2 Ekim 2014 Perşembe

VEHHABİLİK


On sekizinci yüzyıl ortalarında Arabistan yarımadasında ortaya çıkan, on dokuzuncu yüzyılda geniş bir bölgeyi etkisi altına alan dînî ve siyâsî bir akım. Kurucusu Şeyh-i Necdî diye de anılan Muhammed bin Abdülvehhâb’dır. Benî Temîm kabîlesine mensûb olan ve 1699 (H. 1111) senesinde Necd gölündeki Hureymile kasabasına bağlı Uyeyne köyünde doğan Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kurduğu bu akıma Vehhâbîlik; ona tâbi olanlara da Vehhâbî adı verilmektedir. Muhammed bin Abdülvehhâb, önceleri seyahat ve ticâret için Basra, Bağdâd, İran, Hind taraflarına gitti. Şam’da tahsîl yaptı. Bu sırada Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan görüşler ileri süren İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okudu ve fikirlerinin te’sirinde kaldı. 1730’da Necd’e dönerek köylüler için küçük din kitapları yazdı. Bu kitaplara mutezile ile diğer bid’at fırkalarından aldığı kendi düşüncelerini de karıştırdı. Fikirlerini önce kendi bölgesinde yaymaya çalıştı. 1744 senesinde Riyâd yakınlarındaki Der’iye kasabasına yerleşti. Der’iye ahâlisi ile şeyhleri olan Muhammed bin Suûd buna tâbi oldular. Der’iye şeyhi Muhammed bin Suûd’la işbirliği yaparak çevreden güçlü bir destek sağladı. Kendi düşünce ve görüşleri doğrultusunda hareket etmeyen müslümanları, tevhîd yolundan ayrılmış birer müşrik kabûi edip, bunların kanlarının ve mallarının helâl olduğunu bildirdi. Kendisine kâdı, Muhammed bin Suûd’a hâkim ismini vererek gelecekte çocuklarının bu makama geçmelerini te’min eden bir kânun hazırlattı. Muhammed bin Abdülvehhâb, Peygamberimizi sallallahü aleyhi ve sellem ve başka peygamberleri ve evliyâyı vesile ederek Allahü teâlâdan bir şey istemeye ve bunların kabirlerini ziyaret etmeye şirk (Allahü teâlâya ortak koşmak) dedi. Böylece binlerce İslâm âlimine muhalefet etti.
Necd halkı, Vehhâbîlik akımını sür’atle benimsedi. 1745-1765 seneleri arasında geçen yirmi yılda, Necd bölgesinin tamâmına, Asır ve Yemen’in iç bölgelerine hâkim olan Vehhâbîler, fikirlerini kabul etmeyip karşı çıkanlara harb ilân ettiler. Mekke ve Medine’deki Ehl-i sünnet âlimlerini ikna etmek için adamlar gönderdiler. Ehl-i sünnet âlimleri onların fikirlerine karşı çıktılar. Mekke emîri olan Şerîf Mes’ûd bin Sa’îd, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın ve adamlarının müslümanları yavaş yavaş Ehl-i sünnet itikadından uzaklaştırdıklarını anlayarak, Mekke âlimlerinin verdiği fetva ile bunların habs edilmelerini emretti. Aralarında Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb’ın da yer aldığı Hicaz’daki Ehl-i sünnet âlimleri, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın kitablarını inceleyerek, uygun olmayan fikirlerine cevaplar hazırladılar. Yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak müslümanları uyandırmaya çalıştılar. Bu kitaplar Vehhâbîleri uyandırmadığı gibi, Ehl-i sünnet olan müslümanlara karşı düşmanlıklarını arttırdı. Niyeti, Hicaz ve Irak bölgelerini ele geçirip ayrı bir devlet kurmak olan Muhammed bin Abdülvehhâb, 1765 yılında ölen Muhammed bin Suûd’un yerine geçen oğlu Abdülazîz bin Muhammed’le işbirliği yaparak, zekât ve öşür toplamak bahanesiyle dolaştığı köy ve kasabalarda, kendilerine karşı gelen sünnî ulemâyı öldürmeye başladı. Etrafında pek çok tarafdârının toplandığını gören Abdülazîz bin Muhammed, Muhammed bin Abdülvehhâb’ın da uygun görmesiyle hilâfetini îlân etti. Sonra da kabîle reislerini toplayıp kendilerine; “Ben istediğimi elde edecek kadar askere sahibim. Maksûdum, hilâfet merkezimiz olan Der’iye’den çıkıp, uğradığım yerleri de kendime tâbi kılarak, doğru dini tâlim ede ede Bağdâd’a kadar giderek orasını ele geçirmektir. Bir taraftan da Ehl-i sünnet ulemâsı geçinen müşrikleri ortadan kaldıracağım. Çünkü, bulundukları memleketlerde bize tâbi olanların rahat yüzü görmelerine imkân yoktur” dedi. Etrafında toplanan kabîle reisleri, ona tâbi olacaklarına dâir söz verdiler ve elini öpmek suretiyle bîât ettiler. Abdülazîz bin Muhammed bunun üzerine; “Şu hâlde mezhebimizi her tarafta yaymaya ve halkı müslüman adı altındaki müşriklere karşı savaşa sevk etmeye başlayın” emrini verdi.
Hâdise duyulunca, Der’iye bölgesindeki sünnî âlimler Bağdâd’a giderek durumu Bağdâd vâlisi Süleymân Paşa’ya anlattılar. Süleymân Paşa mes’eleyi iyice anlamadan harekete geçmek istemediği için, Abdülazîz’e bir mektûb göndererek maksadının ne olduğunu sordu. Abdülazîz ise, yazdığı mektûbda, Süleymân Paşa’y oyalayıcı ve kaçamak cevaplar yazdı. Diğer taraftan da İslâm dünyâsına hâkim olmak için evvelâ Mekke ve Medine’yi ele geçirmek gerektiğini düşünüp, bir hayli asker toplayarak Mekke şerifine başvurdu ve hac müsâdesi istedi. Mekke şerîfi, maksadını bildiği için isteğini reddetti ve bir mikdâr asker toplayarak Der’iye üzerine yürüdü. Abdülazîz bin Muhammed ona karşı çıkmaya cesaret edemeyerek dağlara çekildi. Bu sırada Muhammed bin Abdülvehhâb öldü.
Abdülazîz bin Muhammed, 1795 senesinde Mekke’ye üç vehhâbî gönderdi. Mekke’de yapılan toplantıda, Ehl-i sünnet âlimleri âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerle cevâb verince, üç vehhâbî bir şey söyleyemeyerek hakkı kabûl etmekten başka çıkar yol bulamadılar. Ehl-i sünnetin haklı olduğunu, kendilerinin yanlış yolda olduklarını yazarak üçü de imzaladılar. Ehl-i sünnet âlimleri vehhâbîleri cevap veremeyecek hâlde bırakınca; Mekke’deki vehhâbî din adamları, Der’iye’ye Abdülazîz’in yanına gelerek cevab veremediklerini, böyle inanmanın İslâm düşmanlığı olduğu yazılarak her tarafa gönderildiğini anlattılar. Bu durumu öğrenen Abdülazîz bin Muhammed, 1800 senesinde hazırladığı kuvvetlerle Mekke üzerine yürüdü.
Mekke emîri Şerîf Gâlib Efendi bunlara karşı koydu. Her iki taraftan çok kan döküldü. Şerîf Gâlib Efendi, vehhâbîleri Mekke’ye sokmadı. Fakat Mekke etrafındaki Arab kabîleleri vehhâbî oldular. Mekke şerîfi, Tâif kalesini tamir ettirip Mekke dağlarına burçlar yaptırdı.
Abdülazîz bin Muhammed, oğlu Suûd’u büyük bir orduyla Irak’a gönderdi. 1802 senesi Muharrem törenleri sırasında Kerbelâ’ya giren bu ordu, pek çok şiîyi kılıçtan geçirdi. Hazret-i Hüseyin’in türbesindeki altın ve gümüş eşyayı iki yüz deveye yükleyip Der’iye’ye getirdiler.
Bu sırada Abdülazîz bin Muhammed de Tâif’i muhasara için faaliyete geçti. Civardaki kabîlelerle temas kurup onlara kendi inancını kabul ettirdi. Bu sırada Der’iye Câmii’nde bir şiî tarafından hançerlenerek öldürüldü. Yerine oğlu Suûd geçti. Suüd hemen o sene iki bayram arasında Tâif üzerine asker göndererek şehri muhasara ettirdi. Şerîf Gâlib Efendi tarafından müslümanlara işkence yapmamaları hususunda sözleşme yenilemek üzere, Suûd bin Abdülazîz’e gönderilen Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî de Mekke şerifine isyân edip, Suûd bin Abdülazîz’le birlik oldular. Suûd, Der’iye’den hazırladığı kuvvetleri bunların emrine verdi ve Tâif üzerine gönderdi. Osman el-Müdâyıkî ve Muhsin el-Hâdimî Tâif yakınındaki Abîle denilen yere geldikleri sırada, Şerîf Gâlib Efendi’ye mektup yazıp, Suûd ve kendilerinin daha önceki sözleşmeyi tanımadıklarını ve Suûd’un Mekke’yi almaya hazırlandığını bildirdiler. Şerif Gâlib Efendi cevap yazarak tatlı sözlerle nasihat ettiyse de Osman el-Müdâyıkî bu mektubu yırttı. Emir’in gönderdiği müslümanlara saldırıp, onları bozguna uğrattı. Şerîf Gâlib Efendi, Tâif kalesine çekilip savunma tedbirleri aldı. Osman el-Müdâyıkî Taife yakın Melîs denilen yerde karargâhını kurdu. Bîşe emîri Salim bin Şekbân’ı da yardıma çağırdı. Şerîf Gâlib Efendi Tâiflilerle birlikte Melîs’deki vehhâbîler üzerine saldırdı. Salim bin Şekbân’ın bin beş yüz askerini kılıçtan geçirdi. Salim ve yanındaki kalanlar kaçtı. Fakat tekrar toparlanarak Melîs denilen yeri bastılar ve ahâlinin mallarını yağma ettiler. Şerîf Gâlib Efendi, yardım almak için Cidde’ye gitti. Tâifliler korkup, çoğu çoluk-çocuğunu alıp gizlice kaçtılar. Kalede kalan Tâifliler ard arda gelen vehhâbîleri bozup kaçırdılar ise de, düşmana yardımcı da gelmiş olduğundan kaleye teslim bayrağı çektiler. Cana ve ırza kıymamak şartı ile teslim olacaklarını bildirdiler.
Şubat 1803’de Tâifi ele geçiren vehhâbîler, şehir halkını öldürerek mallarını yağmaladılar. Şehir ve etrafındaki mezarları ve türbeleri yıktılar. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem amcasının oğılu Abdullah bin Abbâs’ın muhteşem türbesini yerle bir ettiler. Bir çok dînî kitapları yaktılar.
Sonra Mekke üzerine yürüdüler. Fakat hac mevsimi olduğu için şehre girmeye cesaret edemediler. 1803 senesi Muharrem ayında Mekke’ye giren vehhâbîler, inançlarını yaydılar. Kabir ziyaret edenleri, Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem türbesine gidip yalvaranları öldüreceklerini bildirdiler. Daha sonra da Şerîf Gâlib Efendi’yi yakalamak üzere Cidde’ye gittiler. Şerîf Gâlib Efendi’nin hücumları karşısında bozularak Mekke’ye geri döndüler. Halkın isteği üzerine Şerîf Gâlib Efendi’nin kardeşi Şerîf Abdülmu’în Efendi’yi Mekke’de emir bırakıp Der’iye’ye gittiler. Daha sonra Cidde’den topladığı kuvvetlerle Mekke’ye gelen Şerîf Gâlib Efendi, emirliği tekrar aldı.
1805 senesinde Mekke’yi yeniden ele geçiren vehhâbîler, Medîne’yi de ele geçirerek kuzeye yöneldiler. Hâkimiyet sahalarını Haleb’e kadar genişlettiler.
Osmanlı Devleti’nin iç mes’elelerle uğraştığı bir zamanda zuhur eden vehhâbîlik yayılmaya başladığı zaman, İran şahı Nâdir Şâh’ın şark hudutlarını tehdîdi yanında, Rusya ve Avusturya hücumları da devam ediyordu. Suriye’de Cezzâr Ahmed Paşa, Mısır’da Memlûklülerin isyânları, Fransızların Mısır’a girmeleri, Tepedelenli Ali Paşa, Pazvandoğlu, Belgrad dayısı isyânları, Sırp ayaklanması ve Nizâm-ı cedîd hareketleri de vuku bulmuştu. İşte bu sebeplerle Devlet vehhâbîlerle uğraşmaya imkân bulamadı. Vehhâbîlik hareketinin yayılması ve devletin bütünlüğünü tehdîd eder duruma gelmesi üzerine Osmanlı hükümeti, hareketi bastırmak üzere Mısır vâlisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı vazîfelendirdi. Mehmed Ali Paşa, oğlu Ahmed Tosun Paşa kumandasındaki, bir Mısır ordusunu 1 Mart 1811’de gemilerle Yenbu limanına doğru yola çıkardı. Bu ordu, 2 Aralık 1812’de Medine’ye girdi. 23 Ocak 1813’de Mekke, bir kaç gün sonra da Tâif alındı. Mehmed Ali Paşa Kabe’nin anahtarlarını, diğer mukaddes emânetlerle birlikte oğlu Kâmil İsmâil Paşa ile İstanbul’a yolladı. Sultan İkinci Mahmûd Han başarıları sebebiyle Kavalalı Mehmed Ali Paşa’yı ve oğlu Ahmed Tosun Paşa’yı mükâfatlandırdı.
Suûd bin Abdülazîz 27 Nisan 1814’de Der’iye’de ölünce, yerine oğlu Abdullah geçti. Bu sırada Ahmed Tosun Paşa da vefât ettiğinden, Hicaz birlikleri kumandanlığına kardeşi İbrâhim Paşa tâyin edildi. İbrâhim paşa, Der’iye’yi beş ay kuşattıktan sonra, Eylül 1818’de ele geçirdi. Yakalanan Abdullah bin Suûd Medine’ye getirildi. Dört oğlu, hocası, iki kâtibi ve dîvancısı ile birlikte elleri bağlı olarak İskenderiye üzerinden İstanbul’a yollandılar. Muhakeme edildikten sonra, Topkapı Sarayı kapısı önünde îdâm edildiler. Böylece Osmanlı Devleti için vehhâbîlik mes’elesi hâlledilmiş gibi olduysa da, 1824’de o soydan Terkî bin Abdullah ortaya çıkarak vehhâbîlere baş oldu. 1833’de Suûd’un oğlu Meşâri, Terkî’yi öldürüp yerine geçti. Terkî’nin oğlu Faysal da Meşşârî’yi katledip 1838’de vehhâbîlerin başına geçti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yeniden gönderdiği askerlere karşı koymak istediyse de mirliva (tuğgeneral) Hurşid Paşa’nın eline geçerek, Mısır’a gönderildi ve habs edildi.
Suûd’un Mısır’da bulunan oğlu Hâlid Bey, Der’iye emîri yapılarak Riyâd’a gönderildi. Mısır’da Osmanlı terbiyesi ile yetişmiş, Ehl-i sünnet itikadında, nâzik bir zât olan Hâlid Bey, bir buçuk sene emirlikte kaldı. Abdullah ibni Sezyan adında biri, Osmanlı Devleti’ne sâdık görünerek bir çok köyü ele geçirdikten sonra ansızın Der’iye’ye saldırıp Necd emîri oldu. Hâlid, Mekke’ye kaçtı. Mısır’da hapiste bulunan Faysal, Cebel-i Semr emîri İbnürreşîd’in yardımı ile kaçarak Necd’e gidip İbn-i Sezyan’ı öldürdü. Osmanlı Devleti’ne sâdık kalacağına yemîn edince 1843’de Der’iye emîri yapıldı. 1865 senesinde ölünceye kadar vadinde durdu ve Osmanlı Devleti’ne bağlı kaldı. Faysal ölünce büyük oğlu Abdullah Necd emîri yapıldı. Kardeşi Suûd Bahreyn adasından topladığı kimselerle 1871’de isyân etti. Fakat Abdullah Osmanlı Devlet’nin bir emîri olduğu için altıncı ordu kumandanlarından ferik (tümgeneral) Nafiz Paşa, Suûd’un üzerine gönderildi. Suûd ve ona bağlı olan kimseler, 1874’de tamamen te’sirsiz hâle getirildi. Necd ülkesi rahat ve huzura kavuştu. Yemen ve Asîr taraflarındaki vehhâbîler de itaat altına alındı. 1888’den sonra Muhammed İbnürreşîd, Necd’i ele geçirerek Abdullah’ı esir aldı. 1897’de Muhâmmed İbnürreşîd’in vefâtından sonra yerine biraderi oğlu Abdülazîz er-Reşîd geçti. Vehhâbîliğin yeniden zuhûru için çalışan Abdülazîz İbnürreşîd, 1901’de Kuveyt’den Riyâd’a gelen Abdülazîz bin Abdurrahmân bin Faysal tarafdârlarınca öldürüldü. 1915 senesinde Osmanlılar işe karışarak Abdülazîz İbn-üs-Suûd, Riyâd kaymakamı tâyin edildi. Sonra Reşîdlilerle Suudiler arasında Kasîm’de yapılan harpte Abdülazîz bin Abdurrahmân mağlûb oldu ve Riyâd’a çekildi. 17 Haziran 1918’de Abdülazîz bin Abdurrahmân bir beyanname neşr ederek, Mekke’deki Şerîf Hüseyin ve onunla birlikte olanlara karşı cihâd ediyorum diyerek Mekke ve Taife hücum etti ise de başarı sağlayamadı. 1924’de İngilizler Mekke emîri Şerîf Hüseyin Paşa’yı yakalayıp Kıbrıs’a götürünce, Abdülazîz bin Abdurrahmân, 1924’de Mekke’yi ve Tâif’i rahatça ele geçirdi. 1926’da Hicaz ve Necd kralı ünvânını aldı. 1927’de İngiltere ile imzaladığı Cidde anlaşmasıyla bağımsızlığını îlân etti. 1932’de devletin adını Arab Suudî Krallığı olarak değiştirdi.
Dînî ve siyâsî bir görüş olarak vehhâbîliğin temel esasları şöyle özetlenebilir:
Ehli sünnet ile aralarındaki temel farkın tevhid anlayışı konusunda olduğunu savunan vehhâbîler, bu hususu belirtmek için kendilerini muvahhidûn (muvahhidler) olarak adlandırırlar. Onlara göre tevhîd inancı; kalble, dille ve amelle gösterilmelidir. Bunlardan biri eksik olursa, o kişi müslüman değildir. Yâni amel ve ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmıyan, meselâ farz olduğuna inandığı hâlde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını vehhâbilere taksim etmelidir. Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîmde zikr edilen sıfatları ile, el, yüz, ayak, kürsî v.b. ifâdeleri vücûdî şekiller içinde anlarlar. Yâni teşbih ve tecsîme, (insana benzetip cisimlendirme) giderler. Çünkü onlara göre âyet-i kerîmeler te’vil edilmeksizin zahir mânâlarıyla alınmalıdır. Allahü teâlâdan başkasından şefaat (yardım) dilemek şirktir. Peygamberlerin aleyhimüsselâm ve evliyânın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarlarını ziyarette bulunup, bunları vesile ederek duâ eden, İslâmiyet’ten çıkar. Buna tövbe etmeyenin öldürülmesi caizdir. Tarikata girmek, bir mürşidi sevmek, tasavvufa yönelmek bid’attır, yâni sapıklıktır.
Kur’ân-ı kerîm ve sünnet-i seniyye dışındaki her şeyi bid’at olarak vasıflandıran ve Kur’ân-ı kerîm ile hadîs-i şeriflerden sonra delillerin iki kaynağı olan icmâ ve kıyâsı reddeden, fıkhı mezheplerin imâmlarının mutlak otoritesini kabul etmeyen, Eshâb-ı kiramın bile dinde selâhiyetli olmadığını ileri sürerek mezheb veya mezheb imâmına bağlanmayı, dîni anlamamak ve küfre sapmak gibi değerlendiren vehhâbîler, en büyük bid’at olarak mezar ve türbe yapılmasını, buraların ziyaret edilmesini kabul ederler. Mezarlar üzerine türbe yapmak, türbelerde namaz kılmak, orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin ruhuna sadaka adamak uygun değildir derler. Bu yüzden Arabistan’daki mezar ve türbeleri yıkmışlardır. Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem hırka ve sakal-ı şerîfinin ziyaret edilmesini şirk sayarak yasaklamışlardır. Namazın mutlaka toplu ve mescidde kılınması gerektiği inancındadırlar. Zikri ve nafile namazı yasaklamışlar, vakıf kurumunu da bâtıl saymışlardır.
“Emr-i bil-mârûf ve nehy-i anil münker, imâmın veya emîrin vazifesidir” diyen vehhâbîler, amelde Hanbelî mezhebine bağlı olduklarını ileri sürer, îtikâdî konularda selefî olduklarını söylerler. Daha çok İbn-i Teymiyye’nin fikir ve görüşlerinin te’sirinde kalan vehhâbîliğe karşı çeşitli reddiyeler yazılmıştır. Muhammed bin Abdülvehhâb’ın babası, oğlunun arkasından gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleymân bin Abdülvehhâb Es-Savâik-ı ilâhiye fî reddi ale’l-Vehhâbiyye, Mekke müftisi Ahmed Zeynî Dahlân da Hulâsât-ül-kelâm adlı eserinde Vehhâbîlerin yanlış yolda olduklarını vesikalarla isbât etmişlerdir. Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pek çok kitaplar yazılmıştır. Vehhâbîlik hakkında bir çok Türkçe kitaplar da neşr edilmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Târih-i Vahhâbıyân (Eyyûb Sabri Paşa, İstanbul-1296)
2) Redd-ül-muhtâr; cild-3, sh. 308
3) Hulâsât-ül-Kelâm (A. Zeyni Dahlân); sh. 299 v.d.
4) El-fütûhât-il-İslâmiyye: cild-2, sh. 228
5) Es-Savâik-ul-İlâhiyye (Süleymân bin Abdülvehhâb, İstanbul-1988)
6) Kıyamet ve Âhiret; sh. 335
7) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 419
8) Târih-i Cevdet; cild-7, sh. 201
9) Rehber Ansiklopedisi; cild-17, sh. 366
10) Mufassal Osmanlı Târihi; cild-5, sh. 2869
11) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 441
12) Mekke-i Mükerreme Emirleri; sh. 115
13) Vehhâbiliğin İç Yüzü (Trc. A. Fârûk Meyan, İstanbul-1976)
14) Berâet-ül-Eş’âriyyin (Ebû Hâmid bin Merzûk, Beyrut-1975)

AHMED RASİM


Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yetişen yazar ve gazetecilerden. Posta ve telgraf me’rruru Behâeddîn Efendi’nin oğlu olup, 1864 senesinde İstanbul’da doğdu. Henüz doğmadan önce anne ve babası ayrıldığı için sıkıntılar içinde büyüdü. Annesinin ve akrabalarının yardımı ile ilk mektebi, sonrada Dârüşşefeka Lisesi’ni 1883 senesinde, birincilikle bitirdi.
Ahmed Râsim, öğrencilik yıllarında edebiyatla ilgilenmeye başladı. Okulu bitirdikten sonra bir müddet posta ve telgraf nezâretinde me’mur olarak çalıştı. Sonra me’mûriyetten sıkılıp, vazîfeden ayrılarak Ahmed Midhat Efendi’nin teşvikiyle yazarlığa başladı. İlk yazısı Tercümân-ı Hakikatgazetesinde yayınlanan Fransızca’dan yaptığı bir tercüme idi. Sonra sırasıyla Cerîde-i Havadis, Tercümân-ı Hakikat, Ma’lûmat gibi gazetelere yazı yazmaya başladı. Bunun yanında Güneş, Gülşen, Sebat, Hamiyyet, Şafak, Servet, Tanin, Tasvîr-i Efkâr gibi dergilere yazı yazıyordu. Bâzı yazılarında müsteâr yâni takma isimler kullanıyordu.Hanımlara Mahsûs Malûmat başlıklı yazılarını Leylâ Feride adıyla yayınladı.
Ahmed Râsim, Midhat Efendi mektebinin yetiştirdiği gazetecilerdendir. Batı dünyâsında gerçekleşen yeni buluşları ve fennî yazıları tercüme ederek aktarmış, devrin yaşama biçimine âit çeşitli sahneleri kendisine has bir anlatış tarzı ile gözler önüne sermiştir. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın musahiplerinden Behram Ağa’nın açtığı Mekteb-i Behramî’de ve Kamanto Musevî okulunda bir müddet öğretmenlik yapan Ahmed Râsim, geçimini sağlamak için, târih, fen, dilbilgisi, matematik ve benzeri konularda ders kitapları da hazırlamıştır. Ahmed Râsim, ayrıca muhabir sıfatıyla Türkiye ve Türkiye dışında bâzı seyahatlerde bulunmuştur. Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamanında Alman imparatoru Wilhelm’in Suriye gezisine Malûmat Gazetesi muhabiri olarak katılmış, İkinci Meşrûtiyet’ten sonra Sofya’ya gönderilmiş, Birinci cihân harbi sırasında istihbarat Cemiyeti’nce Suriye’de görevlendirilmiş, bir aralık da Romanya cephesinde bulunmuştur.
Ahmed Râsim, yazarlık mesleğini 1927 senesine kadar aralıksız sürdürdü. Aynı sene İstanbul meb’ûsu olarak meclise girdi. 1932 senesine kadar meb’ûs olarak kaldı. 21 Eylül 1932 târihinde Heybeliada’da vefât etti. Heybeliada mezarlığına gömüldü.
Ahmed Râsim, târih, roman, şiir, fıkra ve makale, otobiyografi gibi bir çok dalda eser vermiştir. İlk okullarda okutulmak için dört cildlik bir Osmanlı Târihi hazırlamıştır. Acemilik devrinde yazmış olduğu roman ve hikâyelerinde Ahmed Midhat gibi okuyucuya bilgi vermeye çalışmıştır. Ekseriya pek romantik, pek havaî aşklar, duygulu-realist bir dekor içinde anlatılmıştır. Şiirleri eski tarzdadır. Şarkı ve gazellerinde Nedîm’in büyük te’siri görülür. Fıkra ve hâtıralarında ise İstanbul’un son senelerindeki hâlini ve çeşitli insan tiplerini başarıyla tasvir etmiştir. Altmışa yakın bestesi vardır.
Dünyâyı ve insanları hoş ve gülünç taraftarıyla alan Ahmed Râsim’in eserlerinde yaşama sevinci her şeye hâkimdir. Edebî zevkte ve dilde orta bir yol tutma tarafdârıdır. Eserlerinde canlı bir Türkçe kullanmıştır. Yazdığı eserlerin sayısı yüzden fazladır. Bunlardan bâzıları şunlardır:
Roman ve Hikâyeleri: Meyl-i Dil (1892), Mekteb Arkadaşım (1894),Gam-ı Hicran (1894), Nümûne-i Hayâl (1894), Asker Oğlu (1897),Nâkam (1897), Hamamcı Ülfet (1922), İki Güzel Günahkâr (1922).
Hâtıraları: Gecelerim (1894), Fuhş-i Atik (1922), Muharrir, Şâir, Edîb(1924).
Fıkra ve Makaleleri: Menâkıb-ı İslâm (1907), Şehir mektupları (1910),Tahrir ve Muharrir (1910), Cidd Ü Mizah (1918), Eşkâl-i Zaman(1918), Gülüp Ağladıklarım (1926), Muharrir Bu Ya! (1927).
Târihle ilgili Kitapları: Arabların Terakkîyât-ı Medeniyesi (1887),Târih-i Muhtasar-ı Beşer (1887), Eski Romalılar (1889) Resimli ve Haritalı Osmanlı Târihi (dört cild-1912), İki Hatırat Üç Şahsiyet(1916).
Diğer Konular: Bedâyi-i Keşfiyât ve Ihtirâat-ı Beşeriyeden Fonograf(1885), Elektrikıyyet-i Sakine (1885), Garâib-i Âdât-ı Akvam (1887),Ömr-i Edebî (1900).
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Türk Edebiyatı (Ahmed Kabaklı); cild-3, sh. 325
2)Ahmed Râsim (Doç. Dr. Şerif Aktaş); sh. 7
3) Resimli Türk Edebiyatı (N. Sâmi Banarlı); cild-2, sh. 1062
4) Ahmed Râsim (Agâh Sırrı Levend); sh. 188
5) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 132

BALKAN HARBLERİ


Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında Balkanlardaki dört devlete karşı yaptığı savaşlar.

Birinci Balkan Harbi

Doksanüç harbi diye bilinen Osmanlı-Rus harbi sonunda imzalanan Berlin Andlaşması’yla, Osmanlı Devleti, Balkanlarda önemli mikdârda toprak kaybına uğramış ve Balkan kavimleri için tâvizler verilmişti. Birinci Meşrûtiyetin îlânıyla kabul edilen Kânûn-i esâsiye göre kurulan ve daha ziyâde gayr-i müslim ve Türk olmayan milletvekillerinin etkili olduğu Meclis-i meb’ûsânı, Sultan Abdülhamîd Han, 13 Şubat 1878’de kapatarak çalışmalarına son verdi. Osmanlı ülkesini, tatbik ettiği çeşitli diplomasi metotlarıyla dış müdâhalelerden, harb ve anarşiden uzak, otuz üç yıl idare etti. Ancak 27 Nisan 1909’da İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından hal’ edilip, Selânik’e gönderildi. Tahta Osmanlı hânedânının en yaşlı ferdi olan sultan Reşâd getirildi. Sultan Abdülhamîd Han’ın son sadrâzamı Tevfik Paşa istifa edince, yerine Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihâdcılardan Talat Bey (Paşa) de dâhiliye nâzırlığına tâyin edilmişti. Fakat İttihâd ve Terakkî mensublarının hükümet işlerine yerli yersiz karışmaları sebebiyle, 28 Aralık 1909’da Hüseyin Hilmi Paşa sadrâzamlıktan istifa etti. O güne kadar, bulunduğu vazifelerde bir başarı gösterememiş ve silik bir şahıs olan Roma elçisi Hakkı Paşa, 12 Ocak 1910’da sadâret makamına getirildi. Harbiye nâzırlığına da Selanik’ten gelerek, sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indiren hareket ordusunun kumandanı Mahmûd Şevket Paşa getirildi. İttihâd ve Terakkî Fırkası, memlekette kurduğu zümre saltanatıyla, yurt içinde Cemiyet’e mensûb olmayanlara adetâ hayat hakkı tanımaz bir düzen kurdu. Yurt çapında uygulanan politikalar neticesinde, memlekette her geçen gün huzursuzluk biraz daha arttı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın gayet ince ve ustaca bir siyâsî zekâ ile senelerce idare ettiği memlekette istikrar bozulmuş, sûikastler ve tedhiş olayları artmıştı.
Yine bu sırada, dünyâ siyâsî durumunda da İtilâf (İngiltere, Fransa ve Rusya) ve ittifak (Almanya, Avusturya, Macaristan ve İtalya) devletleri olmak üzere gruplaşmalar oldu. Her iki grup da, bir çarpışmanın olabileceğini düşünerek var güçleriyle silahlanmaya çalışıyorlardı. İtilâf devletleri, bir maceraperestler grubu olan İttihâd ve Terakkî Fırkası tarafından idare edildiğini bildikleri Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşabilmek için, İngiltere ve bilhassa Rusya, Anadolu’da ve Balkanlarda bulunan değişik ırk ve kavimlere mensup toplulukları bağımsızlık ve muhtariyet için tahrik ettiler. Bu durum Avusturya, Sırbistan ve İtalya tarafından da teşvik edildi. İttihâdcılar, bu kımıldanışlara gayet sert tedbirler uyguladılar. Bu arada İttihâd ve Terakkî hükümeti tarafından Kosova vâliliğine tâyin edilen Mazhar Bey’in, Osmanlı ülkesinin hiç bir yerinde uygulanmayan yüksek miktarda dâhili gümrük vergisi tatbik etmeye başlaması, Arnavutluk’ta derin tepkilere yol açtı ve tepkilere de şiddetle karşılık verildi. Arnavutluk havalisi meb’ûsları hükümete müracaat ederek şiddete başvurulmamasını ve bir nasîhat hey’etinin gönderilmesini istediler. Şiddet tarafdârı olan İttihâd ve Terakkî hükümetinin harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa, seksen iki piyade taburu ile Arnavutluk seferine çıktı. İsyana iştirak eden-etmeyen bütün ahâlinin silâhlarını toplamaya başladı. Bu hareketler karşısında bilenen Arnavudlar, daha çetin mücâdelelere giriştiler. Bu isyân ve karşı haraketler Balkan harbine kadar devam etti. Bütün bunlara ilâveten, 3 Temmuz 1911’de Rum-Ortodoks kilisesi ile Bulgar kilisesi arasındaki ihtilâf, bizzat Osmanlı meclisi tarafından halledilerek; Yunan, Bulgar ve Sırplar arasındaki anlaşmazlıklar tamamen giderildi ve Osmanlı’ya karşı birlik olmaları te’min edildi.
Bu arada Eylül 1911’de İtalyanlar harb îlân edip, Trablusgarb ve Bingâzi’yi işgal ettiler. Trablusgarb ve Bingâzi meb’usları, Tarblus’un işgaliyle netîcelenen İtalyan harbinin başlamasından önce, büyük bir gaflet eseri olarak o havalideki askeri Yemen’e, mühimmatı İstanbul’a naklettiren sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer mes’ûller hakkında meclis tahkîkâtı açılması için teşebbüse geçtiler. Böylece güç durumda kalan İttihâd ve Terakkî Fırkası, Meclis-i meb’ûsânı feshettirince, sadrâzam Hakkı Paşa ve diğer İttihâd ve Terakkî erkânı, Trablus faciasından dolayı Dîvân-ı âli’ye sevk edilmekten kurtuldular. Sadâret makamına da Sa’îd Paşa getirildi. Ordudaki subaylar, İttihâdcı ve Halaskârân-ı zâbitân diye ikiye ayrıldılar. Makedonya vilâyetlerinde iktidar ve muhalefeti tutan subaylar, çeteler teşkil ederek birbirleriyle çarpıştılar. İstanbul’da bulunan Halaskârân-ı zabıtan mensupları da hükümeti tehdîd etmeye başladı. Bu baskı ve tehdidler karşısında harbiye nâzırı Mahmûd Şevket Paşa, bahriye nâzırı Hurşid Paşa ile diğer bâzı bakanlar istifa edip çekildiler. Sadrâzam Saîd Paşa da sadâretten istifâ etti. Böylece orduyu siyâsete karıştırarak iş başına gelen İttihâd ve Terakkî Fırkası iktidardan uzaklaşmış oldu. 22 Temmuz 1912’de Âyân reisi olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, sadrâzamlık makamına getirildi. Ayrıca İttihâd ve Terakkî Fırkası tarafından bir şiddet vâsıtası olarak kullanılan örfî idare de kaldırıldı.
İttihâd ve Terakkî hükümetinin iktidarda bulunduğu sırada Arnavutluk isyânı had safhaya ulaşmış, aynı zamanda Balkan devletleri de aralarında hummalı bir faaliyet içine girmişlerdi. İtalya, Trablusgarb harbini bir an evvel sona erdirmek ve Osmanlı Devleti’ni İtalya lehine sulhe zorlamak için, Balkanlarda Osmanlı Devleti aleyhine bir hareketin ve ittifakın vücûda gelmesini destekliyordu. Rusya’nın teşvik ve desteğiyle Bulgaristan, Makedonya’yı Osmanlı Devleti’nin elinden koparmak, hattâ Edirne’yi alarak Ege denizine inmek suretiyle büyük emellerini tahakkuk ettirmek hülyâsındaydı. Bunu başarabilmek için de Sırbistan, Karadağ ve Yunanistan ile anlaşarak ittifak kurmaya çalıştı. Sırbistan, Bulgaristan’ın genişlemesini te’min edecek olan bu andlaşmaya tarafdâr değildi. Bunun için Bulgaristan’ı bir tarafa iterek kendi menfaatlerini te’min için Bâb-ı âlî ile anlaşmaya uğraşıyordu. Balkan devletleri arasındaki menfaat çatışmalarından gafil olan zamanın İttihâd ve Terakkî hükümeti, Sırbistan’ın bu çok müsâid teşebbüslerine aldırış bile etmemişti. Üstelik, Abdülhamîd Han’ın Balkan ülkelerinin birleşmesini önlemek için tahrik ettiği kilise ihtilâfı, çıkarılan İttihâd-ı anâsır kanunuyla halledilmiş, böylece Bulgaristan ve Yunanistan arasındaki ihtilâf kalmadığı için Osmanlı Devleti aleyhine birleşmeye başladılar. Buna rağmen Yunanistan, Balkanlarda bir Bulgar ve Sırp anlaşmasına tarafdâr değildi. Bunun için de Bulgar-Yunan anlaşması mümkün görünmüyordu. Hattâ Yunan başvekili Venizelos, Girid’in yine Osmanlı hâkimiyetine kalması, yalnız idâresinin Yunanistan’a âid olması için, Osmanlı Devleti’ne vergi verilmesi şartıyla, her türlü andlaşmaya tarafdâr olduğunu ısrarla bildirmiş, fakat İttihâd ve Terakkî Fırkası, bu avantajlı durumları değerlendirmek için taraflarla görüşmeye bile yanaşmamışdı.
Yine bu sırada Atina’daki Sırbistan elçisi de Osmanlı Devleti ile bir ittifak kurmak için Sırp hâriciye nâzırından aldığı yetkiye dayanarak, Osmanlı hükümetine müracaatta bulunmuşdu. O sırada hâriciye nâzırı olan Âsım Bey ve sadrâzam Saîd Paşa, bu teklife müsbet cevap vermeyince, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Sırbistan, 13 Mart 1912’de Bulgaristan’la bir ittifak kurdu. Harb için sür’atle hazırlanmaya başladı. Bunun için de Avrupa’dan sert ateşli toplar aldı. Balkan harbinin kendi lehine olmayacağını düşünen Avusturya, bu topların kendi topraklarından geçirilmesine müsâde etmedi. Sırbistan bu topların Selanik limanı yoluyla Sırbistan’a sokulmasına müsâde edilmesi için Osmanlı Devleti’ne müracaat etti. Bâb-ı âlî bu topların Sırbistan’a girmesine müsâde etmek gibi bir gaflette bulundu. Ancak Saîd Paşa’ın sadrâzamlıktan düşmesinden sonra yerine geçen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti, bu sevkiyâta mâni oldu.
İttihâd ve Terakkî hükümetinin mânâsız ve gâfil siyâseti karşısında, Osmanlı Devleti ile anlaşmaktan ümidini kesen Yunanistan da, nihayet 29 Mayıs 1912’de Bulgaristan’la bir ittifak andlaşması imzalamıştı. Sırbistan-Bulgaristan-Yunanistan üçtü ittifakına Karadağ da katılınca, Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifakı meydana geldi. Bütün bunlara, Bâb-ı âlî hükümetinin ilgisizliği sebeb oldu. Ayrıca, Rusya’nın Osmanlı hariciye nâzırı Noragundiyan Efendi’ye bir harb olmıyacağına dâir te’minât vermesi üzerine; Bâb-ı âlî hükümeti Rumeli’deki 120 tabur eğitimli askeri terhis etme gafletinde bulundu.
İttihâd ve Terakkî Fırkası’nın kışkırttığı bir mikdâr darülfünûn (üniversite) öğrencisi, ellerinde bayraklar olduğu hâlde Bâb-ı âlî önüne gelerek; “Harb isteriz” diye bağırmaya başladılar. Harbiye nâzırı Nâzım ve bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar paşalar bunlara nasîhat ederek dağılmalarını sağladılar. Daha sonra 21 Eylül 1912 Cuma günü Sultan Ahmed Meydanı’nda büyük bir miting tertib edilerek İttihâd ve Terakkî’nin ileri gelen hatibleri, halkı galeyana getirip, hükümeti, yakında başlayacak bir harbe karşı alâkasızlıkla itham ettiler. Millî haysiyeti korumak için, hükümetin derhâl harb îlân etmesini isteyerek halkı kışkırtmaya devam etti. Tahrikler karşısında galeyana gelen ve sokaklara dökülen üniversite talebeleri ve halk; “Harb isteriz! Yaşasın harb, kahrolsun hâinler!...” diyerek bağırdılar. Bu sırada meclis-i vükelâ (bakanlar kurulu) toplantısında bulunan sadrâzam Gâzi Muhtar Ahmed Paşa, çıkarak üniversite talebelerini ve halkı sükûne davet etti ve ikna ederek, dağılmalarını sağladı. Bu hâdisenin ertesi günü Karadağ sefaretinin kapısındaki armanın söküldüğü görüldü. Bu tahrik karşısında zâten harbe hazır durumda bekleyen Karadağ maslathatgüzârı M. Bilaç, hâriciye nâzırı Noragundiyan Efendi’yi ziyaret ederek, Karadağ Devleti’nin harb îlân ettiğine dâir notayı verdi.
8 Ekim 1912’de Karadağ’ın Osmanlı Devleti’ne harb îlân etmesiyle başlayan Balkan harbine, Karadağ’ın müttefikleri olarak katılan Sırbistan, Bulgaristan ve Yunanistan, 13 Ekim 1912’de Rumeli’deki muhtelif unsurların vaziyetine göre muhtar idareler kurulmasına dâir bir notayı Osmanlı hükümetine verdiler. Bu notaya Osmanlı hükümetinin cevap vermemesi üzerine Sırp ve Bulgar hududlarında tecâvüzler başladı. Bunun üzerine 17 Ekim 1912’de Sırp ve Bulgar elçileri sınırdışı edildi. Ertesi gün de bu iki devlet Osmanlı Devleti’ne karşı fiilen harbe girdiler. Yunanistan da bir nota ile bu iki devlete iştirak etti. Balkan harbinin kesin bir şekil aldığı günlerde Bâb-ı âlî hükümeti, Trablusgarb harbine son vermek için 15 Ekim 1912’de İtalya ile Uşi Andlaşması’nı imzaladı ve terhis ettiği askerleri yeniden silâh başına çağırdı.
Daha önce İttihâd ve Terakkî hükümetinin yıkılmasını sağlayan ve Halâskarân-ı zâbitân grubunun reîsi durumunda olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa, harbiye nâzırı ve başkumandan vekili idi.
İki tarafın asker mevcudu arasında da büyük fark vardı. Balkanlı müttefiklerin ordusu; Bulgaristan 240 bin, Sırbistan 140 bin, Yunanistan 100 bin, Karadağ da 30 bin olmak üzere toplam beş yüz bini aşmıştı. Buna karşılık Osmanlı ordusunun Trakya’da 150 bin, Makedonya’da 90 bin, Arnavutluk’da 10 bin olmak üzere toplam bakımsız ve perişan hâlde 250 bin kadar askeri vardı. Silâh ve teçhizat da çok noksandı. Geri hizmet teşkilâtı bozuk olduğu için zamanında ikmâl yapılamıyordu. İlk günlerden îtibâren açlık başgöstermişti. Bütün bunlara ilâveten İttihâd ve Terakkî mensupları, asker arasında, harb etmemeğe teşvik edici propagandalar yayıyorlardı. Üstelik bütün harekâtın âmiri olan harbiye nâzırı Nâzım Paşa da değerli ve tecrübeli bir kumandan değildi. Mağrur ve kimsenin sözünü dinlemeğe tenezzül etmiyordu.
Bütün şiddetiyle başlayan Balkan harbine Osmanlı ordusu, şark ve garb cephesinde olmak üzere iki koldan girdi.
Şark cephesi: Trakya’da olan şark cephesinde Osmanlı ve Bulgar orduları çarpışıyordu. Bu cephenin kumandanlığı birinci ferik Abdullah Paşa’ya verilmişti. Bu orduda; Ömer Yaver Paşa, Şevket Turgut Paşa, bahriye nâzırı Mahmûd Muhtar Paşa ve Ahmed Abuk Paşa kumandasında dört kolordu vardı. Ayrıca Kırcali taraflarında da Ali Yaver Paşa kumandasında mürettep bir kolordu mevcuttu. Bu cephenin müdâfaa merkezi Edirne idi.
Sayıca fazla, eğitim görmüş, teçhizatı da mükemmel olan Bulgar ordusu, önce Filibe’yi tehdîd eden ve Kırcali-Paşmaklı mıntıkasında yer alan Ali Yaver Paşa kumandasındaki kolorduya 19-20 Ekim 1912’de hücum etti. Osmanlı kuvvetlerini bozarak Mestanlı’ya kadar ilerledi. Birinci ferik Abdullah Paşa kumandasındaki şark ordusu, harbiye nâzırı Nâzım Paşa’dan aldığı emre uyarak hazırlığını imkân nisbetinde tamamladı ve 21 Ekim’de harekete geçti. İki ordu arasında Edirne-Kırklareli arasında meydana gelen harbi Bulgarlar kazandı. Bozulan Osmanlı ordusu Lüleburgaz’a doğru çekildi.
Kısa bir müddet içinde ilerleyen Bulgar ordusu, 22-24 Ekim’de Edirne’ye ulaşarak muhasaraya başladı. Lüleburgaz mıntıkasında Türk ve Bulgarlar arasında 28 Ekim-2 Kasım arasında büyük Çarpışmalar meydana geldi. Bu çarpışmalar da Bulgarların galibiyetiyle neticelendi. İlerleyen Bulgar ordusu 15-19 Kasım 1912’de Çatalca müstahkem hattı önünde durdurulabildi. Halk, korku ve dehşet içinde bütün Rumeli ve Trakya’yı boşaltarak sonbahar yağmurlarının bataklık hâline getirdiği tarlalardan bin bir güçlükle geçerek İstanbul’a doğru kaçışıyordu. Bu sırada başgösteren salgın kolera hastalığı yüzlerce kişinin ölümüne sebeb oluyordu. Trenler ve kamyonlarla da İstanbul’a devamlı yaralı ve hasta taşınıyordu. Hastahâneler dolduğu için mektepler boşaltılmış, hasta ve yaralılar buralara yerleştirilmişti.
Garb (batı) cephesi: Makedonya ve Arnavutluk’da bulunan bu cephenin başkumandanı Ali Rızâ Paşa idi. Bu cephedeki ordu beş kısma ayrılmıştı. Sırplar da bu cephede harbe girerek, 21 Ekim 1912’de Priştine’yi, 22 Ekim’de de 523 sene evvel Murâd Hüdâvendigâr’ın meşhur zaferine sahne olan Kosova’yı alarak, veliahd Aleksander’ın idaresinde güneye doğru ilerlemeye başladılar. Aynı gün Yunan ordusu da Serfiçe’yi alarak kuzeye doğru ilerledi. 23-24 Ekim’de ilerleyen Sırp ordusuyla karşılaşan Osmanlı ordusu, Kumanova muhârebesini kaybederek, Manastır’a doğru çekilmeye başladı. Kumanova galibiyetinden sonra Sırplarla Karadağlılar birleşerek istilâ harekâtına devam ettiler. 24 Ekim 1912’de Sırp-Bulgar müşterek kuvvetleri Koçana’yı, 25 Ekim’de Yunanlılar Karaferye’yi ele geçirdiler. 26 Ekim’de, İştip, Sırplarla Bulgarların eline düştü. 27 Ekim’de Üsküp ahâlisi düşmana teslim oldu. Verdiği zayiat dolayısıyla perişan ve bitkin bir hâle gelen Osmanlı ordusunun anavatanla da irtibatı kesildi. Bundan sonra müttefiklerin hareketleri daha kolaylaştı. Şehirler birbiri ardınca teslim oldu. 3 Kasım 1912’de Yunanlılar Preveze’yi, 6 Kasımda Karadağlılar Yakova’yı, 8 Kasım’da Yunanlılar Selânik’i teslim aldılar. Selânik’deki kolordunun kumandanı olan Hasan Tahsin Paşa, müdâfaa imkânları mevcûd olmasına rağmen, 8 Kasım’da Yunanlılarla imzaladığı teslim mukavelesine göre şehri ve kolordunun bütün silâhlarını düşmana teslim etti.
Şark ve garb cephelerinde bu durum devam ederken, İstanbul’da da bir takım hâdiseler cereyan ediyordu. İttihâd ve Terakkî Fırkası, Ahmed Muhtar Paşa hükümetinin düşürülmesi için akla hayâle gelmedik yollara başvuruyordu. Diğer taraftan İttihâd ve Terakkîye muhalif olup, bütün siyâsî muvaffakiyetsizliklerin Kâmil Paşa tarafından yoluna konulabileceğini iddia edenler de, mevcûd hükümetin düşürülmesini istiyorlardı. Yorulan ve yıpranan Ahmed Muhtar Paşa, 19 Ekim 1912’de istifa edince, yerine Kâmil Paşa sadrâzamlığa getirildi. Bu defa Kâmil Paşa’nın aleyhinde faaliyet gösteren İttihâd ve Terakkî tarafdârları, Kâmil Paşa hükümetinin harbiye nâzırı Nâzım Paşa’yı kendi taraflarına çekerek, Enver Paşa’yı kolordu erkân-ı harbiyesine, Cemâl Paşa’yı da Menzil-i umûmî müfettişliğine getirdiler.
Garb ordusunun Kasım ayı ortalarında Sırplar karşısında son defa mağlûb olması, Garb cephesindeki muhârebeleri de sona erdirmişti. Hiç bir mukavemetle karşılaşmayan Sırb ve Karadağ kuvvetleri, Arnavutlukta ilerlemeye başladılar. 28 Kasım 1912’de Leş, 21 Kasım’da Resne, 28 Kasım’da Devre ile Draç, ertesi günü Ohri, Sırp-Karadağ müşterek kuvvetlerinin eline geçti. Akçahisar ve Tiran’ın da düşmesiyle bütün Kuzey Arnavutluk Sırp-Karadağlılar tarafından işgal edildi. 29 Kasım 1912’de Arnavutluk istiklâlini îlân etti. Büyük devletler bir ay geçmeden Arnavutluğun istiklâlini tanıdılar. Bu sırada Şark (doğu) cephesinde, Makedonya’daki Osmanlı-Bulgar çarpışmaları yeni bir safhaya girdi. İlk zamanlardaki muvaffakiyetleri sebebiyle İstanbul yolunun kendilerine açıldığını görerek ilerleyen ve Çatalca müstahkem hattında durdurulan Bulgar ordularının İstanbul’a girmemesi için, Bâb-ı âlî hükümetinin müsâdesiyle büyük devletlerden ikişer, diğer devletlerden birer harp gemisi İstanbul limanına gelerek, tebealarını korumak için karaya 2250 asker çıkardılar. Osmanlı Devleti barış için büyük devletlerin arabuluculuğunu istediyse de netice alınamadı. Doğrudan Bulgarlara müracaat eden Bâb-ı âlî hükümeti, mütâreke (ateşkes) talebinde bulundu. Mütâreke görüşmelerine harbiye nâzırı Nâzım Paşa ile ticâret ve zirâat nâzırı Mustafa Reşîd Paşa katıldılar. Çok çetin ve ağır şartlarla mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılacak, eğer anlaşmaya varılamazsa dört gün zarfında harp yeniden başlayacaktı. Sırbistan ve Karadağlılar ile de 3 Aralık 1912’de mütâreke imzalandı. Ağır şartları Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmeyen Yunanistan mütârekeye katılmadı. Böylece Balkan devletleri arasında ilk ayrılık başladı. Yunanistan, Yanya muhâsarasıyla harbe devam etti.
Barış müzâkereleri, 16 Aralık 1912’de İngiltere başvekili Sir Edvar Grey’in başkanlığında Londra’da başladı. Balkan devletlerinin, kabul edilmesi mümkün olmayan teklifler ileri sürmeleri üzerine barış görüşmeleri kesildi. Barışın sağlanamaması üzerine Balkan devletleri 17 Ocak 1913’de Osmanlı hükümetine bir nota vererek Edirne’nin Bulgarlara terkini, adaların geleceğinin büyük devletlere bırakılmasını, bir de Enez-Midye hattının sınır kabul edilmesini istediler. Kâmil Paşa hükümeti bu notayı görüşmek üzere toplandı.
Edirne’nin tarafsız ve serbest bir şehir hâline konularak idâresinin müslüman bir şahsa bırakılmasını, meşihat tarafından bir kâdı tâyinini, meclis idâresinin halk tarafından seçilmesini, mahallî jandarma ve polis kuvvetleri teşkilini, dînî ve millî günlerin eskiden olduğu gibi kutlanmasını kabul ve teklif eden bir cevabî nota yazılmasını kararlaştırdı. Bu şekilde hazırlanan notanın tedkiki için Vükelâ meclisinin 23 Ocak 1913 Perşembe günü öğleden evvel toplantıda bulunduğu sırada, İttihâd ve Terakkî fırkası tarafından Bâb-ı âlî basılarak harbiye nâzırı Nâzım Paşa öldürüldü. Kâmil Paşa hükümeti istifa etmek zorunda bırakıldı, ittihatçı Mahmûd Şevket Paşa sadrâzamlığa getirildi. (Bkz. Bâb-ı âlî baskını).
Bu sırada Londra barış görüşmeleri netice vermeyince, Bulgarlar mütâreke hükümlerini ileri sürerek, 3 Şubat 1913’de Edirne’yi yeniden bombardıman ettiler. Yanmadık, yıkılmadık yer kalmadı. Câmiler de dâhil 2000’e yakın bina tahrib oldu. Sultan Selîm Câmii’nin pencereleri mermilerle delik deşik oldu. Şehirdeki gayr-i müslim unsurlar, şehrin durumunu ve Bulgar topçusunun te’sirini yazdıkları kâğıt parçalarını nehre atarak câsûslukda bulunuyor, yiyecekleri saklayarak çok yüksek fiyatla gizlice satıyorlardı. Yiyecek sıkıntısı had safhaya varmıştı. 1913 kışı da çok şiddetli geçiyor kar fırtınası ve ayaz, askerleri ve halkı kasıp kavuruyordu. Şubat ayı içinde 17.844 kişi soğuklardan ağır hastalanmış, 2155 donma olayı görülmüştü.
Çatalca müstahkem hattını aşabilmek için taarruza başladılar. Şiddetli çarpışmalar oldu. Osmanlı ordusu, kahramanca çarpışarak Bulgar taarruzunu geriye püskürttü. Yeniden hazırlık yapan ve takviye alan Bulgarlar 13 gün süren ikinci taarruzu 18 Mart’ta başlattılar. Bu taarruz da büyük bir mukavemetle karşılandı. Bir aralık Türk mevzîlerinden içeriye sızarak Baba Nakkaş köyüne kadar ilerlediler ise de, Gâziler tepesi ve Harbiye tabyası önlerinde Türk askerinin muhteşem ve cansiperane mukavemeti karşısında perişan edildiler. Nihayet bozguna uğrayıp ağır zâyiât vererek geri çekildiler.
22 Ekim 1912 târihinden beri Şükrü Paşa kumandasında Edirne’yi müdâfaa eden Osmanlı birlikleri, İstanbul ile bağlantı kesik olduğu için, akla gelmedik imkânsızlıklara, silâh, mühimmat noksanlığına ve erzak kalmadığı için açlığa rağmen, 155 gün müddetle şehri kahramanca savundular. Edirne’de açlık o dereceyi bulmuştu kî, bizzat kumandan Şükrü Paşa da askerleriyle birlikte süpürge tohumu yemeğe mecbur kaldı. İki fırka sırplı ve üç liva bulgar kuvvetleriyle yeniden takviye birlikleri alan Bulgarlar, 24 Mart 1913 günü çok şiddetli bir taarruza daha geçtiler. Ertesi gün bir kısım Türk mevzileri düştü. Pek çok müslüman-Türk subayını ve erini gözü dönmüşcesine süngüleyerek şehîd ettiler. Daha fazla mukavemet imkânı kalmayan Şükrü Paşa, 26 Mart 1913 Çarşamba günü öğle üzeri Bulgar başkumandanına bir zabit göndererek teslim olacağını bildirdi ve usulen kılıcını Bulgar başkumandanına teslim etti. Şükrü Paşa ve kurmay hey’eti ile diğer subaylar, 29 Mart’ta trenle Filibe ve Sofya’ya sevk edildiler. Esir alınan 28. 500 asker ise Tunca nehri kıyısında bulunan sarayda toplandı. Bu kahramanlar burada, bir ay kadar açlıktan, ağaç kabukları yiyerek sefalet ve zulüm altında kolera ve dizanteriden inleye inleye, bile bile ölüme terk edildiler. Bu arada Edirne halkına yapılan saldırılar, ırza geçmeler, katliâmlar cildler doldurur. Bu durumu tesbit eden bazı tarafsız batılı ülkeler, Bulgar mezâlimine; medeniyet için birer yüz karası demekten kaçınmamışlardır. Zira Türk öldürmek, Bulgar için dînî bir borç sayılıyordu. Bir ay içinde 40.000’i aşkın ev tahrib edildi ve câmilere çan asıldı.
Bütün imkânsızlıklara rağmen Şükrü Paşa belki bir müddet daha mukavemet edebilirdi. Fakat muhasara sırasında Edirne’ye gelen Talat Paşa ve Behâeddîn Şâkir Bey’in, askerlerin arasına girerek harb etmemeye teşvik eden menfî propagandaları yüzünden ordunun morali bozulmuş, sonunda ordunun mukavemeti kırılıp, elîm netîce ortaya çıkmıştır (Bkz. Şükrü Paşa).
Çatalca’ya kadar ilerleyen Bulgar orduları, savunmadan mahrum sivil Türk halkını öldürmekten sadistçe zevk duyuyorlardı. Bulgar çeteleri girdikleri yerlerde katliâmlar yaptılar. Kadın-çoçuk ele geçirdiklerini parça parça etmişlerdir. Drama’da Türk zenginlerinden birisinin kafası kesildikten sonra, vücûdundan ayrılan başı bir sandık üzerine konulmuş ve maktulün ağzına ayrıca bir de pipo sıkıştırılmıştı. Kiliseye çevrilen câmilerdeki minareler alelacele yıkılmıştır. Bunca mezâlim ve vahşetlerden sonra erkeksiz, yapayalnız kalan müslüman ailelerinin evlerine zorla girilerek kadınların ırzına geçilmiştir. Müslüman hanımlardan pek çoğunun burnu ile memeleri kesildiği gibi çocukları da gözlerinin önünde katlolunmuştur.
Batı cephesinde ise 6 Mart 1913’de Yanya düşmüş, 17 Mart 1913’de Yunan ordusu Erperi sancak merkezine girmişti. 25 Mart’ta İşkombi taraflarında bulunan Cevâd Paşa idaresindeki fırka Sırplara teslim olmuş, bütün Rumeli hemen hemen elden çıkmıştı. Yalnız İşkodra’da Hasan Rızâ Paşa bir türlü düşmana teslim olmuyor, o da Edirne müdafii Şükrü Paşa gibi kendisine verilen vazîfeyi canı pahasına yürütüyordu. Fakat bu kahraman da, İşkodra’da bulunan ve sultan İkinci Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ eden hâinlerden olan Es’ad Toptânî adındaki eski Draç meb’ûsu Arnavud tarafından sûikasdle şehîd edildi. İşkodra’da bu hâin, kumandayı ele aldı ve derhâl Karadağ ordusuyla gizlice haberleşerek, 22 Nisan 1913’de İşkodra’yı düşmana teslim etti (Bkz. Hasan Rızâ Paşa).
Osmanlı donanmasına nazaran daha kuvvetli olan Yunan donanması, bu harbin cereyanı sırasında Limni, Bozcaada, Midilli, Karyot, Sakız, Taşoz, İmroz ve Semadirek adalarını işgal etti. İtalyanların işgalinde bulunan on iki adanın dışında kalan bütün Ege denizi adaları Yunanlıların eline geçti. Yunan donanması, Çanakkale boğazını abluka etti. Osmanlı donanması, 16 Aralık 1913’de Çanakkale’yi geçerek Yunan donanması ile imroz önünde bir deniz savaşı verdi. Yunan donanmasına ağır kayıplar verdirildiyse de abluka kaldırılamadı. Mondros önlerinde bir deniz muhârebesi daha yapıldı. Ancak netice alınamayarak Çanakkale’ye dönüldü. Biraz sonra Rauf Bey (Orbay) kumandasındaki Hamîdiye kruvazörü yedi ay süren maceralı bir seyre çıktıysa da müsbet bir netice alınamadı.
İttihâd ve Terakkî fırkası’nın 23 Ocak 1913’de gerçekleştirdiği Bâb-ı âlî baskınından sonra sadâret makamına getirilen Mahmûd Şevket Paşa zamanında, yukarıda anlatıldığı gibi, Balkan harbi tamamen kaybedildi. Hâriciye nâzırı prens Saîd Halım Paşa’nın direktifiyle, Osmanlı Devleti’nin Londra elçisi Tevfik Paşa, barış görüşmeleriyle ilgili olarak büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul edeceğini İngiltere hâriciye nâzırına bildirdi. Bunun üzerine İstanbul’daki elçiler, hâriciye nâzırı Saîd Halim Paşa’ya bir ay sonra 31 Mart 1913’de dört maddelik bir nota verdiler. İttihâd ve Terakkî hükümeti ertesi gün notayı kabul ettiğini bildirdi ve Bulgarlarla yeniden bir mütâreke imzalandı. Barış görüşmeleri Londra’da yapılarak 30 Mayıs 1913’de imzalandı. Yedi maddelik barış andlaşmasına göre Midye-Enez hattı sınır olarak kabul ediliyor, Edirne Bulgarlara terk ediliyor, Arnavutluk hudutlarının tâyini ve adaların geleceği büyük devletlere bırakılıyor, Osmanlı Devleti Girid üzerindeki bütün haklarından vazgeçiyordu.
Böylece Kâmil Paşa’yı ihânetle itham edip, millete karşı Edirne’yi kurtarma taahhüdüne giren ve bir baskınla iktidara gelen İttihâd ve Terakkî komitesi, bu andlaşmayla bütün Rumeli’yi Balkan devletlerine terk ediyordu.

İkinci Balkan Harbi

Birinci Balkan savaşında Osmanlı Devleti’nin ağır mağlûbiyete uğrayıp Balkanlardan çekilmesi netîcesinde, Balkanlarda siyâsî bir boşluk ve dengesizlik meydana geldi. Bu devletler mîrâs taksiminde birbirlerine düştüler. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgaristan’ın pek fazla büyümesini endişe ile karşılıyorlardı. Bulgaristan’ın Balkanlardaki slav ırkının başına geçerek büyük bir devlet olma iddiası, aynı iddiada bulunan Sırbistan’ın işine gelmiyordu. Romanya’nın da Bulgaristanla görülecek hesabı vardı. Sırplar, askerî hareket dolayısıyla Sırp-Bulgar ittifakının çizdiği ve kendisine ayırdığı arazi parçasından daha büyük bir bölgeyi ele geçirdiler. Sırpların bu arazi bölgelerini geri vermemesi anlaşmazlığın düğüm noktasını teşkil ediyordu. Diğer taraftan Londra konferansında en büyük payı Bulgaristan’ın alması, diğer müttefiklerin hoşnutsuzluğuna sebeb oldu. Bulgaristan’ın Ege denizi kıyısına ulaşmış olmasını Yunanistan istemiyordu. Bu husus Yunanistan’la Sırbistan’ın birbirine yaklaşmalarına sebeb oldu. Bu iki devlet aralarında Bulgaristan’a karşı bir ittifak akdi imzaladılar. Sırbistan ve Yunanistan’ın birbirine yaklaştıklarını gören Bulgaristan, bu iki devlete tam hazırlıklarını yapmadan önce, 29-30 Haziran 1913’de saldırdı. Ancak Bulgar ordusu Yunanlılar ve Sırplar tarafından Makedonya’dan çıkarıldı. Bu sırada Bulgaristan’dan pay almak isteyen Romanya da savaşa girdi ve kısa zamanda Bulgar Dobruca’sını ele geçirdi. Bir kaç cephede savaşmak zorunda kalan Bulgaristan yenilmeye başladı. Çok müşkül durumda kaldığı için Edirne cephesindeki kuvvetlerini diğer cephelere çekti.
Osmanlı Devleti, Berlin elçisi Mahmûd Muhtar Paşa’nın tavsiyesi ile fırsatı değerlendirerek Edirne’nin geri alınması için harekete geçti. Böyle bir hareketi İngiltere ve Rusya önlemeye çalıştı. Almanya ve Fransa da, Osmanlı Devleti’nin böyle bir hareketine taraftar değildi. Osmanlı devlet adamları arasındaki uzun müzâkerelerden sonra ordunun harekete geçmesine karar verildi. Bu hareketin gerekçeleri büyük devletlere verilen 19 Temmuz 1913 tarihli bir notayla îzâh edildi. Harekete geçen Osmanlı ordusu 21 Temmuz 1913’de Edirne’yi geri aldı. Bu durumdan memnun olmayan Avrupa devletleri bâzı tehditlerde bulundularsa da aldırış edilmedi.
Edirne’nin Osmanlılar tarafından geri alınmasını, Yunanistan da işine geldiği için destekledi.
Bulgaristan’ın daha fazla mukavemete gücü kalmadığından, 29 Haziran’da başlayan İkinci Balkan harbi, 42 gün sonra 15 Ağustos 1913’de taraflar arasında imzalanan Bükreş barış andlaşmasıyla sona erdi.
Bu andlaşmaya göre Bulgaristan ile Romanya arasında yeni sınır belirleniyor, Tuna’nın güneyinde kalan önemli bir arazi parçası; Güney Dobruca dâhil Romanya’ya kalıyordu. Sırp-Bulgar sınırı ise İştip, Radoviç, Sırbistan’da kalmak ve Strumca Bulgaristan’a verilmek üzere çizildi. Bulgar-Yunan sınırı da Serez’in 30 kilometre, Drama’nın 40 kilometre kuzeyinden geçen ve Kavala’nın 30 kilometre doğusunda Ege denizine kavuşan hat olarak tesbit edildi.
Osmanlı Devleti, 29 Eylül 1913’de Bulgaristan’la imzaladığı İstanbul andlaşmasıyla, Kırklareli, Dimatoka ve Edirne’yi geri aldı. Bulgaristan’da kalan Türklerin durumu da bu andlaşmada yer almakta, Türklerin haklarına saygı gösterileceği belirtilmekte idi.
Osmanlı Devleti ile Yunanistan arasında imzalanan 14 Kasım 1913 Tarihli Atina andlaşması ile Girid kesin olarak Yunanistan’a bırakıldı. Ege adalarının durumu da büyük devletlerce kararlaştırılacaktı. Büyük devletler 1914 Şubat’ında Londra’da, bu adalardan İmroz, Bozcaada ve Meis hâriç diğerlerinin Yunanistan’a ve İtalya işgalinde olanlarında İtalya’ya kalmasına karar verdiler. Ancak bu karar üzerinde henüz bir andlaşmaya varılmadan Birinci Cihân harbi çıktı. Sırbistan’la andlaşma ise, 13 Mart 1914’de İstanbul’da imzalandı. Sırbistan’la Osmanlı Devleti’nin ortak sınırı kalmadığından sâdece Sırbistan’da kalan Türklerin durumları düzenlenmiştir.
Bu suretle sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirildiği 1909 yılından 1913 yılına kadar geçen kısa bir müddet içinde devletin idaresine hâkim olan, gafil, bâzı defalar da hâin kimseler tarafından, Osmanlı Devleti’nin Avrupa kıt’asındaki topraklarının hemen tamâmı elden çıkarıldı. 550 yıldır Türk yurdu olan Rumeli’nin bir çok bölgelerinde Türkler ezici ekseriyet hâlinde idiler. 93 Harbinde görülen göç ve göçmen felâketinin daha şiddetlisi Balkan harbi sonunda cereyan etti. Yüzbinlerce Türk, bütün maddî varlıklarını bırakarak eriye eriye İstanbul’a ulaşıp, Anadolu’ya dağıldılar.
Balkan harbinin dört müttefiki olan Yunan, Bulgar, Sırp ve Karadağlılar, işgal ettikleri yerlerdeki ekinleri evleri yakıp yıktılar. Çoluk-çocuk, genç ihtiyar ele geçirdikleri bütün köylüleri çeşitli zulümlerle kılıçtan geçirip kurşuna dizdiler. Bilhassa genç kız ve kadınları döverek veya yaralayarak kirlettikten sonra öldürdüler veya aynı şiddet vasıtalarıyla kiliseye götürerek Hıristiyanlığı kabule zorladılar. Hıristiyan olmayı reddedenleri diğerlerinin gözleri önünde yavaş yavaş ve en âdi usûllerle öldürerek geri kalanların hıristiyan olmasına çalıştılar. İnsanlarını öldürdükleri evleri yağmalayıp, yükte hafif pahada kıymetli ne varsa aldıktan sonra bir el bombasıyla havaya uçurdular. Girdikleri her yer mezbahaya döndü. Memeleri, tenasül uzuvları kasatura ile kesilen veya saçlarından asılan kadınlar, diri diri gözleri oyulan, kulakları, burunları, dilleri kesilen veya kulaklarından duvarlara çiviyle çakılan erkekler, feryatlarına kızarak kundakta süngülenip parçalanan yavrular, bu mezâlimin her yerde tekrarlanan alelade safhaları oldu.
Bu tüyler ürperten vahşî sürülerinin, zulümlerinden her nasılsa canını kurtararak kaçabilenler, aç ve çıplak perişan kafileler hâlinde, gündüzleri ormanların içlerinde saklanarak, geceleri soğuk rüzgârlar ve kar tipileri içinde yalın ayak, başı açık genç-ihtiyâr, çocuk ve kadın yol almaya çalıştılar. Çoğu yollarda açlıktan ve hastalıktan telef oldu. Düşüp ölenlere bakacak ve alâka gösterecek kimse bulunmadığı için perişan oldular. Bâzan bu sefalet kafileleri, silâhsız, aç ve zavallı kalabalıklar, îmân ve merhametten mahrum silâhlı komitecilerin, eşkıya sürülerinin baskınlarına uğrayarak, en küçük bir müdâfaa ve mukavemet gösteremeden doğranarak hendeklere, meydanlara üst üste yığıldılar.
Camilere giren komiteciler, duvarlarda asılı duran âyetleri ve nefis levhaları indirerek, Kur’ân-ı kerimleri dışarı çıkararak çamurlara attılar, murdar ayaklarıyla çiğnediler; câmilerin kubbelerine haç, minarelerine çan taktılar. Ecdadımızın eserleri olan mübarek mâbedlerimizin içlerini putlarla doldurdular ve kilise hâline getirdiler. Tekke, zaviye ve medreseleri ahıra çevirip; türbelerdeki evliyâ mezarlarını kaldırarak hayvanlarına yem ve saman deposu olarak kullandılar. Şehidliklerimizin mezar taşlarını sökerek yerlerini hela yapmak gibi Müslüman-Türk’ün mukaddesatını tahkir için hatır ve hayâle gelmedik alçaklıklar yaptılar. Çiftlikleri sahiplerinin ellerinden alarak yağma ettiler, yakaladıklarını çiftliklerinin kapısında ipe çekip altından ateşler yakarak hunharca katlettiler.
Bütün bu olanlara rağmen korkunç bir propaganda sistemi kullanarak Avrupa devletleri nezdinde hakikati ters yüz ederek Türklerin zulüm yaptığını iddia ettiler. Bunun için hayâlı kartpostallar/broşürler ve kitaplar yayınlayarak, Avrupa kamuoyu üzerinde etkili olup, ileride sulh için masa başına oturulduğu takdirde daha büyük paylar koparmak üzere batı milletlerinin hissiyatını aleyhimize çevirmeye çalıştılar. Bilhassa Yunan başvekili Venizelos bütün Avrupa ve Amerika’yı içine alan bir propaganda şebekesi kurdu.
Fakat harbde olanların tahkiki için bu bölgede bulunan yabancı gazeteciler içinde bir çok insaflı ve zulmün bu derece şiddetlenmesi karşısında isyân eden kimseler, hakikatleri olduğu gibi anlatmaktan çekinmediler. Bu gazeteciler, Balkan dağlarından inmiş, medeniyetsiz, hâin ve Türk kanına susamış komitecilerin son derece aşırı ve tahammül edilmez zulümleri karşısında zaman zaman infial duyarak Avrupa ve Amerika kamuoyuna hakikatleri aksettirmeye çalıştılar. Yazılarında; “Ey medenî Avrupa! Bu zulümlere daha ne kadar müddet seyirci kalacaksın?” diye feryâd ediyorlardı. Fakat öldürülenler Türk ve müslüman olduğu için bu durum sözde medenî olan haçlı zihniyetine sahip Avrupa’yı tasalandırmıyordu. Bütün bu mezâlim Avrupa için hiç bir suretle reddi mümkün olmayan sağlam resmî raporlarla, gazete muhabirlerinin haber, hatırat ve resimleriyle ve nihayet mazlumların çeşitli yollarla gazete idarehânelerine göndermeye muvaffak oldukları vesikalarla gün ışığı gibi meydandaydı.
Bu vesikalardan bâzıları şunlardır:
1- Türk jandarmasını teftişe me’mûr edilen Fransız subaylarından Mösyö Folon’un Deba gazetesinde yayınlanan raporu.
2- Jandarma müfettişi Fransız generallerinden Buman’ın gönderdiği resmî rapor.
3- Paris’te Fransızca olarak çıkan Genç Türk Gazetesi’nin yayınladığıMüttefiklerin Dosyası isimli serî makaleler. Bu makalelerde bildirilen vesikalar, Jan Rupi tarafından yazılan, Doğu Savaşı ve Balkan hükümetlerinin zulümleri adlı eserde aynen mevcuddur.
4- Balkan zulümlerinin vesikalarını yayınlama cemiyetinin yayınladığı vesikalar.
Muhtelif gazetelerde yayınlanan resmî me’murlara âid diğer çeşitli raporlar. Selanik vâlisinin 9 Aralık 1912, İstromca müddei umûmîsinin 24 Ocak 1913 târihinde yayınlanan raporu ile çeşitli ecnebi gazetenin savaş muhabirlerinin kendi gazetelerinde yayınlanan raporları...

BİR ASKERİN, ANNESİNE SON MEKTUBU

Sevgili anneciğim!
Ebediyyen kaybolmuş bir evlad gibi, gönüllü olarak ikinci defa cepheye geldim. Fakat başım henüz omuzlarımın üzerindedir. Meydan savaşında şehîd olan silâh arkadaşlarımı düşündükçe pek mahzun oluyorum. Fırka ve alay ile beraber hareket ettiğimiz zaman tahminen en az iki yüz kişiden meydana gelen bölüğümüzün harbe girdikten sonra, mevcudu ancak yirmi kişi kalabildi. Saadet ve bedbahtlığım bu bir avuç askere bağlıdır. Niçin üzüleyim? İnsan ancak elli altmış sene kadar yaşayabiliyor. Bu kadar kısa bir hayâtı şimdi feda etmezsem belki bir daha bu güzel fırsatı bulamam.
Madem, ki hepimiz öleceğiz; biraz erken veya biraz geç ölmekten ne çıkar? Sağlam bir taş gibi hareketsiz kalmaktansa, mesrûrâne parçalanarak ezilmeyi tercih ederim. İster bir şarapnel parçası, ister bir süngü darbesi olsun. Her ne suretle olursa olsun yalnız bir defa öleceğim.
Sağımda arkadaşım şehîd düştü. Solumda subayımın kolları ve gövdesi parçalanıp dağıldı. İkisinin arasında bana hiç bir şey olmadı. Kendimi pek mahzun buluyorum. Şehidliğe imrendiğimden sağ kaldığıma üzülüyorum. Ecel henüz gelmedi. Şu anda bütün gayretimi şehîd arkadaşlarımın öcünü almak için sarfediyorum. Bulgar, hâin ve gaddar bir düşmandır. Onu boğmak, mahvetmek için kalbim sabırsızlıktan parçalanıyor. Çünkü parlak kabiliyet ve şehîdlik şerefinden henüz mahrum bulunuyorum.
Ben bir köylü çocuğuyum. Şehîd olduktan sonra arkamdan bana çok duâ edilecek ve rahmet okunacaktır.
Bir saman yığını üstünde ve bir kulübenin saçağı altında öleceğime, savaş meydanında kahramanca döğüşerek şehîd olmak daha iyi değil mi?
Zafer! Zafer! Zafer! Ancak bu şarkılarla vatanımın sevinçli, milletimin bahtiyar olmasını isterim.
On ikinci alayın dördüncü piyade taburunun üçüncü bölüğünden
(Türkiye Uyan sh. 226)

BİR ÇOCUĞUN SABAH DUÂSI

Ey sevgili Rabbim! Saf ve temiz kalbimi sana açarak, gözyaşlarımı dökerek duâ ederim ki, merhume annem ve merhum babama, kardeşlerime, hepsi kesilip yakılan köyümüz ahâlisine rahmet eyle. Onları ilâhî mağfiretin ile âhirette mes’ûd ve bahtiyar et.
Ey kâinatın yaratıcısı yüce Rabbim! Ben Edirne vilâyetinin Karapınar köyünden fakir ve namuslu bir ailenin çocuğu idim. Muhârebe oldu, hicret başladı. Köyümüzün ahâlisi de göçe mecbur oldu. Hâin düşman gelip, köyümüzü yaktı. Evimiz barkımız ateşler içinde kaldı. Kaçmak istedik, Bulgar köylüleri, askerle birlikte önümüze çıktılar. Bizleri birer birer kesmeye başladılar.
Annem gözyaşları içinde, “Bizim hepimizi kesiniz! Fakat sevgili oğlumu, canım yavrum Nuri’mi bırakınız!” diye feryâd edip düşmana yalvarıyordu. Fakat kim dinler. Babamın gözlerini oyup; kardeşlerimi, annemin gözü önünde parça parça ettiler. Sonra da annemin üzerine saldırıp göğüslerini kestiler ve başını tüfekle ezerek şehîd edip bir kenara attılar.
Âh sevgili anneciğim! Şehîd olmak üzere iken bir bana mahzun bakışın bir de başını köyümüzün yanmakta olan câmisinin minaresine çevirişin gözlerimin önünden hiç gitmez!
Canını anneciğim, küçük yaşıma rağmen iyi anladım ki, bana acıdın. Yanan minareye bakarken Allahü teâlâdan beni kurtarmasını dileyip duâ ettin. Âh anne şefkati! Müthiş ölümünün son anlarında bile ben evlâdını düşündün!
Hâin düşman beni kesmedi. Fakat ölmüş bir ceset hâline sokup sür’atle akan Meriç nehrine attı. Allahü teâlâ ihsân ederek beni korudu. Nehrin suları içinde bir kütük gibi sürüklenip gittim. Yüce Rabbim’in inayeti ile İstanbul’a hicret etmekte olan diğer muhacirler tarafından nehirden çıkarılarak kurtarıldım!
Ey yüce Rabbim! Annemin göz yaşlarına acıdın, beni hâin düşmanın elinden kurtardın. Sana binlerce hamd ve sena olsun.
Allah’ım! Bana sarsılmaz bir güç ve kuvvet ihsân eyle. Gençlik çağına girdiğim zaman cesur ve kuvvetli olayım. Bana küçücük yaşımda gördüğüm dehşetli faciayı unutturma! Senin yüce dînine, mukaddes Kitabımıza ve câmilerimize saldıran Bulgar hâinlerine olan kinimi kat’iyyen unutturma! Kesilerek şehîd edilen masum kullarının, din kardeşlerimin uğradıkları musibetlerin ve felâketlerin acısını yüreğimde azaltma!
Benim kalbim dâima öc alma hisleriyle titriyor. O yangınları, o katliâmları, soğukta, çamurlar içinde yalınayak kaçışan sefil ve çıplak müslüman kardeşlerimi hiç unutamıyorum. Ben yaşarsam öc almak ve ilâhî adaleti yerine getirmek için yaşayacağım. Dünyânın hiç bir serveti ve hiç bir şöhreti gözümde yok!
Düşmandan öcümü almak! İşte bu ümidim gerçekleştiği, müslüman Türk orduları bütün Bulgaristan’ı ve Yunanistan’ı çiğnediği ve kiliselerin direkleri arasından Ezân-ı Muhammedi işitildiği zaman, ancak kendimi mes’ûd ve bahtiyar sayacağım.
İşte ilk baharın güzel kokulu çiçekleri açılıyor. Çayırlıklar yeşeriyor. Gelincikler, papatyalar titreşiyor. Erik ve kiraz ağaçları çiçek açıyor. Bizim köyün en tatlı günleri şimdi başlıyor. Heyhat! Heyhat o güzel köy bugün yakılan şehîd vücûdlarının külleriyle örtülü!
Ey her şeye kadir olan yüce Rabbim! Senden yalnız bir şey isteyeceğim. Bunun için duâ edeceğim. Rumeli’ye gidecek ordumuzun içinde bulunduğum zaman beni küçücük bir çocuk iken muhafaza ettiğin gibi müslüman kardeşlerimin şehîd edildiği, köyümün yakıldığı ve sevgili toprağımızın çiğnendiği yerde ve ailemin kaybolan mezarları üzerinde hayâtımı devam ettir.
Ey yüce Allah’ım! Benim duâm ve son isteğim; hâin düşmandan öcümü aldıktan sonra köyümün mahzun toprağını şehîd olarak kanımla sulamak saadetine kavuşmaktır...
Türkiye Uyan; sh. 231-235

BİR ÇAVUŞUN SUBAYINA MEKTUBU

1913 senelerinde yazılan ve Bulgarların müslüman Türklere yaptıkları zulümleri anlatan “Türkiye Uyan” adlı kitabın 228. sahifesinde; bir çavuşun subayına mektubu şöyledir:
Zabit efendi!
Kuvvetli düşman müfrezelerinin Gümülcine’ye indiğini, askerimizden bir kısmının çekildiğini ve bâzısının da esir edildiğini işittim!
Geçen gün dört erle bana teslim ettiğiniz Kuruorman sırtındaki mühimmat deposunu hâlen muhafaza ediyoruz. Tabiî Gümülcine’yi işgal eden düşman buraya da gelecek! Doğrusu devletimin ve milletimin nice fedâkârlıklarla burada yığdığı bu cephaneyi, sapasağlam düşmana teslim edecek değilim! Buna ne askerlik vazifem, ne de vatan sevgim müsâde eder. Elbette burayı havaya uçuracağım! Fakat o binlerce liranın heba olup gitmesine üzülüyorum. Haydi havaya uçurdum. Sonra ne olacağım? Düşmana esir değil mi? Nihayet tek bir asker diye düşmanın beni öldürmediğini farzedelim. Fakat acı esaret hayâtına nasıl tahammül edeceğim? Biz buraya esir olmak için mi geldik? Milletin paralarını, devletin namusunu esaretle ödemek için mi asker olduk? Hayır, hayır! Ben bu zilleti kabul edemem. Dün bizim idaremiz altında rahat yaşayan bu vahşî çobanların eline esir düşmek! Aman yâ Rab bu ne müthiş zillet!
Bu vahşî insanların hakaretleri ve süngüleri altında esir yaşanır mı? Bu, Türklük için ne büyük felâkettir!
Ben bu esirlik zilletine düşmektense bin defa ölmeyi tercih ederim. O hâlde ne yapmalıyım? Düşmana hiç bir zarar vermeden cephane anbarını ateşe mi vereyim? Hayır! Ben bu cephane deposunun içine saklanacağım. Burayı teslim almaya gelen Bulgarlar iyice toplanıncaya kadar saklanacağım. Ben de içinde dâhil olmak üzere cephaneyi havaya uçuracağım.
Zabit efendi, şu cür’etimi mazur görünüz. Bir asker ya askerlik vazifesini yerine getirmeli, yâhûd da kahrolup gitmelidir.
Ben ecdadımın kanını taşıyorum. Hiç bir Türk neferi harpte beş düşmanı öldürmeden kendini feda etmezdi.
Memleketimde bulunan ana ve babama, hanımıma ve çocuklarıma selâmımı yazınız. Onlar seferberlik ilân edildiği zaman beni subaşında, değirmen kenarında uğurladılar. Bana; “Ya gâzi ol ya şehid ol!” demişlerdi. Cenâb-ı Hak bana şehid olmayı nasîb ediyor! Artık şehid olduğumu bildirin. Yazacağınız mektubda; yaz mevsiminde, altında oturup dinlendiğim ağacın gövdesine şehîd olduğum târihin yazılmasını ve yetişecek evlâdlarımın hâin düşmandan öc almasını vasi’yet ettiğimi de söyleyin. Seneler sonra muzaffer ordularımız Gümülcine ovalarına ayak basarsa benim ruhum da bu zafer sevinçlerine katılacaktır.
Piyade dördüncü bölüğünden çavuş Ali.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 382
 2) Görüp işittiklerim; sh. 65
 3) Sultan Mehmed Reşâd Han’ın Sarayında Gördüklerim (L. Simâvî, İstanbul-1340); sh. 83
 4) Hâtıralar (Talat Paşa, İstanbul-1946) sh. 18
 5) 1912 Balkan Harbîne Âid Hâtıralarım (Birinci Ferik Zeki, İstanbul-1337); sh. 4
 6) Gördüklerim- Yaptıklarım (Ahmed Reşid Bey, İstanbul-1945); sh. 164
 7) Balkan Harbi (Genel Kurmay Harp Târihi Yayını Ankara-1970)
 8) Türkiye Uyan
 9) Bulgar Vahşetleri
10) 1913 Garbî Trakya Hükûmet-i Müstekilesi (N. Gündağ, Ankara-1987)
11) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 225
12) Siyâsî Târih (F. Armaoğlu, Ankara-1975); sh. 302
13) Trabya’da Millî Mücâdele (Tevfik Bıyıkoğlu, Ankara-1955) sh. 92
14) Siyâsî Târih (Rıfat Uçarol, Ankara-1979); sh. 335
15) Bir Osmanlı Paşası ve Dönemi, (R. Uçarol, İstanbul-1976)
16) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler; sh. 313
17) Türk Târihinde Osmanlı Asırları (S. Ayverdi); cild-3, sh. 134
18) Edirne Savunma Günleri (Ratib Kazancıgil, Kırklareli-1986);
19) Rumeli’den Türk Göçleri (B.N. Simşirgil, Ankara-1968)
20) Mufassal Osmanlı Târihi;
21) Büyük Türkiye Târihi; cild-7, sh. 263
22) Türk İnkılâb Târihi (H. Bayur)
23) İnkılâb Târihimiz ve İttihâd Terakkî (E. B. Kuran)
24) Balkan Harbi Târihi (Aram Andonyan; İstanbul-1975)
25) Fuat Balkan’ın Hâtıraları (B. Trakya Dergisi, sayı-9, Aralık-1967)