk edilmekten kurtardı. Sadârete Saîd Paşa getirildi ise de, ordudaki subaylar, İttihatçılar ve Halâskârân-ı zâbitân olmak üzere ikiye ayrılınca, kısa bir süre sonra istifa etmek mecburiyetinde kaldı. 22 Temmuz 1912’de Âyân reisi Gâzi Ahmed Muhtar Paşa sadârete getirildi. Ayrıca İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından bir şiddet vâsıtası olarak kullanılan örfî idare de kaldırıldı.
İstanbul’da sadâret değişiklikleri olurken, Trablus’da tam bir başarı elde edemeyen İtalya, harbi bir an evvel sona erdirmek ve Osmanlı Devleti’ni İtalya lehine sulhe zorlamak için, Balkanlarda Osmanlılar aleyhine bir harekâtın ve ittifakın vücûda gelmesini destekliyordu. Rusya’nın teşvik ve desteği ile Bulgaristan, Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nin elinden koparmak, hattâ Edirne’yi alarak Ege denizine inmek suretiyle büyük emellerini tahakkuk ettirmek hülyasındaydı. Bunu başarabilmek için de Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ile anlaşarak ittifak kurmaya çalıştı. Sırbistan, Bulgaristan’ın genişlemesine tarafdâr olmadığı için bu ittifaka karşı idi. Bunun için de Osmanlı Devleti ile ittifak kurmaya çalıştı. Buna Osmanlı hükümeti aldırış bile etmedi. Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Sırbistan, 13 Mart 1912’de Bulgaristan’la ittifak kurdu. Harb için sür’atle hazırlanmaya başladı. Avrupa’dan aldığı seri ateşli topları Saîd Paşa hükümetinin gafletinden faydalanarak, Selanik yoluyla ülkesine naklettirdi.
Diğer taraftan Yunanistan da, Sırp-Bulgar ittifakını istemiyordu. Fakat İttihat ve Terakkî hükümetinin mânâsız ve gafil siyâseti karşısında Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesince, 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan ile bir ittifak andlaşması imzaladı. Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan üçlü ittifakına Karadağ da katılınca, Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı meydana geldi. Bütün bunlara, Bâb-ı âlî hükümetinin ilgisizliği sebeb oldu. Ayrıca Rusya’nın Osmanlı hâriciye nâzırı Noragindiyan Efendi’ye bir harb olmıyacağına dâir te’mînât vermesi üzerine Bâb-ı âlî hükümeti Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis etme gafletinde bulundu. İttihâd ve Terakkî fırkasının kışkırttığı bir mikdâr darülfünûn öğrencisi ellerinde bayraklar olduğu hâlde Bâb-ı âlî önüne gelerek “Harb isteriz” diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine, dışarıya çıkan Harbiye nâzırı talebeleri güçlükle yatıştırdı. Daha sonra 21 Eylül 1912 Cuma günü harb isteyenler, Sultanahmed meydanında miting düzenlediler. Sadrâzam Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, üniversite talebelerini ve halkı sükûnete davet etti ve ikna ederek dağılmalarını sağladı. Bu hâdisenin ertesi günü Karadağ sefaretinin kapısındaki armanın sökülmesi üzerine, zâten harbe hazır olan Karadağ, 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne resmen harb îlân etti. Bunun arkasından Karadağ’ın müttefikleri Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan da, Osmanlı Devleti’ne harb îlân ettiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Trablusgarb’da harb hâlinde bulunduğundan, İtalya ile anlaşmak mecburiyetinde kaldı. 15 Ekim 1912’de İsviçre’nin Lozan şehrinin iskelesinde yapılan Ouchy andlaşması ile; Osmanlı sultânının Nâib-üs-sultan ünvânlı temsilcisi bulunmak ve hutbelerde halîfe adını okumak, yılda doksan bin altın İstanbul’a gönderilmek şartı ile Trablus ve Bingâzi İtalya’ya; Rodos ve Oniki ada Osmanlı Devleti’ne bırakılacaktı.
Osmanlı hükûmeti, Balkan harbine hazırlıksız yakalanmıştı. Terhis edilip, Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile silâh altına alamadı. Erzurum, Şam ve Bağdâd’da bulunan ordulardan kuvvet getirilemedi. Subaylar, İttihadcı ve Halaskar olmak üzere, birbirlerine tam manâsıyla düşmandılar. Ancak bütün bu olumsuz şartlara rağmen merkezleri İstanbul, Edirne ve Selanik olan birinci, ikinci ve üçüncü ordularla kalelerdeki müstakil kuvvetlerin dört küçük Balkan devletini kolayca ezmesi lâzımdı. Buna rağmen Nâzım Paşa’nın, hiç bir hazırlığı olmayan orduyu hemen Bulgarlara taarruza geçirmesiyle hezîmet başladı ve artık arkası alınamadı. Bulgarlar Edirne ile Kırklareli arasında Süloğlu ve Pınarhisar muhârebelerini kazanarak kısa bir müddet içerisinde Edirne önlerine geldiler. İlerleyen Bulgar ordusu, 15-19 Kasım 1912’de Çatalca müstahkem hattı önünde durdurulabildi. Garb cephesi ise, Makedonya ve Arnavutluk olup, bu cephenin başkumandanı Ali Rızâ Paşa idi. Osmanlı ordusunun durumu bu cephede de parlak değildi. Ardı ardına alınan mağlûbiyetler neticesinde, düşman Üsküp’e kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Perişan ve bitkin bir hâle gelen Osmanlı ordusunun anavatanla irtibatı kesildi. Bu durum müttefiklerin hareketlerini kolaylaştırdı ve Balkan şehirleri birbiri ardınca düşmanın eline geçti. Yunanlıların Selanik kapılarına dayanmaları üzerine, artık hâkân-ı sabık diye anılan sultan İkinci Abdülhamîd Han, 1 Kasım 1912’de Selânik’in düşmesinden daha doğrusu tek bir kurşun sıkılmadan Yunanlılara tesliminden 8 gün önce İstanbul’a getirildi. Pâdişâhın Selânik’deki ikâmeti üç yıl 6 ay sürmüştü. Bu müddet içinde Osmanlı devleti; Bulgaristan ve Doğu Rumelinin, Bosna, Hersek ve Yenipazar’ı, Libya’yı, Girit’i, Rodos ve Oniki adayı, Arnavutluk’u, Epir’i ve Trakya’yı kaybetti.
Sultan Abdülhamîd’i Selanik’ten almaya, nâzırlardan vezir Dâmâd Germiyanoğlu Arif Hikmet ve vezir Dâmâd Çavdaroğlu Mehmed Şerîf paşalar geldiler. Gazete okuması yasak olduğu için kulaktan aldığı bilgi dışında siyâsî durumu etraflı bilmeyen sabık Hakan, dört Balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya’daki kiliseler mes’elesinin hâlledilmesini devlete hıyanet olarak vasıflandıran Sultan, Balkan ittifakı kurulurken bizim elçilerin ve ateşelerin ne yaptıklarını sormuştur. Sultan Abdülhamîd büyük bir teessür içinde gemiye binerken; “Allah bu hâllere sebeb olanları Kahhâr ism-i şerîfiyle kahretsin, devleti batırdılar” demiştir. Öte yandan Sırp ve Karadağ kuvvetleri ise, hiç bir mukavemetle karşılaşmadan bütün Arnavutluk’u işgal ettiler. 29 Kasım 1912’de Arnavutluk istiklâlini îlân etti. Büyük devletler kısa süre sonra Arnavutluk’un istiklâlini tanıdılar.
Osmanlı hükûmeti barış için büyük devletlerin arabuluculuğunu istedi ise de, netîce alınamadı. Doğrudan Bulgara müracaat eden hükûmet, ateşkes talebinde bulundu. Çok çetin ve ağır şartlarla mütâreke imzalandı. Ağır şartları kabul edilmeyen Yunanistan mütârekeye katılmadı ve Yanya muhâsarasıyla harbe devam etti.
Bu sırada Bâb-ı âlî’de, sadrâzam Kâmil Paşa’nın başkanlığında toplanan vükelâ meclisi Balkan devletlerinin, barış görüşmeleri kesilmesi yüzünden verdikleri notanın tedkîki için, 23 Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplantıda bulunduğu sırada, İttihâd ve Terakkî komitesinin ileri gelenlerinden Enver ve Talat beyler Bâb-ı âlî’yi basarak harbiye nâzırı Nâzım Paşa’yı öldürdüler ve Kâmil Paşa hükümetini istifa etmek mecburiyetinde bıraktılar. İttihâdçı Mahmûd Şevket Paşa sadrâzamlığa getirildi (Bkz. Bâb-ı âlî Baskını).
Yeni hükümetin başa geçmesinden kısa bir süre sonra Bulgarlar mütârekeyi bozarak tekrar muhârebeye başladı. Beş ay beş gün muhasaraya dayanabilen Edirne müdafii Şükrü Paşa, 26 Mart 1913’de teslim oldu. Edirne’ye gelen kral Ferdinand, muhasara sırasında gösterdiği başarıdan dolayı Şükrü Paşa’ya kılıcını iade etti. Osmanlı ordusu bütün cephelerde hızla savaşı kaybetti. Osmanlı hükümeti, barış görüşmeleri ile ilgili olarak, büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul edeceğini bildirince, 31 Mart 1913’de İstanbul’daki elçiler dört maddelik bir nota verdiler. İttihâd ve Terakkî hükümeti ertesi gün notayı kabul ettiğini bildirdi ve Bulgarlarla yeniden bir mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılarak 30 Mayıs 1913’de imzalandı. Yedi maddelik barış andlaşmasına göre; Midye-Enez hattı sınır olarak kabul ediliyor, Edirne Bulgarlara veriliyor, Arnavutluk hudutlarının tâyini ve adaların geleceği büyük devletlere bırakılıyor ve Osmanlı Devleti, Girid üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyordu (Bkz. Balkan Harbleri).
Balkan harbinin mağlûbiyetle sonuçlanmasından bir süre sonra sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa, 11 Haziran 1913 Çarşamba günü, harbiye nezâretinden Bâb-ı âlî’ye gelirken Dîvânyolu’nda, otomobilin durmasını fırsat bilen suikastciler tarafından öldürüldü. Ertesi gün Mısırlı Halim Paşa sadârete getirildi. Mısırlı Halim Paşa’nın sadâreti ile, İttihâd ve Terakkî’nin en şiddetli tedhiş devri başladı. Osmanlı Devleti, sultan Reşâd Han’ın bilgisi ve rızâsı dışında idare edilmeye başlandı. Bu sırada bütün Makedonya’yı almak isteyen Bulgaristan ile müttefikler arasında anlaşmazlık çıktı ve ikinci Balkan harbi başladı. Bunu fırsat bilen Osmanlı hükümeti Edirne’yi geri almak için harekete geçti. Bulgarların boşalttığı Edirne’ye Osmanlı Ordusu tek kurşun atmadan girdi. Beş cephede savaşmak mecburiyetinde kalan Bulgaristan, 10 Ağustos 1913 Bükreş muahedesi ile harbi bıraktı. 29 Eylül 1913’de Türkiye ile Bulgaristan arasında İstanbul muahedesi, 14 Kasım 1913’te Türkiye ile Yunanistan arasında Atina muahedesi, 14 Mart 1914’de Türkiye ile artık sınırı olmayan Sırbistan arasında İstanbul muahedesi imzalanarak kesin sulh yapıldı.
Kısa bir süre sonra Saîd Halim Paşa kabinesinde önemli değişiklikler yapıldı. Üç önemli nezâret, üç ittihâdçının eline geçti. Enver Bey, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilerek Harbiye nâzırlığına getirildi. İstanbul muhafızı Cemâl Paşa, Bahriye nâzırı oldu. Talat Bey zâten kabinede dâhiliye nâzırı olduğundan, hükümetin idaresi böylece tamamen Enver-Talat-Cemâl üçlüsüne geçti.
Avrupa’da Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya’dan meydana gelen üçlü ittifak ve İngiltere, Fransa ve Rusya’dan meydana gelen üçlü îtilâf bloklarının kurulması ve savaş hazırlıklarının devam ettiği sırada, Trablusgarb ve Balkan savaşlarından yenik çıkan Osmanlı Devleti, ordu ve donanmasını ıslâha çalışması yanında, bloklara ayrılmış Avrupa’da kendisini siyâsî yalnızlıktan kurtarma teşebbüslerine girişti. Hükümeti ele geçiren İttihâd ve Terakkî fırkasının ileri gelenlerinden Cemâl Paşa, Fransız dostluğundan faydalanarak Osmanlı Devleti’ni îtilâf devletleri safına sokmak istediyse de, netîce alamadı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin, İtilâf devletleri yanında yeralması, Fransa ve İngiltere’nin müttefiki olan Rusya’nın işine gelmiyordu. İtilâf devletleri arasında yer alma teşebbüsleri netîcesiz kalan İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Enver Paşa’nın Alman hayranlığı sebebiyle Almanya’nın yanında yer almak için teşebbüse geçtiler.
28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdı arşidük Fransuva Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi üzerine Avusturya, Sırbistan’a karşı harb îlân etti. Rusya Sırbistan’ın, Almanya da Avusturya’nın yanında harbe girdi. Böylece kısa bir süre içinde Avrupa, dünyâ çapında bir harbe sürüklendi. Harbin başlamasından beş gün sonra, 2 Ağustos 1914’de sadrâzam Saîd Halim Paşa, harbiye nâzırı Enver Paşa, dâhiliye nâzırı Talat Paşa ve Meclis-i meb’ûsân reîsi Halil beylerden meydana gelen dörtlü grup, Fransa tarafdârı olan Cemâl Paşa ve diğer vükelâ ve Meclis-i meb’ûsânın haberi olmadan Osmanlı-Alman ittifakını imzaladılar. Daha önceki bütün harbler, Meclis-i meb’ûsân ve hey’et-i vükelâdan başka, sarayda toplanan fevkalâde harb meclisinin kararıyla îlân edilirdi. Birinci dünyâ harbine girişin ilk basamağı olan bu ittifak andlaşması, pâdişâhdan bütün meclislerden ve yetkililerden gizli olarak imzalanmak suretiyle, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı hazırlandı. Hiç bir millî menfaat sağlamayan, fakat pek çok yükümlülükler getiren bu ittifak anlaşmasının imzalanmasından sonra, ihtiyat tedbiri olarak ertesi günden başlamak üzere, seferberlik îlân edildi. Harb hazırlıklarına vakit bulabilmesi için zahirî olarak tarafsızlığını îlân eden İttihâd ve Terakkî, 11 Ağustos Salı günü Goeben ve Breslav isimli Alman zırhlılarının İngiliz takibinden kurtulmak üzere Çanakkale boğazından girmelerine müsâade etti. Bu gemilerin boğazdan girmesinden ve Osmanlı Devleti’nin satın almasından Pâdişâh’ın hiç haberi olmadı. Bu durum üzerine Osmanlı Devleti’nin tarafsız olduğunu kabul eden İtilâf devletleri, tarafsız kalmasını ve harbe girmemesini sağlamak için gayret sarfettiler. Fransa ve İngiltere büyükelçileri, sadrâzamı ziyaret ederek protesto notası verdiler. Almanya ise, doğu Avrupa’daki Rus kuvvetlerinin bir kısmını üzerinden atabilmek için Osmanlı Devleti’nin bir an önce harbe girmesini istiyordu. Enver, Talat ve Cemâl Paşa dışındaki diğer Osmanlı idarecileri ise, devletin mâlî ve askerî durumunun iyi olmadığını ileri sürerek harbe girişin geciktirilmesini istiyorlardı. Enver Paşa’nın izni ile amiral Souchan donanmayı alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadeniz’e çıktı. Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını bombaladı. Böylece fiilen harbe giren Osmanlı Devleti’ne karşı İtilâf devletleri harb îlân ettiler.
Resmen Birinci Dünyâ harbine giren Osmanlı Devleti, îtilâf devletleri ile çeşitli cephelerde savaştı. Kafkas cephesinde Enver Paşanın bizzat idare ettiği Sarıkamış taarruzu, Ruslardan çok karakışın te’siriyle, büyük bir kayıpla bitti. Üçüncü ordunun nemen hepsi heba oldu (Bkz. Sarıkamış Harekâtı). Ruslar, şarkî Anadolu’yu ellerine geçirdiler. Filistin cephesinde çarpışan Türk askeri, İngilizler karşısında başarılı oldu. Fakat Nablus meydan muhârebesinde İngilizlerin oyunlarına aldanan bedevilerin ihaneti neticesinde, yenildi ve Suriye Filistin, Şam, Haleb ve Beyrut elimizden çıktı. İngilizlerin 1 Kasım 1911’de Basra körfezine asker çıkarmaları üzerine açılan Irak cephesinde Osmanlı ordusu galip geldi ise de, bundan istifâde edilemedi. İngilizlerin bu havalideki askerleri tamamen temizlenmeden İran seferine girişilip, kuvvetler dağıtıldı. Bunu fırsat bilen düşman, takviye kuvvetleri alarak 11 Mart 1917’de mukavemet görmeden Bağdâd’ı ele geçirdi. Şehrin düşüşü ile Irak bölgesi de elimizden çıktı.
Birinci Dünyâ savaşı esnasında önemli savaşların olduğu diğer bir cephe ise Çanakkale idi. Goeben ve Breslav gemilerinin Osmanlılara sığınmasından sonra, düşman, Çanakkale’ye, yüklendi. Kirte, Zığındere ve Anafartalar, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtepe, Kanlıtepe, Aslantepe muhârebeleri cereyan etti. Düşmanlar muvaffak olamayacaklarını anlayınca, belli etmeden gizlice çekilmeye başladılar ve 1916 Ocak’da tamamen çekilip gittiler. Türk milletinin târihinde ayrı bir önem taşıyan ve 9 aya yakın süren Çanakkale muhârebelerinde; 250.000 civarında şehîd verilmiş, Sultan Hamîd devrinde yetiştirilen kültür bakımından çok yüksek bir nesil burada erimiştir. Neticede Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi, İngiliz inadını ve Türk” vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı târihimize “Çanakkale geçilmez” ibaresini yazdırmıştır (Bkz. Çanakkale Savaşları).
1918 yazı sonlarına doğru îtilâf devletlerinin bütün cephelerde umûmî taarruza geçmeleri merkezî devletlerin sonunu getirdi. Bunun üzerine ittifak devletleri barış istedi. Böylece dört yıldır Anadolu Türk erkeklerini cepheden cepheye koşturan, yüz binlerce şehîd veren, gâlib fakat mağlûb sayılan Osmanlılar, mütâreke istemek mecburiyetinde kaldılar. Osmanlı hükümeti, Bozcaada yanında Limni adasındaki Mondros limanında demirleyen İngilizlerin Akdeniz donanması amirallik gemisi Agamemnon zırhlısı içinde, dikte ettirilen mütâreke şartlarını 30 Ekim 1918 günü imzalamak mecburiyetinde kaldı. Osmanlı Devleti bu mütâreke sonunda Hicaz, Yemen, Asır, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’ı kaybetti.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ harbindeki asker zayiatının yekünü ise üç milyon sekiz yüz kırk iki bin beş yüz seksen kişidir. Dört milyona yaklaşan bu müthiş yekûnun beş yüz elli bini şehîd, sekiz yüz doksan bir bin üç yüz altmış dördü malûl, yüz üç bin yedi yüz otuz biri kayıp, iki milyon yüz altmış yedi bin sekiz yüz kırk biri yaralı ve yüz yirmi dokuz bin altı yüz kırk dördü esirdir (Bkz. Birinci Dünyâ Savaşı).
Birinci Dünyâ harbi sonları yaklaşırken, Selanik’ten İstanbul’a getirilerek İttihâd ve Terakkîciler tarafından Beylerbeyi Sarayı’na kapatılan sultan İkinci Abdülhamîd Han, rahatsızlığından dolayı 10 Şubat 1918 Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Devlet erkânının ve kalabalık halk topluluğunun iştirak ettiği bir merasimle ikinci Mahmûd Han’ın türbesine defnedildi. Sultan Abdülhamîd Han’ın vefâtından dört ay yirmi üç gün sonra, 4 Temmuz 1918’de beşinci sultan Mehmed Reşâd Han da vefât etti. Cenazesi kendisi tarafından hazırlanmış olan Eyyûb’deki türbesine defnedildi.
Sultan Reşâd Han; halim, selîm ve merhametli bir şahsiyet olup, yaradılışta zekî idi. Terbiye ve nezâketi, her türlü ölçünün üstünde bulunuyordu. Maiyyetine karşı çok şefkatli davranır, biri rahatsızlanınca, iyileşinceye kadar defalarca hatırını sorardı. Hafızası çok kuvvetli idi. Daha önce geçen hâdiseleri en ince teferruatına kadar hatırlar ve naklederdi. Boş zamanlarında kitap okurdu. Saray âdetlerine, teşrifat ve protokollere hassasiyetle riâyet ederdi. Dînî vecîbelerini geciktirmeden yapardı. Cuma namazını değişik câmilerde kılardı. Meşrûtiyet anayasası çerçevesinde devleti idare etmek istemişse de, İttihâdcıların Osmanlı Devleti aleyhindeki faaliyet ve icrâatlarının önüne geçememiştir. Devrinde, Târih-i Osmânî encümeni kurularak millî târih ile alâkalı araştırmalar yapıldı. Osmanlılara âid târihî eserlerin muhafazası için cemiyet kuruldu.
Sultan Reşâd Han’ın saltanat devri, İttihatçıların keyfî ve mes’ûliyetsiz icrâatları neticesinde büyük hâdiseler ile geçti. Üç kıt’a, yedi denize hâkim Osmanlı Devleti’nin, dünyâ çapında faaliyet gösteren yıkıcı ve bölücü teşkîlâtların plânlı, sinsi çalışmaları netîcesinde sonu hazırlandı. Osmanlı Devleti, hiç yoktan milyonlarca kilometre kare toprak kaybına, hesaplanması ve tamiri mümkün olmayacak kadar büyük maddî ve manevî zararlara sebeb olan 1911-1912 Trablusgarb, 1912-1913 Balkan, 1914-1918 Birinci Cihân harblerine sokuldu. İttihâd ve Terakkî’nin yurtiçi ve yurtdışı icrâatı ve faaliyetleri Türkiye ve Türklere çok şeyler kaybettirdi. Sultan Reşâd Han, tehlikeleri önleyecek siyâsî hak ve iktidardan mahrum bırakıldı. Türkiye’de; Talat Paşa telgraf me’muru iken başbakanlığa; Enver Paşa, yarbay iken harbiye nâzırlığına; İsmâil Canbolat jandarma teğmeni iken, iç işleri bakanlığına; ilim ehli olmayıp İttihatçı ve mason olan Mûsâ Kâzım gibilerin şeyhülislâmlığa getirilmeleriyle yıkılma başladı. Liyâkat, ehliyet, tecrübe ve milletin sevgisinden, örfünden, maddî ve manevî kıymet hükümlerinden mahrum partizan şahısların devlet kadrolarına hâkimiyeti felâketi hızlandırarak, üç kıt’aya hâkim Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını hazırladı. Hâl böyle olmasına rağmen sultan Reşâd Han, Meşrûtiyet anayasası çevresinde hükümdarlık etmeye çalıştı. Kânuna dayanan veya dayanır görünen iktidarların tekliflerini, telkin ettikleri surette yerine getirmeye çalıştı. Teşebbüs kabiliyetine sâhib, cesaretli, kurnaz, fakat devlet ve millet menfâatini şahsî çıkar ve arzularına değişen şahsiyetler, hürriyet ve meşrûtiyet perdesi arkasından memlekete yapılmaması gerekenlerden daha fazlasını yaptılar. Türkiye, milletlerarası menfaat teşkilâtlarının emirleri istikâmetinde hâdiselerin içine çekilip, hıyanet ve acz içindeki İttihâdçılarca idare edildi.
Sultan Mehmed Reşâd Han’ın, Mihrengiz Kadın Efendi, Kâmres, Dürriaden ve Nâzperver isimli hanımlarından; Ziyâeddîn, Mehmed, Necmeddîn, Ömer Hilmi adında dört oğlu ile Rukiye isminde bir kızı olmuştur.

HAYIRSIZ VE BAHTSIZ İSEM!

Uzun yıllar mesane hastalığından ıstırap çeken sultan beşinci Mehmed Han’a ölümünden iki yıl önce, Alman profesörü İsrâil tarafından başarılı bir ameliyat yapılmıştı. Pâdişâhsın sâdık hizmetçisi bu konuda şunları anlatır: “Yıldız Sarayı’nda bitkin hâlde yatmakta olan Pâdişâh’ı ameliyat odası hâline getirilen salona götürdüm. Kendileri omuzuma dayanarak zorlukla yürümekteydi. Emirleri üzerine hekimler ve yardımcıları yanındaki salonda bekliyorlardı. Ameliyat odasına girdiğimiz zaman, Pâdişâh oradaki bütün Türk doktorlarla ayrı ayrı helalleşti. Sonra kıbleye dönerek; “Ey büyük Allah’ım! Eğer ben milletim ve vatanım için hayırsız ve bahtsız isem beni şu ameliyat masasının üzerinden sağ kaldırma” diye duâ etti. Büyük bir cesaret ve tevekkülle ameliyat masasına uzandı. Doktorlar derhâl masanın başına toplandılar ve görevlerine başladılar. Yapılan ameliyat neticesinde sıhhate kavuştu.”

Sultan Mehmed Reşâd Han Devri Kronolojisi

5 Mayıs 1909 : Hüseyin Hilmi Paşa’nın sadârete getirilmesi.
12 Ocak 1910 : Roma sefiri Hakkı Bey’in sadârete getirilmesi.
1 Nisan 1910 : Arnavutluk isyânının başlangıcı.
28 Eylül 1911 : Trablus savaşının başlaması.
29 Eylül 1911 : Saîd Paşa’nın sekizinci defa sadârete getirilmesi.
22 Temmuz 1912 : Gâzi Ahmet Muhtar Paşa’nın sadârete getirilmesi.
8 Ekim 1912 : Balkan savaşının başlaması.
15 Ekim 1912 : Ouchy Muâhedesi’nin imzalanması.
29 Ekim 1912 : Kâmil Paşa’nın dördüncü defa sadârete getirilmesi.
23 Ocak 1913 : Bâb-ı âli baskını ve Mahmûd Şevket Paşa’nın sadârete getirilmesi.
30 Mayıs 1913 : Balkan Savaşını sona erdiren Londra Barış anlaşması.
11 Haziran 1913 : Sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesi.
12 Haziran 1913 : Saîd Halim Paşa’nın sadârete getirilmesi.
21 Temmuz 1913 : Bulgarların elinde bulunan Edirne’nin geri alınması.
3 Ocak 1914 : Dâmâd Enver Bey’in paşalığa yükselmesi ve Harbiye nâzırlığına gelmesi.
11 Kasım 1914 : Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ savaşına girmesi.
14 Kasım 1914 : Cihâd-ı Ekber, Büyük savaş ilân edilmesi
18 Mart 1915 : Çanakkale zaferinin kazanılması.
3 Şubat 1917 : Kudüs’ün düşmesiyle Filistin’in elden çıkması.
10 Şubat 1918 : Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın vefâtı.
3 Temmuz 1918 : Sultan Mehmed Reşâd’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 252
2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-14, sh. 6 v.d.
3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-4, sh. 380
4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-6, sh. 3456
5) 31 Mart Vak’ası (İ. Hami Danişmend); sh. 195
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 296

MEHMET EMİN TOKADİ


Osmanlı âlimlerinin meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden. İsmi, Mehmed Emîn bin Hasan Ömer Nakkaş Tokâdî’dir. Azîz Mahmûd Urmevî dervişlerinden bir zâtın oğludur. Lakabı Cemâleddîn, künyesi Ebü’l-Emâne ve Ebû Mansûr’dur. 1664 (H. 1075)’de Tokat’da doğdu. 1745 (H. 1158)’de İstanbul’da seksen üç yaşında vefât etti. İstanbul’da medfûn evliyânın en meşhûrlarındandır. Kabri, Unkapanı’na inen cadde ile Zeyrek yokuşunun kesiştiği tepe üzerinde, Soğukkuyu Pîrî Paşa Medresesi kabristanındadır. Kendisini vesile edenlerin, yaptıkları duâların kabul edildiği bilinmektedir.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri ilim tahsîline memleketinde başladı. Sonra İstanbul’a gitti. Şeyhülislâm Mirzâzâde Şeyh Muhammed Efendi’den uzun müddet ders alıp ilimde çok iyi yetişti. Yedikuleli hattat Abdullah Efendi’den hat dersleri alıp, değişik hat çeşitlerinde maharet sahibi oldu. Reîsülküttâb makamının yazı işlerinde, kâtiblik vazîfesi aldı. Bu arada talebelere ders verdi. Etrafında pek çok talebe toplandı. Ali İzzet Paşa ve Yeğen Mehmed Paşa gibi meşhur zâtlar da derslerine devam ederlerdi. Bir müddet kâtiplik yaptığı Edirne’den hacca gitmek üzere ayrıldı. Ayrılırken kendisiyle görüşmek üzere dergâhına davet eden Kasabzâde Şeyh Muhammed Efendi ona yaradılıştan çok yüksek bir kabiliyete sâhib olduğunu ve büyük nimetlere kavuşacağını müjdeledi. Mekke’ye varınca büyük velî Ahmed Yekdest Cüryânî’nin sohbetine gitmesini tavsiye etti.
1702’de Mekke’ye gidince ilk günü Kabe’yi tavaf ve ziyaretle geçirdi. Ertesi gün sabah namazını kıldıktan sonra mübarek bir zâtın, talebeleriyle Harem-i şerîfde sohbet ettiğini görünce, oturup dinledi. Sohbetten sonra dinlediği zât; “Hoş geldin Emîn Efendi” dedi. Bu zât Ahmed Yekdest hazretleri idi. Böylece asıl hocasına kavuşmuş oldu. Üç sene derslerine ve sohbetlerine devam edip tasavvufta kemâle erdi. Sonra İstanbul’a döndü. İstanbul’da beş sene talebelere ders verdi. Daha sonra Ahmed Yekdest hazretlerinin kıymetli talebesi Muhammed Kumul Efendi ile birlikte vazifeli olarak Kudüs’e gitti. Bu seyahati sırasında hadîs âlimlerinden Ahmed Nahlî Mekkî’den, hadîs ilminde icazet aldı. Kudüs’de bir sene kaldıktan sonra Mekke’ye gitti. Muhammed Kumul Efendi, Mekke su yollarının tamiri vazîfesini yürütüyor; Mehmed Emîn Efendi de kâtiblik yapıyordu. Birlikte Medine’ye giderek, Dârüsse’âde ağası Hacı Beşir Ağa ile tanıştılar.
1717 senesinde Hicaz’dan İstanbul’a dönünce, bir müddet Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin türbesinde türbedarlık yaptı. Daha sonra Peygamber efendimizin mübarek türbesinde hizmet etme vazifesi verildi. Bu hizmetlerinden sonra İstanbul’a dönüp ilim öğretmekle meşgul oldu. Pek çok âlim yetiştirdi. Müstakimzâde Süleymân Sa’deddîn Efendi ve Seyyid Yahyâ Efendi talebelerinin meşhûrlarındandır.
Evliyanın meşhurlarından İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakın bir zamanda talebelerinden İvaz Mehmed Paşa, Yeğen Mehmed Paşa ve el-Hac Ahmed Paşa’yı, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip, bunların tasavvufta yetiştirilmesini rica etmişti. Bu ricayı kabul edip, gönderilen kişiler ile ilgilendi. Bunlardan sultan birinci Mahmûd Han’ın sadrâzamı olan Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli devlet hizmetlerinde bulundu ve 1737 senesinde Avusturya (Nemçe) seferine iştirak etti.
Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri insanlara rehberlik edip onları İslâm’ın güzel ahlâkı ile süslerken, bir taraftan da kıymetli eserler yazdı. Bu eserlerinden bir kısmı şunlardır: İrşâd-üs-sâlihîn, Risâlet-ül-etvâr, Şerh-i kasîde-i Askalânî, Suâl-cevâb, Metâli-ül-meserrât tercümesi, Savâik-ul-Muhrika tercümesi, Risâle-i sülûk ve diğerleri...
Buyurdu ki:
“Bu dünyâya geliş sebebini ve bundan maksadın Allahü teâlâya kulluk yapmak olduğunu bilmelidir. Can bedende iken marifettullahı isteyip, dünyâ ve âhiret saadetine mazhar olmalıdır.”
“Dünyâ dostu, mal dostu, güzellik dostu ve diğer şeylerin dostu çoktur. Allah dostu, iksîr-i a’zam (her derde deva) gibi nâdir bulunan çok kıymetli bir şeydir.”
Yine buyurdu ki:
“Bir nefesde iki nimet vardır. Bunun için her nefeste iki şükür lâzımdır. Yirmi dört saatin her saatinde bin nefes ve her nefese iki şükür olmak üzere kırk sekiz bin şükür olur. Bir insan bütün işlerini bıraksa, şükür, şükür diyerek Allahü teâlâya hamd ve şükretse, yine şükrün hakkını edâ edemez. Malum oldu ki, Allahü teâlâya şükrün binde birini edâ edemez”.

ELİNE NE GELİRSE VER!

Sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa, ordusuyla İstanbul’dan sefere çıkmadan önce hocası Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin huzuruna gidip, duâsını aldı. Hocası kucaklayıp bağrına basarak, bir müddet öyle tuttu. Sonra gözyaşları içinde zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtihâ-yı şerif okudu. Yeğen Mehmed Paşa sohbetlerinden çok istifâde ettiği, kalbine hizmet ve cihâd aşkını yerleştiren hocasından duâ aldıktan sonra, sefer hazırlıklarını tamamladı. Emrindeki gazâ ordusu ile Avusturya seferine çıktı.
Hocası Mehmed Emîn Efendi, ordu İstanbul’dan ayrıldıktan sonra, tam yirmi gün geceleri de uyumayıp devamlı duâ etti. Bu sebeble tedaviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ Efendi şöyle demiştir; “Bir sabah huzuruna gittim, hastalanmış gördüm. İlâç istedi, te’min ettim ve ilâcı kullandı. Sonra beraberce talebelerinden Kafesdâr Abdülbaki Efendi’nin evine gittik. Hocam çok neş’eli idi. Evine gittiğimiz talebesi onun neş’eli halini görünce; “Hamdolsun İslâm askeri zafere ulaşmış. İnşâallah bir kaç güne kadar fetih haberleri gelir” dedi. Dört gün sonra Ada kalesinin Osmanlı ordusu tarafından fethedildiği haberi geldi. Bir müddet sonra da muzaffer İslâm ordusu İstanbul’a döndü. Herkes birbirinin gazâsını tebrik ederken, sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa, hocası Mehmed Emîn Efendi’nin ziyaretine gidip sevinç gözyaşları içinde ellerine kapandı. Savaşta vuku bulan Hadiseleri anlattı. Sonra koynundan içi altın dolu iki atlas kese çıkardı. Savaş sırasında, bu altınları fakirlere sadaka olarak dağıtmayı adadığını söyledi. Buyurun siz dağıtınız diyerek, hocasına verdi. Mehmed Emîn Efendi ise, şöyle buyurdu: “Bizzat sen kendin dağıt. Haftada iki gün kıyafet değiştirerek dışarı çık. Her çıktığında cebini bu altınlarla doldur. Yedikule civarından fakirlere dağıtmaya başla. Orada çok fakir evi var. Kapılarını çal, karşısına çıkana saymadan eline ne gelirse ver. İki hafta devam et. İnşâallah iki haftada dağıtırsın.” Böylece içi altın dolu keseleri tekrar sadrâzam Yeğen Mehmed Paşa’ya verdi. O da hocasının buyurduğu şekilde hareket etti.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-2, sh. 34
2) Tuhfe-i hattatîn; sh. 9, 10, 11
3) Osmanlı müellifleri; cild-1, sh. 36
4) Risâle-i sülûk (Mehmed Emin Tokâdî) Atıf Efendi Kütüphânesi No: 283, varak 19-a, b; 20-a; 35-a, b,
5) Tezkire-i salim; sh. 97
6) Risale (Mehmed Emîn Tokadî) Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi bölümü, No: 3430
7) Risale, Mehmed Emin Tokâdî’nin menâkıbı (Seyyid Yahyâ Efendi)
8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1078
9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-17, sh. 61
10) Rehber Ansiklopedisi; cild-16, sh. 298