17 Aralık 2020 Perşembe

BOSTANCI


Osmanlı Devlet teşkilâtında, pâdişâhların saray ve kasırlarının bahçe ve bostanları ile saraya âid kayıkhâne ve kayıklarda hizmet ve güvenliklerini te’min edenlere verilen isim. Bostancılar devşirme usulüyle hizmete alınırlardı. Bostancılar iki ayrı ocak hâlinde olup, biri İstanbul, diğeri de Edirne’de idi. Bunların âmirine Bostancıbaşı denirdi. Bostancılar ve bilhassa başları olan bostancıbaşı, sarayın muhafazasından birinci derecede mes’ûl olanlardan olduğu için, vazîfeleri çok önemli idi. Bostancı ocaklarına, devşirmelerin kuvvetli olanları alınırdı. Bunlar ya doğrudan devşirmeler arasından, yahud da acemi ocağından seçilirlerdi. Devşirmeler Bostancı ocağına alınırken bostancıbaşı da bulunur ve onun nezâreti altında bu faaliyet yürütülürdü.
Bostancı ocağının en büyük zabiti bostancıbaşı idi. İstanbul etrafındaki Marmara, Karadeniz ve Haliç sahillerinin muhafazası ve inzibatı buna aitti. Sahillerde yalılar bunun müsâadesi olmadan yaptırılamazdı. Bostancıbaşı, sahillerdeki bina ve yalıların mevkileriyle, kimlerin olduğuna dâir mükemmel bir defter tutardı. Sahilde yaptırılan binalardan vergi alırdı. İstanbul civarındaki suların ve ormanların teftîşi, kara avlarıyle deniz avlarının kâhyalığı da ona aitti. Ayrıca sadrâzam ile vezirlerin azl, sürgün ve katillerinde de bostancıbaşının vazifesi vardı. Azlolup sürgüne gönderilen sadrâzamlar, bostancıbaşı delaletiyle sarayın Balıkhâne mevkii önünde hazırlanan gemiye bindirilip, oradan gönderilirlerdi. Pâdişâh saray bahçesinde gezerken bostancıbaşı yanında bulunur ve kendisine bilgi verirdi.
Sarayın en önemli vazifelerinden birinin başında bulunan bostancıbaşıların mutlaka kendi ocaklarından gelmeleri yâni bostancı ocağından yetişerek yükselmeleri kânundu. Bostancıbaşılar terfi ile saraydan çıkacak olurlarsa beylerbeyi veya vezir olurlardı. Normal tâyinlerde ise, kapıcıbaşılık ve sancakbeyliği gibi görevlere getirilirlerdi. Bostancıbaşının terfî veya azledilmesi ile yerine bostancılar kethüdası tâyin olunurdu. Bostancıbaşılığa tâyin olunanların sadrâzamın huzurunda hil’at giymeleri usûlden idi.
Bostancıbaşıdan sonra, bostancılar kethüdası, haseki ağa, hamlacıbaşı, odabaşı, bostancı karakulağı, vezir karakulağı ile dört baltacı bu ocağın zâbitlerindendi.
Hamlacı başı; hükümdar kayığının en önünde kürek çeken sağ ve sol hamlacılardan birincisi idi. Bostancı ocağının kayıkhâne kısmının âmiri olup, ocağın büyük zâbitlerindendi. Odabaşı da; bostancı ocağının ileri gelen zabitlerinden olup, bostancıbaşının hükümet nezdinde kapu çuhadarı idi. Bostancı karakulağı ile vezir karakulağı ise, âmirleri ile hükümdar arasındaki muhaberenin postacısı idiler. Ağa karakulağı adı verilen bostancı ocağı zabitinin görevi ise yeniçeri ağası kapısında bulunup bir yangın çıktığı zaman bunu öğrenerek saraya koşup kızlarağası vasıtasıyla hükümdarı haberdâr etmekti. Bu büyük ocak zabitlerinden başka pâdişâhlara âid çeşitli bahçe ve bostanlarda usta denilen ve bulunduğu mıntıkanın inzibâtıyla alâkadar olan bostancı zabitleri vardı.
On altıncı asır sonlarında bostancı ocağının mevcudu 1612, bir kaç yıl sonra 2030; 1595’de ise, 4000’i aşkındı. Sonra bu rakam düşmeye başladr. 1746’da ocak mevcudu 3323 kadardı. Bostancı ocağı efradı, fazla askere ihtiyâç olduğu zaman sefere de gönderilirdi. Nitekim 1739 senesinde üç bin bostancı savaşmak üzere Bender kalesine gönderilmiştir.
Topkapı Sarayı’ndaki has bahçe hâriç, İstanbul ve civarında altmış bir bahçe vardı. Bunların başlıcaları; boğazın Rumeli sahilinde Dolmabahçe, Beşiktaş, Ortaköy, Kuruçeşme, Bebek, Mirgün, Kalender, Büyükdere ve Anadolu sahilinde; Tokat, Sultaniye, Paşabahçesi, Çubuklu, Üsküdar, Marmara’nın Anadolu sahilinde; Ayazma, Salacık, Haydarpaşa, Fenerbahçe ile Florya, Davutpaşa, Topçular, Vidos, Alibeyköyü, Kağıthane, Karaağaç ve Hasköy bahçeleri idi. Bu bahçelerde çiçek ve sebze yetiştirilirdi. Ayrıca Amasya, Manisa, Bursa ve İzmit gibi şehirlerdeki pâdişâhlara âid yerlerde de bostancılar vardı.
İstanbul’da bulunan bostancıların; sarayı muhafaza etmek, saray ve câmi inşâatında lüzumlu malzemeyi taşımak, İzmit tarafından kereste ve odun nakleden gemilerde çalışmak ve hizmet ettikleri bahçelerin bulunduğu mıntıkanın inzibat işleriyle ilgilenmek gibi vazîfeleri de vardı.
Bostancıların hizmet ettikleri bahçelerin ve bostanların hâsılat defteri her sene Kasım ayında bostancıbaşı vasıtasıyla pâdişâha takdim edilirdi. Parası da iç hazîneye alınırdı. Bu paranın içinden bir kesesi (beş yüz kuruşu), bostancılara ihsân olarak hediye verilirdi. Bir kesesi de Dâvûd Paşa Câmii vakfına ayrılırdı. Hâsılat takdim edilirken bostancıların en kıdemlilerinden on iki kişiye dirlik verilir ve bunlar kapıkulu sipahi ocağına veya müteferrikalığa geçilerek terfî ettirilirlerdi.
Bostancıların maaş defterlerinde has bahçede çalışanları Gılmân-ı bagçe-i hassa, diğer bahçelerde çalışanlar da Gılmân-ı bostâniyân diye İki kısımda gösterilmiştir. 1576 senesindeki bostancılar maaş defterinde; has bahçede vazifeli yirmi bölük, diğer bostanlarda hizmet edenlerin ise, yirmi beş bölük olduğu kayıtlıdır. Bu târihte hasbahçe bostancılarının mevcudu 645, diğer bostancıların sayısı da 945 kişi idi. 1760 ve 1778 senelerinde hasbahçe bostancıları yirmi, diğer bahçelerde vazifeli olan bostancılar ise altmış dört bölük idi.
Ocaklarında hizmet edip, yetişen bostancıların muhtelif vazifelere tâyin edilerek ocaktan ayrılmalarına çıkma adı verilirdi. Zaman zaman yapılan bu çıkmalarda bostancılar hizmet derecelerine göre kapıcılığa, tersane ocağına, kıdemli bostancılar ise, süvari bölüklerine çıkarılırlardı. Bunların çıkışlarında kendilerine biner akçe silâh baha ismiyle silâh parası ve süvari bölüklerine çıkanlara da bu paradan başka saray ahırlarından birer de at verilirdi. Ancak daha sonraki târihlerde bostancıların yeniçeri ocağına verilmeyip kapıkulu süvariliğine verilmeleri kânun oldu.
Edirne’de bulunan bostancı ocağı ise müstakil olup, ayrı bir teşkilâtı vardı. İstanbul bostancılarının sayısına nazaran Edirne’deki bostancıların sayısı az idi. On yedinci asrın başlarında dört yüz kırk beş, sonunda ise yedi yüz yetmiş yedi kişi idiler. Edirne’deki hassa bostancıları on bölük idi. Edirne’deki bostancıbaşı şehir ve civarının asayişi ile ilgilenirdi. Edirne, Osmanlı Devleti’nin ikinci payitahtı olduğundan, Rumeli eyâletine tâbi olmayıp, şehrin idaresi doğrudan doğruya Edirne bostancıbaşılarına bırakılmıştı.
Bostancılar bâzı isyânlar sebebiyle kendilerine olan itimâdı kaybettiler. Sultan üçüncü Ahmed Han bunları değiştirdi. Yine nizâm-ı cedîd ve sekbân-ı cedîd hareketlerinde de menfî bir tutum içine girdiler. Yeniçeri ocağı lağvedilip, Asâkir-i mansûre teşkilâtı yayılınca, bostancılara verilmiş olan yerlerin idare ve asayişi bu yeni teşkîlata bırakıldı. Böylece bostancıların hizmetleri sâdece bahçıvanlıkla sınırlandı. 1826’dan sonra çıkarılan yeni kânuna göre, bostancıların arasından seçilen bin beş yüz kişi bir binbaşının emrine verildi. Bunlar hassa askeri olarak saray ve civarının muhafazasına tâyin edildiler. Bunların maaş ve diğer işlerini yürütmek üzere Bostaniyân-ı hassa nezâreti adıyla bir de nezâret kuruldu. Edirne’deki bostancı ocağı da kaldırıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı; sh. 465
 2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 239
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 329
 4) Netâyic-ül-vukûât; cild-3, sh. 93
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 66

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI


1914-1918 senelerinde İngiltere, Rusya ve Fransa’nın yer aldığı îtilâf devletleriyle, aralarında Osmanlı Devleti’nin de bulunduğu Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’dan meydana gelen ittifak devletleri arasında meydana gelen ve Harb-i umûmîdiye de bilinen savaş.
1789’da meydana gelen Fransız ihtilâli ve çeyrek yüzyıl süren ihtilâl savaşları; on dokuzuncu yüzyıl içinde bir takım siyâsî, ekonomik ve sosyal gelişmelere sebeb oldu. İhtilâlin ortaya çıkardığı fikirler ve içtimaî müesseseler, devletlere olduğu kadar milletlerin davranışlarına da yeni bir istikâmet verdi. Bu gelişmeler devletlerarası münâsebetlerin de yeni bir çerçeve içinde olmasına yol açtı. Liberalizm ve milliyetçilik hareketlerinin çıkması, İtalya ve Almanya’nın birliklerini kurmasını sağladı. Almanya ve İtalya, devletlerarası münâsebetlerde büyük devlet olarak yeralmak istediler. Bu hareketler, Avrupa’da yeni blokların ortaya çıkmasına ve bunların birbirleriyle çatışmasına yol açtı. Bloklar arasındaki gerginlik, karşılıklı silahlanmalara sebeb oldu. Bu gelişmeler, Balkanlarda milliyetçilik akımlarının gelişmesine ve Osmanlı Devleti himayesindeki Balkan milletlerinin kaynaşmasına sebeb oldu.
Alman başbakanı Bismark’ın, Alman İmparatorluğu’nu kurmak için uyguladığı barış siyâseti, devletler arasındaki rekabeti arttırdı. On dokuzuncu asırda meydana gelen sanayileşme ve sömürgecilik faaliyetleri, diplomatik münâsebetlerin alanının Avrupa’dan Afrika ve Uzakdoğu Asya’ya kaymasını sağladı. Almanya’nın denizlerde ve sömürgelerde İngiltere ile rekabete yönelmesi, dünyâ pazarlarını ele geçirmeye çalışması ve askerî yönden güçlenmesi; diğer devletler gibi İngiltere’yi de endişeye sevk etti. Nitekim Almanya, 1890’dan sonra tâkib ettiği politika ile Güney doğu Avrupa ve Ön Asya’yı etkisi altına aldı. Afrika ve Uzakdoğu’da girişimlerde bulunmaya başladı. Böylece Almanya, İngiltere için denizlerde güçlü bir râkib, Avrupa’da da dengeyi bozan bir güç hâline geldi. Bu da İngiltere’nin güvenliği, Hindistan yolu ve deniz aşırı çıkarları yönünden çok tehlikeliydi. Almanya’nın gücünün ve etkinliğinin azaltılmasını isteyen İngiltere, Almanya’yı ezmek için çeşitli tedbirlere başvurdu.
Fransa da, yanı başında güçlü bir Almanya’nın bulunmasından endişe ediyordu. 1870’den beri Almanya’dan Alsace-Loren’i ele geçirmek ve intikam almak istiyordu. Çıkabilecek bir savaşta müttefikleri ile birlikte Almanya’yı parçalamanın hesabını yapıyordu.
Rusya ise, batı sınırlarında bir güç olarak beliren Almanya’nın, Doğu Avrupa’daki panislavist emellerine set çekmesinden endişe ediyordu. Bu sebeble Almanya’yı yıkarak ve ona dayanan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu parçalayarak bu tehlikeyi ortadan kaldırmak, bütün Slavları Rus hâkimiyeti altına alabilmek gayesini güdüyordu. Ayrıca, İngiltere’nin karşı çıkmasından dolayı bir türlü alamadığı İstanbul ve boğazları, İngiltere ve Fransa’nın müttefiki olmasından faydalanarak ele geçirmek ve sıcak denizlere açılmak emelindeydi.
Bütün bu gelişmelerin hedefi olan Almanya ise, ekonomik ve siyâsî yönden dünyâda daha etkin hâle gelmek istiyordu. Özellikle doğuya doğru genişlemek ve yeni pazarlar ele geçirmek emelindeydi. Avrupa’nın gittikçe güçten düşen devleti Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise, kendisine en büyük zararın panislavizmden geleceğini biliyordu. Rusya’nın desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen, büyük iddialar peşinde koşan Sırbistan’ı ortadan kaldırarak, doğuya doğru genişlemek ve Rus etkisini Balkanlardan uzaklaştırmak istiyordu.
İtalya ise, Almanya ile ittifak içinde bulunmasına rağmen gizlice Fransa ile anlaşmıştı. Gayesi, Avusturya’nın hâkimiyeti altında kalan İtalya topraklarını kurtararak, Akdeniz ve çevresinde yeni sömürgeler elde etmekti.
Büyük devletlerin hepsi bir harbin çıkmasında kendi çıkar ve emelleri açısından fayda görmekte ve harbin çıkması için zahirî sebebler aramaktaydılar.
Avrupa’da Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’dan meydana gelen üçlü ittifak ve İngiltere, Fransa ve Rusya’dan meydana gelen üçlü îtilaf bloklarının kurulması ve savaş hazırlıklarının devam ettiği sırada Osmanlı Devleti; İttihâdcıların teşvik ve tahrikiyle girdiği Balkan harbinden mağlûb çıkmış, pek çok vatan toprağını kaybetmiş, düzenli ve disiplinli orduları dağınık, bitkin ve teçhîzâtsız olup, perişan bir hâldeydi. Çıkacak bir harbe girmeye maddî gücü ve tahammülü olmadığı gibi, böyle bir harbe girmeyi gerekli kılacak bir sebeb de yoktu.
28 Temmuz 1914 günü Avusturya-Macaristan veliahdı Arşidük Fransuva Ferdinand’ın Saraybosna’da bir Sırplı tarafından öldürülmesi üzerine, Avusturya, Sırbistan’a ağır bir ültimatom verdi ve harb îlân ettiğini bildirdi. Rusya Sırbistan’ın, Almanya da Avusturya’nın yanında harbe girdi. Böylece bir hafta içinde Avrupa, dünyâ çapında bir harbe sürüklendi. Almanya Rusya’ya, Rusya’nın müttefiki olan Fransa da Almanya’ya savaş îlân etti. Fransa’yı ezmek ve ardından Rusya üzerine yürümek üzere hazırlanan Almanya’nın Belçika’dan geçmesi gerekiyordu. Belçika geçiş izni vermeyince, Almanya Belçika’ya savaş îlân etti. Fransa ve Rusya’nın müttefiki olan İngiltere de bu sırada Almanya ve Avusturya’ya savaş îlân etti. Belçika’ya giren Almanlar hızla Fransa üzerine yürüdüler, ilk anda geri çekilen Fransızlar, Marne nehri üzerinde kuvvetli bir savunma hattı kurdular. Bu hattı yaramayan Almanlar, doğu cephesine dönüp, Rusları iki defa mağlûb ettiler. Avusturya ise hiç bir başarı sağlayamadığı gibi Ruslara da yenildi. Galiçya, Ruslar tarafından işgal edildi. Denizlerde İngiltere ile Almanya arasında meydana gelen iki savaşın ilkini Almanlar, diğerini ise İngilizler kazandı.
Bu arada Almanya’nın Uzakdoğu’da yayılmasını istemeyen Japonya, 23 Ağustos 1914’de Almanya’ya savaş îlân ederek itilâf devletlerinin yanında yer aldı.
Trablusgarb ve Balkan savaşlarından yenik çıkan Osmanlı Devleti, ordu ve donanmasını ıslâha çalışması yanında, bloklara ayrılmış Avrupa’da kendisini siyâsî yalnızlıktan kurtarma teşebbüslerine girişti. 23 Ocak 1913’de düzenledikleri Bâb-ı âlî baskınıyla iktidarı ele geçiren İttihâd ve Terakkî fırkasının ileri gelenlerinden olan Cemâl Paşa, Fransız dostluğundan faydalanarak Osmanlı Devleti’ni itilâf devletleri safına sokmak istediyse de netice alamadı. Çünkü Osmanlı Devleti’nin, itilaf devletleri yanında yer alması, Fransa ve İngiltere’nin müttefiki olan Rusya’nın işine gelmiyordu. İtilâf devletleri arasında yer alma teşebbüsleri neticesiz kalan İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Enver Paşa’nın Alman hayranlığı sebebiyle Almanya’nın yanında yer almak için teşebbüse geçtiler. Harbin başlamasından beş gün sonra, 2 Ağustos 1914’de sadrâzam Saîd Halîm Paşa, harbiye nâzırı Enver Paşa, dâhiliye nâzırı Talat Paşa ve Meclis-i meb’ûsân reisi Halil beylerden meydana gelen dörtlü grup; Fransa tarafdârı olan Cemâl Paşa ile diğer vükelâ ve Meclis-i meb’ûsânın haberi olmadan Osmanlı-Alman ittifakını imzaladılar. Daha önceki bütün harbler, Meclis-i meb’ûsân ve hey’et-i vükelâdan başka sarayda toplanan fevkalâde harb meclisinin kararıyla ilân edilirdi. Birinci dünyâ harbine girişin ilk basamağı olan bu ittifak andlaşması, pâdişâhtan, bütün meclislerden ve yetkililerden gizli olarak imzalanmak suretiyle Osmanlı Devleti’nin yıkılışı hazırlandı. Hiçbir millî menfeat sağlamayan, fakat pek çok yükümlülükler getiren bu ittifak andlaşmasının imzalanmasından sonra, ihtiyat tedbiri olarak ertesi günden başlamak üzere seferberlik îlân edildi. Harb hazırlıklarına vakit bulabilmek için zahirî olarak tarafsızlığını îlân eden İttihâd ve Terakkî, 11 Ağustos Salı günü Goeben ve Breslau isimli Alman zırhlılarının İngiliz takibinden kurtulmak üzere Çanakkale boğazından girmelerine müsâde etti.
Bu Alman zırhlılarının Çanakkale boğazından içeri girmesinden ise, sadrâzamın, kabinenin, Meclis-i meb’ûsânın, hey’et-i vükelânın ve Enver Paşa haricindeki diğer İttihâd ve Terakkî ileri gelenlerinin de haberi olmadı. O günün akşamı Saîd Halîm Paşa’nın yalısında toplanan Encümen-i vükelâya biraz geç gelen harbiye nâzırı Enver Paşa, içeri girerken gülerek; “Bir oğlumuz dünyâya geldi” dedi. Hemen îzâh ederek, Alman gemilerinin İngiliz takibinden kurtarmak için içeri alınmalarını kendisinin emrettiğini söyledi. Bu suretle Enver Paşa, Almanya’nın Türkiye’yi istediği zaman harbe sokacak bir vaziyete gelmesini te’min etmek gibi târihin hiç bir zaman affetmiyeceği bir cinayeti tek başına işlediği gibi, faciaya ses çıkarmayan arkadaşları da suç ortaklığını kabul etmiş oldular. Bütün bu gelişmelere rağmen Osmanlı Devleti’nin tarafsız olduğunu kabul eden îtilâf devletleri, Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasını ve harbe girmemesini sağlamak için gayret sarfettiler. Fransa ve İngiltere büyükelçileri, sadrâzamı ziyaret ederek protesto notası verdiler.
İtilâf devletlerinin bu teşebbüsleri karşısında, hükümet, Alman sefirine müracaat ederek bir müddet gemilerin silâhtan arındırılmasını istediyse de, vaziyete hâkim olan Alman sefîri, hükümetin bu isteğini kesin olarak reddetti. Alman sefirinin bu davranışı üzerine, Saîd Halîm Paşa’nın yalısında toplanan Encümen-i vükelâ, Alman zırhlılarını Osmanlı Devleti tarafından satın alınmış gibi göstermeye karar verdi. İtilâf devletleri bu hayalî satış oyununa inanmamış olmakla beraber, Osmanlı Devleti’nin tarafsızlığını te’min için, inanmış göründüler. Gemilerin Alman mürettebattan arındırılmasını istedilerse de bu istekleri kabul edilmedi. Alman gemilerinin birincisine Yavuz, ikincisine de Midilli adı verildi. Biraz sonra da donanma başkumandanlığına Alman filo kumandanı Amiral Souchon (Suşon) Paşa tâyin edildi. Böylece tarafsız kalmaya giden bütün yollar kapatıldı.
Almanya, doğu Avrupa’daki Rus kuvvetlerinin bir kısmını üzerinden atabilmek için Osmanlı Devleti’nin bir an önce harbe girmesini istiyordu. Enver, Talat ve Cemâl Paşa dışındaki diğer Osmanlı idarecileri ise, devletin mâlî ve askerî durumunun iyi olmadığını ileri sürerek harbe girişin geciktirilmesini istiyorlardı. Fakat ittihadcıların Balkan harbinde halk üzerinde bıraktıkları kötü hâtıraların silinmesini isteyen, böylece binde bir ihtimâlle de olsa ulaşılacak bir Alman zaferinden sonra kendi ikbâllerinin daha parlak olacağını zanneden, gerçekte ise sâdece Alman ordularının üzerinde bulunan Avrupa’daki yükünü hafifletmek isteyen harbiye nâzırı Enver Paşa ve kabînenin bâzı üyeleri, devletin biran evvel savaşa girmesini istiyorlardı. Neticede Enver Paşa’nın izniyle amiral Souchon donanmayı alarak 29-30 Ekim 1914 gecesi Karadeniz’e çıktı. Odesa ve Sivastopol gibi Rus limanlarını bombaladı. Böylece fiilen harbe giren Osmanlı Devleti’ne karşı îtilâf devletleri harb îlân ettiler.
Gerek Almanya gerekse İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, Rusya ve İngiltere’nin hâkimiyeti altında bulunan veya sömürgesi olan müslümanları ayaklandırarak bu iki devlete gaile çıkaracaklarını ümid etmişlerdi. Ancak çeşitli sebeblerle beklenen netice alınamadı. Harbin başladığı ilk zamanlarda tarafsızlığını îlân eden İtalya; İngiltere ve Fransa’nın bâzı vâdlerde bulunması üzerine 20 Mayıs 1915’de Avusturya’ya, Ağustos 1915’de de Almanya ve Osmanlı Devleti’ne karşı savaş îlân ettiğini bildirerek itilâf devletleri yanında yer aldı. İkinci Balkan savaşında kaybettiği toprakları geri almak isteyen Bulgaristan da, 6 Eylül 1915’de Almanya ve Avusturya ile imzaladığı andlaşmalar gereğince Sırbistan’a karşı savaşa girdi.
Osmanlı Devleti’nin fiilen harbe girmesinden sonra îtilâf ve ittifak devletleri değişik cephelerde savaşmaya başladılar.
1 Kasım 1914’de Rusların Doğubâyezîd’den sınırımıza tecâvüz etmeleri ile Kafkas cephesi açıldı. Ruslar ilk iki muhârebede mağlûb edildi ise de tâkib edilip atılamadı. “Dondurucu kışta taarruz doğru olmaz, ilkbahara te’hir edelim” tavsiyelerine ehemmiyet vermeyen Enver Paşa’nın bizzât idâre ettiği Sarıkamış harekâtında dondurucu kışın da etkisiyle en kıymetli ordu birliklerimiz imhâ edildi. Ruslar, 1915’e kadar Van, Muş, Bitlis; 1916’dan sonra Erzurum, Erzincan, Trabzon, Bayburt, Gümüşhane’yi zabt ederek Şarkî Anadolu’yu ellerine geçirdiler (Bkz. Sarıkamış Harekâtı).
1 Kasım 1914’de İngilizlerin Süveyş’te Akabe’yi bombardıman etmeleri üzerine Filistin-Sûriye cephesi açıldı. Bahriye nâzırı Cemâl Paşa’nın başında bulunduğu ve büyük hayâllerle 1915’de yapılan kanal harekâtı iki defa başarısızlıkla netîcelendi. Bu bölgeye gönderilen ordumuz zâyiât vererek Gazze’ye çekildi. 1917’de meydana gelen üç Gazze savaşının ikisini ordularımız kazandı ise de, üçüncüsünde yenildi. 1918 Nablus meydan muhârebesinde de, İngilizlerin oyunlarına aldanan bedevîlerin ihaneti neticesinde yenildi. Netîcede Suriye, Filistin, Şam, Haleb ve Beyrut elimizden çıktı (Bkz. Kanal Harekâtı; bkz. Cemâl Paşa).
İngilizlerin 1 Kasım 1914’de Basra körfezine asker çıkarmaları ile Irak cephesi kurulmuştu. Umûmî kumandanlığa tâyin edilen Süleymân Askerî Bey, İngilizlere mağlûb oldu ve civar yerler düşman eline geçti. Albay Halil Bey’in Küt zaferini kazanmasına rağmen, bundan istifâde edilemedi. İngilizlerin bu havalideki askerleri tamamen temizlenmeden, İran seferine girişilip, kuvvetler dağıtıldı. Bundan istifâde eden düşman, takviye kuvvetleri alarak 11 Mart 1917’de mukavemet görmeden Bağdâd’ı ele geçirdi. Şehrin düşüşü ile Irak bölgesi de elimizden çıktı.
Birinci Dünyâ savaşı esnasında Çanakkale’de de çok mühim savaşlar oldu. Gauben ve Breslau gemilerinin Osmanlılara sığınmasından sonra düşman Çanakkale üzerine yüklendi. 1915’den sonra Çanakkale’de meydana gelen savaşlar şehâmet destanları ile doludur. Kirte, Zığındere ve Anafartalar, Kocaçimen, Conkbayırı, Kanlısırt, Kirtetepe, Kanlıtepe, Aslantepe muhârebeleri cereyan etti. Düşmanlar muvaffak olamayacaklarını anlayınca belli etmeden gizlice çekilmeye başladılar ve 1916 Ocağı’nda tamamen çekilip gittiler.
Türk milletinin târihinde ayrı bir önem taşıyan ve 9 aya yakın süren Çanakkale muhârebelerinde 250.000 kadar şehîd verilmiş, yeni yetişen bir nesil burada erimiştir. Netîcede Türk cesareti İngiliz soğukkanlılığını, Türk azmi İngiliz inadını ve Türk vatanseverliği İngiliz gururunu yenmiş, şanlı târihimize “Çanakkale geçilmez” ibaresini yazdırmıştır (Bkz. Çanakkale Savaşları).
Avrupa’da durumun İtilâf devletleri lehine geliştiğini gören Romanya da, bâzı topraklar elde edebileceğini düşünerek 28 Ağustos 1916’da itilâf devletlerinin yanında harbe girdi.
Denizlerde de savaşlar oldu. Yavuz ve Midilli gemilerinin Rus sahillerini bombardıman etmelerinden sonra Ruslar da Trabzon’u bombaladılar. İngilizler Gazze ve İskenderun limanlarını, donanmamız Batum’u bombardıman etmişti. Kanal’da, Gazze’de, Suriye ve Çanakkale muhârebelerinde İngilizler tayyareden de istifâde ettiler.
1917’de Rusya’nın savaştan çekilmesi ile boşalan yeri Amerika doldurdu. Bu durum merkezî kuvvetlerin aleyhine oldu. Bu târihte bütün devletlerde bir yorgunluk ve bıkkınlık baş gösterdi. Rusya’nın savaştan çekilmesiyle imzalanan Brest-Litovsk andlaşması ile Osmanlı Devleti, doğudaki topraklarını istilâdan kurtardığı gibi, Kafkasya’daki isyânları fırsat bilerek Bakü’yü ele geçirmeye kalkıştı. Ancak 1917 Haziran’ında, Yunanistan’ın îtilâf devletleri safında savaşa girmesi ve ayrıca 1918 yazı sonlarına doğru îtilâf devletlerinin bütün cephelerde umûmî bir taarruza geçmeleri, merkezî devletlerin sonunu getirdi.
1918 Eylül’ünde Bulgarlar, Makedonya cephesinde Fransız taarruzu netîcesinde yenilince, mütâreke istediler. Bulgarların savaştan çekilmesiyle Almanya yolu kesilmiş, daha önemlisi, İstanbul, Trakya yönünden bir saldırıya açık duruma gelmişti. Bu sırada sayısı dokuza çıkan Türk orduları hayli uzaklarda savaşıyordu. Gerek bu durum, gerekse Suriye cephesindeki yenilgi, yıllardır zafer vadiyle aldatılan millete, İttihâd ve Terakkî’nin siyâsetinin başarısızlığını göstermişti. Savaşa devam etmekte hiç bir fayda yoktu. 1918 Martında sadrâzam olan Talat Paşa, mütârekeyi imzalayacak bir hükümetin kurulmasına imkân vermek için 7 Ekim 1918’de istifa etti. Hükümeti daha çok îtilâf fırkası mensupları ile Ahmed İzzet Paşa kurdu. Bu sırada dört yıldır Anadolu Türk erkeklerini cepheden cepheye koşduran, yüzbinlerce şehîd veren, gâlib fakat mağlûb sayılan Osmanlılar, mütâreke istemek mecburiyetinde kaldılar. Bağdâd-Kerkük arasındaki Kût-ül-Amare’de Osmanlılarca esir alınan ve Büyükada’daki kampta bulundurulan İngiliz generali Townshend (Tavnşend) aracılığı ile Londra’ya başvuran Ahmed İzzet Paşa hükümeti, Bozcaada yanında Limni adasındaki Mondros limanında demirleyen İngiliz Akdeniz donanması amirallik gemisi Agamemnon zırhlısı içinde, dikte ettirilen mütâreke şartlarını 30 Ekim 1918 günü imzalamak mecburiyetinde, kaldı. Bu mütârekenin imzalanması esnasında, Osmanlı Devleti’ni bahriye nâzırı Rauf, hâriciye müsteşarı Reşâd Hikmet ve erkân-ı harb kaymakamı Sâdullah beyler temsil etti. Amerika cumhurbaşkanı Wilson’un ünlü on dört maddelik prensiplerini İngiltere ve Fransa kabul etmişlerdi. Bu Wilson prensiplerinde; “Osmanlı Devleti’nin Türk olan bölgelerinde, îtirazsız olarak Türklerin hâkimiyeti sağlanacak ve bir bölgenin halkı, çoklukça hangi idareyi istiyorsa, o idareye tâbi olacaktır” hükümleri de vardı.
Bütün bunlara rağmen, İngilizler müttefikleri Fransızlara bile bildirmeden Akdeniz başkumandanı vis-amiral Arthur Calhorpe (Kaltorp)’a, Londra’dan telsizle bildirdikleri, bütün Osmanlı târihinde görülmemiş korkunç bir esaret ve teslim oluş vesikası olan yirmi beş maddelik Mondros mütârekesini dikte ettirerek ve hiç bir îtirâzına yer vermiyerek Osmanlı temsilcilerine imzalattılar.
Bu mütârekenin imzâlanmasını tâkib eden günlerde, keyfî idareleri, ikbâl ve makam hırsları sebebiyle Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına, milyona varan müslüman-Türk evlâdının şehîd olmasına ve Anadolu dışındaki bütün topraklarımızın elden çıkmasına sebeb olan İttihâd ve Terakkîmin üçlüsü olan Talat, Enver ve Cemâl paşalar ile diğer ileri gelenleri yurt dışına kaçtılar.
Halkımızın seferberlik dediği dört yıl süren Birinci dünyâ harbinde Osmanlı orduları; Kafkasya cephesinde ve Karpatlardaki Galiçya’da Ruslarla; Makedonya’da Yunanistan ve Fransızlarla; Çanakkale’de İngiltere-Fransa-İtalya ve (Hintli, Avusturalyalı) sömürgeleriyle; Sûriye-Filistin ve Irak cephelerinde, Yeni Zelanda ve Hindistan dâhil, İngiltere İmparatorluğu orduları ile şan ve şerefle kahramanca çarpıştı. Bu kahramanlıklar halk türkülerine yedi düvelin önünde; “Osmanlıydı ki dayandı” sözleriyle aksetmiştir.
Başta İngiltere, Fransa ve Rusya olmak üzere, Amerika, Belçika, Brezilya, Çin, Kosta Rika, Küba, Yunanistan, Guatemala, Haiti, Honduras, İtalya, Japonya, Liberya, Montenegro, Nikaragua, Panama, Portekiz, Romanya, Sırbistan ve Siam’dan meydana gelen îtilâf devletlerine karşı; Almanya, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan’dan meydana gelen ittifak devletlerinin yanında harbe giren Osmanlı Devleti, Hicaz, Yemen, Asır, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan ve Mısır’ı kaybetti. Osmanlı Devleti’nin Birinci dünyâ harbindeki asker zayiatının yekünü ise 3. 842. 580 (üç milyon sekiz yüz kırk iki bin beş yüz seksen) kişidir. Dört milyona yaklaşan bu müdhiş yekûnun 550.000’i (beş yüz elli bin) şehîd; 891. 364’ü (sekiz yüz doksan bir bin üç yüz altmış dört) malûl; 103. 731’i (yüz üç bin yedi yüz otuz bir) kayıp; 2. 167. 841’i (iki milyon yüz altmış yedi bin sekiz yüz kırk bir) yaralı ve 129. 644’ü (yüz yirmi dokuz bin altı yüz kırk dört) esirdir. Bu esirlerin büyük bir kısmı esarette ölmüştür. Memleketin çeşitti bölgelerinde açlık, salgın, bulaşıcı hastalık ve muhaceret (göç) sebebiyle telef olan sivil ahâli kurbanları bu yekûna dâhil değildir. Pek çok harb gemimizin de tahrîb olduğu bu harb esnasında, Osmanlı Devleti’nin daha önceki harbler sebebiyle zâten zayıf durumda bulunan hazînesi iflâs hâline geldi, işte bütün bu millî felâketlere sebeb olanların, darağaçlarıyla beraber kurdukları idarenin mâhiyetini de, faciaya sebeb olanların başındaki Talat Paşa; “Bizim bu memlekette kurduğumuz idare, olsa olsa münevver bir istibdâddır” diyerek ifâde etmiştir. Kurulan dîvân-ı harb, kaçak olan Talat, Enver ve Cemâl paşalar ile Dr. Nâzım’ı gıyabî olarak îdâma mahkûm etti.
Birinci dünyâ harbinden sonra îtilâf devletleri kazançlı çıkarken, ittifak devletleri zararlı çıkmış, en değerli toprakları ellerinden alınmıştır. 1815 Viyana kongresinde kurulan, ancak on dokuzuncu yüz yıl boyunca önemli değişmelere uğramakla beraber umûmî olarak 1914 yılına kadar gelen Avrupa siyâsî haritası ile güçler dengesi yıkıldı. Bunun neticesinde Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları parçalanarak yerlerine küçük ve yeni bir çok devlet kuruldu. Avrupa’da yeni bir siyâsî harita ve güçler dengesi ortaya çıktı. Daha geniş mânâda dünyâda yeni bir statüko kuruldu. Ancak bu değişiklik, müttefik devletlerin lehine idi. Îtilâf devletleri; yenilen devletlerin topraklarını küçültecek, bâzılarını işgal edecek veya o topraklarda yeni devletler kuracak, askerî kısıtlamalar ve yasaklar koyacak şekilde andlaşmalar kabul ettirdiler. Bunun neticesinde yıkılan üç İmparatorluğun bıraktığı boşluk, başta İngiltere olmak üzere; Fransa, İtalya ve Japonya gibi devletler tarafından doldurulmak istendi.
Birinci dünyâ harbinden en kârlı çıkan devlet İngiltere idi. Almanya’yı yenilgiye uğratmakla Avrupa’dan adasına gelebilecek tehlikelerden ve denizlerde bu devletin rekabetinden kurtulmuş oldu. Diğer taraftan Almanya’yı Ortadoğu’dan uzaklaştırarak, güçlü bir rakîbi ortadan kaldırdı ve böylece bölgeye hâkim oldu. Aynı zamanda Rusya’yı etkisiz hâle getirdi ve Fransa’yı da ikinci plânda bıraktı. Neticede, dünyânın bir numaralı devleti hâline geldi.
Fransa ise; Almanya ve Avusturya-Macaristan devletlerinin yenilmesi ve parçalanması ile sınırlarındaki iki büyük tehlikeden kurtuldu. Avrupa’da ve Ortadoğu’da elde ettiği kazançlarla da İngiltere’den sonra ikinci devlet oldu.
İtalya, Avusturya’dan aldığı topraklarla kuzeye doğru genişledi. Anadolu’da kendisine bırakılan payı az bulduğundan İngiltere ve Fransa’ya kırgın olmakla beraber, elde ettiği adalar ve yerlerle Akdeniz ve çevresinde etkili duruma geldi. Japonya ise, Uzak Doğu’da geniş çıkarlar elde ederek dünyâda söz ve etki sahibi oldu.
Birinci dünyâ harbi sebebiyle gerek îtilâf, gerekse ittifak devletlerinin kendi bünyelerinde de bâzı siyâsî hâdiseler meydana geldi.
Ancak Birinci dünyâ harbi sırasında ve sonrasında yapılan andlaşmalar, yenilenlere çok ağır şartlar getirdiğinden, gâlib devletlerin de çıkarlarına aykırı olduğundan ilk zamanlardan îtibâren tepkilere, anlaşmazlıklara ve yeni mes’elelerin ortaya çıkmasına yol açtı. Bunlar da barışın uzun sürmemesine sebeb oldu. Dünyâda kısa bir müddet sonra yeniden bir umûmî savaş tehlikesi başgösterdi.

ALLAH YOLUNU AÇIK ETSİN

Sene 1915, Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci Dünyâ harbi bütün cephelerde devam ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu. Yiğitlerin biri ölüyor, bini yetişiyor. İhtiyarı, genci savaşıyor, didiniyor ve yurdumuza düşman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah’a duâ ediyor. Cepheye durmadan takviye kuvvetleri gidiyor. İşte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik istasyonunda beklemektedir. Askerlerin hepsi sakin, belki bir daha geri dönmeyecekler. Ama şehîd olmak inancı gönülerine huzur veriyor.
Sevkıyat subaylarından biri vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla, şüpheyle yaklaşır. O anda çakan şimşeğin aydınlığında şunlara şâhid olmuştur:
Ak saçlı, beli bükülmüş, soluk benizli, başı yaşmaklı, ihtiyar bir Türk anası çakılmış gibi orada duruyor. Yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen huşu içinde beklemektedir. Anadolu’nun cefakâr vefâ timsâli ve sabırlı anası ile yaklaşan subay arasında şu konuşma geçer:
“Valide! Yağmurun altında niye böyle bekliyorsun?”
“Trende oğlum var. Onu selâmetlemeye geldim.”
“Oğlun kimdir, nerelidir?”
“Söğüt’ün Akgünlü köyünden Mehmedoğlu Hüseyin.”
“Onu görmek ister misin, çağırayım mı?”
“Sana duâ ederim. Ona söyleyecek tek bir sözüm var.”
Hüseyin kısa zamanda bulunur. Elini öpen oğlunu bağrına basan ana son olarak; “Hüseyin’im, yiğit oğlum benim!.. Dayın Şıpka’da, baban Dömeke’de, ağaların Çanakkale’de şehîd düştüler. Bak son yongam sensin. Eğer, minareden ezan sesi kesilecekse, câminin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun. Öl de köye dönme. Yolun Şıpka’ya uğrarsa dayının ruhuna bir Fatiha okumayı unutma. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin” demiştir.
Hüseyin, son defa anacığının elini öpmüştü. Yaşlı gözlerle oğluna bakan Türk anası son evlâdını da duâlarla bu şekilde cepheye uğurlanmıştır.

DEVLET YIKILDIKTAN SONRA!..

Birinci Dünyâ harbinin başladığı günlerdi!.. Dâhiliye nâzırı Talat Paşa ile harbiye nâzırı Enver Paşa ne düşündülerse, sabık pâdişâh İkinci Abdülhamîd Han’ın mes’ele hakkındaki malûmatına, bilgi ve tecrübesine başvurmayı uygun buldular. Bu maksadla İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na gönderdiler. Otuz üç sene gibi uzun bir müddet Avrupa siyâsetine hâkim olmuş sultan İkinci Abdülhamîd Han, cevâbında; “Bu vaziyette artık benim verebileceğim bir fikir, tavsiye edebileceğim bir tedbir kalmamıştır. Zîrâ bu zavallı devlet, harb-i umûmîye sürüklendiği gün münkariz olmuştur. Sizi bana gönderenler harbe girmeden önce göndermeli idiler. Dünyânın karalarına ve denizlerine hâkim olan devletlerine karşı Almanya ve Avusturya ile birleşip ateşe atılmak, târihin ender kaydettiği hatâlardandır” demiştir. Her hâlde bu konuşmasından tatmin olmayan Enver Paşa’yı da Beylerbeyi Sarayı’na davet ederek nasihatlerde bulunmuş ve şöyle demiştir: “33 senelik saltanatımda, ferdin hürriyetine tarafdârdım. Lâkin gelişi güzel bir hürriyet ve serbestiyi hiç bir zaman istemedim. Meşrûtiyeti ben ilân ettim. Ama meb’ûslarımızın kifayetsizliğini görerek kapattım. Meclis-i meb’ûsânın Doksanüç harbinde verdiği karârın bize neye mâlolduğunu bilirsiniz. Balkanları kaybettik. İstanbul’a gelen Ruslar ile şerefsiz bir andlaşma imzalamaya mecbur olduk. Andlaşma imza ederken Safvet Paşa’nın ağladığını işitince ben de ağladım. Ama göz yaşı dertlere deva olmuyor. Şimdi siz de acele ile bir harbe girmiş bulunuyorsunuz. İnşâallah hayırlı ve şerefli olur. Fakat Allah göstermesin ya felâketle biterse... İster misin bu da Anadolu’nun kaybına mâlolsun. Her devirde devletin düşmanı olmuştur. Siz de bu düşmanlarla işin iç yüzünü bilmeden birleştiniz. Hareket ordusu ile İstanbul’a geldiniz. İktidarı ele aldınız. İstediğiniz makama geçtiniz. Yapmak istediklerinizi niye yapmıyorsunuz. Bunlara güvenme oğlum, insanı bugün alkışlayanlar, yarın onun aleyhine dönüp parçalamasını da bilirler. Dikkatli ol!” Ne var ki büyük hayâller peşinde koşan Enver Paşa ve İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri bu mühim nasihatlere de kulak asmayarak bildikleri yolda yürüdüler. Böylece devletin yıkılmasına sebeb oldukları gibi, millete kan ve göz yaşından başka bir şey bırakmadılar. Ayrıca târihe kötülükleriyle yâd edilen kimseler olarak geçtiler.

SÂDECE EMREDİLENİ YAPTIK

Birinci Dünyâ Savaşı’nda Sina cephesinde görevli bir batarya komutanı hâtıralarında şöyle demektedir:
“Harbin son seneleri idi. Bağdâd cephesinde üstün İngiliz birlikleri ordumuzu geri çekilmeye mecbur etmiş, Fırat nehri boyunca kuzeye doğru ilerliyordu. Çekilmemiz bozgun şeklinde olmayıp, harbin gereğiydi. Bir aralık ordumuzun artçı birlikleri düşman kuvvetleri ile Şatt-ül-edhem denilen yerde muhârebeye tutuştu. Sabahtan öğleye kadar bütün silâhların ateşleriyle çölün kızgınlıklarında her taraf alev alev yanıyordu. Bütün hınç ve güçleriyle saldıran düşman kuvvetleri, bir an önce mukavemeti kırmak istiyordu. Müdâfâ eden askerlerimizin sayısı düşmanla nisbet kabul edilmeyecek derecede azdı. Yalnız bu kahramanlar çok itaatli ve çok îmânlı idiler. Hakîki birer asker olan bu bir avuç kahraman, îmân kalesi gibi duruyordu. Düşman hücumları bu mert ve cesur yavruların îmânlı göğüsleri karşısında ve süngülerinin ucunda eriyordu.
Harbin en kızgın yerinde kolordu komutanı, düşmanı yandan vurmak için yedek bir piyade alayı ile dört toplu olan benim bataryama görev verdi. Arazî çırılçıplak idi. Alay ile beraber hareket ettik. Düşmandan tarafa gidiyorduk. Topçunun harekâtı piyade gibi değildi. Şartlar güçtü ama ne olursa olsun alınan emir muhakkak yerine getirilecekti.
Açık bir sahada olan hareketimizi gören düşman, bütün topçu atışlarını üzerimize topladı. Bir yanardağın içine düşmüş gibi idik. Sür’atle ilerliyor, subay, erat ve hayvanlardan ölenlere hiç bakmıyorduk. Bir kişi de kalsak emredilen yere ulaşacaktık. Bütün meşakkat, eziyet ve sıkıntılara rağmen hedefe vardık. Şükürler olsun ki bir kaç şehîd ve yaralıdan başka zayiatımız yoktu.
Derhâl topları mevzie sokup ateşe başladım. Düşman bütün gücü ile bizi hedef seçmişti. Toplar, gülleler üzerimize yağmur gibi yağıyordu. Bu saldırılar karşısında bataryanın îmânlı, itaatli subay ve eratı vazifelerini hakkıyla yapmakta, düşmana çok zayiat verdirmekteydi. Bizim ateşimiz karşısında îmân ve itaat duvarını geçemiyeceğini anlıyan düşman, kahraman piyademizin süngüleri önünde kaçmaya başladı. Bu heyecanlı zamanda paşamızı karşımızda gördüm. Elimi sıkıp tebrik etti; “Aferin batarya komutanı. Başarılı ateşleriniz bize bu muhârebeyi ve zaferi kazandırdı. Sizi ve mert, kahraman batarya subaylarınızı ve eratınızı tebrik ederim” dedi. Cevaben; “Sağ olunuz! Vazifemizden ve emirlerinize itaatten başka bir şey yapmadık” dedim.

YARASINA BİR AVUÇ OT TIKAMIŞTI

Osmanlı Devleti adetâ bir macera uğruna Birinci Dünyâ Savaşı’na katılınca, îtilâf devletleri için boğazlar mes’elesi birinci plânda önem kazandı. Boğazları kolaylıkla aşacaklarını sanan devletler, Türklerin üstün savaş gücü ve inancını hesaba katmamışlardı. Geldikleri gibi geri döndüler. Ama İngilizler ikiyüz beş bin, Fransızlar kırk yedi bin zayiat verdiler. Türklerin zâyiâtı ise, şehîd yaralı ve hasta olmak üzere iki yüz elli iki bine ulaştı.
Kahramanca savaşan Türk askeri düşmanlarını bile kendine hayran bıraktı. Bu savaşta bir kolu ile ayağını kaybeden Fransız generalinin anlattıkları bunun en güzel örneklerindendir.
General yurduna döndüğünde savaş anılarını anlatmasını taleb ettiler. Söze; “Fransızlar böyle mert bir milletle savaştıkları için dâima iftihar edebilirler!..” cümlesiyle başlaması üzerine, bir gazetecinin daha ziyâde milliyetçilik etkisi altında sorduğu: “Neden iftihar edebilirmişiz?” sorusuna, o, dünyâ savaş ve insanlık târihine altın harflerle yazılacak vasıfda manidar bir menkıbeyle cevap vermişti:
“Çünkü, Türkler tam bir erkek gibi döğüşüyor ve savaş şartlarına riâyet ediyorlar. Hiç unutmam, savaş sahasında döğüş bitmişti. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel aynı topraklar üzerinde Fransızlarla Türkler süngü süngüye gelip, her iki taraf da ağır zâyiât vermişti. Bu sırada gördüğüm bir sahneyi ömrüm boyunca unutamayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyordu, onun yanı başında da bir Türk askeri vardı. Dikkat ettik, Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, Fransız askerinin yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu!
Tercüman vasıtasıyla aramızda şu konuşma geçti:
“Niçin, öldürmek istediğin düşmanına yardım ediyorsun?”
Mecalsiz bir hâlde bulunan Türk askeri cevap verdi: “Bu yaralanınca cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi. Dilinden anlamıyorum ama, her hâlde annesi olacak. Demek ki, onun bekleyeni vardı. Benim ise kimsem yok. Ölsem ne çıkar? Onun için istedim ki, o kurtulup anasının yanına gitsin!..”
Bu asil duygu üzerine hüngür hüngür ağlamaya başladığımda, emir subayım Türk askerinin ceketinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaranın yanaklarımdan sızan yaşlarımı dondurduğunu hissettim. Türk askerinin göğsünde, bizimkinden çok ağır bir süngü, yarası vardı ve bu yaraya bir avuç ot tıkamış. Kanamasına mâni olmak istemişti. Az sonra ikisi birden öldüler.
İşte, kendi temiz gömleğinden yırttığı bezlerle, kendi yarasından vazgeçip düşmanın yarasını saran böyle kahraman bir milletle döğüştüğümüz için dâima iftihar edebiliriz efendiler...”

KANLI ZARF!..

27 Mart 1916 târihinde Irak Cephesi Felahiye muhârebesinde boğazından ağır yaralanan; 18’inci Kolordu, 51’inci Tümen, 9’uncu Alay emir subayı olup, adı geçen muhârebede kendi alayından bir bölüğe komuta eden İstanbullu Üsteğmen Muzaffer, hayatının son dakikalarına geldiğini görünce sükûnetle son görevini yapmaya başlamış ve konuşamadığından cebinden çıkardığı bir mektup zarfının üzerine kurşun kalemle önce; “Kıble ne yöndedir?” diye yazarak sormuştur. Millî şeref ve fazileti bulunan ak yüzünü ve pâk alnını, görevini başaranlara mahsus güzellikle huzûr-ı peygamberîye çevirmiş ve kalbindeki şehâdeti dille anlatmaya takati olmadığından, kana boyanan o zarfın ortasına okunaklı bir şekilde kelime-i şehâdeti yazmış, sonra bu büyük asker, bölüğüne son sözünü söylemek isteyerek aynı zarfın üç yerine; “Bölük intikamımı alsın” cümlesini yazarak, ikisini imzalamış, üçüncüsünü ise imzâlayamadan son nefesini vermiş, silah arkadaşlarının safları önünde uçmak, bölüğüne kanat gererek gölgesine sığındırmak için yükselmiştir. Bu şehidin ruhunu fatihalarla selâmlayalım, Allahü teâlânın, şehîdlerin yardımı ve himayesinden herkesi nasiplendirmesini dâima dileyelim.
Muzaffer Efendi’nin bu yüce davranışı yâni bir Türk subayının örnek maneviyâtı olan o kanlı beyaz zarf. Askerî Müze’ye gönderilmiş, Türk çocuklarına ve gelecek nesillere cevher değerinde bir miras olmuştur. Yaşayan ölülerin mirasları içinde bu zarf da yaşayacak, dâima yükselmeye teşvik ve milletin iftihar etmesi için bir belge olarak kalacaktır. Büyük meydanların büyük imtihanlarında kazanılan bu şehâdetnâmeler; her genci imrendirip, örnek olacak bir etki yapacağı gibi, her babanın kalbinde böyle evlâda sâhib olma duygusunu yükseltecek, sonunda millet bu yüzden kendi fedâkârlığına güvenecektir.
Böylece, dîni ve vatanı için ölmek aşkıyla yetişen gençler çoğalacak ve vatan sevgisi millî terbiyemize esas oldukça yaşama hakkı bizim olacaktır...
Bu husustaki özel görevini yerine getiren 6’ncı Ordu, sonucu milletin takdirine bırakmıştır. Umarım ki, her edip, her yazar bu yüce gayeye hizmete ve merhumu bütün millete tanıtmaya çalışacaktır. Ve yine umarım ki Müdâfaa-i Millîye Cemiyeti bu GâzÎ’nin fotoğrafıyla zarfını birleştirip büyük levhalar haline getirecek, yüz binlerce duvar levhası şeklinde basarak, her evin iftiharla duvarına asacağı birer ibret levhası yapacak, böylece; vatan, millet nâmına bir hizmette bulunacaktır. 28 Haziran 1332 (11 Temmuz 1916)
6’ncı Ordu Kumandanı Halil
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 412
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 281
 3) Görüp İşittiklerim; sh. 113
 4) Sultan Reşad’ın Sarayında Gördüklerim
 5) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-14
 6) Siyâsî Târih (R. Uçarol); sh. 349
 7) Birinci Dünyâ Savaşı Târihi 1914-1918 (P. Renouvin Çev. A. Cemgil, İstanbul-1969); sh. 214
 8) Birinci Cihân Harbi’nde Türk Harbi (Fahri Belen, Ankara-1964)
 9) Türk İnkılâbı Târihi; cild-2, kısım-4, sh. 505
10) Siyâsî Târih (Şükrü Esmer, İstanbul-1944); sh. 440
11) Birinci Dünyâ Savaşına Giden Yol (H. Ülman, Ankara-1973)
12) Türk Siyâsî Târihi (Tahsin Önal, Ankara-1978); sh. 427
13) Hatırat (Talat Paşa); sh. 29
14) 20.Yüzyıl Siyâsî Târihi (F. Armaoğlu); sh. 99
15) Hâtıralar (Cemal Paşa, Selek Yayınları-1959); sh. 67
16) Siyasal Târih (Murat Sarıca); sh. 243
17) Rehber Ansiklopedisi; cild-4, sh. 276

BOSNA HERSEK


Osmanlı Devleti’nin Rumeli’deki önemli eyâletlerinden. Balkan yarımadasının kuzey-bat ısında bulunan Bosna-Hersek’in yüzölçümü 51.027 km2 olup, kuzeyinde Hırvatistan ve Slovenya, doğusunda Sırbistan, güneyinde Karadağ ile çevrilidir. Bölge halkı, Oğuz Türklerinin bir kolu olan Peçeneklerden olup, Osmanlı’nın orayı fethinden sonra topyekün müslüman olan Boşnaklardır. Sonradan müslüman olan Hırvatlara, Sırplara ve Türk asıllı olup daha önceden ecdadı Bosna’ya yerleşmiş olan Türklere de Boşnak denilmiştir.
Bosna-Hersek eskiden beri bir çok kavmin geçit yeri olmuştur. Bölgede, Romalılardan önce İllîrya kabîleleri hâkimdi. Romalılar uzun savaşlar sonunda bölgeye hâkim oldular. Büyük Roma İmparatorluğu 395 senesinde ikiye bölündüğü zaman, Bosna-Hersek, Batı Roma İmparatorluğu’na kaldı. Yedinci asırda bölge, Avar ve Slav akınları sonucu bu kavimlerin hâkimiyetine girdi. Bunun neticesinde bölgedeki Roma izleri silindi ve bugünkü etnik durum ortaya çıktı. 626 senesinde kuzeyden gelen Sırp ve Hırvat akınları, bölgeye hâkim olan Avarların hâkimiyetini iyice sarstı. Bosna’nın bâzı bölgeleri ile Dalmaçya’ya Hırvatlar, Karadağ ve dolaylarına ise Sırplar yerleşti. Bu kavimlerin ortasında Bosna-Hersek kuruldu. Avarlardan kalma bir teşkîlât olan Banlıklara ayrıldı. Yedinci asırdan on ikinci asra kadar, Sırplar ve Hırvatların hâkimiyeti altında yaşayan Bosna-Hersek halkı, bu asrın başlarında Bizans İmparatorluğu’nun idaresine geçtiler. Bölge, 1137 senesinde tamâmiyle Macarların eline düşünce, Macar kralı ikinci Belâ, oğlunu Bosna dukası yaptı.
Bosna-Hersek’in 1137’den 1878 senesin kadar olan târihi, altı bölüme ayrılmaktadır: 1- Banların bütün ülkeye hâkim olmaları (1137-1251), 2- Banların nüfuzlarını kaybetmiş oldukları devir (1251-1314), 3- İki Kotroman devri (1314-1377), 4- Bosna krallığı ve St. Sava dukalığı (1377-1463), 5- Ülkenin, Macaristan ve Osmanlı Devleti arasında taksimi (1463-1528), 6- Osmanlı Devleti’nin bir eyâleti olması (1528-1878).
Bosna, 1137-1251 seneleri arasında Hırvatistan krallığı’na tâbi olup, muhtariyet hâlinde ban denilen mahallî beyler tarafından idare ediliyordu. Bunlar hıristiyan Bogomil mezhebinde olduklarından, Papa’nın emriyle Macarlar tarafından fena hâlde ezildiler. Buna rağmen banlar, Macarların himayesinden ayrılmayıp, sıkı surette bu krallığa bağlandılar. 1360 senesinde Macaristan’ın umûmî vâlisi ve Macar kralı birinci Layoş’un eniştesi Tvartko, beyliğin başına getirilince, bölge tamamen Macaristan’a bağlandı. Tvartko, 1371’de Macar hâkimiyetinden ayrılarak bölgede Bosna ve Sırbistan krallığını kurdu. Tvartko’nun ölümünden sonra yerine kardeşi İstefan Dabiça geçti. Bunun zamanında Macarlar, Hırvatistan ve Dalmaçya’yı zabtettiklerinden, Bosna krallığı küçüldü. Dabiça, Macarlarla dostluk kuramadı. Bu sırada Osmanlılar Rumeli’de fetihlere başlamış bulunuyorlardı. Nitekim 1394’de Üsküp sancakbeyi Paşa Yiğit’in oğlu tarafından Bosna üzerine yapılan akınlarda, Dabiça, Macarlardan yardım alamadı.
İstefan Dabiça, 1398’de ölünce, Bosna; karısı Elen Gruba tarafından idare edilmeye başlandı. Fakat bu sırada Bosna krallığı nüfuzunu iyice kaybetmişti. Mahallî prensler serbest hareket etmeye ve devlet merkezini tanımamaya başlamışlardı. Dabiça’nın öldüğü sene bir Osmanlı akıncı kuvveti daha Bosna’ya girdi. Bu akınlar sırasında Osmanlı adaleti ve nizâmı ile tanışan Bosna-Hersek derebeylerinin bir çoğu, Osmanlı Devleti ile anlaştı. Nitekim Osmanlı idaresine geçtikten sonra da Bosna ve Hersek’te kitleler hâlinde İslâm dînine girmeler oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettikten sonra. Bosna-Hersek işleriyle meşgul olmaya başladı ve bölgenin tamâmını fethetmek için harekete geçti ve bunu 1462, 1464’de üst üste yapılan iki sefer-i hümâyûn ile tamamladı. Birinci sefer-i hümâyûnda, Fâtih, başta Bosna’nın merkezi Yayca şehri olmak üzere bütün kaleleri kolaylıkla ele geçirdi. Yakalanan Bosna kralı îdâm edildi. Buradan Hersek krallığı üzerine yürüyen Fâtih, kral İstefan’ın Osmanlı himayesini kabul etmesi üzerine, memleketinin bir kısmını kendisine bırakarak diğer yerleri Osmanlı topraklarına kattı. Fâtih Sultan Mehmed Han elde ettiği Bosna şehirlerindeki halkın bir kısmını iskan için İstanbul’a yolladı ve Yayca ile diğer önemli kalelere asker koydu. Bosna sancakbeyliğine Minnetoğlu Mehmed Bey’i tâyin ederek, İzvornik kalesine de Mihaloğlu İskender Bey’i muhafız bırakarak İstanbul’a döndü.
Bosna’nın fethi Osmanlılar için pek önemli idi. Deniz kuvvetlerini arttırarak Akdeniz’de Venedikleri tehdîd eden Osmanlıların Bosna’yı zabtetmeleri de Macaristan’ın siyâsî varlığını tehlikeye düşürmüştü. Bu arada Türklerin, Lepant havalisi ile Argos limanını da elde etmeleri, Macarlarla Venediklileri, Osmanlılara karşı tecâvüzkâr bir ittifaka sevketti.
Nitekim Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’a dönmesinden sonra müttefik kuvvetler hücuma geçerek, Osmanlıların zabtettikleri bâzı kaleleri elde edip, Bosna krallığının merkezi olan Yayça’yı da ele geçirdiler.
Bu olaylar üzerine 1464 ilkbaharında sultan Mehmed, ikinci defa Bosna’ya hareket etti. Fâtih’in Yayça’yı muhasara etmesi üzerine, Macar kralı da büyük bir kuvvetle gelerek Osmanlıların elinde bulunan İzvornik kalesini kuşattı. Bunun üzerine ordudan ayrılan mühim bir kuvvet, Macar kralı üzerine gönderildi. Böylece iki ateş arasında kalan Macar kralı, ağırlıklarının bir kısmını bırakarak kaçmak zorunda kaldı. Ancak Osmanlı ordusu Yayça’yı geri almaya muvaffak olamadı. Buna karşılık elde edilen kalelerden bir kısmı yıkıldı ve lüzumlu olanlarına asker ve mühimmat kondu.
Yayca kalesi ancak 1528 senesinde Bosna beyi meşhur Gâzi Hüsrev Bey zamanında alındı. Hüsrev Bey, Bosna’nın önemli mevkilerinden olan Kilis kalesini de 1536 yılında fethederek, Osmanlı hâkimiyetine kattı.
Bosna, on altıncı asrın ikinci yarısında beylerbeylik oldu. İlk Bosna beylerbeyi olarak Sokullu Ferhad Paşa tâyin edildi. Beylerbeyiler, hududa yakın olan Banaluka kalesinde otururlardı. Banaluka’nın batısındaki Bihke kalesi 1591’de dokuz günlük bir muhasaradan sonra Bosna beylerbeyi Derviş Hasan Paşa tarafından zabtedildi.
Bosna-Hersek eyâleti; Saraybosna, Banaluka, Hersek, Kilis, Kırka, Pakrac, Zivornik ve Pojega olmak üzere sekiz sancaktan meydana geliyordu. Bölge Osmanlı hâkimiyetine geçtikten sonra, başta Bapomillar olmak üzere, gördükleri iyi muamele karşısında halkın büyük kısmı müslüman oldu. Macarlara karşı sert tepki gösteren Bosna halkı, Osmanlı ile kaynaştı ve Osmanlıların Macaristan’a yaptığı seferlere katıldı. 1639 senesinde eyâlet merkezi tekrar Saraybosna’ya alındı. On sekizinci asırda eyâlet merkezi Travnik’e nakledildi ve sancak sayısı altıya indirildi.
Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki nüfuzu sarsılınca, iç Bosna ile Krayine, Yenipazar, Trebinye, Zeta ve Hersek’i içine alan eyâlet, Avusturyalıların hücumuna uğradı. 1718 senesinde yapılan Pasarofça andlaşması ile Bosna-Hersek’in kuzey kısımları Avusturya’ya bırakıldı ise de, 1739 Belgrad muahedesi ile Furyan kalesi hâriç, bu topraklar tamamen geri alındı. Bir ara Hersek sancağı, müstakil sancak olarak eyâletten ayrıldı ise de, 1850’de tekrar birleştirildi.
Bosna-Hersek on dokuzuncu asrın başlarında karışıklıklara sahne oldu. Bu sırada Osmanlı Devleti’ni iç ve dıştan çökertme faaliyetleri çok yoğunlaştı. Aynı zamanda Bosna-Hersek’te de yapılan bir takım ıslâhat, halkın hoşnutsuzluğuna sebeb oldu. 1830 senesinde müslümanlar, Gradaçaç kapdanı Hüseyin Bey kumandasında isyân ettiler. 1840’da vezir Mehmed Vecihi Paşa, Gülhâne hatt-ı hümâyûnu ile bildirilen yeni idare tarzını tatbik etmek istedi. Kazalarda bulunan yerli kapdanların yerine, İstanbul’dan me’murlar tâyin edilmesi üzerine Boşnak beyleri durumdan memnun olmadılar. Saraybosna müslümanları, vezîre isyân ettiler. İsyancılar, Vitez mevkiinde mağlûb edildi. Ayaklanma bastırılınca, eyâlet merkezi Travnik’ten Saraybosna’ya nakledildi. İsyan eden Boşnak beyleri îdâm edildi (1851). Müslüman halkın ayaklanması yanında hıristiyan tebea da ayaklandı. Bu gayr-i müslim tebea, 1836-1856 fermanları ile vâdedilen ıslâhatın gerçekleştirilmediğini ileri sürerek huzursuzluk çıkardılar. Osmanlı mâni olunca da Avusturya’ya sığınan hıristiyan halk, bu devletin müdâhalesini istediler (1858). Bu durum üzerine Sultan, bölgeye bir hey’et göndererek; arazi işlerini, köylünün ve arazi sâhiblerinin hukukunu ve vazifelerini belirten bir kararname hazırlattırdı. 1863 senesinde geniş bir salâhiyet ile Ahmed Cevdet Paşa, Bosna müfettişi olarak bölgeye gönderildi. Bir buçuk sene bu vazifede kalan Ahmed Cevdet Paşa, Bosna-Hersek vilâyetinin idarî ve askeri teşkilâtının düzenlenmesinde büyük başarı gösterdi.
Alınan yeni tedbirlerin uygulanması sırasında, hıristiyan halk ile idareciler arasında anlaşmazlık çıktı ve 1875 senesinde hıristiyanlar yine ayaklandılar. Bosna’daki bu ayaklanma, Sırplara da sirayet etti. İsyan, devlet tarafından bastırıldı ise de, 1877’de başlayan Osmanlı-Rus harbi sırasında yer yer devam etti. 1878 senesinde yapılan Berlin andlaşması ile Bosna-Hersek, Avusturya’nın işgaline bırakıldı ise de, 1908 senesine kadar Osmanlı hükümranlığı devam etti. Osmanlı Devleti’nde 1908’de ikinci defa Meşrûtiyet îlân edildiği sırada, Avusturya-Macaristan imparatorluğu, Bosna-Hersek’in kendi topraklarına ilhak edildiğini açıkladı. Birinci dünyâ harbinden sonra ise o zaman yeni kurulmuş olan ve sonradan adı Yugoslavya olan Sırp-Hırvat-Sloven krallığına bırakıldı. Daha sonra bu krallık, Yugoslav Fedâratif Halk Cumhuriyeti topluluğu hâline geldi. Neticede Bosna-Hersek bu devleti meydana getiren altı cumhûriyetten biri oldu.
Osmanlılar, hâkim oldukları zaman zarfında Bosna-Hersek’te Türk kültürünü ve medeniyetini yerleştirdiler. Bölgede Türk kültür ve medeniyetinin gerçek kurucusu Bosna-Hersek vâlisi Gâzi Hüsrev Bey’dir. Sultan İkinci Bâyezîd Han’ın kızının oğlu olan Gâzi Hüsrev Bey, Bosna beyliğinde bulunurken Yayca ve Kilis kalesini alarak, Bosna’nın tamâmını Osmanlı hâkimiyetine katmıştı. 1526 Mohaç savaşına da katılan Hüsrev Bey, zaferin kazanılmasında büyük rol oynadı. Hüsrev Bey’in emrinde 10 bin kadar deli (akıncı) kuvveti mevcuttu. Gâzi Hüsrev Bey, Saraybosna’da Kurşunlu ve Hankâh medreselerini yaptırdı.
Akıncı kumandanı Gâzi Îsâ Bey, Makedonya ve Bosna-Hersek’i ihya edenlerin arasında yer almaktadır. Îsâ Bey, Saraybosna’da Büyük Hünkâr Câmii, Üsküb’de medrese, çifte hamam, 38 km. uzunlukta bir kemer ve tünel şebekesine mâlik muazzam bir su te’sisâtı, Kalkandelen’de bir hamam ve daha pek çok eser bıraktı. Gâzi İshak Bey’in Üsküb’teki medresesi, bedesten ve çarşısı, 2150 dükkanlı büyük bir kasaba gibiydi. Ayrıca Üsküb’de 70 mekteb ve 20 tekke bulunuyordu. Saraybosna’da 177 câmi, 180 sıbyan mektebi, 47 tekke, 23 han ve 7 imâret, Türkçe el yazmalarını da ihtiva eden önemli bir kütüphâne, Endülüs mîmârîsi tarzında güzel bir belediye binası ve kâdı yetiştiren bir medrese vardı.
Evliya Çelebi, Seyâhatnâme’sinde Bosna-Hersek eyâletini anlatırken, “Eyâlette 773 kale, hisar ve palanga mevcuttur. Saraybosna şehri 104 mahalle olup, bunların 92’sinde müslüman, ikisinde yahûdî, onunda hıristiyanlar oturmaktadır. Ferhat Paşa, Hüsrev Paşa, Sultan Paşa, Ali Paşa, Îsâ Paşa câmileri en büyükleri olup şehirde 77 câmi, 99 mescid vardır. 18 medreseden Hüsrev Bey Medresesi, yüksek medrese tahsili vermektedir. Sayısı kırk yedi olan tekkelerin içinde Mevlevihâne, yetmiş odalı bir dergâhtır. 800 kadar sebil, 100 çeşme vardır.
Eyâlette başlıca dokuz maden vardır. Masrafı gelirinden fazla olduğu için, beylerbeyi Ferhad Paşa tarafından altın mâdeni kapattırılmıştır. Serepengci’de gümüş çıkarılır. Zengi lâcivert taşı, kurşun, bir mikdâr bakır, Kovince dağlarında son derece zengin demir mâdenleri işlenilmektedir. En büyük ziyaret yeri, Gâzi Hüsrev Paşa türbesidir.
Osmanlı sultanları ve devlet adamları, bölgede bir çok hayır kurumları inşâ ettirdiler. Saraybosna’nın doğusunda yer alan Vişegrad, Sava nehrine akan Drina çayının yanındadır. Şehirde yer alan târihî eserlerin hepsi, Sokullu ailesi tarafından yaptırılmıştır. Mîmâr Sinân’ın yaptığı Drina köprüsü on bir gözdür. Her kemeri Samanyolu gibidir. Büyük hendese bilgisine dayanılarak, cür’etli bir mühendislikle inşâ edilmiştir” demektedir. 1876’da sultan Abdülazîz tarafından gönderilen Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübarek sakal-ı şerîfleri törenle Hüsrev Paşa türbesine konulmuştur.
Sultan Abdülazîz Han devrinde, Bosna eyâletinde kalkınma ve yenileşme hareketleri görüldü. Saraybosna’da bir Mekteb-i hukûk-ı şâhâne (hukuk fakültesi) açıldı. Banaluka-Novi arasında işleyen ilk demiryolu hattı 1872’de açıldı. 1860’da eyâlet resmi matbaası kuruldu. 1909’da eyâlette Ortodoks, Sırp ve Katolik Hırvat okulları hâriç, ilkokul sayısı 1.092’ye yükselmişti.
Bugün Bosna-Hersek bölgesinde bulunan câmi, tekke ve diğer târihî eserlerin sayısı, bakımsızlık ve komünist rejimin ortadan kaldırması sebebi ile çok azalmıştır. 1957 senesinde, bölgedeki toplam câmi sayısı 635’e inmiştir. Hâlbuki Evliyâ Çelebi, eyâletteki câmi sayısını 3500 olarak haber vermektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Bosna Savaşları (Ömer Efendi)
 2) Târih-i Peçevî
 3) Seyahatname; cild-5, 6, sh. 1725, 1614
 4) Hammer; cild-3, sh. 708
 5) Türkiye Târihi; cild-3, sh. 24, 27

BOĞDAN


Osmanlı Devleti’ne bağlı prenslik. Eski adı Moldovya olup, Osmanlı hâkimiyetine geçince Boğdan denilmiştir. Osmanlı târihi kaynaklarında bu bölge umumiyetle Kara-Boğdan şeklinde geçmektedir. Bu ifâdedeki kara kelimesi, boyun eğmiş, teslim olmuş mânâsına gelmektedir. Avrupa kaynaklarında ise Valachia (Ulahlar ülkesi) şeklinde bahsedilmektedir.
Fransız-İtalyan Anjou sülâlesinin elinde bulunan Macar Krallığı, doğudan sürekli olarak gelen hücumları engellemek için, Karpat dağlarının doğusunda bir askeri garnizon kurmuştu. Ayrıca bu garnizonun bulunduğu bölgenin güneyindeki dinsiz bir kavmi ve Ulahları hıristiyanlaştırmak için, 1227 senesinde papa tarafından bölgede kumanlar piskoposluğu kuruldu. Bir süre sonra Altınordu hükümdarı Batu Han, bu piskoposluğa son verdi. Bölgedeki Ulah sülâlesi, Macar kralı Lajos’a karşı ayaklanarak idaresinden ayrıldılar ve Moldovya’ya yerleşerek müstakil bir devlet kurdular. Bu devlet, kuruluşundan îtibâren çeşitli hücumlara mâruz kaldı. Leh, Macar ve Altınordu devletleri tarafından yapılan bu saldırılara karşı, Moldovya Devleti savunmada çok zorluk çekti.
On beşinci asrın başlarında Boğdan (Moldovya) yakınlarındaki bölgelerde Osmanlı akıncıları görünmeye başladı. Boğdan prensi, Osmanlılar ile doğrudan doğruya temas etmeden, önce Osmanlılara karşı vücûda getirilen müdâfâ teşkilâtına dâhil oldu. Voyvoda Aleksandru Celbun, 1412 senesinde imzalanan Lublin muahedesi ile Macar kralı Sigismund ve Leh kralı Vladislav Vagello’ya Osmanlılardan gelecek saldırı karşısında yardım edeceğine söz verdi. Yardım etmediği takdirde bu iki kral, Boğdan Prensliği’ne âid toprakları bölüşeceklerdi.
Osmanlı ordusu, Çelebi Sultan Mehmed zamanında Eflak voyvodası Mihâil’i mağlûb ettikten sonra, Dobruca ile aşağı Tuna kalelerini ele geçirdiler. İlk defa bu târihte Boğdan topraklarına giren Akıncılar, Akkerman ve limanını kuşattılar ise de, şehri fethedemediler. İstanbul’un fethinden sonra, 1455’de Fâtih Sultan Mehmed Han’ın ikinci Sırbistan seferi dönüşü sırasında, Boğdan prensliği, Eflak gibi Osmanlılara tâbi olmayı kabul etti. Boğdan’ın Osmanlılara senede iki bin altın (sloti) vergi vermeyi ve pâdişâhı metbû tanımayı kabulü, bu prenslik üzerinde metbuluk iddia eden Macar ve Leh kralları için büyük bir yıkım oldu. Böylece Boğdan, bu devletlere Karadeniz’i kapatmış oluyordu. Boğdan’ın Osmanlı hâkimiyetini tanıması; Osmanlı Devleti’ni, Kuzeybatı Karadeniz’in hâkimi yapmış, Kırım’a ve Lehistan’a komşu vaziyete getirmişti. Fâtih Sultan Mehmed Han, Boğdan’ın iç işlerine müdâhale etmeyip, yerli prenslerin idaresinde, imtiyazlı bir eyâlet hâlinde bıraktı.
Boğdan voyvodası Stefan Mare, önceleri Osmanlı Devleti’ne vergilerini ödüyordu. Daha sonraları özellikle Osmanlıların, Venedik, Napoli ve Papa ile denizde; Macarlar ve Arnavutlar ile karada savaştıkları bir zamanı fırsat bilerek, tekrar bağımsızlığını elde etmeğe çalıştı. Arası açık bulunan Eflak voyvodası üzerine yürüyerek onu memleketinden kaçırdı. Bu durum pâdişâh tarafından haber alındı. Sebebi sorulunca; Stefan Mare, eşkıyanın kendi arazisindeki tahribatı sebebiyle, cezalandırmak için saldırdığını bildirdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti tazminat istedi. Boğdan prensini himaye eden Leh kralının duruma müdâhale etmek istemesi üzerine, Rumeli beylerbeyi Hadım Süleymân Paşa komutasında bölgeye bir ordu gönderildi (1475). Osmanlı ordusu, Boğdan prensine mağlûb olunca, prensin gururunu kabarttı. Stefan Mare, işin bu kadarla bitmiyeceğini bildiğinden, papaya ve hıristiyan devletlere başvurup, yardım istedi ise de, hıristiyan âleminden yardım gelmedi.
Süleymân Paşa’nın mağlûbiyeti üzerine, Fâtih Sultan Mehmed Han 1476 baharında ilk Boğdan seferine çıktı. Ordu Varna civarına geldiğinde, Leh elçisi de oraya gelmişti. Sultan elçiye şu üç teklifi yaptı: 1- Vergi te’diyesi, 2- Cenevizli esirlerin iadesi, 3- Kilya’nın teslimi. Boğdan elçisi bu teklifi kabul etmeyince, ordu, Boğdan topraklarına girerek, ilerlemeye başladı. Prens, Osmanlı ordusunun karşısında tutunamıyacağını bildiğinden, etrafı yakıp yıkarak ve yiyecek maddelerini dağlara kaldırarak geri çekildi. Fakat Tuna yoluyla erzak getirildiği için orduda herhangi bir kıtlık görülmedi. Prens Stefan, sarp bir dağın arkasındaki ormana girerek etrafını tahkim ile peçine denilen siper hendekler açtırmış, ağaç ve arabalardan manialar yaptırmıştı. Durumu öğrenen pâdişâh, orduyu o istikâmete çevirdi. İki taraf arasında yapılan muhârebede, Anadolu ve Rumeli tımarlı sipâhîleri büyük gayret gösterdiler. Ormanın önü geçilmez olduğundan yeniçeriler top ateşi karşısında yüzü koyun yere yatmak mecburiyetinde kalıyorlardı. Fâtih, Belgrad muhasarasında yaptığı gibi atını ileri sürünce, yeniçeriler de ayağa kalkıp hücuma geçtiler. Tımarlı sipahiler de hücuma destek olunca, kısa zaman sonra prensin ordusu ağır bir şekilde mağlûb edildi. İki ay Boğdan’da kalan Sultan, asker arasında veba hastalığının başgöstermesi üzerine gayesine tam ulaşamadan geri döndü.
Karadeniz sahillerinin büyük bir kısmını alan Osmanlıların, hem ticâret hem de yapılacak seferler için Polonya yolu üzerinde bulunan önemli bâzı sahil şehirlerini zapt etmeleri îcâb ediyordu. Özellikle Boğdan’ın can damarı olan ticâret iskelelerinin alınması, bu prensliği ister istemez Osmanlı nüfuzu altına sokacaktı. Polonya, Macaristan ve Venedik ile 1483’de bir sulh andlaşması imzalayan sultan İkinci Bâyezîd, 1484 senesi baharında ikinci Boğdan seferine çıktı. 6 Temmuz 1484’de ordu, Tuna nehrinin kuzey sahilindeki ve Boğdan’ın Karadeniz kapısı olan Kili önüne ulaştı. Kale, karadan ve denizden muhasara edildi. Karşı koyamıyacağını anlayan kale kumandanı, 15 Temmuz’da şehri teslim etti. Daha sonra Osmanlı ordusu Dinyester nehrinin meydana getirdiği küçük bir körfezin kıyısında bulunan ve daha önce üç defa kuşatılan fakat bir türlü fethedilemeyen Akkerman kalesini kuşattı (24 Temmuz 1484). Çok önemli olan bu kale, Osmanlı ordusu karşısında ancak on dört gün dayanabildi. Kalenin muhasarasına Kırım Han’ı Mengli Giray da katıldı. Adet üzere, yeni alınan yerlerin hemen tahrîri yapıldı ve Sultan Edirne’ye geri döndü.
İkinci Bâyezîd Han’ın bu fetihlerinden sonra, Boğdan’ın Karadeniz sahillerinde toprağı kalmadı. Boğdan prensi, Akkerman’ı tekrar ele geçirmek için bâzı çalışmalar yapdı ise de başarılı olamadı. Bu durumu haber alan Pâdişâh, Boğdan üzerine Hadım Ali Paşa komutasında bir ordu gönderdi. Bu ordu karşısında duramayacağını anlayan Prens Stefan, Leh kralına sığındı. Ali Paşa’nın Boğdan’dan ayrılması üzerine memleketine dönen Prens, tekrar Kili ve Akkerman kalelerine saldırdı. Bunun üzerine Silistre sancakbeyi meşhur akıncı reisi Malkoçoğlu Bâli Bey, Boğdan üzerine gönderildi. Boğdan prensi Stefan Mare, bu durum karşısında Leh ve Macar kralından yardım istedi ise de, umduğu yardım gönderilmedi. Sonunda Osmanlının muhteşem ve yenilmez bir devlet olduğunu anladı. Osmanlı hâkimiyetini tanıyarak her sene dört bin altın vergi yermeyi kabul etti. 1504 senesinde ölürken, oğluna memleketi, öteki milletlerden daha hakîm ve kuvvetli oldukları için Türklere teslim ederek, başkalarına vermemesini vasiyet etmiştir. Bâzı istisnaları dışında Stefan Cel More’nin bu siyâsî vasiyetine bütün Boğdan voyvodaları uymuşlardır. Osmanlıların Viyana seferi sırasında, Prens Petro Rareş sadâkatini teyid ile vergisini bizzat kendisi verdi (1530). Prens Petro bu târihten sonra dışarıdan yapılan te’sirlerle Osmanlıya olan bağlılığını terk ederek gizlice Avusturya imparatoru Ferdinand ile haberleşmeye başladı. Daha sonra Osmanlılar tarafından Budin’e yerleştirilen ve bölge ahvâline dâir Osmanlı Devleti lehinde casusluk yapan Venedikli Aloisio Gritti’nin öldürülmesinde Boğdan prensi Petro’nun parmağı olduğu anlaşılınca, Kanunî Sultan Süleymân, Temmuz 1538’de üçüncü Boğdan seferine çıktı. Sür’atle hareket eden Osmanlı ordusu, Tuna ve Prut nehirlerini geçerek Boğdan’a girdi. Osmanlı kuvvetlerine karşı duramıyacağını anlayan Rareş, Transilvanya’ya kaçtı. Eflak voyvodası üç bin kişilik bir kuvvetle Rareş’in kuvvetlerini mağlûb etti ise de, Boyarların ihaneti netîcesinde Rareş yakalanamadı. Sultan, Boğdan Prensliği’nin merkezi olan Yaş Pazarını ve Şeçav’ı zabtetti. Boğdan tahtına da itaatkâr bir voyvoda olan Rareş’in kardeşi Stefan’ı geçirdi. Stefan’a verilen beratta, iki senede bir senelik vergisini bizzat kendisinin getirip takdim etmesi kaydedildi. Bu seferden sonra Boğdan ile Osmanlılar arasındaki toprak ihtilâfları hâlledildi. Prut suyunun Akkerman tarafından Dinyester nehrine kadar bir hudut çizilip, hududun sonunda iki kale yapılması kararlaştırıldı ve bu iş Boğdan prensine verildi.
Lokusta yâni Çekirge lakabıyla anılan Stefan, memleketin önemli kısmını Osmanlılara terk ettiğinden dolayı, tepki gösteren Boyarlar tarafından öldürüldü ve yerine üçüncü Aleksandr getirildi. Bu Prens, Kili, Akkerman ve Bucak kalelerine saldırdı ise de, başarılı olamadı. Bu sırada eski voyvoda Rareş bir yolunu bulup İstanbul’a gelerek kendisini affettirdi. Sultan ona yeniden Boğdan voyvodalığını verdi. Senelik vergisini de on iki bin dukaya yükseltti. Rareş’den sonra yerine voyvoda olarak oğlu İlya geçti. İlya, babasının voyvodalığı zamanında rehin olarak İstanbul’da bulunduğundan, Osmanlı’yı ve İslâmiyet’i yakından tanımıştı. Voyvoda olunca, Kânûnî Sultan Süleymân’ın emri ile 1550’de Erdel’de faaliyet gösteren Avusturya imparatoru Ferdinand taraftarlarının üzerine sefer düzenledi. Bir süre sonra İslâmiyet’i kabul eden ilya, Silistre sancakbeyi oldu. Beş sene kadar bu görevde kalan İlya, ömrünün son günlerini Haleb’de geçirip, 1562 senesinde orada vefât etti.
İlya’dan sonra Boğdan voyvodalığına geçenler bağımsızlık arzusu ile çeşitli hareketlere giriştiler. Voyvoda İoan, senelik verginin seksen bin altına çıkarılmasını kabul etmeyerek, Osmanlı kuvvetlerini Kazakların yardımı ile yendi. Bunun üzerine, o sırada sultan olan ikinci Selîm Han, Ahmed Paşa komutasında bir orduyu, Tuna sancak beylerini ve Kırım hanını Boğdan üzerine gönderdi. İoan yakalanarak îdâm edildi. Yerine geçen voyvoda Aron da bağımsızlık arzusu ile çeşitli faaliyetlerde bulundu ise de, kendisinden şüphelenen Erdel prensi Sigismund Bothory tarafından öldürüldü. Daha sonra voyvoda olan Movila zamanında Osmanlı Devleti’ne karşı kurulan ve papanın himayesindeki Avrupa ittifakı önemli bir netîce alamadı. Bâzı mevzilerde başarılar elde eden müttefik kuvvetler komutanı Mihâil, 1599’da Erdel, 1600’de de Boğdan’a hâkim oldu. Kendisini Eflak, Boğdan ve Erdel hâkimi îlân etti. Ancak Avusturya generali Basta tarafından öldürüldü.
On yedinci asırda Boğdan’da siyâsî bakımdan önemli bir değişiklik olmadı. Lehistan krallığı bir kaç defa Boğdan’ın iç işlerine müdâhale etti ve Yukarı Dnester’deki Hotin kalesini zaptetti. Sultan ikinci Osman Han 1620’de Hotin kalesini geri almak istediyse de netîce alamadı. Bu asırda Boğdan’da Rum nüfuzu arttı. Boğdan kilisesi, İstanbul-Rum patriğine bağlı bulunuyordu. Çeşitli yerlerde manastırlar yaptırıldı. Ticâretle uğraşan Rumlar bir süre sonra Boğdan’ın iç işlerine müdâhale etmeye başladılar. Sultan dördüncü Mehmed Han zamanında Lehliler ile yapılan savaşlarda Hotin geri alınarak Boğdan’a dâhil edildi.
1681 senesinde, Boğdan prenslerinden Gheore Duca’ya, Osmanlı sultânı tarafından, vezirlere mahsûs üç tuğ verildi. Bucas andlaşması gereğince Duca’ya ayrıca Ukrayna hetmanlığı da verildi. 1699 senesinde imzalanan Karlofça andlaşmasında Lehliler, Osmanlı Devleti’nden Boğdan’ı ısrarla istediler. Fakat Osmanlı Devleti, Boğdan’ın hür bir memleket olduğunu ve kılıç zoruyla değil, istiyerek Osmanlı Devleti’ne tâbi olduğunu, bu yüzden bölgeyi Lehistan’a teslim etmeyeceğini bildirdi. Uzun müddet İstanbul’da kaldığı için Küçük Kantemiroğlu adıyla meşhur olan Dimitrie Cantemir, bu sıralarda voyvoda idi. Dimitrie Cantemir, Rus çarı Petro ile ittifak kurarak Rusya’nın ilk defa Boğdan siyâsetine karışmasına sebeb oldu. Yapılan andlaşmada Boğdan, Tuna ve Karadeniz’deki hudutlarına kavuşmuş olacaktı. Rus Çarı ordusu ile hareket hâlinde iken, Prut nehri yanında bulunan Stanileşti köyü civarında 11 Temmuz 1711’de çevrilerek ağır bir mağlûbiyete uğratıldı. Boğdan voyvodası Rusya’ya kaçtı.
Bu hâdiselerden sonra sultan üçüncü Ahmed Han, Boğdan Voyvodalığı’nı, her zaman İstanbul’un kontrolü altında kalabilecek Rum beylerine verdi ve Voyvodalığın müddeti üç seneye indirildi. Bu prensler, Osmanlı Devleti’ne sâdık kaldılar. 1821’e kadar devam eden bu döneme, Fenerli Rum Beyleri devri denildi.
1774’de Ruslarla imzalanan Küçük Kaynarca andlaşması ile Rus sefirlerinin Eflak ve Boğdan voyvodaları ve Osmanlı Devleti’nin Ortodoks tebeası lehinde bâzı müdâhalelerde bulunabilmeleri kabul edildi. Rusya, Boğdan ve Eflak konsolosluklarını açtı. Osmanlı-Rus savaşları sonunda 1792’de yapılan Yaş andlaşması neticesinde Rusya, Boğdan ile doğrudan doğruya komşu durumuna geldi. Sultan İkinci Mahmûd Han zamanındaki Osmanlı Rus harbleri sonunda Ruslar, Boğdan ve Eflak’ın bâzı bölgelerini ele geçirdiler. Buralar, Akkerman, Kili ve Bender, Türk ahâlisi ile Rusya’ya ilhak oldu. Ruslar buraya Basarabya eyâleti ismini verdiler.
Eflak’da çıkan bir isyân neticesinde, Fenerli Rum Beyleri devri 1821’de sona erdi. Sultan İkinci Mahmûd, voyvodalığı tekrar yerli prenslere verdi. 1826’da Rusya ile yapılan Akkerman andlaşmasına göre, voyvodalığın süresi yedi seneye çıkarıldı. 1856’da yapılan Paris andlaşması ile sona eren Kırım harbinden sonra, Ruslar, Boğdan’ın Tuna, Cahul, İsmâil ve Belgrad şehirlerini iade etmek mecburiyetinde kaldılar. Bundan sonra Boğdan ve Eflak sâdece Osmanlı Devleti’ne tâbi oldu. 1859’da Basarabya’nın üç vilâyeti de dâhil olmak üzere Boğdan’a, Alexandra Lon Cuza prens tâyin edildi. Aynı sene Eflak da bu prensin idaresine verildi. Bu prens İstanbul’a giderek sultan Abdülazîz Han’ı ziyaret etti. Bir süre sonra Boğdan ve Eflak çeşitli siyâsî faaliyetler neticesinde Romanya adı altında birleştirildi. Daha sonra Cuza prenslikten ayrıldı. Yerine Alman hânedânına mensup Prens Karol seçildi. Prens Karol, 10 Mayıs 1866’da Romanya’nın başşehri Bükreş’e girdi. 1877 Osmanlı-Rus harbinde Romanya, Ruslardan istiklâli için te’minât alarak savaşa girdi, önce Ayestefanos ve sonra da 1878’de yapılan Berlin Andlaşması ile Romanya’nın istiklâli tanındı. 1881’de ise krallık hâline geldi.
Boğdan, dîvânın tâyin ettiği ve voyvoda denen prensler tarafından yönetilirdi. Prens, salâhiyetlerini pâdişâhtan alır ve diğer beylerbeyi gibi bölgeyi pâdişâh nâmına yönetirdi. Pâdişâhın bir yaveri Boğdan’ın merkezi Suçava’ya gelip yeni voyvodayı tahta oturtur, sırtına hil’at, başına da kızıl börk giydirip kılıç kuşatırdı. Daha sonra oradaki bütün Boyarlara ve büyük rahiplere sultânın tâyin berâtını okurdu. Eğer voyvoda düzene aykırı hareket ederse, azledilir, îdâm edilir veya sürülürdü. Suç çok ağırsa, Osmanlı ordusu ülkeye girer ve suçluları cezalandırırdı. Voyvodaların hassa askerlerinin, ortodoks mezhebinden hıristiyan ve Arnavut olması şart idi. Ayrıca prenslerin hassa bölüğü mâhiyetinde yüz kişilik yeniçeri birlikleri ile Türk mehterhâneleri vardı. Bunlar, İstanbul’dan gönderilirdi. Voyvodaların saray hayâtını dikkatle tâkib edip, şifreli mektuplarla Tuna üzerindeki sancakbeyleri vasıtasıyla dîvâna bildirilen yirmi dört tane emir subayı vardı. Bunların on ikisi İstanbul’lu, on ikisi Kırım Türk subaylarından seçilirdi. Başlarında dîvân efendisi isminde yüksek rütbeli bir me’mûr bulunurdu. Her dîvân efendisi değişince, İstanbul tarafından verilen şifre de değiştirilirdi. Boğdan’a Türklerin yerleşmeleri yasaktı. Tüccar olarak bölgede çok sayıda Türk vardı. Fakat toprak edinemezlerdi.
Dîvân, daha önce voyvodalık etmiş ailelerden birini voyvoda seçerdi. Voyvoda, azli gerekmezse, ilk zamanları hayâtının sonuna kadar bu vazîfede kalırdı. Daha sonra Fener Rum Beyleri zamanında voyvodalık üç seneye indirildi. Protokolde Boğdan beyi, Eflak beyinden önce gelirdi. Boğdan voyvodası beyaz tüylü yeniçeri üniforması giyerdi. Voyvoda tâyin edilen prenslerin çoğu Türkçe bilirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Âşıkpaşazâde Târihi; sh. 144
 2) Târih-i Cevdet
 3) Târihi Peçevî
 4) Târih-i Nâimâ
 5) Solakzâde Târihi
 6) Necati Bey Dîvânı
 7) Tac-üt-tevârih; cild-3, sh. 63, 153, 239, 253
 8) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-1, sh. 216, cild-2, sh. 77, 181, 342, 409
 9) Büyük Türkiye Târihi; cild-3, sh.10, 96, cild-13, sh. 99