3 Eylül 2020 Perşembe

FAS SEFERLERİ


Faslıların, Osmanlı Cihân Devleti’nin bir eyâleti olan Cezâyir’e saldırması, Portekizlilerin ve İspanyolların Fas’dan çıkarılması ve Faslıların, Osmanlı Devleti’nden yardım istemeleri sebebiyle başlayan seferler. Bu seferlerin çoğu, Fas sultanlarının, Osmanlı pâdişâhından yardım istemeleri üzerine olmuştur.
Fas sultânı Ehl-i sünnet itikadından ayrılarak topraklarını doğuda genişletmek maksadiyle 1551’de, Mevlâ Abdülkâdir kumandasında 30.000 kişilik bir kuvveti Cezâyir’e bağlı Tlemsan şehri üzerine göndermişti. Abdülkâdir, Tlemsan’ı kendisine karşı koyacak bir askerî birlik bırakılmadığı için kolayca zaptetmiş, Şelif vadisini ve Mostagonemi’yi de almak için daha da ileri gitmişti. Tlemsan’ın düştüğünü öğrenen Cezâyir beylerbeyi Barbaros’un evlatlığı Hasan Paşa, hak dîne ihanet eden bu bid’at sahiplerini cezalandırmak için 14.000 kişilik bir ordu ile üzerlerine yürüdü. Komutanları Abdülkâdir’i öldürüp, adamlarını darmadağın etti ve Tlemsan’ı kurtardı ve sancak beyi olarak Safa Bey’i bırakıp Cezâyir’e döndü.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, bozuk îtikâdlı berberi ve arabların meskun olduğu Fas’ın fethedilmesi için Sâlih Paşa’yı vazifelendirdi. Sâlih Paşa, 1553 Aralık ayının ilk günlerinde Tlemsan’dan Fas hududlarına girdi ve Fas şehrinin doğusunda bulunan Taza’ya kadar ilerledi. Fas sultânı ikinci Mehmed, 20 topu ve 80.000 askeriyle Salih Paşa’yı Taza’da karşıladı. Şiddetli bir çarpışma neticesinde Salih Paşa galip geldi. İkinci Mehmed’i, Fas şehrinde ve Sebu ırmağının güneyinde olmak üzere iki defa yendi. 7 Ocak 1554’de Fas surlarını aşarak şehri fethetti. Dört ay Fas’da kalan Salih Paşa, halka çok iyi davrandı ve ülkede Kânûnî Sultan Süleymân Han adına hutbe okuttu. Kuzey Afrika sahilinde İspanyollara âid Penon ve Velez hisarını fethedip 250 muhafız yerleştirdikten sonra Cezâyir’e döndü.
Fas sultânı, Salih Paşa’nın çekilmesinden sonra 21 Mayıs 1554’de Fas üzerine hücum edip, şehri geri aldı. İspanyollardan yardım isteyip, onlarla, Osmanlılara karşı birleşti. Salih Paşa, ikinci Mehmed’in İspanyollarla anlaştığını ve Fas’ı aldığını öğrenince, Cezâyir’in doğusunda bulunan İspanyollara âit Becâye kalesini kuşatarak fethetti.
Osmanlı hükümdarı Kânûnî Sultan Süleymân Han, Faslıların İspanyollarla anlaştığını işitince; Osmanlı aleyhine çalışan, gerektiğinde İslâm düşmanlarıyla birleşen Fas sultânına haddini bildirmesi için Hasan Paşa’yı vazifelendirdi. Hasan Paşa, emrindeki yiğitlerden Salih Kahyâ’yı bir kaç levendiyle ikinci Mehmed’i öldürmek üzere Merakeş’e gönderdi. Salih Kahya bir avuç fedâisiyle Cezâyir’den hareket etti. Hududu geçip Fas topraklarına girdiler. Onbinlerce Berberinin arasından yakalanmadan sıcak çölleri, yüksek dağları aşıp Tlemsan’a 950 km. uzaklıktaki Tarudant’a ulaştılar. Oradan Merakeş’e varıp ikinci Mehmed’in huzuruna çıkarak, Cezâyir’den geldiklerini, Hasan Paşa’dan çok zulüm gördüklerini, kabul ederse kendisine sığınmak istediklerini söylediler. Cezâyir’deki Türklerin durumu hakkında gerçeğe uymayan şeyler anlatarak, Fas sultânını kandırdılar. Zâten İkinci Mehmed’in, harplerde pek büyük kahramanlığını gördüğü Osmanlı leventlerine ihtiyâcı vardı. Salih Kahyâ’yı ve fedailerini kabul edip, kendi muhafızları arasına aldı. Ayrıca Salih Kahyâ’yı başlarına kumandan tâyin etti. Salih Kahya ve arkadaşları bir fırsatını bularak Fas sultânı ikinci Mehmed’i 23 Ekim 1556’da öldürüp kaçtılar. Yolda bir kaç şehîd vererek Cezâyir’e ulaştılar. Haberi heyecanla bekleyen Hasan Paşa sayıca az fakat dîni için ölmeye hazır askerleriyle hareket etti ve 44.000 kişilik Fas ordusuyla Vâdi-yül-Bend’de karşılaştı. Küçük kuvvetiyle düşmanı bir hayli hırpaladı ve pek çok zayiat verdirdi. Ancak 22 Ağustos 1558’de 12.000 kişilik bir İspanyol kuvvetinin Kont Alkodete komutasında Aran kalesinden çıkarak üzerlerine geldiğini öğrendi. Sür’atli bir manevra ile geri çekilen Hasan Paşa, Akdeniz sahiline yöneldi. Kont’un askerlerini kıyıdan tâkib eden cephane dolu dört İspanyol gemisine kadırgalarıyla saldırdı. İspanyolların gözü önünde gemileri zaptetti. Tlemsan’a gelmeyi ve Hasan Paşa ile çarpışmayı göze alamayan Kont Alkodete, Mostaganem kalesini kuşattı. Kalede bulunan mücâhidler çarpışarak Hasan Paşa’nın yetişmesini bekliyorlardı. Kısa zamanda Mostaganem’e yetişen Hasan Paşa, derhal çarpışmaya girdi. Neticede Kont öldürülüp oğlu Don Martin esir alındı, İspanyol kuvvetleri tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanıldı.
Bundan sonraki târihlerde Piyâle Paşa, Uluç Ali Paşa gibi Kapdân-ı deryalar, Fas’ın sahil şeridini baştan başa fethettiler. Fakat Osmanlı leventleri geri çekilince fethedilen yerler tekrar düşman eline geçiyordu.
Fas sultânı Abdullah 1574’de öldüğü zaman, taht kavgaları başladı. Abdullah’ın oğlu üçüncü Mehmed sultan olmuştu. Fakat amcası Abdülmelik, İstanbul’a gelip Osmanlı sultânı üçüncü Murâd Han’dan yardım istedi. Osmanlı Sultânı’na tâbi olmak ve vergi vermek şartıyla tahta çıkarılabileceğini bildirdiler. Osmanlı dostu olan Abdülmelik, Ramazan Paşa’nın 14.700 kişilik ordusu ile Fas’a geldi. Fas sultânı üçüncü Mehmed’in 60.000 kişilik ordusunu yenerek 9 Mart 1576’da Fas tahtına oturdu.
Savaşı kaybedince Merakeş’e kaçan üçüncü Mehmed, İspanyollardan ve Portekizlilerden yardım istedi. Uzun zamandır Osmanlılardan intikam almak için bekliyen haçlılar, bu fırsatı kaçırmadılar. Portekiz kralı Don Sebastiao ve İspanya kralı üçüncü Filip anlaştılar. Buna göre Fas’ın Akdeniz ve Atlantik kıyıları işgal olunarak Portekiz himayesine terk edilecekti.
Portekiz ordusu, 1578 yılı Haziran ayı başında donanmasıyla Kuzeybatı Afrika’daki Tanca’ya hareket etti. Arâiş limanını ele geçirmek düşüncesiyle Fas sahiline asker çıkardı. 360 topun da bulunduğu Portekiz, İspanya, İtalya, Alman, Papalık, Fransa gibi hıristiyan devletlerin katıldığı 80.000 kişilik bu muazzam ordu, Kasrulkebîr şehrinin etrafındaki Vâdisseyl ovasına geldiler. Donanmalarını kıyıya yanaştırarak beklemeye başladılar. Eski Fas sultânı üçüncü Mehmed de yanlarında idi.
Ramazan Paşa, donanmasına Fas kıyılarına yakın seyr ederek gelmesini emrettikten sonra, 30.000 kişilik Osmanlı yiğidiyle kâfirlerin üzerine yürüdü. Sultan Abdülmelik ve kardeşi Ahmed’in de bulunduğu orduya yerlilerden katılanlar oluyordu. Sultan Abdülmelik, hasta olduğu hâlde birliklerinin başında durmak için Ramazan Paşa ile geliyordu. Neticeden hiç ümitli değildi. “Bu küçücük ordu ile koskoca haçlı sürüsünü yenmek kolay değil!..” diye düşünüyordu.
Askerî bir dehâ olan Ramazan Paşa, Vâdisseyl’e gelir gelmez başkumandanlık çadırını kurdurup, düşmana elçi gönderdi. İslâm elçileri, hıristiyan ordusunun başkumandanı Portekiz kralı Sebastiao’nun çadırına gidip, İslâm’a davet ettiler. Kabul etmedikleri takdirde cizye vermelerini, yoksa kan döküleceğini bildirdiler. Genç Portekiz kralı, elçilere hakaret ederek isteklerini reddetti. Biraz sonra Kuzey Afrika’da Osmanlılarla haçlı ordusu arasında en büyük meydan muhârebelerinden biri yapılacaktı.
4 Ağustos 1578 târihinde Ramazan Paşa, savaş düzeninde bulunan askerlerine hücum emrini verdi. Osmanlı süvarileri, sağ ve sol kanatta bulunan komutanlar geniş bir kavis çizerek yanlara açıldı. Önde giden serdengeçtiler önce oklarını ve mızraklarını hedeflerine sapladılar. Sonra yalın kılıç düşman ön saflarında müthiş bir çarpışmaya koyuldular. Kısa bir süre için kendilerini gösteren bu yiğitler, kumandanlarının işaretiyle derhâl geri geri çekilmeye başladılar. Müslümanları kaçmaya mecbur ettik zannına kapılan haçlılar, olanca güçleri ile ileri atıldılar. Süvariler arkaya doğru at sürerken bile geriye dönüp ok atarak düşmana zâyiât verdirmeye çalışıyorlardı. Arayı bir ok atımı mesafesinde tutan süvariler, Osmanlı toplarının olduğu yere kadar gelince aniden yanlara açıldılar. Ortada sâdece haçlılar kalmıştı. Artık sıra toplara gelmişti. Toplar hep birden ateşlenince, haçlı sürüsü darmadağın oklu. Ramazan Paşa, bir kaç saat içinde neticeye ulaştı. Düşman, meydanda 20.000 ölü bırakmış, 40.000 esir vermişti. Ancak 20.000 kadarı perişan bir hâlde kıyıda bekleyen gemilerle kaçmayı başardılar. Bu sırada kıyılardan seyreden Osmanlı donanması, Sinân Paşa’nın kumandasında Portekiz donanmasına yüklendi. Pek çok Portekiz kadırgası askerleriyle birlikte batırıldı.
Portekiz kralı mağrur Sebastiao ve üçüncü Mehmed harp meydanında öldürüldü. Haçlıların 360 topu ve pek çok mühimmatı Ramazan Paşa’nın eline geçti. Böyle bir neticeyi hayâlinden bile geçiremiyen Fas sultânı Abdülmelik’in hasta bedeni bu sevince dayanamadı ve orada öldü. Yerine uzun süre Osmanlı terbiyesi görmüş olan kardeşi ikinci Ahmed sultan olurken, bu müthiş darbeye dayanamayan Portekiz, istiklâlini kaybetti ve dost görünen İspanya tarafından işgal edildi.
Böylece uzun süren bir mücâdele neticesinde, Fas da doğrudan doğruya pâdişâhdan emir alan bir sultanlık şeklinde Osmanlı tâbiiyyetine girmiş oldu. Bölgede Ehl-i sünnet itikadı yayılıp, müslümanlar amelde Mâliki ve Hanefî mezhebini benimsediler. İspanyol zulmüne uğrayan Endülüs müslümanlarının sığınağı oldular. Osmanlı güçlü kaldığı müddetçe rahat ettiler. Sonraları fitnecilerin kışkırtması neticesinde Fas sultânı ile Cezâyir beylerbeyliğinin arası açıldı. Osmanlı’nın en zor durumlarında çeşitli sıkıntılara sebeb oldu. Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ile kontrolden uzak bir şekilde Kuzey Afrika topraklarına vahşice saldıran Avrupalı sömürgeci devletler, Fas’ı da zulümleri ile harâb ettiler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2,3
 2) Vâdiyüsseyl Meydan Muhârebesi ve Osmanlıların Yükselme Çağında Türk Denizciliği (Yılmaz Öztuna, Türk Kültürü, cild-3, sayı-34, Ankara-1965)
 3) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, sh. 47
 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-5, sh. 128, 406, cild-10, sh. 88
 5) Fas Seferi (Genelkurmay, Ankara-1978)

FAKİRULLAH


Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin Kasım bin Abdülcemâl’dir. Fakîrullah lakabı ile tanınmıştır. 1656 (H. 1067)’de Siirt’in Tillo kasabasında doğdu. 1734 (H. 1147)’de vefât etti. Türbesi Tillo’dadır. Dedesi Molla Abdülcemâl, Peygamber efendimizin amcası hazret-i Abbâs’ın torunlarındandır. Dedesi ve babası Tillo’da müderris idiler.
Fakîrullah hazretlerinin annesi, dînimizin emir ve yasaklarına çok dikkat eden sâliha bir hanımdı. Abdestsiz meme ve yiyecek vermemeye çok dikkat ederdi. Körpecik yavrusunu îmânlı göğsüne bastıkça, onun büyük bir âlim olması için duâlar ederdi. Babası küçük yaştan îtibâren ilim öğretmeye başladı. Tahsîlini yirmi dört yaşında tamamlayıp, zahirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs bir âlim ve evliyâ olarak yetişti. Babasının vefâtından sonra yerine müderris oldu ve pek çok talebe yetiştirdi.
Fakîrullah hazretleri, haramlardan ve şüpheli şeylerden çok sakınırdı. İnsanın mârifet-i ilâhiyyeye kavuşması için çok önemli bir husus olan helâl lokma yemeye son derece dikkat ederdi. Tarlasını abdestli olarak eker, biçer, hasad eder ve öşrünü verirdi. Bundan sonra eldeğirmeninde öğütür, ekmek yapardı. Yiyeceklerine hiç bir şüphe karışmamasına çok dikkat ederdi. Bağından üzüm getirirken, hayvanların hakkı geçer korkusuyla hayvana yük vurmaz, sırtında taşırdı. Gecelerini ibâdetle, gündüzlerini de oruçlu geçirirdi. Allahü teâlâyı bir an unutmazdı. Kırk yaşına kadar bu hâl üzere devam etti. Kırk yaşında latîf mîzâcı değişip, yüksek hâllere kavuştu. Kırk sekiz yaşında iken bir Cum’â gecesi karanlıkta evinin avlusunda bulunan on beş metre derinliğinde kuru bir kuyuya düştü. Sâdece sol kaşı üzerinde ince bir sıyrıkla kurtuldu, vücûduna hiç bir şey olmadı. Bu kadar yüksekten düşüp sağ salim kurtulunca Allahü teâlâya hamd edip, kuyunun içinde secdeye kapandı. Bu sırada Abdülkâdir-i Geylânî, Ahmed Rıfâî ve Cüneyd-i Bağdadî hazretleri gibi pek çok velînin rûhâniyeti orada toplanıp, kendisine feyz verdiler. Tasavvufda Gavs denilen dereceye yükseldi. Bu hâdiseden sonra sekiz sene kendinden geçmiş bir hâlde yaşadı.
Daha sonra talebelerini zahirî ve bâtınî ilimlerde yetiştirdi. Talebeleri arasında kendisine en yakın İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin babası Molla Osman idi. İbrâhim Hakkı da dokuz yaşından îtibâren, babası ile Fakîrullah hazretlerinin sohbet ve hizmetlerinde bulundu. Netîcede sohbetlerinde de derslerinde yetişip büyük bir âlim ve velî oldu.
İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kerâmetleri ve menkıbeleri meşhurdur. Kendisine muhalefet ve edebsizlik eden kimseler, çeşitli belâlara düşmüşler ve pişman olmuşlardır. Kendinden sonra yerine bıraktığı kıymetli talebesi İbrâhim Hakkı Erzurûmî, hocasının vefâtından bahsederken şöyle buyurmaktadır: “O temiz rûh, beden sarayına girip yeryüzüne indi. Kemâle gelip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıdı. İnsanlar tarafından tanındı. Ezelî ihsânlara kavuşup sonsuz feyzlere menbâ oldu. İki cihânı da gönül aynasında görüp, yalnız Rabbine döndü. O’nun emrine sarıldı. Böylece bu dünyânın zevk ve safâsına aldanmayıp, hakîkî âlemde huzurlu olmanın yolunu tuttu. Bu dünyânın zulmetinden usanıp, bir an önce ebedî âleme kavuşmayı arzuladı. Nöbetini savmak (vefât etmek) istiyordu. Zîrâ pâk ruhu beden mezârında mahbus gibi kalmış idi. Yaşı sekseni geçince, 1734 (H. 1147) Şevval ayının ortalarında bir Cuma gecesi evlâdını ve torunlarını yanına çağırıp, ilim öğrenmelerini ve sâlih amel ile meşgul olmalarını vasiyyet etti. Sonra Yâsîn-i şerif okumalarını istedi. Yâsîn-i şerifin “Selâmün kavlen...” âyet-i kerimesi okunurken, Allah diyerek ruhunu teslim eyledi. Mübarek ruhu gidip, latîf cismi kaldı...”

SABRIN SONU SELÂMETTİR

Fakîrullah hazretleri büyük İslâm âlimi olan talebesi İbrâhim Hakkı Erzurûmî’ye şöyle buyurmuştur:
“Ey Molla İbrâhim Hakkı! Allahü teâlâya bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlânın, bütün maksatlarına kavuşturmasını ümid ederim.”
“Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır.”
“Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.”
“Allahü teâlâdan razı olandan, Allahü teâlâ. da razıdır. Kazaya rızâ, evliyânın şânındandır.”
“Sevgiliden gelen sıkıntı bahşiştir. Bahşişi kabul etmemek hatâdır.”
“Allahü teâlâ bir kulunun marifet sahibi olmasını isterse, kendi nurunu o kulunun kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.”
“İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir. İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o, mü’minin miracıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile beraber kıl. Mümkünse cemâati de kaçırma.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mârifetnâme; sh. 520
 2) Sefînet-ül-evliyâ- cild-2, sh. 152
 3) Tezkiret-ül-ahbâb fî menâkıb-il-aktâb
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 318

FAHREDDİN ACEMİ


Osmanlı Devleti’nin ikinci şeyhülislâmı. İsmi Fahreddîn olup, İran’dan Anadolu’ya geldiği için Acemî denilmiştir. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1460 (H. 865) târihinde Edirne’de vefât etti. Buradaki Dârülhadîs Câmii önünde defnedilmiştir.
Tahsiline memleketinde başlayan Fahreddîn-i Acemî pek çok âlimden ve bilhassa büyük İslâm âlimi Seyyid Şerîf Cürcânî’den de ilim öğrendi. Sonra Anadolu’ya gelerek Molla Fenârî’nîn oğlu Muhammed Şah’ın hizmetinde bulundu ve ona muîd (asistan) oldu. Bâzı medreselerde müderrislik yaptı. Sultan Murâd Han zamanında 1430 (H. 834) senesinde şeyhülislâm Molla Şemseddîn Fenârî’nin vefâtı üzerine, Edirne’de şeyhülislâm oldu ve Sultânın maaşını arttırmak isteğini kabul etmedi; “Beytülmâl’den (devlet hazînesinden) aldığım, ihtiyaçlarımı karşılıyor. Daha fazlasına ihtiyâcım yok” diyerek kanaatkârlığını arzetti.
Fahreddîn Acemî, sultan İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında, en güzel şekilde, otuz sene fetva işlerini idare etti.
Fâtih Sultan Mehmed Han, ilme ve ilim adamlarına değer verip koruduğu gibi, âlimlere hürmet eder ve onlara geniş imkânlar sağlardı. Bu durumdan faydalanmak isteyen hurûfî bozuk îtikâdındaki bâzı kimseler, yaldızlı sözler ve hîlelerle sultanın gözüne girdiler (Bkz. Hurufilik). Fâtih, sarayda onlara bir de oda tahsis etmişti. İç yüzlerini gizleyen hurûfîler, Fâtih’in sarayında bir müddet rahat yaşadılar. Bunların bozuk yolda olduklarını, vezir Mahmûd Paşa anlamıştı; fakat Fâtih Sultan Mehmed’e bir şey söylemeye cesaret edemiyordu. Nihayet Fahreddîn Acemî’ye anlattı. Fahreddîn Acemî ile Mahmûd Paşa anlaştılar. Mahmûd Paşa, evinde bir davet tertib etti. Davete, hurûfî yolunda olan sapıklar da çağırıldı. Fahreddîn Acemî de perde arkasına saklanmış, onları dinliyordu. Sohbet ilerleyince, Mâhmûd Paşa, hurûfîleri çok sevdiğini söyledi. Veziri kendilerinden zanneden bu kimseler, de, kendi fırkalarının iç yüzünü anlatmaya başladılar. Sapıklıklarını ve küfürlerini açıkladılar. Hattâ; “Allahü teâlâ (hâşâ) Fadlullah’a hulul etmiştir” dediler. Bunu duyan Fahreddîn Acemî, daha fazla dayanamadı. Hemen ortaya çıkarak bu sapıkların üzerine atıldı. Hurûfîler kaçarak, saraya sığındılar. Fahreddîn Acemî de peşlerinden koştu. Sarayda, bunları yakaladı. Hadiseden haberi olmayan Fâtih Sultan Mehmed, Şeyhülislâma karşı edebinden hiç sesini çıkarmadı. Fahreddîn Acemî, bu işi burada hâlletmek istiyordu. Hemen câmiye gitti, halkı câmiye çağırdı. Kalabalık bir cemâat vardı. Fahreddîn Acemî hazretleri minbere çıkarak, bunların sapık ve dinsiz olduklarını isbât etti. Kötü yolda olduklarını ve hemen îdâm edilmeleri lâzım geldiğini söyledi. Mahkeme kurulup, îdâm edilmelerine karar verildi. Halkın ibret alıp, böyle sapıklara fırsat vermemeleri için, büyük bir kalabalık önünde cezaları infaz edildi. Çünkü bu sapıkların reisi ve fırkalarının kurucusu Fadlullah’ın yeryüzünde Allah’ın temsilcisi, hattâ insan suretindeki şekli olduğunu söylüyor ve başkalarını da kandırmaya çalışıyordu. Bütün hurûfîler tesbit edildi. Hepsi yakalanıp cezaları verilerek Osmanlı toprakları bu sapıklardan temizlendi.
Hastalandığında, Molla Ali Tûsî ziyaretine geldi. Fahreddîn Acemî’den nasihat istedi. O da; “Halkın sırtından kânun kamçısı eksik edilmesin” dedi. Yâni kânunların uygulanmasında kimseye tâviz verilmesin demek istedi. Bir daha konuşmadı ve vefât etti. Edirne’de Üç Şerefeli Câmi yanında bir medrese yaptırdı. Kaynaklarda, eserinden bahsedilmemektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyik-i nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 81
 2) Devhat-ül-meşâyıh; sh. 5, 6, 7
 3) Nefehât-ül-üns; sh. 671
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-11, sh. 379

CÜLUS


Osmanlılarda tahta çıkacak şehzâdenin, pâdişâhlığının îlân edilmesi için yapılan merasim. Cülûs bahşişi ise, asker ve me’mura verilen atıyyenin adıdır. Cülûs, Osmanlı Devleti merasimleri arasında önemli yer tutmaktadır.
Oğuz ve Selçuklularda hükümdar, şehzâdeler arasından seçilerek tahta geçirilirdi. Oğuzlarda seçimi kurultay, Selçuklularda ise önceleri il ve boy beyleri; sonra vezirler, emirler topluluğu yapardı. Osmanlılarda başlangıçta bu usûl uygulandı. Meselâ Orhan Gâzİ, ahiler tarafından; Yıldırım Bâyezîd, beyler tarafından hükümdar seçildiler.
Çelebi Sultan Mehmed Han, kendisinden sonra büyük oğlu Murâd Bey’i pâdişâh yapmalarını devlet erkânına vasiyyet etmişti. Buna karşı amcası (Düzmece) Mustafa ve kardeşi Mustafa Çelebi, saltanat iddiasıyla karşı çıktılar ise de, beylerin, Murâd Han’a sâdık kalarak büyük bir azim ve kararlılıkla hareket etmeleri üzerine başarılı olamadılar.
Fâtih Sultan Mehmed Han, Kânûnnâme’sine koyduğu bir madde ile, saltanat makamına geçmek için yaş mes’elesini mevzûbahs etmeyerek; “Evlâdımdan her kime saltanat müyesser ola, kardeşlerin, nizâm-ı âlem içûn katletmek münâsibtir. Ekser ulemâ dahî tecvîz etmiştir. Ânında âmil olalar” kaydıyla, devletin tek elden idaresini kabul etmişti.
1574 yılından sonra, mevcûd şehzâdelerin eyâletlerde vâlilik etmeleri usûlü kaldırılarak, içlerinden en yaşlı olanlardan birinin hükümdarlığa namzed olarak sancağa çıkarılması kânun hâlini aldı. Bu usûl, saltanat varisliğine doğru atılmış ilk adımdı. Nitekim çok geçmeden 1617 yılından îtibâren Osmanlılarda pâdişâhlığın hânedân içinde en yaşlısına intikâli kabul edildi.
Osmanlılarda saltanat süren pâdişâhın vefâtı veya saltanat hal’i üzerine yerine geçen pâdişâhların cülûsları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni pâdişâha hemen o gün bîat olunurdu. Eğer pâdişâh gece vefât etmiş ise merasim sabah erkenden yapılırdı. Yeni pâdişâhın cülûsu gün ve saati teşrîfâtcı tarafından merasime iştirak edecek olanlara derhâl bildirilirdi.
Pâdişâhın tahtı, bâbüssaâde denilen Akağalar kapısı önüne kurulurdu. Bundan sonra dârüssaâde ağası silahdâr ağa ile birlikte yeni pâdişâha giderek onu babasından, amcasından veya ağabeyinden boşalan tahta davet ederdi. Bundan sonra yeni pâdişâh has oda önündeki demir kapıdan çıkarak taht odasına geçer, burada Hırka-i Saadet yanında iki rekat namaz kılarak şükrederdi. Bundan sonra cülûs törenine gitmek üzere saltanat alâmeti olan Yûsuf’i destâr (Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır’dan getirdiği mukaddes emânetlerden Yûsuf aleyhisselâma âid olan başlık)’ı ve samur erkân kürkü giyer, dışarı çıkardı. Bâbüssaâde önünde kurulmuş olan tahta oturur ve merasim başlardı.
Kânun îcâbı olarak sırasıyla Nakîb-ül-eşrâf, Kırım hanzâdesi, saray ağaları ve rikâb ağaları ile kapıcıbaşı âzalarının tebriklerinden sonra huzura şeyhülislâm gelir, kısa bir duâdan sonra bîat eder, onu sadrâzam, vezirler ve diğer devlet erkânı tâkib ederdi. Cülûs töreni teşrifatçıların etek öpmesiyle biter, yeni hükümdar, huzurda bulunanları selâmlayarak has odaya geçerdi. Burada biraz dinlendikten sonra, vefât eden pâdişâhın cenaze namazına katılırdı.
Cülûs töreni, kılıç alayı ve türbe ziyaretleri ile tamamlanırdı (Bkz. Kılıç Alayı), önce bütün hükümdar türbelerini içine alan ziyaret, sonraları sâdece Fâtih Sultan Mehmed Han’ın türbesine yapılır oldu. Yeni pâdişâhın cülûsu haberi derhal İstanbul’da tellallar vasıtasıyla ve toplar atılarak îlân olunurdu. Ayrıca bütün Osmanlı ülkesine fermanlar gönderilerek tamim edilir ve şenlikler yapılırdı. Cülûs töreninden sonra, hükümdar cülûs bahşişi dağıtırdı.
Cülûs Bahşişi: Cülûs bahşişi verme usûlü Osmanlılardan evvelki İslâm devletlerinde de vardı. Osmanlılardaki cülûs bahşişleri iki türlü idi. Birisi belli ve kânunda belirtildiği gibi bir defaya mahsus olarak verilir, diğeri ise, askerlerin ulufelerine zam suretiyle icra edilirdi. Tahta çıkan her pâdişâhın; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin” suretinde lisânen tasdîk etmesi ve bu tasdiki askerin işitmesi usûlden idi.
Bu bahşişten yalnız asker değil büyük ve küçük bütün me’murlar istifâde eder, sadrâzam ve şeyhülislâma otuzar bin akçe verilirdi.
Osmanlı târihinde ilk defa cülûs bahşişi, 1389 târihinde Kosova sahrasında pâdişâh seçilen Yıldırım Bâyezîd Han tarafından Kapıkullarına verilmiş ve bu usûl sultan birinci Abdülhamîd’in cülûsuna kadar devam etmiştir.
Cülûs bahşişi verilmesi, Fâtih tarafından kânun hâline getirilmiş, Yavuz Sultan Selîm Han da cülûs bahşişinde ödenecek paraları tesbit etmiştir.
İlk zamanlarda pâdişâhların bir ihsânı şeklinde olan cülûs bahşişi, sonları pâdişâhların bir lütfü olmaktan çıkmış ve bu bahşiş uğrunda bir hayli ihtilâller olmuştur.
Cülûs Bahşişi Dîvânı: Cülûs bahşişi verilmek üzere toplanan dîvân, Cülûs bahşişi kânununda, bu paranın dağıtılması emrinin pâdişâh tarafından sözle bildirilmesi şart olduğundan, bu iş için dîvân normal bir toplantı yapar ve bahşiş parasının hazırlanmış olduğunu bildiren bir telhis yazılır, kapıcılar kethüdası ile bâbüssaâde ağası eliyle pâdişâha sunulurdu. Pâdişâh bir taraftan bahşişin dağıtılması için yazılı izin verirken, sözle de; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür, verilsin” diyerek dîvâna haber gönderirdi. Hazırlanan bahşiş keseleri, ulufe dağıtımındaki esaslara göre ilgililere verilirdi. Bahşiş dağıtımı bitince vezirler arza girerlerdi. Bu merasime defterdâr katılmazdı.
Cülûs Çıkması: Pâdişâhların cülûsları münâsebetiyle yapılan çıkmalar hakkında bir tâbir. Buna büyük çıkma, umum çıkması da denilirdi.Çıkma me’zuniyet demek olup, acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabulleri, saray hizmetlerinde bulunanların taşra hizmetlerine veya saraydaki odalardan birinden diğerine me’mur edilmeleridir.
Cülûs Tebliği: Yeni pâdişâhın Osmanlı tahtına oturmuş olduğunu, münâsebette bulunan devletlerin hükümdarlarına gönderilen elçilerle bildirmektir. Bundan başka İstanbul’da devamlı bulunan elçilere de tercümanlar aracılığıyla birer nâme gönderilirdi.
Bu tebliğ üzerine yeni pâdişâhı tebrik etmek üzere İstanbul’a gelen elçiler, pâdişâh tarafından özel bir törenle kabul edilirdi.
Yeni pâdişâhın tahta geçtiği, Osmanlı tebeasına fermanla duyurulur ve hutbenin yeni hükümdar adına okunması bildirildiği gibi, devlet içindeki il darphânelerine gönderilen başka bir hükm-i şerîf ile de, paranın yeni hükümdar adına basılması bildirilirdi. Bundan başka Kırım hanına da özel bir kapıcıbaşı gönderilmek suretiyle yeni pâdişâhın cülûs ettiği haber verilirdi.
Cülûsiyye: Pâdişâhların saltanat tahtına çıkmaları münâsebetiyle söylenmiş manzume veyahut yazılmış makaleler. Önceleri kasîde tarzında kaleme alınan cülûsiyyeler, ikinci Abdülhamîd Han devrinde mensur olarak yazılmaya başlanmıştır. Cülûsiyyelerde, yeni hükümdarın tahta çıkmasıyla memleketin daha çok huzura kavuştuğu ve halkın neşesi anlatılır.
Sultan Osman için Nef’î’nin yazdığı cülûsiyyeden bir beyt şöyledir:
Şehinşâh-ı adâlet-pişe Osman Hânı Sânî kim,
Vücuduyla hayât-ı taze buldu mülk-i Osmânî.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târih ve Edebiyat Mecmuası; sh. 453
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 255
 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 212
 4) Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı; sh. 56, 184
 5) Teşrîfât-ı Kadîme; sh. 115
 6) Sancağa Çıkarılan Osmanlı Şehzâdeleri (İ.H.Uzunçarşılı; Belleten, cild-39, sayı 156, Ekim-1975)

CUMA SELAMLIĞI


Osmanlı pâdişâhlarının Cumâ namazına gittikleri ve namazdan dönüşleri sırasında yapılan merasim.
Yavuz, Sultan Selîm Han’dan itibaren Osmanlı sultanları aynı zamanda İslâm halîfesi de oldukları için Cumâ namazına ayrı bir ehemmiyet verirlerdi. Cuma namazının kılındığı, hutbenin verildiği câmilerin bütün müslümanlara açık olması; hükümdarın halkla temasının sağlanarak derd ve dileklerin bizzat pâdişâha ulaşmasını sağlıyordu.
Pâdişâhlar, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a kadar câmilere ata binerek selâmlığa giderlerdi. Rahatsızlığından dolayı, sultan Abdülhamîd Han’ın saltanat arabası ile Cumâ’ya gitmesinden sonra atla gitme terkedildi.
Cuma selâmlığı merasiminde; askerî, mülkî ve ilmiye sınıfından pekçok kimseler bulunur; her sınıf askerden birlikler iştirak ederek namazdan sonra pâdişâhın önünde resmî geçitte bulunurlardı. Askerini seven, yüzyıllar boyu serhat boylarında zafer haberleri gönderen atalarını yâd eden halk, bu merasimleri büyük ilgi ile tâkib ederdi. O gün sokaklar bayram günleri gibi dolup taşardı.
Selâmlıklara bütün şehzâdeler, bâzı yaverler, tüfekçiler ve hünkâr çavuşları katılırdı. Selâmlığın hangi câmide yapılacağı bilinmediği için, sultan Abdülhamîd Han zamanında Yıldız Sarayı’nda toplanırlar orada irâdeyi bekler, pâdişâh çıkınca onunla birlikte hareket ederlerdi. Bu esnada alkışçı tâbir olunanlar şöyle söylerlerdi: “Uğurun hayır ola, yaşın uzun ola, yolun açık ola, saltanatına mağrur olma pâdişâhım senden büyük Allah var.”
Son devirde otuz üç sene pâdişâhlık yapan sultan Abdülhamîd Han’ın selâmlıkları hiç aksatmadığını, câmide dert ve sıkıntısı olanların arzuhallerini alıp yaptırdığını târihî kaynaklar belirtmektedir. Sultan Abdülhamîd Han namaz kılıp kılmamak hususunda kimseye mecburiyet koymadığı gibi, baskıda da bulunmazdı. Yalnız veliahdların namaz kılmalarını ister, kılmayanları da îkâz ederdi.
Selâmlık resmini seyir için gelen halk uzaklarda dururdu. Pâdişâhı çok uzakdan da olsa görmeyi arzu eden halk, büyük bir kalabalık teşkil ederdi. Ecnebiler ise; bunlardan sefirler için mâbeyn dâiresinin önünde set üzerinde kapalı bir yer tahsis olunur; burada izzet ve ikrâmda bulunulurdu.
Hünkâr, selâmlık için İstanbul’un bütün meşhur câmilerini dolaşırdı. Halkın değişik câmilerde sultânı görebilmeleri dert ve şikâyetlerini dinleyebilmeleri için Sultan Selîm, Fâtih, Sultan Ahmed, Bâyezîd, Ortaköy’de Mecidiye câmilerinden, Beylerbeyi Câmii’ne kadar giderlerdi. Cumâ selâmlığından sonra, Balmumcu çiftliğine; Ihlamur ve Zincirlikuyu köşklerine, arasıra saltanat kayığı ile Beylerbeyi’ne geziler yapılırdı.
Sultan dördüncü Mehmed Han’ın, 7 Nisan 1672 senesi Cuma günü Edirne’de Selimiye Câmii’ne Cuma namazı kılmak için giderken yapılan Cuma selâmlığı merasimini Galland adlı meşhûr bir Avrupalı da görmüştür. Bu Avrupalı, gördüğü Cuma selâmlığını tasvir ederken şöyle demiştir: “... Hoş bir manzara teşkil eden uzun konvoylardan sonra, Pâdişâh göründü. Gümüş renginde bir ata binmişti. At yavaş yavaş yürüyordu... Pâdişâh bu nizamla, Sultan Selîm Câmii’ne kadar gitti. Câmi’nin kapısında, rum ve ermeni olmak üzere on bir erkek, üç kadın ve üç çocuk, pâdişâh’a müslüman olduklarını söylediler. Pâdişâh bunu memnuniyetle ve takdirle karşıladı. Cuma namazından dönüşte, bir kadın, Pâdişâh’a bir arzuhal takdim etti. Pâdişâh bunu alıp okumak için durdu. Bizim Fransız sefareti erkânının bulunduğu yere gelince, bir vatandaş daha istida (dilekçe) sundu. Fakat bu kişi kalabalık sebebiyle Pâdişâh’a yaklaşamadı. Bir kapıcıbaşı bu istidayı almak üzere atından inip yanına gitti... Dönüşümüzde yolda şehirden ve saraydan pek çok top atıldı.”
İkinci Abdülhamîd Han bir Cuma selâmlığına çıktığında, Sultân’ı görmek isteyen yabancılar da kendilerine tahsîs edilen tribünden seyrediyorlardı. Bir defasında yabancılar arasında meşhur Fransız artisti Sara Bernardt Abdülhamîd Han’ı görmek için geldiği tribünden, Pâdişâh’ın geçmekte olduğunu görünce; “Abdülhamîd vurulmaz diyorlar, hâlbuki buradan bir tabanca ile pekâlâ vurulabilir” demiştir. Bu söz, Abdülhamîd Han’ın kulağına kadar ulaşır. Bunun üzerine Abdülhamîd Han kapalı tribünleri açtırmıştır. Böylece yabancılar Cuma selâmlığı merasimi ve pâdişâhı açık tribünlerden seyretmişler ve pâdişâhın cesaretini görmüşlerdir.

BOMBA HÂDİSESİ!..

Pâdişâhlığı müddetince devamlı Cuma selâmlığına çıkan Abdülhamîd Han, 21 Temmuz 1905 senesi Cuma namazı için Yıldız Câmii’ne gittiğinde, târihde Bomba hâdisesi denilen suikast yapılmıştır. Ermeni komitacıları, Abdülhamîd Han’ı şehîd etmek için haftalarca tâkib edip, Sultân’ın câmiden çıkıp kaç dakikada arabasına gittiğini tesbit ederek, araba içine yerleştirdikleri yüz kiloluk saatli bombayı buna göre ayarlamışlardı. Abdülhamîd Han, o gün namazdan sonra hünkâr mahfilinden inerken, şeyhülislâm Cemâleddîn Efendi ile beş-on saniye ayak üstü bir şeyler konuştu. Böylece Ermeni komitacılarının hesapları altüst oldu. Pâdişâh, hünkâr mahfilinin merdivenleri üzerinde iken, arabaların bulunduğu yerde müthiş bir bomba patladı. Birdenbire bir panik çıktı. Cuma selâmlığı için toplanan büyük kalabalık şaşkına dönüp sağa sola kaçıştı. Abdülhamîd Han bu panik sırasında hünkâr mahfilinin merdivenleri üzerinde cesur, vakarlı ve heybetli bir şekilde dimdik ayakta duruyordu. Bulunduğu yerden binlerce kimsenin bulunduğu kalabalığa ve yabancı diplomatlara o anda şöyle hitabetti: “Kendimce en büyük emel, ahâlinin rahat ve mes’ud olmasıdır. Bu uğurda, gece-gündüz nasıl çalışıldığı ve gayret gösterildiği malumdur. Gayret ve hüsni niyyetimin tarafillah (Allah tarafından) mükâfatı, şu hâdiseden, Hıfz-ı Hüdâ (Allahü teâlânın korumasıyla) emin olmaklığımdır (kurtulmamdır). Onun için cenâb-ı Hakk’a şükür ve hamd ederim. Müteessir olduğum bir şey varsa, asker evlâdlarımdan ve ahâliden bâzılarının telef ve mecruh olmalarıdır (yaralanmaları ve ölmeleridir). Buna ilel ebed teessüf ederim (üzülürüm). Tebeamın hakkımda göstermiş oldukları hissiyata bütün samimiyetimle memnuniyetimi beyân eyler, âfât-ı semâviyye ve erdiyyeden (âfetlerden) masuniyetleri (muhafaza edilmeleri) için duâ ederim.”
Abdülhamîd Han bu konuşmasını takiben bâzı emirler verdikten sonra sert ve vakur adımlarla bulunduğu yerden arabasına yürüdü ve bindi. Atların dizginlerini eline alıp arabayı sürdü. Yerli yabancı binlerce insanın arasından saraya doğru giderken, orada bulunanlar; “Yaşasın Sultan!” diye bağırarak, Abdülhamîd Han’ın büyük cesareti karşısında hayranlıklarını dile getirdiler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı; sh. 65
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 251
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 66
 4) Yıllar Boyu Târih dergisi; sene-1982, sayı-8, sh. 50
 5) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 304
 6) Türkiye’de Meârif Târihi; cild-3, sh. 1052

CİZYE


Zımmîlerin (gayrî müslim vatandaşların), hür ve mükellef olan erkeklerinden, seneden seneye alınan şahsî vergi. Lügatte; ceza, karşılık anlamında olup; ölümden kurtulma, mallarını, canlarını, her türlü haklarını koruma karşılığında, kâfirlerden vergi almak demektir. Cizyenin gayesi; kâfirlerin hakaret ve rüsvâylığını, müslümanlığın ise izzet ve şerefini göstermektir. Bu hakâret çok te’sirli olduğundan, kâfirler cizye vermek korkusu ile kıymetli elbise giyip süslenemez, hakîr ve sefîl yaşarlar.
Cizye; kâfirlerin, müslümanlar arasında bulunmalarından dolayı, zamanla İslâm’ın güzelliğini ve hak din olduğunu görerek müslüman olmaları ümîdi ile mühlet tanımaktır. Bu bakımdan cizye, İslâm’a davet yoludur. Kâfirler, kendilerine verilen bu müddet içerisinde, müslümanlardan İslâm’ın hak din olduğunun delillerini işitir ve onların müslümanlıkları sebebiyle taşıdıkları izzet ve şerefi; kendilerinin ise küfür üzere bulunmalarından dolayı uğradıkları aşağılık ve rüsvâylığı görürler. Şayet Allahü teâlâ, onun hidâyetini dilemişse, bu durum onları müslüman olmaya sevkeder. İşte cizyenin meşru olmasındaki hikmet budur.
Kâfirlerden, cizye almak yâni onların vergi vermeleri, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresi 29. âyet-i kerimesinde emredilmiştir.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, cihâda çıkardığı büyük-küçük askerî birlikleri uğurlarken, kumandanlarına, Allahü teâlâdan korkmayı, beraberindeki müslümanlara iyi muamele etmelerini tavsiye ettikten sonra şöyle buyururlardı: “Müşriklerden düşmanına rastladığın zaman onları şu üç şeye davet et: İslâmiyet’e davet et. Kabul etmezlerse, cizye vermelerini iste. Kabul ederlerse öldürme. Kabul etmezlerse, Allahü teâlânın yardımına sığın. Onları öldür.”
Cizye, ehl-i kitâb denilen yahûdî ve Hıristiyanlar ile ehl-i kitâb kabul edilenlerden alınırdı.
Alınacak cizye mikdârı iki şekilde mütâlâa edilir:
1- Kâfirlerle sulh yaparken kararlaştırılan mikdâr. Bunun mikdârı sulh şartlarına tâbidir. Sonradan hiç değiştirilmez. Yoksa zulüm ve haksızlık yapılmış olur. Bu hususda bir vesika yâni ahid-nâme yazılır. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve selem efendimizin, Necrân hıristiyanlarından aldığı cizye böyledir. O zaman senelik 2000 kat elbise vermek şartıyla andlaşma yapılmıştır. Devlet, İslâm ülkesinde ikâmet etmek için, İslâm devletinin himayesine girmeyi kabûl eden ehl-ikitaba da cizye vergisi koyar.
2- Gayr-i müslimlere galip gelip, onları kendi memleketlerinde ve mülklerinde; tebea, vatandaş olarak bıraktığı zaman, devlet başkanının koyduğu cizye mikdârıdır. Bunun mikdârını şahsın gelirine göre devlet başkanı tâyin eder. Mükellef olan zımmîlerden her sene on iki dirhem gümüş; kolaylık olması için ay sonunda bir dirhen gümüş alınır (ki, yarım gram altın değerindedir.) Orta hallilerden ayda iki, zenginlerden dört dirhem alınır. Çalışmayandan ve senenin yarısından fazla hasta olandan bir şey alınmaz. Senede on bin dirhemden fazla geliri olana zengin denir. İki yüz dirhemden fazla kazanan orta hâllidir.
Cizye; çocuktan, kadından, çok ihtiyardan, din adamlarından ve müslüman olandan alınmaz.
Zımmîler, cizye vermekle kendileri için iki hak ortaya çıkar: 1- Onlara dokunulmaz. 2- Himaye edilirler. Dokunulmazlıklarıyla, emniyet içinde yaşarlar; himaye edilmeleri ile, tehlike ve zarardan korunmuş olurlar.
İşte cizye veren gayr-i müslimler; canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını İslâm’ın adaletine sığınarak korumuş olurlar. Ticâretlerinde, işlerinde hürdürler. Cizye vermeyi kabul etmekle, İslâm devletinin vatandaşı olurlar, İslâm’ın adaleti altında müslümanlar gibi huzur içinde yaşarlar, din ve vicdan hürriyetine sâhib olup, ibâdetlerinde serbesttirler.
İmâm-ı Ebû Yûsuf da, bu hususta halîfe Hârûn Reşîd’e nasihatte bulunarak şöyle dedi: “Ey mü’minlerin emîri! Allahü teâlâ yardımcın olsun. Zımmîlere yumuşak davranmak, hâl ve hatırlarını sormak hususunda vâli ve âmillerine nasihat eyle ki, onları haksızlığa uğratmasınlar, kaldıramayacakları şeyleri yüklemesinler, vermekle mükellef oldukları vergileri âdilâne alsınlar. Resûlullah efendimiz; “Kim zımmîye zulmeder veya taşıyamıyacağı yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım”buyurmuşlardır.
İmâm-ı Mâverdî buyuruyor ki: “İslâm devletlerinin hâkim olduğu topraklarda yaşayıp, adaletine sığınan kâfirlerden şu şartlara uymaları istenir:
1- Kur’ân-ı kerîme dil uzatmamaları, tahrif edildiği iddiasında bulunmamaları, 2- Resûlullah efendimizi yalanlamamaları, 3- İslâmiyet’i kötülememeleri ve ona dil uzatmamaları, 4- Müslüman, kadınlarla zina etmemeleri ve evlenme teşebbüsünde bulunmamaları, 5- Müslümanları dinlerinden döndürmeye çalışmamaları; onların mallarına, canlarına tecâvüz etmemeleri, 6- Düşmana yardım yapmamaları ve onların zenginleriyle dostluk kurmamaları.”
Cizye akdinde bunlar şart koşulmasa da zımmîler bu şartlara uymak mecburiyetindedirler. Ayrıca şart koşulursa, uymadıkları takdirde andlaşmayı da bozmuş olurlar.
Halîfe, gayr-i Müslimlerle yapılan andlaşmayı her şehrin kütük defterine yazdırır. Bu andlaşmaya uymadıkları zaman cezalandırılırlardı. Çeşitli zamanlarda yapılan anlaşmaların hükümleri başka başkadır.
Zımmîlerden (gayr-i müslim vatandaşlardan) cizye alınması, Asr-ı seâdet ve Hulefâ-i râşidîn devirlerinden sonra, Emevîler, Abbasîler, diğer İslâm devletleri ve nihayet Osmanlılar zamanında da devam etmiştir. Osmanlılar önceleri cizyeleri; mıntıka mıntıka biri emîn, diğeri kâtip olmak üzere, kapıkulu süvarileri vâsıtasiyle mahallerinde toplar, bu hizmetlerine karşılık onlara ücret verirlerdi. Bilâhere daha sistemli bir hâle getirilen mâliye teşkilâtında cizye muhasebesi adıyla bir şube açıldı. Burası cizye defterlerini tutar, her sene bu verginin tahsiline âid makbuz senedlerini hazırlardı. Her biri ayrı renkte olan bu senetler; zengin, orta hâlli ve aşağı durumdakilere göre olmak üzere üç kısım idi ve üzerlerinde âid olduğu senenin târihi bulunan damgalı mühür vardı. Bir hileye meydan vermemek için cizye kâğıdının renkleri her zaman aynı olmayıp, zaman zaman değiştirilirdi.
Cizye evrakı merkezde her sene her mahallin kayıtlarına göre mühürlenir; o zaman mâliye ıstılahında cizye bohçasıdenilen zarfına (kabına) konur, cizyeyi toplayan me’mûr (cizyedâr) vâsıtasıyle sene başından evvel, mahallerine gönderilir ve mükellefin eline ulaştırılırdı. İslâmî yıl başı olan Muharrem ayı gelirken mahkeme huzurunda bohçanın mührü açılarak dağıtılır, bu ayın başında toplanırdı. Cizyenin tahsîli (toplanması) sırasında haksızlığa uğrayanlar, mahallin kâdısı vâsıtasiyle hükümete şikâyette bulunur, tahkîkât yapılarak haksızlığa meydân verilmezdi.
Cizye, Avrupalıları çok rahatsız eden bir vergi idi. Tanzîmâtla birlikte onları memnun etmek için, Reşîd Paşa tarafından hazırlanan Tanzîmât fermanı ile en önce cizye kaldırıldı. Bilâhere cizye yerine askerlikten muafiyet vergisi kondu. İkinci Meşrûtiyet’ten sonra, hıristiyan ve yahûdîler de askere alındıklarından cizye tamamen kaldırıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) El-Ahkâm-us-Sultâniyye; sh. 142
 2) Kitâb-ül-harâc (Ebû Yûsuf); sh. 72
 3) Bedâyi-us-sanâyi’; cild-7, sh. 112
 4) Redd’ül-muhtâr; cild-3, sh. 267
 5) El-Cizyetü vel-islâm (P. Deniett)
 6) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 410
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 242
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-3, sh. 181
 9) 894 (1488/1489) yılı Cizyesinin Tahsilâtına âit Muhâsebe Bilançoları (Ö. L. Barkan, Belgeler Dergisi; sayı 1, sene 1964)
10) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1. sh. 297

CEZZAR AHMET PAŞA


Fransız kralı Napolyon’a karşı Akka kalesini başarı ile savunan büyük Türk kumandanı. Bosnalıdır. Doğum târihi bilinmemektedir. 23 Nisan 1804’de seksen yaşlarında Akka’da vefât etti.
Gençliğinde İstanbul’a gelerek Hekimoğlu Ali Paşa’nın hizmet ve himayesine girmiş, Ali Paşa’nın vâli olarak ikinci defa Mısır’a tâyin edilmesiyle yanında gitmişti. Genç Ahmed’in zekâ ve becerikliliği kadar cesaretini de takdir eden Hekimoğlu Ali Paşa, vâlilikten azledilince, onu Kahire sancak mutasarrıfı meşhur Ali Bey’in kölesi olan Abdullah Bey’in hizmetine verdi.
Ahmed, senelerce Kölemenler arasında kalarak, onların mücâdele usûllerini ve hayat tarzlarını dikkatle tâkib etti. Kabiliyetini sezen Kölemen beyleri, kendisine sancak beyliği vermeyi kararlaştırdılar. Bu sırada Abdullah Bey, Buhayre aşîreti ile çarpışırken esir edilerek öldürülünce, Ahmed yine Ali Bey’in kölelerinden Zulfikar’ın yanına gitti. Bir müddet sonra, Zülfikar Bey onun Bahire sancakbeyliğine getirilmesini sağladı. Ahmed Bey bu göreve gelince, Abdullah Bey’in intikamını almak için, adamlarıyla Buhayre aşiretini basarak, yetmişden fazla adam öldürdü. Kölemenler, Ahmed’in bu hâlini işittikleri zaman ona, deve kasabı anlamında Cezzâr dediler.
Cezzâr Ahmed Bey’in şöhreti bu hâdiseden sonra her tarafta duyulmaya başladı. Bu sırada Ali Bey, Osmanlı Devleti’ne karşı isyân edince, onun yanında kalmayı uygun görmeyen Cezzâr Ahmed Bey, Mısır’ı terkederek Şam vâlisi Osman Paşa’nın hizmetine girdi.
Bu sırada Ali Bey’le işbirliği yaparak isyân hareketi içine giren Safd hâkimi Tâhir Ömer, Akdeniz’de bulunan Rus donanmasının da yardımı ile Beyrut’u kuşatma altına almıştı. Buna karşılık Osman Paşa, Cezzâr Ahmed Bey’i Beyrut’un müdâfaasiyle görevlendirdi. Denizden Rus donanmasına ve karadan Dürzî ve Mârûnî kuvvetlerine karşı dört ay başarı ile karşı koyan Cezzâr, bu sırada Tâhir Ömer isyânını bastırmak üzere Beyrut’a gelen Cezâyirli Hasan Paşa’nın takdîrini kazandı. Nitekim onun delaletiyle Akka muhafızlığına getirildi. Daha sonra vezâretle Sayda eyâleti vâliliğine tâyin edildi. Cezzâr Ahmed Paşa, bu görevde iken, Osman Paşa ve Cezâyirli Hasan Paşa ile müştereken Tâhir Ömer’in oğulları; Ali, Osman ve Sa’îd ile vuku bulan savaşlara katıldı. Ahmed Paşa, bunların en kuvvetlisi olan ve Safd ile Dayr Hanna’ya hâkim bulunan Alî Tâhir’i mağlûb ederek, elindeki kaleleri aldı ve bu havalideki; Sakr, Anaza, Benî Sahr ile Sardiya gibi kabilelerin ve bâzı şiî şeyhlerinin isyânını bastırdı. Osmanlı Devleti için çok faydalı olan bu hareketler sonunda Bilad Başşara devletin nüfuzu altına girdi. Cebel-i Durûz’daki Dayr-ül-Kamer kalesi de zabtedildi (1775).
Cezzâr Ahmed Paşa 1780’de emîr-ül-haclık vazifesiyle Şam eyâletine tâyin olundu. Gerek Sayda ve gerek Şam vâliliği sırasında, Akka kalesinde oturdu. Burada kuvvetli bir ordu kurdu ve küçük bir donanma yaptırarak hâkimiyetini âdeta kendi başına devam ettirdi.
1799 yıllarında Fransa imparatoru Napolyon, Ortadoğu seferine çıkmış, Mısır’a asker çıkararak Kâhire’yi ele geçirmişti. Mısır’dan sonra Suriye’yi de fethetmek için 10 Şubat 1799 günü harekete geçen Napolyon’un ordusunda 21.000 asker vardı. Ayrıca Osmanlılarla müttefik olan İngilizlerle, yaptığı Ebûkır deniz muhârebesinden kurtulan, yedi firkateyn, altı korvet, üç brik, on şalupe, yedi golet, on yedi nakliye gemisi de orduyu tâkib ederek kıyıdan kuzeye doğru yol alıyordu. Bu zayıf Fransız deniz kuvveti Yafa önlerine geldiğinde, İngiliz donanması tarafından yakalanarak Akka önüne getirildi. Diğer taraftan Kölemen süvarilerinin ufak tefek taarruzlarına aldırmadan ilerleyen Napolyon Bonapart, El’ariş’i sekiz gün muhasaradan sonra 20 Şubat 1799’da ele geçirdi. Burada Suriye halkını aldatmak için bir genelge dağıttı. Âsi Kölemenlerle Cezzâr Ahmed Paşa için savaştığını, İslâm dininin muhterem ve muazzez olduğunu, câmi ve mescidlerin ibâdete açık olmalarını ve bunun Suriye halkı aleyhine olmadığını bildirdi. İleri hareketine devam eden Napolyon, 24 Şubat 1799’da Gazze’yi, 5 günlük kanlı savaşlar sonunda ise Yafa’yı aldı. Yafa’daki çarpışmalarda esir aldığı 4000 İslâm askerini îdâm etmesi ve yerli halkı, katliâma tâbi tutması; bölgede Napolyon ve Fransa aleyhinde büyük bir nefretin uyanmasına sebeb oldu. Napolyon, Yafa’dan sonra Suriye’nin son müdâfaa kalesi olan Akka önlerine geldi ve kaleyi muhasara altına aldı. Akka kalesini Cezzâr Ahmed Paşa savunuyordu. Esasen Napolyon Bonapart, Mısır’ı işgalinden beri karşılaşacağı en çetin rakibin Cezzâr Ahmed Paşa olacağını biliyordu. Bu sebeble çok önceden Cezzâr Ahmed Paşa’ya mektuplar göndererek onu kendi tarafına çekmeye çalışmış fakat başarı sağlayamamıştı. Çünkü Cezzâr Ahmed Paşa ilk mektubu getireni huzurundan kovmuştu. Şan ve şöhrete, dolayısıyla herkesten iltifat ve hürmet görmeye alışmış olan Bonapart, bu defa, saçını sakalını vatanına hizmette ağartan, seksen yaşlarına merdiven dayayan Cezzâr Ahmed Paşa’yı tehdîd edici ikinci bir mektup gönderdi. Cezzâr Ahmed Paşa, bu ikinci mektuba da gerekli cevâbı verdi. Yafa katliâmından sonra gönül alıcı üçüncü mektubunu gönderen Bonapart, bu sefer Paşa’dan kendisine dost, düşmanlarına düşman olmasını istedi. Cezzâr Ahmed Paşa bu mektuba, kalenin savunma tertiplerini daha da kuvvetlendirmek suretiyle cevap verdi.
Cezzâr Ahmed Paşa’nın bu savunmasına yardım için, Osmanlı donanmasıyla birlikte bir İngiliz filosu Akka önlerine geldi. Ayrıca İstanbul’dan çok iyi eğitim görmüş bir mikdâr nizâm-ı cedîd askeri de gönderilmişti. Ancak bu sırada İstanbul’dan yardım için gönderilen cephane yüklü iki Osmanlı gemisi yanlışlıkla Akka diye Yafa’ya yanaşmıştı. Orada bulunan Fransızlar, kaleye Osmanlı bayrağını çekerek gemileri aldatmışlardı. Bu suretle Cezzâr Ahmed Paşa’ya cephane ile birlikte gönderilen 36.000 altın da iki gemiyle elden çıkmıştı.
Napolyon bundan sonra bütün güçleriyle Akka kalesine taarruza başladı. Ancak kaleden gördükleri şiddetli mukavemetten dolayı başarı sağlayamadı. Napolyon, bu muhârebede silâh kuvveti kadar propagandaya da önem veriyor, çevredeki Dürzî aşiretlerine ve Lübnan halkına kendisini bir kurtarıcı şeklinde göstermek için durmadan söylentiler yaptırıyordu. Fransız askerleri olanca gücü ile taarruzlarına devam ediyordu. Fakat Cezzâr Ahmed Paşa’nın gösterdiği sebat ve metanet karşısında, taarruz hamleleri her seferinde kırıldı. Bir ara Fransız ordusu, Ali Burcu adındaki kaleye girmeye muvaffak oldu. Fakat Osmanlı yiğitleri müdâfaada daha şiddetli bir direnme göstererek düşmanı geriye püskürttüler. Özellikle gece muhârebesi pek şiddetli oluyordu. Büyük bir ustalıkla mazgal deliklerinden ve yer altından lağım açarak içeri giren Fransız kuvvetleriyle, kılıç ve bıçaklarla göğüs göğüse amansızca bir mücâdele başladı. Bu arada tehlikeyi gören Cezzâr Ahmed Paşa, Fransız askerlerinin yoğunlaştığı lağım yakınındaki cephaneyi bizzat ateşlemek suretiyle kaleye giren Fransız kuvvetlerini havaya uçurdu. Böylece Cezzâr Ahmed Paşa kale içinde beliren bu çok önemli tehlikeyi büyük bir maharetle önledi. Alevler içinden kurtulabilen Fransız kuvvetleri, muhasara merdivenlerini de bırakarak geriye çekilmek zorunda kaldılar. Bir ateş deryası içinde cereyan eden bu muhârebeyi yakından tâkib eden İngiliz amirali, Cezzâr Ahmed Paşa’nın başarısını görünce, onun cesaret ve harb bilgisine bir defa daha hayran kalmıştı. Yaşlılığına rağmen gösterdiği cesaret akıllara durgunluk verecek nitelikteydi.
Azîm ve irâde timsâli olan bu kahramanın gözünü yıldırmak hiç bir şeyle mümkün değildi. Ertesi günlerde bütün güçleriyle saldıran Fransızlar, toplarıyla açtıkları gediklerden şehre girerek boğaz boğaza mücâdeleye başladılar. Fakat durmadan, yorulmadan mevzileri dolaşan Cezzâr Ahmed Paşa, hem askerlerine cesaret veriyor; hem de onları gayrete getirip, düşmanı geri püskürterek Napolyon’un hesaplarını alt üst ediyordu. Yeri gelince de bıyıkları yeni terlemiş genç bir asker gibi düşmanla vuruşmadan geri kalmıyordu.
Harb, bu şekilde iki aya yakın gece-gündüz devam etti. Cezzâr Ahmed Paşa bu eşsiz mü’dâfayla Fransızları şaşkına çevirdi. Muhasaranın 52. günü Rodos mutasarrıfı Yaşar Kaptan emrindeki 3000 kişilik yeni ve taze bir nizâm-ı cedîd askeriyle Akka kalesinin takviye görmesi, Napolyon’un ümitlerinin kırılmasına sebeb oldu. İhtiyar fakat cesaret, azim ve irâde örneği olan Cezzâr Ahmed Paşa’nın bu olağanüstü savunmasını kıramayacağını anlayan Fransız imparatoru, 64 gün süren muhasaradan sonra bir akşam üstü karanlığından faydalanarak, üzüntülü bir şekilde çekilmeye başladı. Çünkü Akka önünde iki şöhretli generalini ve binlerce Fransız askerini kaybetmişti. Ayrıca bir çok yaralı askerini ve ağırlıklarını taşımak çök güçtü. Neticede cephanesini ve toplarını toprağa gömüp, yaralı askerlerini zehirleyerek Akka’yı terketti. Böylece Yafa’da yaptığı insanlık dışı katliâma, kendi kanını taşıyan ve kendisi uğrunda canlarını feda etmeye çalışan askerlerini öldürterek barbarlığına bir yenisini daha ekledi. Buna karşı Cezzâr Ahmed Paşa, aldığı Fransız esirlerine insanca muamele edip yaralarını sardırdı. Onlara para vererek kalenin tamir işlerinde çalıştırdı. Bir kısmını da serbest bıraktı. Muhasara sonunda Napolyon; “Akka’da durdurulmasaydım, bütün Doğu’yu ele geçirebilirdim!..” demiştir. Akka müdâfaasından sonra, Mısır seferi seraskerliğine sadrâzam Yûsuf Ziya Paşa’nın getirilmesine gücenen Cezzâr Ahmed Paşa Suriye’de serdâra yardımda bulunmadı. Ancak bu sırada vehhâbî mes’elesi önem kazandığından ve Osmanlı hükümeti ikinci bir iç isyân hareketi ile karşılaşmak istemediğinden, Yûsuf Ziya Paşa İstanbul’a çağrılarak Cezzâr Ahmed Paşa Şam vâliliği ile beraber vehhâbîlere karşı yapılacak sefere serdar tâyin olundu. Fakat hastalığı sebebiyle kendisi sefere gitmiyerek, kölesi Süleymân Paşa’yı gönderdi. Cezzâr Ahmed, 23 Nisan 1804’de Akka’da vefât etti. Cezzâr Ahmed Paşa, zekî, dirayetli, anlayışlı bir insan olup, mes’eleleri önceden sezmek kabiliyetine sâhib idi. İdare ettiği yerlerde asayişi te’min, Akka ile Sayda ve Beyrut’u tahkim ettiği gibi, Akka’da mükemmel bir câmi, bir çarşı ve bir çok çeşme ile sebiller yaptırmak suretiyle îmâr işlerine önem vermiştir.

AKKA CENGİ

Destanlaşan Akka müdâfaasını, kaledeki mücâhidlerden biri kaleme alarak şöyle demiştir:
Dinle pâdişâhım Akka’nın çengin
Seyret hilesini kahbe Frengin
Birden ateş edip top ve tüfengin
Burçu barusını döğer hünkârım
Güllenin darbından burçlar söküldü
Yıkılıp kalanın beli büküldü
Deryaya sel gibi kanlar döküldü
Bahr ile bir oldu yerler hünkârım
Altmış iki günde yetmiş bin kâfir
Kırkdört yürüyüşle ceng etti vâfir
Ali tabyasından içeru âhir
Girüp verdi zarar hayli hünkârım
Tâbi olup cümle urban şeyhleri
Öğrettiler Bonapart’a her yeri
Yetişsin imdada İslâm askeri
Yoksa Akka elden gider hünkârım
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Gazânâme-i Cezzâr Gâzi Ahmed Paşa, Hacı Mahmûd Efendi, No: 4910
 2) Târih-i Cevdet; cild-3, sh.10
 3) Bonapart’ın Cezzâr Ahmed Paşa’ya Mektubu ve Akka Muhasarasına Dâir Bir Deyiş. (İ. H. Uzunçarşılı, Belleten cild-28, sayı-11, sene-1964)
 4) Vekâyînâme (B.O.A. Ali Emîrî tasnifi. No: 24664)
 5) Târih-i Cebertî; cild-3, sh. 321
 6) Vasf-ı Cezzâr Ahmed Paşa, (Üniversite Kütüphânesi No: 6206)
 7) İhbâr-ul-a’yân fî Cebeb-il-Lübnan (Yûsuf Şidyâk, Beyrut, 1859); sh. 395
 8) Târih fî Ahvâl-i Cezzâr Ahmed Paşa (Veliyyüddîn Efendi Kütüphânesi No: 68)
 9) The Life of Napoleon Boneparte; (Baring-Gould-London-1897); sh. 201
10) Kitab fî Şerhi Kıssa-i Ahmed El-Cezzâr, (Es’ad Efendi No: 2393)
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 227
12) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 77

CEZAYİRLİ HASAN PAŞA


Osmanlı sadrâzamlarından ve meşhur denizci. 1720 (H. 1133)’de Gelibolu’da doğduğu rivayet edilmiştir. Bir rivayette de küçük yaşta İran sınırında esir alınmış, Tekirdağlı bir tüccar tarafından köle olarak satın alınıp, büyütülmüştür. Daha sonra Cezâyir’e gitmiş ve bir müddet orada kalmıştır. Cezâyirli denilmesinin sebebi budur. Henüz Cezâyir’e gitmeden, 25 yaşlarında yeniçeri ocağına yazılmış ve Belgrad seferinde büyük başarı göstermiştir. Cezâyir yolculuğu sırasında bir gemi ile yaptıkları çarpışmada düşman gemisine atlamış, iki gemi birbirinden ayrılınca düşman gemisinde kalmış ve büyük bir cesaretle tek başına düşman gemisine hâkim olmuştur.
Cezâyir’den dönüşünde, tecrübeli bir denizci olduğundan, bir gemi verilerek, kaptanlar sınıfına alınmıştır.
1770’de mîr-i mîrânlık pâyesiyle kaptan olmuş, hıristiyanlardan Limni adasını alarak Gâzi ünvanını kazanmıştır. Aynı sene içinde vezir olan Hasan Paşa, kapdân-ı deryalığa getirilmiştir. Sırası ile Boğaz muhafızı, Anadolu eyâleti ile Rusçuk seraskeri olmuş ve aynı sene ikinci defa kapdân-ı deryalığa tâyin edilmiştir. 1780’de Mora vilâyeti de ilâve olarak idaresine verilen Hasan Paşa, 1786’da sadâret kaymakamlığına getirilmiş, iki sene sonra da kapdân-ı deryalıktan azledilerek, Özi kalesi seraskerliği yâni başkumandanlığına getirilmiştir.
Hasan Paşa’nın ikinci kapdân-ı deryalığı on beş yıl sürdü. Bu süre içinde pek büyük hizmetlerde bulunan Hasan Paşa, Suriye ve Irak’ta başgösteren Tâhir Ömer isyânını bastırmış, Mora yarımadasındaki isyânkâr Arnavutları yenerek fitne ateşini söndürüp huzur ve sükûnu yeniden sağladı. Daha sonra Hasan Paşa, 1787 Rus-Avusturya harbinde Yılan Adası savaşına katılıp, Rus donanmasını mağlûb etti. Ertesi yıl Kasım ayında İsmâil önünde de Rusları hezimete uğratınca başarısından dolayı 1789 senesinde kendisine vezîriâzamlık (sadrâzamlık) payesi verildi. Hasan Paşa’nın sadrâzamlığı üçbuçuk ay sürdü. 1790 senesi Mart ayında Hakk’ın rahmetine kavuştu ve Şumnu’da yaptırdığı Bektaşî zaviyesi civarında defnolundu.
Hasan Paşa, yürüttüğü devlet hizmetleri yanında birçok hayır eserleri de bıraktı. İstanbul tersanesinde kalyoncular için bir kışla yaptıran Hasan Paşa, Midilli’ye dört saat mesafedeki bir yerden şehre su getirterek çeşmeler yaptırdı. Bakla’da yine çeşme, Vize’de câmi ve hamam ve üç çeşme, Midilli adası ortasında Paşa Köşkü ve büyük mermer havuz; Limni, Sakız, İstanköy adalarında çeşmeler yaptırmıştır. Şecaat ve kahramanlığı had safhada idi. İmânı sağlam, idareciliği fevkalâdeydi. Kendisine alıştırdığı bir aslanı yanından ayırmazdı.

KURŞUN YARASI

Cezâyirli Hasan Paşa, kapdân-ı derya olduğu ilk zamanlarda, 1768-1770 seneleri arasında vuku bulan Osmanlı-Rus savaşı devam ediyordu. Rusların Akdeniz’e gönderdikleri Baltık donanması, İngiliz donanması ile takviye görerek, önce Osmanlı donanması ile çarpışmış, fakat bu çarpışmada kesin bir netice alınamamıştı. Ege kıyılarına yakın Koyun Adaları civarında yapılan ikinci bir savaşta asıl muhârebe, Hasan Paşa’nın kalyonu ile Rus amirali Spiridov’un gemisi arasında oldu. Hasan Paşa Rus gemisinin kendi kalyonuna yanaştığı bir sırada, birkaç çarmıh halatını kestirip, her ipe salıncak gibi birkaç Türk cengâveri yapışıp, otuz kadar yiğit ile birlikte Rus gemisine atlamıştır. Düşman gemisinde yapılan kahramanca çarpışma esnasında Hasan Paşa bir kurşun yarası almışsa da, belli etmeden bir müddet daha ceng ettikten sonra leventleriyle beraber kendi gemisine geçmiştir. Bu beklenmiyen baskın ile şaşkına dönen Moskoflar telâşa kapılarak kendi cephaneliklerini ateşlemişler, ateş Türk gemisine sıçrayınca her iki gemi de yanmaya başlamıştı. Gemide kalmanın imkânsız hâle gelmesi üzerine Hasan Paşa yatağanını ağzına alarak beraberindekilerle denize atlamış, bir tahta parçasına tutunarak kıyıya doğru giderlerken kıyıdan gönderilen bir kayıkla kurtarılmışlardır. Hasan Paşa’ya gösterdiği bu kahramanlık sebebiyle beylerbeylik verilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Rehber Ansiktopedesi; cild-3, sh. 224
2) Kâmûs-ül-alâm; cild-3, sh. 1801
3) Osmanlı Deniz Harp Târihi; cild-2, sh. 252
4) Osmanlı Târihi Kronolojisi: cild-4, sh. 71
5) Târih dünyâsı; cild-2, sh. 724
6) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı) cild-1, kısm-2, sh. 446
7) Menâkıb-ı Gazâvat-ı Cezâyirli Kaptan Hasan Paşa (Es’ad Efendi kısmı; No: 2419)
8) İstanbul Çeşmeleri; cild-2. sh. 124, 130, 135