Babası.................... : Sultan Abdülmecîd Han
Annesi.................... : Gülcemal Kadın Efendi
Doğumu.................. : 1/2 Kasım 1844
Vefâtı...................... : 3 Temmuz 1918
Tahta Geçişi............ : 27 Nisan 1909
Saltanat Müddeti..... : 9 sene 2 ay 6 gün
Halîfelik Sırası.......... : 100
Osmanlı sultanlarının otuz beşincisi ve İslâm halîfelerinin yüzüncüsü. Sultan Abdülmecîd Han’ın oğlu olup, 1/2 Kasım 1844 târihinde Gülcemal Kadın Efendi’den İstanbul Çırağan Sarayı’nda doğdu. Osmanlı Sarayı’nda husûsî olarak iyi bir tahsil ve terbiye ile büyüdü. Yüksek din ve fen bilgileri okudu. Uzun şehzâdelik devrinin çoğunu okumakla geçirip, doğu dillerinden- Farsça ve Arabça ile batı dillerinden Fransızcayı en mükemmel şekilde öğrendi. Ağabeyi sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın, İttihâdcılar tarafından tahttan indirilmesiyle 27 Nisan 1909’da tahta geçti. Tahta çıkınca, Tevfik Paşa’nın başkanlığındaki kabîne usulen istifâsını takdim etti. Ancak yeni pâdişâh kabinenin vazifeye devamını istedi. Tevfik Paşa’nın sadâreti İttihâdcıların istedikleri gibi hareket etmelerine fırsat vermediğinden onun sadâretini, istemiyorlardı. Yapılan baskılar sonunda, 5 Mayıs 1909’da Tevfik Paşa istifa etti ve Sultan da istifayı kabûl etti. Yerine İttihâdcıların adamı olan Hüseyin Hilmi Paşa getirildi.
Hüseyin Hilmi Paşa’nın ikinci sadâreti sırasında örfî harb dîvânı tarafından 31 Mart olayı ile alâkalı olanlar hakkında verilen îdâm, sürgün ve hapis gibi cezalar infaz olundu. Aynı zamanda Yıldız Sarayı’nda bir araştırma yapılarak sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın şahsî servetine el konuldu. Yabancı bankalarda çıkan mevdûâtı ise zorla Birinci ve Üçüncü ordulara verdirildi. Yeni kabîne üyeleri ile İttihâdcıların arası kısa süre sonra açıldı. Baskılar artınca bu üyeler istifa ettiler ve yerlerine İttihadcı meb’ûslar getirildi. Böylece devlet idaresi tamamen İttihâdcıların eline geçmiş oldu. 1909 bütçesinde 5,5 milyon açık mevcuttu. Bu açık, Osmanlı bankasından % 4 faiz ve % 83,5 ihracât geliri ve yedi milyon altınlık bir dış borçla kapatılmaya çalışıldı. Bir takım vilâyetlerin koyun vergisi, bu borca karşı gösterildi. Böylece sultan Abdülhamîd Han’ı dış borç alarak, devleti büyük bir yük altına soktuğunu iddia eden İttihâdcıların ilk icrâatı, dış borç almak oldu.
Devletin mâlî müşkîlâtı yanında, Arnavutluk’taki ayaklanma hareketleri ve ittihâdcıların yerli yersiz hükümet işlerine müdâhale etmeleri sadrâzamı zor duruma soktu. Neticede İttihâdcıların her istediğini yerine getiren Hüseyin Hilmi Paşa dayanamayarak, 28 Aralık 1909’da istifa etmek mecburiyetinde kaldı. İttihâdcıların adamlarından Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadârete getirildi. İttihâd ve Terakkî idareye tamamen hâkim olduğu andan itibaren, memlekette apaçık bir zümre saltanatı kuruldu, cemiyete mensup olmayanlara hiç bir hak tanımadılar.
Bu particilik hareketleri bütün şiddetiyle sürerken, Meclis-i meb’usanın reisi Ahmed Rızâ, Çırağan Sarayı’nı meclis binası yapmak istedi. Buna tarafdâr olmayan Sultan, ısrarlar sonunda kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Yıldız Sarayı’nın en güzel ve muhteşem eşya ve tabloları Çırağan Sarayı’na nakledildi. Bu güzelim saray, meclis olduktan kısa bir süre sonra şaibeli bir şekilde yandı. Yanan evrak arasında 93 meclisinin zabıtları da vardı. Yangından sonra meclis, Fındıklı Sarayı’na taşındı.
İttihâd ve Terakkî, partizanca faaliyetlerini İstanbul dışındaki eyâletlerde de sürdürdü. Tâyin ettikleri idarecilerin tecrübesizlikleri yüzünden yapılan hatâlar, çeşitli ırk ve milliyetten şikâyetçi duruma getirdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, her milletin karakterine göre tedbir alır; zamanında okşamasını, bâzan sert davranmasını, yahut müsamahakâr olmasını bilir ve milletlerin devletle alâkasını devam ettirirdi. Câhil ve tecrübesiz, buna karşılık her şeyi bildiklerini zanneden itti’hâd ve Terakkî üyeleri çeşitli milletlerin mizaçlarını dikkate almaksızın körü körüne bir yol tutturdular. Arnavud milliyetçileri, 20 Ağustos 1909’da Elbasan kongresinde Arnavutça’nın tedris (eğitim) lisanı olmasına ve Latin harflerinin kabulüne karar vermişlerdi. Bu sırada, İttihâd ve Terakkî tarafından Arnavutluk’a vâli olarak tâyin edilen Mazhar Bey, lüzumsuz ve yersiz bir takım icrâata başvurdu. Osmanlı Devleti’nin hiç bir bölgesinde tatbik edilmeyen dahilî gümrük vergisini tatbik etmek istedi. Bu hareket Arnavutluk’ta derin bir tepki meydana getirdi. Partizana icrâat ve dış teşvikler neticesinde İpek’te isyân çıktı ve mutasarrıf İsmâil Hakkı Bey isyâncılar tarafından yaralandı (1 Mayıs 1910).
Arnavutluk bölgesi meb’ûsları hükümete müracaat ederek, şiddet hareketlerine başvurulmadan, bölgeye bir nasîhat hey’etinin gönderilmesini istediler. Fakat İttihâd ve Terakkî üyeleri şiddetten yana idi. Harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa seksen iki Piyade taburu ile bizzat Arnavutluk seferine çıktı ve şiddetle ayaklanmayı bastırdı. Daha sonra halkın elinden silâhlarını topladı. Arnavutlar ise özellikle silâhlarına ve mallarına çok bağlı bir milletti. Neticede, Balkanlarda Osmanlı Devleti’nin beraberce hareket edebileceği yegâne tebeası olan Arnavutluk gözden çıkarılmış oldu.
Böylece İttihâd ve Terakkî fırkasının siyâsî iktidarı ele geçirmesinden sonra, Balkanlardaki hareketler tamamen Osmanlı Devleti’nin aleyhinde gelişmeye başladı. Bilhassa Bulgarlar ve Sırplar Makedonya’yı alarak aralarında bölüşmek gayesinde idiler. Yunanistan da bâzı istilâ ve ilhak ihtirasları içinde idi. Ancak bunların hiç birisi tek başına Osmanlı Devleti’ne saldırmaya cesaret edemiyordu. Bir de aralarındaki kilise ihtilâfı birleşmelerine mâni idi. Ortodoks olan Rumlar ile Bulgarlar uzun süreden beri geçinemiyorlardı. Bulgar kilisesinin Ortodoks kilisesinden ayrılarak millî bir kilise kurması üzerine, Fener Rum patriği bunu kabul etmedi ve Bulgar kilisesini afaroz etti. Bir taraftan Sırplarda millî kilise dâvası güderek, papazlarının Sırp olmasını ve duâların Sırpça yapılmasını istiyorlardı. Diğer taraftan da Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve Makedonya’da bulunan manastır, kilise ve mekteplerin hangi cemâate âid olacağı hususunda bu milletler arasında halli mümkün olmayan bir çatışma vardı. Bu kasd-ı mahsûsla bu işi hâlletmeyen İkinci Abdülhamîd Han, bu milletlerin Osmanlı Devleti aleyhine birleşmesine senelerce mâni oldu. Siyâsî kabiliyeti olmayan İttihâd ve Terakkî partisi, inanılmaz hareketle Balkanlardaki bu kilise ihtilâfını hâlletmek suretiyle, gayr-i müslim unsurların birbirleriyle iyi geçinip devlete bağlılıklarının artacağına inandıklarından, 3 Temmuz 1910’da Kiliseler kânununu neşrettiler. Bu kânunla ihtilâfa mevzu olan mektep, manastır ve kiliselerin hangi cemaata âid olacağı tâyin edildi. Kânuna göre Ortodoks cemâatine âid dînî bir müessese, o yerde hangi cemâat nüfus bakımından çoğunlukta bulunuyorsa, ona âid olacaktı. Hükümetin kontrolü altında bu müesseseler, çeşitli milletler arasında teslim ve tesellüm edildi. Böylece bu kânunla Balkan milletleri arasında hiç bir ihtilâf kalmadığından, Osmanlı Devleti aleyhine kolayca birleştiler. Bu birleşme bir süre sonra Balkan harbinin başlamasına sebeb oldu.
Arnavutluk isyânının kuvvet zoru ile bastırılması, bölge halkını, devletten tamamen soğuttu. Bunun üzerine sultan Reşâd Han Osmanlı Hânedânı’nın prestijini ortaya koyarak, Arnavudların gönlünü almak ve Makedonya’daki çeşitli unsurların devlete daha sıkı bağlanmasını sağlamak için 5 Haziran 1911’de Barbaros zırhlısı ile Balkan seferine çıktı. Zırhlıya küçük bir filo refakat ediyordu. Yanında şehzâde Ziyâeddîn ve Ömer efendiler bulunuyordu. Velîahd şehzâde Yûsuf izzeddîn Efendi ise Pâdişâh ve hükümet nâmına İngiltere kralı beşinci Corc’un tac giyme töreninde bulunmak için Londra’ya gitmişti. 7 Haziran 1911’de Selânik’e varan Sultan, ertesi gün Üsküp’e hareket etti. Üsküp’te parlak bir törenle karşılandı. Gece sadrâzam İbrâhim Hakkı Paşa, halka hitaben, tebea arasında birliğin korunması hakkında bir konuşma yaptı. Sultan 15 Haziran’da Priştine’ye vardı. Ertesi gün Cuma namazını, 1389’da birinci Kosova meydan muhârebesinde zafer sonrası Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın şehîd edildiği yerde, yüz bin kişilik bir cemâatle kıldı. Balkan müslümanlarının ve Arnavutların asırlar öncesi Osmanlı hâkimiyetine girişlerindeki adalet hissini sultan Reşâd Han’ın, “Baba” davranışıyla tekrar ve daha ziyadesiyle yaşadı. Arnavutluk’daki yüzbinlerce müslüman, Halîfe-i müslimîn ve Osmanlı sultânı Reşâd Han’ı görebilmek için bütün sıkıntılara katlanarak yollara düştü. Sultan 17 Haziran’da Selânik’e geri döndü. Bölgede incelemelerine devam eden Sultan, 25 Haziran’da İstanbul’a dönmek için Selanik’ten ayrıldı. Sultan Reşâd Han, bu seyahati sırasında din ve millet farkı gözetmeden bütün halka bol ihsânlarda bulundu. Bu seyahat ile Arnavutluk’da sükûnet sağlanıp, tekrar Osmanlı Devleti’ne bağlandıysa da, İttihâdcılar bu durumdan faydalanamadılar.
Sultan Reşâd Han’ın şahsında Osmanlı Hânedânı’nın asırlık prestiji sayesinde halledilen Arnavutluk mes’elesi ardından, Kuzey Afrika ve Bedevi hâdiseleri çıktı. İttihâdçıların tecrübesizliği, gaflet ve akıl almaz icrâatları Arab ülkelerinde de hoşnutsuzluklara sebeb oldu. Osmanlı sultanlarının ve devlet adamlarının Arabistan’daki hassas siyâsetleri İttihat ve Terakkî mensuplarınca bozulup, ahâli ile idarenin karşı karşıya gelmesinden İngilizler ve İtalyanlar faydalandı. İngiltere, Arabistan yarımadası ve diğer Arap ülkelerinde vehhâbîliği destekleyip, bütün imkân ve propaganda vasıtalarıyla Osmanlı ve Türk düşmanlığı, İtalya da Kuzey Afrika’nın Akdeniz sahilindeki Trablusgarb’ı istilâ ve ilhak etme faaliyetine başladı. İtalya’nın Trablusgarb üzerindeki istilâ fikirleri, İttihâd ve Terakkî mensubu devlet adamları tarafından bilinmesine rağmen, burayı korumakla görevli bir tümen Yemen’e gönderilince, bölgede bir kaç bölük dışında asker kalmadı. Diğer taraftan Trablusgarb vâlisi Müşir İbrâhim Paşa eski devrin adamı olduğu için azledildi ve koskoca ülke başsız bırakıldı. Bu durumda fırsatı eline geçiren İtalya, Trablus vilâyeti ile Bingâzi sancağının kendisine verilmesini istiyen 23 Eylül 1911 tarihli bir notayı Osmanlı Devleti’ne verdi Bu nota getirildiğinde sadrâzam, “Osmanlı hizmetinde çalışan İtalyan Robilan Paşa ile briç oynuyordu. Notaya cevap verilmediği için, İtalya 29 Eylül’de Osmanlı Devleti’ne harb ilân etti. 1 Ekim’de Trablusgarb açıklarına gelen İtalyan donanması, iki gün sonra şehri bombardımana başladı. Ancak bir kaç bölük askerin bulunduğu eyâlet sahilleri İtalyanlar eline geçti. Fakat muazzam güçlerine rağmen bu sahillerden bir kilometre içeri giremeyerek devamlı askeri başarısızlığa uğradı. Bu yüzden Osmanlı Devleti ile anlaşma yolları aradı. Devleti anlaşmaya zorlamak için donanma ile boğazlara karşı harekette bulundu ise de şiddetli bir mukavemet karşısında geri çekildi (18 Nisan 1912). Daha sonra bu donanma Ege adalarını ve Rodos’u ele geçirdi.
Trablusgarb ve Bingâzi meb’usları, Trablus’un işgaliyle neticelenen İtalyan harbinin başlamasından önce, büyük bir gaflet eseri olarak, o havalideki askeri Yemene, mühimmatı İstanbul’a naklettiren sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer mes’ûller hakkında meclis tahkikatı açılması için teşebbüse geçtiler. Bunun üzerine, güç durumda kalan İttihâd ve Terakkî fırkası, Meclis-i meb’ûsânı feshettirerek, sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer İttihâd ve Terakkî erkânını, Trablus faciasından dolayı Dİvân-ı âlî’ye sevk edilmekten kurtardı. Sadârete Saîd Paşa getirildi ise de, ordudaki subaylar, İttihatçılar ve Halâskârân-ı zâbitân olmak üzere ikiye ayrılınca, kısa bir süre sonra istifa etmek mecburiyetinde kaldı. 22 Temmuz 1912’de Âyân reisi Gâzi Ahmed Muhtar Paşa sadârete getirildi. Ayrıca İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından bir şiddet vâsıtası olarak kullanılan örfî idare de kaldırıldı.
İstanbul’da sadâret değişiklikleri olurken, Trablus’da tam bir başarı elde edemeyen İtalya, harbi bir an evvel sona erdirmek ve Osmanlı Devleti’ni İtalya lehine sulhe zorlamak için, Balkanlarda Osmanlılar aleyhine bir harekâtın ve ittifakın vücûda gelmesini destekliyordu. Rusya’nın teşvik ve desteği ile Bulgaristan, Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nin elinden koparmak, hattâ Edirne’yi alarak Ege denizine inmek suretiyle büyük emellerini tahakkuk ettirmek hülyasındaydı. Bunu başarabilmek için de Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ile anlaşarak ittifak kurmaya çalıştı. Sırbistan, Bulgaristan’ın genişlemesine tarafdâr olmadığı için bu ittifaka karşı idi. Bunun için de Osmanlı Devleti ile ittifak kurmaya çalıştı. Buna Osmanlı hükümeti aldırış bile etmedi. Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Sırbistan, 13 Mart 1912’de Bulgaristan’la ittifak kurdu. Harb için sür’atle hazırlanmaya başladı. Avrupa’dan aldığı seri ateşli topları Saîd Paşa hükümetinin gafletinden faydalanarak, Selanik yoluyla ülkesine naklettirdi.
Diğer taraftan Yunanistan da, Sırp-Bulgar ittifakını istemiyordu. Fakat İttihat ve Terakkî hükümetinin mânâsız ve gafil siyâseti karşısında Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesince, 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan ile bir ittifak andlaşması imzaladı. Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan üçlü ittifakına Karadağ da katılınca, Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı meydana geldi. Bütün bunlara, Bâb-ı âlî hükümetinin ilgisizliği sebeb oldu. Ayrıca Rusya’nın Osmanlı hâriciye nâzırı Noragindiyan Efendi’ye bir harb olmıyacağına dâir te’mînât vermesi üzerine Bâb-ı âlî hükümeti Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis etme gafletinde bulundu. İttihâd ve Terakkî fırkasının kışkırttığı bir mikdâr darülfünûn öğrencisi ellerinde bayraklar olduğu hâlde Bâb-ı âlî önüne gelerek “Harb isteriz” diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine, dışarıya çıkan Harbiye nâzırı talebeleri güçlükle yatıştırdı. Daha sonra 21 Eylül 1912 Cuma günü harb isteyenler, Sultanahmed meydanında miting düzenlediler. Sadrâzam Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, üniversite talebelerini ve halkı sükûnete davet etti ve ikna ederek dağılmalarını sağladı. Bu hâdisenin ertesi günü Karadağ sefaretinin kapısındaki armanın sökülmesi üzerine, zâten harbe hazır olan Karadağ, 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne resmen harb îlân etti. Bunun arkasından Karadağ’ın müttefikleri Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan da, Osmanlı Devleti’ne harb îlân ettiler. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, Trablusgarb’da harb hâlinde bulunduğundan, İtalya ile anlaşmak mecburiyetinde kaldı. 15 Ekim 1912’de İsviçre’nin Lozan şehrinin iskelesinde yapılan Ouchy andlaşması ile; Osmanlı sultânının Nâib-üs-sultan ünvânlı temsilcisi bulunmak ve hutbelerde halîfe adını okumak, yılda doksan bin altın İstanbul’a gönderilmek şartı ile Trablus ve Bingâzi İtalya’ya; Rodos ve Oniki ada Osmanlı Devleti’ne bırakılacaktı.
Osmanlı hükûmeti, Balkan harbine hazırlıksız yakalanmıştı. Terhis edilip, Anadolu’ya gönderilen 120 taburu, savaşın sonunda bile silâh altına alamadı. Erzurum, Şam ve Bağdâd’da bulunan ordulardan kuvvet getirilemedi. Subaylar, İttihadcı ve Halaskar olmak üzere, birbirlerine tam manâsıyla düşmandılar. Ancak bütün bu olumsuz şartlara rağmen merkezleri İstanbul, Edirne ve Selanik olan birinci, ikinci ve üçüncü ordularla kalelerdeki müstakil kuvvetlerin dört küçük Balkan devletini kolayca ezmesi lâzımdı. Buna rağmen Nâzım Paşa’nın, hiç bir hazırlığı olmayan orduyu hemen Bulgarlara taarruza geçirmesiyle hezîmet başladı ve artık arkası alınamadı. Bulgarlar Edirne ile Kırklareli arasında Süloğlu ve Pınarhisar muhârebelerini kazanarak kısa bir müddet içerisinde Edirne önlerine geldiler. İlerleyen Bulgar ordusu, 15-19 Kasım 1912’de Çatalca müstahkem hattı önünde durdurulabildi. Garb cephesi ise, Makedonya ve Arnavutluk olup, bu cephenin başkumandanı Ali Rızâ Paşa idi. Osmanlı ordusunun durumu bu cephede de parlak değildi. Ardı ardına alınan mağlûbiyetler neticesinde, düşman Üsküp’e kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Perişan ve bitkin bir hâle gelen Osmanlı ordusunun anavatanla irtibatı kesildi. Bu durum müttefiklerin hareketlerini kolaylaştırdı ve Balkan şehirleri birbiri ardınca düşmanın eline geçti. Yunanlıların Selanik kapılarına dayanmaları üzerine, artık hâkân-ı sabık diye anılan sultan İkinci Abdülhamîd Han, 1 Kasım 1912’de Selânik’in düşmesinden daha doğrusu tek bir kurşun sıkılmadan Yunanlılara tesliminden 8 gün önce İstanbul’a getirildi. Pâdişâhın Selânik’deki ikâmeti üç yıl 6 ay sürmüştü. Bu müddet içinde Osmanlı devleti; Bulgaristan ve Doğu Rumelinin, Bosna, Hersek ve Yenipazar’ı, Libya’yı, Girit’i, Rodos ve Oniki adayı, Arnavutluk’u, Epir’i ve Trakya’yı kaybetti.
Sultan Abdülhamîd’i Selanik’ten almaya, nâzırlardan vezir Dâmâd Germiyanoğlu Arif Hikmet ve vezir Dâmâd Çavdaroğlu Mehmed Şerîf paşalar geldiler. Gazete okuması yasak olduğu için kulaktan aldığı bilgi dışında siyâsî durumu etraflı bilmeyen sabık Hakan, dört Balkan devletinin ittifakına ve bu ittifakın haber alınmamasına hayret etmiştir. Makedonya’daki kiliseler mes’elesinin hâlledilmesini devlete hıyanet olarak vasıflandıran Sultan, Balkan ittifakı kurulurken bizim elçilerin ve ateşelerin ne yaptıklarını sormuştur. Sultan Abdülhamîd büyük bir teessür içinde gemiye binerken; “Allah bu hâllere sebeb olanları Kahhâr ism-i şerîfiyle kahretsin, devleti batırdılar” demiştir. Öte yandan Sırp ve Karadağ kuvvetleri ise, hiç bir mukavemetle karşılaşmadan bütün Arnavutluk’u işgal ettiler. 29 Kasım 1912’de Arnavutluk istiklâlini îlân etti. Büyük devletler kısa süre sonra Arnavutluk’un istiklâlini tanıdılar.
Osmanlı hükûmeti barış için büyük devletlerin arabuluculuğunu istedi ise de, netîce alınamadı. Doğrudan Bulgara müracaat eden hükûmet, ateşkes talebinde bulundu. Çok çetin ve ağır şartlarla mütâreke imzalandı. Ağır şartları kabul edilmeyen Yunanistan mütârekeye katılmadı ve Yanya muhâsarasıyla harbe devam etti.
Bu sırada Bâb-ı âlî’de, sadrâzam Kâmil Paşa’nın başkanlığında toplanan vükelâ meclisi Balkan devletlerinin, barış görüşmeleri kesilmesi yüzünden verdikleri notanın tedkîki için, 23 Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplantıda bulunduğu sırada, İttihâd ve Terakkî komitesinin ileri gelenlerinden Enver ve Talat beyler Bâb-ı âlî’yi basarak harbiye nâzırı Nâzım Paşa’yı öldürdüler ve Kâmil Paşa hükümetini istifa etmek mecburiyetinde bıraktılar. İttihâdçı Mahmûd Şevket Paşa sadrâzamlığa getirildi (Bkz. Bâb-ı âlî Baskını).
Yeni hükümetin başa geçmesinden kısa bir süre sonra Bulgarlar mütârekeyi bozarak tekrar muhârebeye başladı. Beş ay beş gün muhasaraya dayanabilen Edirne müdafii Şükrü Paşa, 26 Mart 1913’de teslim oldu. Edirne’ye gelen kral Ferdinand, muhasara sırasında gösterdiği başarıdan dolayı Şükrü Paşa’ya kılıcını iade etti. Osmanlı ordusu bütün cephelerde hızla savaşı kaybetti. Osmanlı hükümeti, barış görüşmeleri ile ilgili olarak, büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul edeceğini bildirince, 31 Mart 1913’de İstanbul’daki elçiler dört maddelik bir nota verdiler. İttihâd ve Terakkî hükümeti ertesi gün notayı kabul ettiğini bildirdi ve Bulgarlarla yeniden bir mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılarak 30 Mayıs 1913’de imzalandı. Yedi maddelik barış andlaşmasına göre; Midye-Enez hattı sınır olarak kabul ediliyor, Edirne Bulgarlara veriliyor, Arnavutluk hudutlarının tâyini ve adaların geleceği büyük devletlere bırakılıyor ve Osmanlı Devleti, Girid üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyordu (Bkz. Balkan Harbleri).
Balkan harbinin mağlûbiyetle sonuçlanmasından bir süre sonra sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa, 11 Haziran 1913 Çarşamba günü, harbiye nezâretinden Bâb-ı âlî’ye gelirken Dîvânyolu’nda, otomobilin durmasını fırsat bilen suikastciler tarafından öldürüldü. Ertesi gün Mısırlı Halim Paşa sadârete getirildi. Mısırlı Halim Paşa’nın sadâreti ile, İttihâd ve Terakkî’nin en şiddetli tedhiş devri başladı. Osmanlı Devleti, sultan Reşâd Han’ın bilgisi ve rızâsı dışında idare edilmeye başlandı. Bu sırada bütün Makedonya’yı almak isteyen Bulgaristan ile müttefikler arasında anlaşmazlık çıktı ve ikinci Balkan harbi başladı. Bunu fırsat bilen Osmanlı hükümeti Edirne’yi geri almak için harekete geçti. Bulgarların boşalttığı Edirne’ye Osmanlı Ordusu tek kurşun atmadan girdi. Beş cephede savaşmak mecburiyetinde kalan Bulgaristan, 10 Ağustos 1913 Bükreş muahedesi ile harbi bıraktı. 29 Eylül 1913’de Türkiye ile Bulgaristan arasında İstanbul muahedesi, 14 Kasım 1913’te Türkiye ile Yunanistan arasında Atina muahedesi, 14 Mart 1914’de Türkiye ile artık sınırı olmayan Sırbistan arasında İstanbul muahedesi imzalanarak kesin sulh yapıldı.
Kısa bir süre sonra Saîd Halim Paşa kabinesinde önemli değişiklikler yapıldı. Üç önemli nezâret, üç ittihâdçının eline geçti. Enver Bey, yarbaylıktan paşalığa terfi ettirilerek Harbiye nâzırlığına getirildi. İstanbul muhafızı Cemâl Paşa, Bahriye nâzırı oldu. Talat Bey zâten kabinede dâhiliye nâzırı olduğundan, hükümetin idaresi böylece tamamen Enver-Talat-Cemâl üçlüsüne geçti.
Avrupa’da Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya’dan meydana gelen üçlü ittifak ve İngiltere, Fransa ve Rusya’dan meydana gelen üçlü îtilâf bloklarının kurulması ve savaş hazırlıklarının devam ettiği sırada, Trablusgarb ve Balkan savaşlarından yenik çıkan Osmanlı Devleti, ordu ve donanmasını ıslâha çalışması yanında, bloklara ayrılmış Avrupa’da kendisini siyâsî yalnızlıktan kurtarma teşebbüslerine girişti. Hükümeti ele geçiren İttihâd ve Terakkî fırkasının ileri gelenlerinden Cemâl Paşa, Fransız dostluğundan faydalanarak Osmanlı Devleti’ni îtilâf devletleri safına sokmak istediyse de, netîce alamadı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin, İtilâf devletleri yanında yeralması, Fransa ve İngiltere’nin müttefiki olan Rusya’nın işine gelmiyordu. İtilâf devletleri arasında yer alma teşebbüsleri netîcesiz kalan İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Enver Paşa’nın Alman hayranlığı sebebiyle Almanya’nın yanında yer almak için teşebbüse geçtiler.
28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdı arşidük Fransuva Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi üzerine Avusturya, Sırbistan’a karşı harb îlân etti. Rusya Sırbistan’ın, Almanya da Avusturya’nın yanında harbe girdi. Böylece kısa bir süre içinde Avrupa, dünyâ çapında bir harbe sürüklendi. Harbin başlamasından beş gün sonra, 2 Ağustos 1914’de sadrâzam Saîd Halim Paşa, harbiye nâzırı Enver Paşa, dâhiliye nâzırı Talat Paşa ve Meclis-i meb’ûsân reîsi Halil beylerden meydana gelen dörtlü grup, Fransa tarafdârı olan Cemâl Paşa ve diğer vükelâ ve Meclis-i meb’ûsânın haberi olmadan Osmanlı-Alman ittifakını imzaladılar. Daha önceki bütün harbler, Meclis-i meb’ûsân ve hey’et-i vükelâdan başka, sarayda toplanan fevkalâde harb meclisinin kararıyla îlân edilirdi. Birinci dünyâ harbine girişin ilk basamağı olan bu ittifak andlaşması, pâdişâhdan bütün meclislerden ve yetkililerden gizli olarak imzalanmak suretiyle, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı hazırlandı. Hiç bir millî menfaat sağlamayan, fakat pek çok yükümlülükler getiren bu ittifak anlaşmasının imzalanmasından sonra, ihtiyat tedbiri olarak ertesi günden başlamak üzere, seferberlik îlân edildi. Harb hazırlıklarına vakit bulabilmesi için zahirî olarak tarafsızlığını îlân eden İttihâd ve Terakkî, 11 Ağustos Salı günü Goeben ve Breslav isimli Alman zırhlılarının İngiliz takibinden kurtulmak üzere Çanakkale boğazından girmelerine müsâade etti. Bu gemilerin boğazdan girmesinden ve Osmanlı Devleti’nin satın almasından Pâdişâh’ın hiç haberi olmadı. Bu durum üzerine Osmanlı Devleti’nin tarafsız olduğunu kabul eden İtilâf devletleri, tarafsız kalmasını ve harbe girmemesini sağlamak için gayret sarfettiler. Fransa ve İngiltere büyükelçileri, sadrâzamı ziyaret ederek protesto notası verdiler. Almanya ise, doğu Avrupa’daki Rus kuvvetlerinin bir kısmını üzerinden atabilmek için Osmanlı Devleti’nin bir an önce harbe girmesini istiyordu. Enver, Talat ve Cemâl Paşa dışındaki diğer Osmanlı idarecileri ise, devletin mâlî ve askerî durumunun iyi olmadığını ileri sürerek harbe girişin geciktirilmesini istiyorlardı. Enver Paşa’nın izni ile amiral Souchan donanmayı alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadeniz’e çıktı. Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını bombaladı. Böylece fiilen harbe giren Osmanlı Devleti’ne karşı İtilâf devletleri harb îlân ettiler.
Resmen Birinci Dünyâ harbine giren Osmanlı Devleti, îtilâf devletleri ile çeşitli cephelerde savaştı. Kafkas cephesinde Enver Paşanın bizzat idare ettiği Sarıkamış taarruzu, Ruslardan çok karakışın te’siriyle, büyük bir kayıpla bitti. Üçüncü ordunun nemen hepsi heba oldu (Bkz. Sarıkamış Harekâtı). Ruslar, şarkî Anadolu’yu ellerine geçirdiler. Filistin cephesinde çarpışan Türk askeri, İngilizler karşısında başarılı oldu. Fakat Nablus meydan muhârebesinde İngilizlerin oyunlarına aldanan bedevilerin ihaneti neticesinde, yenildi ve Suriye Filistin, Şam, Haleb ve Beyrut elimizden çıktı. İngilizlerin 1 Kasım 1911’de Basra körfezine asker çıkarmaları üzerine açılan Irak cephesinde Osmanlı ordusu galip geldi ise de, bundan istifâde edilemedi. İngilizlerin bu havalideki askerleri tamamen temizlenmeden İran seferine girişilip, kuvvetler dağıtıldı. Bunu fırsat bilen düşman, takviye kuvvetleri alarak 11 Mart 1917’de mukavemet görmeden Bağdâd’ı ele geçirdi. Şehrin düşüşü ile Irak bölgesi de elimizden çıktı.
Birinci Dünyâ savaşı esnasında önemli savaşların olduğu diğer bir cephe ise Çanakkale idi. Goeben ve Breslav gemilerinin Osmanlılara sığınmasından sonra, düşman, Çanakkale’ye, yüklendi. Kirte, Zığındere ve Anafartalar, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtepe, Kanlıtepe, Aslantepe muhârebeleri cereyan etti. Düşmanlar muvaffak olamayacaklarını anlayınca, belli etmeden gizlice çekilmeye başladılar ve 1916 Ocak’da tamamen çekilip gittiler. Türk milletinin târihinde ayrı bir önem taşıyan ve 9 aya yakın süren Çanakkale muhârebelerinde; 250.000 civarında şehîd verilmiş, Sultan Hamîd devrinde yetiştirilen kültür bakımından çok yüksek bir nesil burada erimiştir. Neticede Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi, İngiliz inadını ve Türk” vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı târihimize “Çanakkale geçilmez” ibaresini yazdırmıştır (Bkz. Çanakkale Savaşları).
1918 yazı sonlarına doğru îtilâf devletlerinin bütün cephelerde umûmî taarruza geçmeleri merkezî devletlerin sonunu getirdi. Bunun üzerine ittifak devletleri barış istedi. Böylece dört yıldır Anadolu Türk erkeklerini cepheden cepheye koşturan, yüz binlerce şehîd veren, gâlib fakat mağlûb sayılan Osmanlılar, mütâreke istemek mecburiyetinde kaldılar. Osmanlı hükümeti, Bozcaada yanında Limni adasındaki Mondros limanında demirleyen İngilizlerin Akdeniz donanması amirallik gemisi Agamemnon zırhlısı içinde, dikte ettirilen mütâreke şartlarını 30 Ekim 1918 günü imzalamak mecburiyetinde kaldı. Osmanlı Devleti bu mütâreke sonunda Hicaz, Yemen, Asır, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’ı kaybetti.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ harbindeki asker zayiatının yekünü ise üç milyon sekiz yüz kırk iki bin beş yüz seksen kişidir. Dört milyona yaklaşan bu müthiş yekûnun beş yüz elli bini şehîd, sekiz yüz doksan bir bin üç yüz altmış dördü malûl, yüz üç bin yedi yüz otuz biri kayıp, iki milyon yüz altmış yedi bin sekiz yüz kırk biri yaralı ve yüz yirmi dokuz bin altı yüz kırk dördü esirdir (Bkz. Birinci Dünyâ Savaşı).
Birinci Dünyâ harbi sonları yaklaşırken, Selanik’ten İstanbul’a getirilerek İttihâd ve Terakkîciler tarafından Beylerbeyi Sarayı’na kapatılan sultan İkinci Abdülhamîd Han, rahatsızlığından dolayı 10 Şubat 1918 Pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Devlet erkânının ve kalabalık halk topluluğunun iştirak ettiği bir merasimle ikinci Mahmûd Han’ın türbesine defnedildi. Sultan Abdülhamîd Han’ın vefâtından dört ay yirmi üç gün sonra, 4 Temmuz 1918’de beşinci sultan Mehmed Reşâd Han da vefât etti. Cenazesi kendisi tarafından hazırlanmış olan Eyyûb’deki türbesine defnedildi.
Sultan Reşâd Han; halim, selîm ve merhametli bir şahsiyet olup, yaradılışta zekî idi. Terbiye ve nezâketi, her türlü ölçünün üstünde bulunuyordu. Maiyyetine karşı çok şefkatli davranır, biri rahatsızlanınca, iyileşinceye kadar defalarca hatırını sorardı. Hafızası çok kuvvetli idi. Daha önce geçen hâdiseleri en ince teferruatına kadar hatırlar ve naklederdi. Boş zamanlarında kitap okurdu. Saray âdetlerine, teşrifat ve protokollere hassasiyetle riâyet ederdi. Dînî vecîbelerini geciktirmeden yapardı. Cuma namazını değişik câmilerde kılardı. Meşrûtiyet anayasası çerçevesinde devleti idare etmek istemişse de, İttihâdcıların Osmanlı Devleti aleyhindeki faaliyet ve icrâatlarının önüne geçememiştir. Devrinde, Târih-i Osmânî encümeni kurularak millî târih ile alâkalı araştırmalar yapıldı. Osmanlılara âid târihî eserlerin muhafazası için cemiyet kuruldu.
Sultan Reşâd Han’ın saltanat devri, İttihatçıların keyfî ve mes’ûliyetsiz icrâatları neticesinde büyük hâdiseler ile geçti. Üç kıt’a, yedi denize hâkim Osmanlı Devleti’nin, dünyâ çapında faaliyet gösteren yıkıcı ve bölücü teşkîlâtların plânlı, sinsi çalışmaları netîcesinde sonu hazırlandı. Osmanlı Devleti, hiç yoktan milyonlarca kilometre kare toprak kaybına, hesaplanması ve tamiri mümkün olmayacak kadar büyük maddî ve manevî zararlara sebeb olan 1911-1912 Trablusgarb, 1912-1913 Balkan, 1914-1918 Birinci Cihân harblerine sokuldu. İttihâd ve Terakkî’nin yurtiçi ve yurtdışı icrâatı ve faaliyetleri Türkiye ve Türklere çok şeyler kaybettirdi. Sultan Reşâd Han, tehlikeleri önleyecek siyâsî hak ve iktidardan mahrum bırakıldı. Türkiye’de; Talat Paşa telgraf me’muru iken başbakanlığa; Enver Paşa, yarbay iken harbiye nâzırlığına; İsmâil Canbolat jandarma teğmeni iken, iç işleri bakanlığına; ilim ehli olmayıp İttihatçı ve mason olan Mûsâ Kâzım gibilerin şeyhülislâmlığa getirilmeleriyle yıkılma başladı. Liyâkat, ehliyet, tecrübe ve milletin sevgisinden, örfünden, maddî ve manevî kıymet hükümlerinden mahrum partizan şahısların devlet kadrolarına hâkimiyeti felâketi hızlandırarak, üç kıt’aya hâkim Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını hazırladı. Hâl böyle olmasına rağmen sultan Reşâd Han, Meşrûtiyet anayasası çevresinde hükümdarlık etmeye çalıştı. Kânuna dayanan veya dayanır görünen iktidarların tekliflerini, telkin ettikleri surette yerine getirmeye çalıştı. Teşebbüs kabiliyetine sâhib, cesaretli, kurnaz, fakat devlet ve millet menfâatini şahsî çıkar ve arzularına değişen şahsiyetler, hürriyet ve meşrûtiyet perdesi arkasından memlekete yapılmaması gerekenlerden daha fazlasını yaptılar. Türkiye, milletlerarası menfaat teşkilâtlarının emirleri istikâmetinde hâdiselerin içine çekilip, hıyanet ve acz içindeki İttihâdçılarca idare edildi.
Sultan Mehmed Reşâd Han’ın, Mihrengiz Kadın Efendi, Kâmres, Dürriaden ve Nâzperver isimli hanımlarından; Ziyâeddîn, Mehmed, Necmeddîn, Ömer Hilmi adında dört oğlu ile Rukiye isminde bir kızı olmuştur.
Uzun yıllar mesane hastalığından ıstırap çeken sultan beşinci Mehmed Han’a ölümünden iki yıl önce, Alman profesörü İsrâil tarafından başarılı bir ameliyat yapılmıştı. Pâdişâhsın sâdık hizmetçisi bu konuda şunları anlatır: “Yıldız Sarayı’nda bitkin hâlde yatmakta olan Pâdişâh’ı ameliyat odası hâline getirilen salona götürdüm. Kendileri omuzuma dayanarak zorlukla yürümekteydi. Emirleri üzerine hekimler ve yardımcıları yanındaki salonda bekliyorlardı. Ameliyat odasına girdiğimiz zaman, Pâdişâh oradaki bütün Türk doktorlarla ayrı ayrı helalleşti. Sonra kıbleye dönerek; “Ey büyük Allah’ım! Eğer ben milletim ve vatanım için hayırsız ve bahtsız isem beni şu ameliyat masasının üzerinden sağ kaldırma” diye duâ etti. Büyük bir cesaret ve tevekkülle ameliyat masasına uzandı. Doktorlar derhâl masanın başına toplandılar ve görevlerine başladılar. Yapılan ameliyat neticesinde sıhhate kavuştu.”
5 Mayıs 1909 : Hüseyin Hilmi Paşa’nın sadârete getirilmesi.
12 Ocak 1910 : Roma sefiri Hakkı Bey’in sadârete getirilmesi.
1 Nisan 1910 : Arnavutluk isyânının başlangıcı.
28 Eylül 1911 : Trablus savaşının başlaması.
29 Eylül 1911 : Saîd Paşa’nın sekizinci defa sadârete getirilmesi.
22 Temmuz 1912 : Gâzi Ahmet Muhtar Paşa’nın sadârete getirilmesi.
8 Ekim 1912 : Balkan savaşının başlaması.
15 Ekim 1912 : Ouchy Muâhedesi’nin imzalanması.
29 Ekim 1912 : Kâmil Paşa’nın dördüncü defa sadârete getirilmesi.
23 Ocak 1913 : Bâb-ı âli baskını ve Mahmûd Şevket Paşa’nın sadârete getirilmesi.
30 Mayıs 1913 : Balkan Savaşını sona erdiren Londra Barış anlaşması.
11 Haziran 1913 : Sadrâzam Mahmûd Şevket Paşa’nın öldürülmesi.
12 Haziran 1913 : Saîd Halim Paşa’nın sadârete getirilmesi.
21 Temmuz 1913 : Bulgarların elinde bulunan Edirne’nin geri alınması.
3 Ocak 1914 : Dâmâd Enver Bey’in paşalığa yükselmesi ve Harbiye nâzırlığına gelmesi.
11 Kasım 1914 : Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünyâ savaşına girmesi.
14 Kasım 1914 : Cihâd-ı Ekber, Büyük savaş ilân edilmesi
18 Mart 1915 : Çanakkale zaferinin kazanılması.
3 Şubat 1917 : Kudüs’ün düşmesiyle Filistin’in elden çıkması.
10 Şubat 1918 : Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın vefâtı.
3 Temmuz 1918 : Sultan Mehmed Reşâd’ın vefâtı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 252
2) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-14, sh. 6 v.d.
3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (İ. Hâmi Danişmend); cild-4, sh. 380
4) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-6, sh. 3456
5) 31 Mart Vak’ası (İ. Hami Danişmend); sh. 195
6) Rehber Ansiklopedisi; cild-14, sh. 296