14 Mart 2015 Cumartesi

AŞİRET MEKTEBİ HÜMAYUNU


İkinci Abdülhamîd Han tarafından, 1892 (H. 1310) senesinde Osmanlı Devleti’ne mensub aşîret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mekteb. Bu teşebbüs; İkinci Abdülhamîd Han’ın devletin Türk olmayan unsurlarını kendilerine sâhib ve dış tahriklerden uzak tutmak ve bilhassa Osmanlı Devleti’ne bağlı bulundurmak için uyguladığı fevkalâde teşebbüslerinden biridir.
Saraya bağlı halka açık bulunmayan ve özel bir eğitim müessesesi olan mektebe, önce Arap aşiretlerinden çocuklar alındı. Sonradan Doğu Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşîret çocukları ile zamanla bütün aşiretlerin çocukları alınıp eğitildiler.
Aşîret mektebinin kuruluş gayesi, Osmanlı Devleti sınırları dahilindeki Arab ve diğer aşîret reislerinin çocuklarını İstanbul’da sarayın nezâreti ve himâyesi altındaki bir mektebde toplayıp, onlara Türkçe öğretmek, eğitim ve öğretimleri te’min ederek; Hilâfete ve Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını arttırmak, ayrıca, eğitilmiş olarak kendi bölgelerine döndüklerinde, devlet için faydalı hizmetlerde bulunmalarını te’min etmekti.
On sekizinci ve on dokuzuncu asırlarda, Avrupa’nın başta gelen devletleri, Osmanlı Devleti sınırları dışındaki İslâm memleketlerinde siyâsî ve ekonomik bir hâkimiyet ve sömürgeler kurmuşlar, Osmanlı Devleti’ni parçalamak faaliyetleri çerçevesinde, Türk olmayan unsurları tahrik ederek devletten koparmak, siyâsî ve iktisadî hâkimiyet kurmak istiyorlardı. Nitekim Fransızlar, 1830’da Cezâyir’e; 1878’de Ruslar; Kars, Ardahan ve Batum’a, 1882’de İngilizler Mısır’a kuvvetlerini yerleştirmişlerdi. Diğer taraftan, Balkanların büyük bir bölümü Osmanlı Devleti’nden ayrılmış durumda idi. Diğer önemli bir husus da Avrupa devletleri Duyûn-i umûmiye vasıtasıyla Osmanlı Devleti’ni mâlî yönden yıpratıp, gün geçtikçe siyâsî nüfuzlarını artırıyorlardı.
Bilhassa İngilizlerin menfâat sağladığı Arab memleketlerinde durum tehlikeli bir hâl almıştı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bütün İslâm beldelerinde Halîfe-i müslimîn sıfatıyla sevilip sayılıyordu. Gösterilen bu bağlılık ise, İngilizlerin sömürüleri için önemli bir engel teşkil ediyordu. Bu durumu ortadan kaldırmak için, Pâdişâh’ın İslâm dünyasındaki nüfuzunu kırmak istiyorlardı. Bu bakımdan İngilizler, Arabların yaşadığı bölgelerin Osmanlının elinden çıkması için kesif faaliyetlere başladılar. Vehhâbîliğin ortaya çıkarılması, Arablar arasında kavmiyetçilik duygularının tahrik edilmesi, Bağdâd ve Hicaz demiryollarının kontrol altına alınmak istemesi gibi hâdiseler bunlardan bâzılarıdır.
Bu durum karşısında İkinci Abdülhamîd Han, aşiretlerin yoğun ve hâkim oldukları bölgeleri korumak, bu bölgelerin reislerinin ve ağalarının çocuklarını Osmanlı kültürü ve terbiyesi ile yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak için aşîret mektebini açtı.
Bu teşebbüste önemli bir maksad da dînîdir. 1878 senesinde yapılan Berlin Andlaşması ile hıristiyan tebeanın büyük bir kısmı Osmanlı Devleti’nden ayrılmıştı. Dolayısıyla devletin müslüman tebeası ekseriyet hâline gelmişti. Müslümanlar arasında kuvvetli bir birliğin kurulması, Osmanlı Devletinin hıristiyan Avrupa karşısında daha güçlü olmasını sağlayacaktı. Bu sebeble mektebde yetişecek müslüman aşîret reislerinin çocukları, halîfeye ve Osmanlı Devleti’ne ısındırılarak, Avrupa devletlerinin Araplar arasındaki tahrik ve propagandaları te’sirsiz bırakılacaktı.
Aşîret mektebinin kuruluşunda bir diğer sebeb de idarîdir, Abdülhamîd Han, merkezî idarenin kontrolünden uzaklaşmış aşiretleri yeniden kontrol altına alarak, dağınık devlet otoritesini merkezî bir hâle sokmak istedi. Zaman zaman devlete karşı iç isyânlar ve karışıklıklar çıkmasına sebeb olan aşiretleri kontrol altına almak, bağlılıklarını sağlamak, bu ince siyâsî düşüncenin tatbiki ile mümkün oldu.
Bütün bu sebebler neticesinde Aşîret mektebinin açılması kararlaştırılmış ve 5 Temmuz 1892 tarihli bir ferman ile kurulması için meârif nezâretine ve öğrenci te’mini için vilâyetlere bildirilmiştir. 20 Temmuz 1892’de Nizâmnâmesi, programı hazırlanan aşîret mektebi 4 Ekim 1892’de Esma Sultan’ın oturduğu Kabataş’taki sarayda eğitim ve öğretime açıldı. Mektebe talebe olarak; Haleb, Bağdâd, Suriye, Musul, Basra, Diyârbekir, Trablusgarb vilâyetlerinden ve Kudüs, Bingâzi ile Zor sancaklarından dörder talebe alındı. Bu çocukların kabiliyetli ve muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu. Bunlar fevkalâde bir İhtimamla yetiştirildiler. Daha sonraki senelerde sayıları artırıldı.
İki yıllık öğretim programı daha sonra beş yıla çıkarılmıştır. Kur’ân-ı kerîm, fıkıh, ilmihâl gibi din bilgileri yanında; zamanın fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, târih, edebiyat ve askerî dersler okutulmuştur.
Bu mektepde yetişen aşîret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşîret reîsi olduklarında, aşîretlerinin Osmanlı Devleti’ne sadâkatini te’min ettiler. Aşîret mektebi 1907 senesinde o günkü siyâsî fikir ve akımların te’sirine girmesi sebebiyle kapatıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Meârif-i Umûmiyye Nezâreti Târihçe-i Teşkilât ve icrâatı (M. Cevat, İstanbul-1338); sh. 338
 2) Türkiye Meârif Târihi; (D. Ergin); cild-3, sh. 1180
 3) Sultan II. Abdülhamîd’in Doğu Anadolu Politikası: sh. 97

HURUFİLİK


Fadlullah-ı Hurûfî’nin kurduğu sapık tarîkatin adı. Kur’ân-ı kerîmde açıkça bildirilen haramlara helâl diyen ve bundan dolayı kendilerine ibâhiye ismi verilen karâmita fırkasının bir koludur.
Aslen bir acem yahûdîsi olan Fadlullah-ı Hurûfî, 1340 senesinde İran’ın kuzeyindeki Esterâbâd şehrinde doğdu. Karamita sapık fırkasının kalıntılarından olan Şeyh Hasan’ın yanında yetişti. Bâtınî dâîsi Hasan Sabbah’ın kurduğu İsmâiliye Devleti 1256 senesinde Moğollar tarafından yıkılınca, bâtınîler çeşitli yerlere dağılarak el altından sapık fikirlerini yaydılar. Bâtınî dâîlerinden Şeyh Hasan’ın talebesi olan Fadlullah-ı Hurûfî de bu sapık fikirlerin etkisinde kalıp, İran’da Esterâbâd şehrinde gizlice küfrünü yaymaya başladı. Kendisine dokuz yardımcı bulup nokta ilmi diye birşey uydurdu. “Bu iş mubahtır nokta çift geldi. Falan şey haramdır nokta tek geldi” gibi sözlerle insanları kandırmaya çalıştı. Harflere bâzı mânâlar vererek bir takım işaretlerle, anlaşılmaz bir şekilde olan Câvidan adındaki kitabını yazdı. Önce peygamberlik, sonra da tanrılık iddiasında bulundu. Bütün dinleri inkâr edip, İslâmiyet’le alay etti. Haramlara mubah, nefsin arzularına serbesttir dediği için, sapık fikirleri câhil ve kötü insanlar arasında çabuk yayıldı. Tebriz’i kendine merkez edindi. Kısa bir zamanda geniş bir çevreyi etkisi altına aldı. Fadlullah-ı Hurûfî’nin söylediği sözler ve yaymaya çalıştığı sapık fikirler, müslümanların îtikâdını bozup fitnelere sebeb olduğu için, Tîmûr Han’ın oğlu Mîrânşâh tarafından yakalatılıp 1393 senesinde Esterâbâd’da îdâm edildi. Tekkeleri dağıtıldı.
Câvidan’da kurduğu sapık yolun ana düşüncelerini sembol olarak kullandığı harflerle açıklayan Fadlullah-ı Hurûfî’nin öldürülmesinden sonra, dokuz yardımcısı çeşitli yerlere kaçtı. Bunlardan Aliyyül-a’lâ Anadolu’ya gidip bir Bektaşî tekkesine gelerek Câvidan’daki sapık fikirleri gizlice yayıp câhilleri aldatmaya başladı. Hacı Bektâş-ı Velî’nin yoludur diyerek haramlara mubah ve nefsin arzularına serbesttir dedi. Câhil insanlar arasında tarafdâr bulup hurûfîlik sapık yolunu yaydı. İnsanları aldatabilmek için bektâşî olduğunu söyledi. Kısa zamanda tarafdâr buldu. Anadolu’nun pek çok merkezinde bulunan diğer bektâşî tekkelerine de sızan hurûfîler, daha çok köylü, inanç bakımından saf ve samîmi, fakat kültürden mahrum olan geniş halk tabakasına yöneldiler. Bir çok dînî emirleri çiğneyip, câhil insanları kendilerine çekebilmek için her şeyi mubah saydılar. Zamanla aslî ve temiz şeklinden çıkarılan bektâşî tekkeleri tamamen hurûfîlerin eline geçti. Tarikat şeyhi postuna, baba ve dede adı verilen sapık îtikâdlı kimseler oturdu. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda ve güçlenmesinde pek büyük hizmetler görmüş olan yeniçeri ordusuna da göz diken hurûfîler, devşirme yoluyla yeniçeri ocağına alınan çocuklara İslâm dîninin esaslarını öğretmek adı altında kendi sapık fikirlerini anlattılar. Hacı Bektaş-ı Velî’nin yeniçeri ocağının pîri olduğu fikrini benimsetme adı altında kendi bâtıl fikirlerini aşıladılar. Böylece yeniçeri ocağına âid bâzı tekkelerde hâkim duruma gelen câhil din adamlarına ve sahte tarikatçılara kendi sapık fikirlerini aşıladılar.
Yeniçerilerin, bektâşîlik adı altında gizlenen hurûfîlerle olan münâsebetleri gün geçtikçe fazlalaştı. Devlete hâkim olmak isteyen hurûfî babaları, zaman zaman yeniçerileri isyâna teşvik ederek fitneler çıkarıp büyük karışıklıklara sebeb oldular. Yeniçeri ocaklarına Hacı Bektaş Ocağı dediler. Kendileri de; “Hacı Bektaş köçeğiyiz” diye övündüler. Halk tarafındanZümre-i bektâşiyân, Tâife-i bektâşiyân gibi adlar verilen yeniçeriler, kaba, zorbalığa varan ve halk tarafından tasvib edilmeyen hareketler yaptılar, önceleri sıkı bir disiplin içinde olan ve her türlü sarhoşluk, ayyaşlık ve kumarın yasak olduğu yeniçeri ocağı, hurûfî babalarının; “Badeye el atmada, nefis lezzetlerin çeşidini tatmada bir sakınca yoktur” sözleri sebebiyle sarhoşluk, ayyaşlık, külhanbeylik, fuhuş ve her türlü rezaletlerin işlendiği yer hâline geldi. Mîmâr Sinân gibi dâhilerin, ilim adamlarının, bir çok sadrâzamların ve emsalsiz devlet adamlarının yetiştirildiği yeniçeri ocağı, çapulcular yatağı hâline geldi. Zaman zaman devlete karşı isyân ederek pâdişâhların ve nice kıymetli devlet adamlarının başını istediler. Sultan İkinci Mahmûd Hân-ı Adlî 1826’da yeniçeri ocağını kaldırdı. Bu sırada kendilerine bektâşî diyen hurüfîlerin bütün tekkeleri de kapatıldı. İstanbul’daki hurûfî babalarından canlarını kurtarabilenler kaçtı. Bir çoğu da îdâm edildi veya sürgün edildi. Böylece fiilen hurûfîliğe son verildiyse de Anadolu’nun çeşitli yerlerinde varlıklarını sürdürdüler. Kendilerine bektâşîlik ismini perde yapan hurüfîlerin hakîki bektâşilikle ilgisi olmadığı gibi, bunlar şiî ve alevî de değildirler.
Kendilerine bektâşî adını veren, aslında ise; Fadlullah’ın yolunda bulunan ve onun sapık fikirlerini yaymaya çalışan hurûfîlerin temel inanış ve fikirleri şöylece özetlenebilir:
Fadlullah-ı Hurûfi’ye ilâh, tanrı derler. Câvidan adlı kitaplarında; “Tanrılık, ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler, sonra peygamberler şeklinde göründü. Melekler bunun için Adem’e secde etti. Dört kitabın mânâsını Câvidan’da bildirdi” diye yazılıdır.
Haramlara ve bilhassa yalana caizdir diyen hurûfîler, uydurduklarıHamzanâme ve Battal Gâzi gibi çeşitli kitaplarda büyük saydıkları babalarından kerâmetler anlatırlar. Herkese mal, rütbe, evlâd verilmesi, insanların ölmesi, hastaların iyileşmesi, babaların elindedir derler. “Namazı bir kerre kılmak, orucu ömründe bir gün tutmak, farzdır. Gusl edip de, vücûdunuzu hırpalamayınız” derler. Bu sapıklıklara inanıp kabul eden ve İslâmiyet’ten çıkan kimselere, sırlarını açıklamaya başlarlar. Yollarını kabul edene; “Her kötülük, fuhş sana mubah oldu” derler.
Hurûfîler; hazret-i Ali’nin sözleri diyerek uydurdukları Hutbet-ül-Beyânve başka kitaplarında hadîsler düzerek; “Ali’yi sevenlere, günah zarar vermez” derler. Böylece; “İbâdete lüzum yoktur, haramlar helâldir” diyerek amelsiz, ibâdetsiz Cennet’e girmek isteyen câhilleri aldatmaya çalışırlar. Bir kimseyi böyle aldatıp, ibâdetten ve îmândan ayırdıktan sonra, sır kitabını öğretirler. Bıyıklarını uzatırlar; “Bıyık uzatmak, hazret-i Ali’nin sünnetidir” derler. “Kaş, kirpik, bıyık gibi kıllar, mukaddes harfin insanda görünüşüdür. Meleklerin Âdem aleyhisselâma secde etmesine sebeb bu zuhûrattır. Bıyık mukaddestir, kesmesi büyük günahtır” derler.
Hurûfîlerin belirli zikirleri, ibâdetleri ve okumaları yoktur. Her sabah pîrin evinde, meydan odasında toplanırlar, birisi elindeki tepsi içinde adam sayısında şarab kadehi ve birer dilim ekmek ile peynir olduğu hâlde odaya girer. Bunu saygı ile ve bir ağızdan gülbank okuyarak karşılarlar. Herkesin önüne gelerek birer tane verir, tâzîm ile alıp, yüzlerine sürdükten sonra yerler ve içerler. Bütün ibâdetleri bundan ibarettir. Evli olanlar, kadınlarını ve kızlarını da toplantıya getirir, içerler ve dans ederler.
Hurûfîlerin babaları, papazlar gibi, günah çıkartırlar. Günah sanılan bir şeyi yapan kimse babanın önüne gelir, baba onun kulağını çekerek affeder. Günâhı büyük ise; “Al malını, gör yolunu” der veya yalvarırsa, baba da; “Kırklar kurbanı kes, yahut üç-yüzler nezri ver” der, bir mikdâr para alıp; “Affettim” der.
Hurûfîler tarafından içinde pek çok küfür ve sapık fikirler bulunan ve Fadlullah’ın eseri olan Câvidan’a şerhler yazılmıştır. Hakikat-nâme, Mahşernâme, Mukaddemet-ül-hakâyık, Aşk-nâme, Viran Abdal risalesi, Âhiret-nâme, Risâle-i Kadlullah, Risâle-i Bedreddîn, Risâle-i Nokta, Risâle-i hurûf, Türâb-nâme gibi altmış kadar kitapları vardır ve bunlar Câvidan’ın şerhleridir. Bunların hepsi, insanları; Allahü teâlâyı inkâra ve İslâm dînini ortadan kaldırmaya, Fadlullah’a tapınmaya sürüklemektedir. Bütün sapık fırkalardan daha kötü oldukları bilinen hurûfîler, İslâm ahlâkını temelinden yıkmakta, İslâmiyet’i hiçe saymakta, sefâheti, içkiyi ibâdet yerine koymakta ve insanları İslâmiyet’ten uzaklaştırmaktadırlar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-4, sh. 189
 2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 471
 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 598
 4) Rehber Ansiklopedisi; cild-7, sh. 333
 5) Kâşif-ül-esrâr, (Tokatlı İshâk Efendi, İstanbul-Târihsiz)

HUKUK


İnsanlar arasındaki içtimaî münâsebetleri ve cemiyet hayâtını düzenleyen kaideler topluluğu. Arapça bir kelime olan, hak kelimesinin çoğulu olup, haklar, demektir. Hak da hukuk nizâmının sağladığı menfaat ve yetkilerdir.
Yeryüzünde tatbik edilen hukuk iki kısımda mütâlâa edilir:
1- Beşerî Hukuk; Dînî hükümlerin hâkim olmadığı cemiyetlerde hukuk kaidesi vâz’etmeye (ortaya koymaya) yetkili kişi ve müesseselerce hattâ gücü yeten birisi tarafından meydana getirilen kurallardır. Beşerî hukukun kaynaklarını, topluma hâkim olan bir kuvvet sahibinin veya belirli bir zümrenin veyahut toplumu meydana getiren halkın yetki vermesiyle seçilenlerin meydana getirdiği meclislerin hazırladığı kânûnî düzenlemeler teşkil eder. Anayasalar, çeşitli konuları düzenleyen kânunlar, tüzükler ve yönetmelikler böyledir. Bu hukuk kuralları her zaman ve her toplumda birçok değişikliklere uğramış ve zamanımızda da hâlâ bu değişikliklerle devam etmektedir.
2- Dînî Hukuk: Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlerin bildirdiği hukuk kurallarıdır. İlâhî hukuka âit kuralların esâsını ilâhî kitaplar (Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı kerîm) teşkîl eder.
Dînî hukuk, insanın hem Allahü teâlâya karşı hem de beraber yaşadığı diğer insanlara karşı yerine getirmekle mükellef (yükümlü) olduğu vazîfeleri bildirmekte, bu hususta emir ve yasaklar koymaktadır. Bu sebeple din de cemiyet hayâtını düzenleyen kaideler (emir ve yasaklar) ihtiva etmektedir. Dînî hukuklar arasında, aslını muhafaza ederek gelen yalnız İslâm hukukudur. Diğer dinler tahrif edildiği, bozulduğu için, aslı üzere gelmemişlerdir.
İslâmî ilimlerden fıkıh ilminin konusu olan İslâm hukukunun en önemli devrini Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yaşadığı asr-ı seâdet teşkîl eder. İslâm hukukunun ilk ve ana kaynağı olan Kur’ân-ı kerîmin Mekke-i mükerremede gelen âyet-i kerîmelerinde fıkhî hükümler az olup, daha çok îmân ve ahlâk ile ilgiliydi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret edince, teşekkül edecek olan İslâm devletinin temelleri atılmaya başladı. Bu sırada gelen âyet-i kerîmeler, daha çok ibâdet, cihâd, aile, mîrâs, ceza, muhakeme usûlü ve devletler arası münâsebetler gibi, ferd ve cemiyet hayâtı ile ilgili hükümleri ihtivâ ediyordu, Kur’ân-ı kerîmde ibâdet, muamelât (ticâret ve borçlar hukuku), münâkehât (medenî hukuk) ve ukûbât (ceza hukuku) mevzularını ihtiva eden fıkıh ile ilgili toplam beş yüz âyet-i kerîme tesbit edilmiştir.
Ayrıca Peygamber efendimiz Kur’ân-ı kerimde açıkça bildirilmeyip, kapalı bırakılan yerleri, söz, fiil ve takrirleri ile eshâbına açıklamışlardır. Bu sebeple Kur’ân-ı kerimin en sağlam tefsîri olan sünnet-i seniyye, İslâm hukukunun ikinci kaynağıdır. Peygamber efendimize bir mes’ele sorulduğunda kendisine vahiyle bildirildiği gibi, bâzan onun ictihadına da bırakılırdı. Ancak ictihadı vahyin kontrolünde idi. Eshâb-ı kiramın hepsi müctehîd oldukları için, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem onlara ictihâd etmeleri hususunda müsâde etmişlerdi. Nitekim Yemen’e kâdı olarak gönderdikleri Muâz bin Cebel’e (radıyallahü anh) ne ile hükmedeceğini sorduklarında o, bir mes’elenin hükmünü açıkça Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şerîfde bulamazsa ictihâd edeceğini söylemiş, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onun bu cevâbını beğenmişti. Asr-ı seâdetde Eshâb-ı kiramın ictihâdları Peygamber efendimizin murakabesinde idi. Peygamber efendimiz temyiz makamı durumunda idi.
Peygamber efendimizin âhirete irtihâllerinden sonra da Eshâb-ı kiram Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şeriflerde açıkça bulunmayan mes’elelerde kıyas, istihsân, mesâlih-i mürsele, örf ve âdet gibi daha sonraları fer’î deliller adı verilen usûllerle ictihâd ettiler. Bu sebeple ictihâd (mezheb) farklılıkları ortaya çıktı. İttifak ettikleri hususlar da olurdu ki, buna icmâ’ denirdi. İcmâ’ kuvvetlilikleri bakımından İslâm hukukunun ana kaynakları sırasında üçüncü sırayı aldı. Böylece daha Sahâbe-i kiram (radıyallahü anhüm) zamanında İslâm hukukunun aslî ve fer’î kaynakları teşekkül etmiş oldu.
Emevîler devrinde Sahâbe-i kiramdan hayatta bulunanlar olduğu gibi, onların sohbetinde yetişmiş pek çok müctehid bulunuyordu. Bu sebeple hüküm verme mevkiinde olanlar müctehid olduklarından, bizzat aslî ve fer’î kaynaklara müracaat ederek hüküm veriyorlardı.
Emevîlerden sonra Abbasîler zamanında fıkıh ilmi daha da gelişti. Eshâb-ı kiramın ve Tabiînin çeşitli mes’eleler hakkındaki ictihâdları da elde mevcuttu. Ayrıca bu devirde İslâm ülkesinin sınırları çok genişlediğinden çeşitli milletlerin örf ve âdetleri ile karşı karşıya gelindi. Bunların durumu müctehîd âlimlere soruldu. Bunun üzerine şer’an ve aklen makbûl olanlar alındı, böyle olmayanlar red olundu. Bu suretle fıkıh âlimleri fıkhın kaynaklarından olan örfe göre pek çok hüküm vermişlerdir. Bu devrede fıkıh ilmi öyle gelişti ki, meydana gelen hâdiselerden başka, henüz vâki olmamış farazi mes’elelere de cevâblar bulundu. Bununla beraber âlimler arasındaki ictihâd farklılıkları yine devam etti.
Bu sırada müctehîd âlimlerin, müstakil ictihâd usûlleri ve bunlara bağlı olarak çıkardıkları hükümlerin hepsine onların mezhebi denildi. Hicrî dördüncü asra kadar, ehl-i sünnet mezhepleri pek çok idi. Ancak Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleri olmak üzere dört tanesi günümüze kadar geldi. Diğer ehl-i sünnet âlimlerinin mezhebleri kitablara geçirilmediği için unutuldu.
Her mezhebe âid, ictihâd usûllerini anlatan ve ictihâdları ihtiva eden eserler, bizzat müctehîd âlimler yahut onların talebeleri tarafından yazıldı.
İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed, hocalarının (İmâm-ı a’zam’ın) bildirdiği fıkıh bilgilerini yazarak kitaplara geçirdiler. İmâm-ı Muhammed’in yazdığı Zâhirürrivâye ve Nâdirürrivâye adı verilen eserleri Hanefî mezhebinin temel kitaplarındandır. İmâm-ı Ebû Yûsuf da harâc ile ilgili müstakil olarak Kitâb-ul-harâc’ını yazmıştır. İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh), hadîs-i şerifler, sahabe fetvaları yanında kendi ictihâdlarınıMuvattâ isimli eserinde topladı. İmâm-ı Şafiî, usûl-i fıkha (Hukuk metodolojisine) dâir ilk yazılı eser olan er-Risâle’sini, fıkha dâir el-ümmadlı eserini yazdı. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel de kırk bin hadîs-i şerîfi ihtiva eden Müsned’ini yazmıştır. Fıkıh ile ilgili eserler daha sonra bu mezheblerdeki âlimler tarafından yazılmıştır. Ebû Bekr Hallâd’ın el-Câmi’i, Ebü’l Kasım Hırakî’nin Muhtasar-ul-Hırakî’si bunların meşhurlarındandır. İmâm-ı Serahsî’nin yazmış olduğu Siyer-i Kebîr şerhi, devletler hukuku alanında ilk yazılı eser oldu.
Bu eserler daha sonra gelen fıkıh âlimleri tarafından kaynak alınarak binlerce eser yazılmıştır.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için, karşılaşılan mes’elelerin cevapları, fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinden aranarak verilmeye başlandı. Zamanla hüküm vermekde kolaylık olmak üzere, daha önceki âlimlerin verdikleri bu cevaplar derlenerek fetva kitapları yazıldı. Bundan sonra zuhur eden hâdiseler bu fıkıh ve fetva kitaplarında bulunan bilgilere benzetilerek halledilmeye başlandı.
Her mezhebin yayıldığı mıntıka, o mezhebin fıkıh ve fetva kitaplarına hükümde esas oldu. Irak, Türkistan, Anadolu taraflarında daha çok Hanefî Mısır, Doğu Anadolu ve Arabistan’da Şafiî; Afrika’nın batı kısımlarında Mâlîkî; Şam ve Bağdâd’da daha çok Hanbelî mezhebi fıkhına göre hüküm verildi.
Abbasîler devrinde İmâm-ı Ebû Yûsuf’un kâdılık yaptığı dönem ile, Çağatay, Altınordu, İlhanlılar ve Selçuklular, Hanefî mezhebini resmî mezheb olarak kabul etmişlerdir.
Bu devletler faaliyetlerini fıkıh ve fetva kitaplarına göre yürüttükleri gibi, zaman zaman kanunnâmeler de çıkarmışlardır. Selçuklular devrinde devlet siyâseti ile ilgili olarak, yine İslâmî ilimlerin ışığı altında Nizâm-ül-mülk tarafından Siyâsetnâme adı ile mühim bir eser yazıldı.
İslâm devletleri arasında müstesna bir yeri olan Osmanlı Devleti’nde de amme (kamu) hukuku sahasında temel fıkıh ve fetva kitaplarının yânında örf, âdet ve kanunnâmeler, husûsî hukuk sahasında ise fıkıh ve fetva kitapları esas alınmıştır.
Önceki İslâm devletleri ve Osmanlılar, bu kanunnâmeleri yaparken İslâm hıukûkuna uygunluğuna dikkat etmişlerdir. Zâten İslâm hukukunda örf ve âdet. maslahat gibi kaynaklarla ulûlemrin lüzumlu düzenlemeler yapmasına imkân verilmiştir. Bunlardan başka tâzîr (ceza) ve idare ile ilgili hususların tanzimi idarecilere bırakılmıştır. Selçuklular ve Osmanlılar, çıkardıkları kanunnâmeleri dînî mevzularda en yetkili olan şeyhülislâmın tasdîkinden sonra yürürlüğe koymuşlardır (Bkz. Kanunnâme). Meselâ; Kânûnî devrinde çıkarılan kanunnâmenin İslâm hukukuna aykırı olmamasında titizlik gösterilmiş, Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvalarına dayandırılmıştır. Bu sebeple, Osmanlı’nın çıkardığı bu kânunları İslâm hukukunun dışında görmek, Osmanlı’nın İslâm hukuku yanında dînî olmayan bir örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü Osmanlılar İslâm hukukunun icâbını yerine getirmek hususunda büyük gayret göstermişlerdir. Nitekim Osman Gâzi ümerâya gönderdiği fermanında; bütün işlerde âlimlerden fetva alınarak şer’î hükümlerden ayrılmamalarını emretti. Âlimlerden kâdılar tâyin etti. Kuruluştan itibaren şer’î mahkemelere tam istiklâl verildi. Fâtih Sultan Mehmed kendi aleyhine de olsa, İslâm hukukunun uygulayıcısı olan kâdının hükmüne boyun eğmiştir; Hızır Bey ile Fâtih arasındaki hâdise bunun en güzel delîlidir.
Yavuz Sultan Selîm bir fermânında, şer’î hükümlerden kıl ucu kadar ayrılan ve insanlara zulüm ve haksız muamele edenlerin en şiddetli ceza ile cezalandırılacağını bildirmiş ve şeyhülislâmlık makamının itibârını korumuştur. Hattâ onun İslâm hukukuna ve onu tatbik edenlere olan derin hürmetini şu hâdise çok güzel ifâde eder.
Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi Edirne’ye giden Yavuz Sultan Selîm’i uğurladıktan sonra geri dönüyordu. Bu sırada eli bağlı dört yüz kişiye rastladı ve durumlarını sorunca şu cevâbı aldı: “Bâzirgânlardır; Pâdişâh hazretleri ipek alım-satımını yasaklamıştı. Bunlar emre muhâlefet ettiklerinden mahkûm edilmişlerdir.” Bu cevâbı işiten Zenbilli Ali Efendi geri döndü. Pâdişâh’a yetişip şöyle dedi: “Bir takım adamları bağlamışlar; eğer maksad onların öldürülmeleri ise, bu, Allah katında helâl değildir.” Bu sözü duyan ve öfkelenen Yavuz; “Ey efendim! Alemin nizâmı için âlemin üçte birinin katli helâl değil midir?” diye sorar. Zenbilli bu soruya; “Helâldir; ancak şu şartla ki, dünyânın işleri karışıp da büyük fitne olunca; hâlbuki şimdi öyle bir durum söz konusu değildir” şeklinde cevap verdi. Yavuz ise; “Benim emrime muhalefetten daha büyük fitne olur mu?” diye sorunca, Şeyhülislâm yine tereddüt etmeden; “Bunlar Sultan’ın emrine muhalefet etmemişlerdir. Zîrâ sen bu konuda (ticâret konusunda) onları yetkili kılmışsın. Bu her çeşit ticârete zımnen izindir.” şeklinde cevap verdi. Bu cevap üzerine Pâdişâh, yüksek sesle; “Ben sana demiştim; saltanata îtirâz etmek senin vazîfen değildir” der. Zenbilli Ali Efendi yine aynı vakarla; “Bu manevî sorumluluğu gerektiren (âhireti ilgilendiren) bir mes’eledir. Buna karışmak benim vazifemdir” der. Zenbilli’nin bu tavrı Yavuz’un huşuna gitti ve 400 suçluyu affetti. Edirne’ye gidince şu fermanı gönderdi: “Rumeli ve Anadolu kazaskerliklerini birleştirerek sana verdim. Zîrâ bildim ki bütün sözlerinde hak üzeresin.” Fermanı alan Şeyhülislâm da Pâdişâh’a şu cevâbı gönderdi: “Mektubun bana geldi. Allah seni maddî ve manevî belâlardan korusun ve saltanatını devam ettirsin. Ben emrine itaat ediyorum; ancak Allah ile bir ahdim vardır; bu görevi kabul etmekten beni mâzur görün.”
Yine Kanunî Sultan Süleymân, Budin seferinden dönüyordu. Edirne yakınlarında bağ ve bahçeler arasında yollarına devam ediyordu. Herkes sevinçle Pâdişâh’ı karşılıyordu. Bu sırada bir köylü Pâdişâh’ın önüne çıktı. Kânûnî müşfik bir sesle; “Derdin nedir ey müslüman?” diye sordu. Köylü; “Sultan’ım! Biz fakir köylüleriz. Bir kaç dönüm arazimiz var. Dünden beri geçen askerleriniz, ekinlerimizden bir kısmını ezdiler. Ya bunları ödersiniz yahut sizi şikâyet ederiz” dedi. Kânûnî hayretle; “Peki bizi kime şikâyet edeceksin?” diye sordu. Köylü rahat bir şekilde; “Size Kânûnî demezler mi Pâdişâh’ım? Kânuna (şerîate) şikâyet ederiz, kânuna!” dedi. Köylünün sözlerinden çok memnun olan Kânûni bir çok ikrâmlarda bulundu. Kendisini doğru yola çekecek tebeası bulunduğu için Allahü teâlâya hamdetti.
Osmanlı Devleti kuvvetli olduğu bu devirlerde İslâm hukukunu en iyi bir şekilde tatbîk etmiştir. Bu devirde devlet güçlü olduğundan İslâm ve Osmanlı düşmanları devletin iç işlerine hukukî müesseselerine müdâhale etmeye, karışmaya cesaret edemiyorlardı. Dışardan gelen ecnebiler de kamu dâvalarında, hiç itirazsız Osmanlı adliyesinin hükmünü kabul ediyorlardı.
Ancak Osmanlı Devleti’nin tedricî olarak önce duraklama, sonra gerileme dönemlerine girmesine karşılık, Avrupa san’at, ticâret, askerlik ve diplomasi gibi pek çok sahada güçlenmiş, kuvvet dengesi Avrupa lehine gelişmişti. Bundan sonra başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletleri ve Rusya, Osmanlı topraklarındaki gayr-i müslimleri himayeci bir tavır takındılar. Bu durum gayr-i müslimlerin kuvvetlenmesine dolayısıyle bağımsızlık hareketlerine teşebbüs etmelerine sebeb oldu. Böylece Osmanlı Devleti’nin gayr-i müslim tebea arasında meydana getirdiği birliği bozdular. Osmanlı Devleti’nin bu karışıklık durumundan faydalanan batılı devletler, sözde sükûn ve istikrarın te’mini için bâzı düzenlemeler yapması için Osmanlı Devleti’ne baskıda bulundular. Hakîkatte onların maksadları gayr-i müslimlere muhtariyet verdirerek Osmanlı Devleti’ni parçalamak idi. Böylece ilân edilen Tanzîmât fermanı ve bununla başlayan batı hayranlığı neticesinde; Avrupa kânunlarının aynen alınması fikirleri doğdu. Ayrıca Baltalimanı andlaşmasıyla Osmanlı ticâretine tamamen hâkim olan gayr-i müslimler, Osmanlı Devleti’nin zayıflaması sebebiyle müslümanlarla olan ticâret ve ceza dâvalarının kendi kânunlarına göre yapılmasını istemeye başladılar. Batılı devletlerin ısrarlı tazyikleri ile 1856’da ilân edilen Islâhat fermanı ile daha da güç kazandılar. Ancak ilmiye sınıfı buna karşı çıktı. Neticede Nizamiye mahkemeleri kuruldu (Bkz. Adliye Teşkilâtı). Fransız kânunlarının tercüme edilmek istenmesi üzerine Cevdet Paşa’nın gayretiyle bunun yerine İslâm hukukundan bir medenî hukuk kanunnâmesi hazırlanması kabul edildi ve Mecelle hazırlandı (Bkz. Mecelle).

BÖYLE SULTÂN’A BÖYLE KÂDI!

Hızır Bey, İstanbul’un fethinde, ilk olarak İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olup, vefâtına kadar yirmialtı sene bu makamda kaldı. Adâlet ve hakkâniyetle işleri yürütüp meşhur oldu. Hızır Bey bu vazifeye başladıktan bir müddet sonra bir Hıristiyan mimar yanına gelerek durumunu anlattı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’dan davacı olduğunu söyledi. O devirde, Avrupa ülkelerinde değil kralı mahkemeye vermek, aleyhinde konuşmak bile, bir insanın ölüm fermanını imzalamaktan başka bir mânaya gelmezdi. Fâtih Sultan Mehmed Han, bugünkü Ayasofya Câmii’nden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mimarî hususiyetlere sâhib bir câmi yaptırmak istemiş ve hıristîyan mîmâr da buna tâlib olmuştu. Fakat bir hıristiyan olarak müslümanların Ayasofya’dan daha üstün hususiyetlere hâiz bir esere sâhib olmalarına gönlü razı olmamıştı. Bu düşüncelerle câminin inşâatına başladı. Mısır’dan binbir zahmetle getirilmiş olan sütunların boyunu kısaltılmış, bu yüzden de kubbenin yüksekliği Ayasofya’dan küçük olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın inceleme yap’an Fâtih, sütunların kasıtlı olarak kısa tutulduğunu ve böylece Ayasofya’dan daha üstün bir binanın yapılmamasına çalışıldığını anladı. Bu hâle çok hiddetlenen Sultan, hıristiyan mimarın cezalandırılmasını emretti. Emir yerine getirilerek eli kesildi.
Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen sütunlar, hıristiyan mimarın gayretiyle kısaltılmış, Sultan’ın emri ve iyi niyeti ayaklar altına alınmıştı. Her şeyden daha fazla ihtiyâç duyduğu elini kaybeden mîmâr, müslümanların hâlini, Osmanlıların adaletini bilen yakınlarının; “Bu işte bir acelecilik var. Müslümanlar bu işi yapanı suçlu bulurlar. Hele onların âdil kâdıları pâdişâhın bile gözünün yaşına bakmaz cezasını verirler” demeleri üzerine, Hızır Bey’in huzuruna gitti. Olup bitenleri âdil Osmanlı kâdısına bir bir anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle hâdiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup, mes’eleye vâkıf oldu. Şâhidlerle beraber, Sultân’ı mahkemeye davet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkil edilince Sultan da geldi. Eli kesilen Hıristiyan mîmâr ayakta duruyor ve böyle bir mahkemeyi ilk defa gördüğünden, ürkek ürkek etrafı seyrediyordu. Çünkü onların bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey mubahtı. Sultan, mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yerde oturmak arzusuyla o tarafa doğru yöneldi. Pâdişâhsın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey, hiç çekinmeden; “Oturma begüm! Hasmınla yüzleşmek üzere mahkeme huzurunda ayakta dur!” dedi. Sultan sözü ikiletmeden söylenen yere geçti. Hızır ney; “Sen, Murad oğlu Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?” deyip söze başladı.
Mahkeme neticesinde; “Sen, Murâd oğlu Mehmed, muhakeme edilmeden bu zimmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gibi kesilecek! Eğer zımmîyi râzı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve çoluk çocuğunun maişetini te’min etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin!” dedi. Herkesle birlikte Sultan da tam bir sükûnet içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mimar, bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Sultan’ın ellerine kapandı. Ölünceye kadar maişetini te’min etmek karşılığında anlaştılar. Zâlimleri bile ağlatacak böyle bir adaletin, ancak hak bir dinin mensupları tarafından icra edileceğini düşünen hıristiyan mimar, ailesi ile birlikte müslüman oldu.
Bu mahkemeden birkaç gün sonra Sultan, kâdı Hızır Bey’i ziyaret etti. Mahkemede gösterdiği adalete teşekkür edip; “Eğer bana bir suçlu gibi değil de, bir pâdişâh gibi muamele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım” dedi. Hızır Bey de pâdişâhın mahkeme esnâsındaki hâl ve hareketleri için teşekkür ettikten sonra; “Eğer pâdişâhlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni bu arslanlara parçalatırdım” dedi. Ve paltosunun iki eteğini çekti. Bakanlar, Hızır Bey’ın eteği altındaki arslanın sert bakışlarını gördüler. “Böyle Sultân’a böyle kâdı” demekten kendilerini alamadılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Redd-ül-muhtâr
 2) Târih-ut-teşrî-il-islâmî (M. Hudari Bey, Kâhire-1960)
 3) Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye
 4) Osmanlı Hukukuna Giriş (H. İnalcık, S. B. Fakültesi Dergisi, Cild-12, sayı 2, sh. 102
 5) Medenî Hukuk Karşısında Ahmed Cevdet Paşa (Ebül-ulâ Mardin, İstanbul-1946)
 6) Târih-i İlmi Hukuk (M. Esad, İstanbul-1331)
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 214

HOCA SADETTİN EFENDİ


Osmanlı Devleti’nin yirmi ikinci şeyhülislâmı, tarihçi ve edib. İsmi, Sa’deddîn’dir. Hoca Efendi lakabıyla meşhur oldu. 1536 (H. 943) târihinde İstanbul’da doğdu. Yavuz Sultan Selim Han’ın nedîmi (sohbet arkadaşı) Hasan Can’ın oğludur. 1599 (H. 1008) tarihindeki üçüncü Murâd Han’ın vefâtının dördüncü sene-i devriyesi münâsebetiyle, Ayasofya Câmii’nde yapılan hatim ve mevlidin duâsında ruhunu teslim etti. Eyyûb Sultan’da yaptırmış olduğu dâr-ül-kurrâ bahçesine defnedildi.
Hoca Sa’deddîn Efendi; müderris Karamanlı Mehmed Efendi, şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi ve zamanın diğer büyük âlimlerinden okudu. Yirmi yaşında yardımcı müderris oldu ve İstanbul’da Murâd Paşa Medresesi’nde ders vermeye başladı. Daha sonra erbaîn pâyesiyle Bursa’da Yıldırım Medresesi’ne tâyin edildi. Yirmi dokuz yaşında hâriç rütbesine yükseldi. Bursa Sultaniye Medresesi’nin ardından, İstanbul Sahn-ı semân müderrisliğine getirildi. 1573’de Şehzâde Murâd’ın hocalığına tâyin edildi. Bundan dolayı Hoca Efendi diye anıldı. Şehzâde Murâd tahta geçince Sa’deddîn Efendi’yi İstanbul’a çağırdı. Kendisine Hâce-i sultanî (Sultan hocası) ve Reîs-ül-ulemâ ünvânları verildi.
Sa’deddîn Efendi, üçüncü Mehmed Han’ın şehzâdeliğinde ona da hocalık yaptı. Sultan üçüncü Mehmed Han işlerini ona danışırdı. Sultan üçüncü Mehmed tahta geçince, Sa’deddîn Efendi’yi şeyhülislâmlık makamına getirdi. İki sultâna hocalık yaptığı için kendisine Câmi’ur-riyâseteyn denildi.
Hoca Sa’deddîn Efendi, devletin iç ve dış siyâsetinde sultanlara ve devletin ileri gelenlerine yardımcı oldu. Çok talebe yetiştirdi. Mevlânâ Ali Nakîb, Molla Ali, Seyyid Kasım Gubârî ve Azmizâde, Hoca Sa’deddîn Efendi’nin yetiştirdiği ileri gelen talebelerdir.
Hoca Sa'deddîn Efendi, Osmanlı Devleti'nin 1566 tarihin­deki Avusturya ile yaptığı mey­dan muharebesinde sultan üçüncü Mehmed Han'ın yanında büyük kahramanlıklar gösterdi. Zaferin kazanılmasında en büyük pay sahibi oldu (Bkz. Haçova Meydan Savaşı).
Hoca Sa'deddîn Efendi, kendi devrine kadar Osmanlı sultanları zamanında vuku bulan hâdiseleri, yetişen âlimlerin ve büyük zâtla­rın hayâtlarını anlatan Tâc-üt-tevârih adlı iki cild eser yazmıştır. Bu eserine Hoca Târihi de denir. Selîmnâme, Târih-i Temîmî'ye takriz. Sadr-üş-şerîaadlı esere haşiye yazdı. Bundan başka, Risâle-i Kuşeyrî Tercümesi, Beheet-ül-esrâr, Semâvât-ül-Edvâr ve Mir'ât-üI-Ahbâr adlı eser­leri vardır. Ayrıca Lârî'nin Farsça târihini ve Emâlî Kasîdesi'ni aynı vezinle Türkçe'ye tercüme etmiştir.

GÖNLÜNÜZÜ HOŞ TUTUNUZ!

Hoca Sa’deddîn Efendi, vezirler ve devlet erkânı otağ-ı hümâyûnda toplanıp kâfirler ile yapılacak cihâd ve mütâreke hususlarının meşvereti esnasında devlet erkânından bâzılarının düşmana karşı koymaktan vazgeçmek reyinde (fikrinde) bulundukları zaman söze başlayıp şöyle demiştir:
“Elbette din düşmanlarıyla karşılaşmak vâcib olup, üzerimize gelen küffâr ile cümlemiz şehîd oluncaya dek mukâteleye (harb etmeye) ikdâm (başlamak) vâcibtir. Zîrâ biz onların üzerine varmayıp başka tarafa münharif olduğumuz (saptığımız) takdirde küffâr izhâr-ı celâdet edip (cesaretlenip) bizi tâkîb etmesi mukarrerdir ve zayıf askerimizi pusuya düşürmek mümkindir. Bilhassa da bu devlet-i âliyyede (Osmanlı Devletinde) bir Osmanlı pâdişâhının bir düşmandan sebebsiz yüz çevirdiği işitilmiş değildir.”
Hoca Sa’deddîn Efendi, huzûr-ı hümâyûnda da pâdişâha şöyle demiştir:
“Bu kale eteği pest mahal olmakla dardır. Din düşmanları üzerimize gelirse meydan dardır. Eğri etrafında olan dağ kalelerine mel’ûnlar top çıkarırsa hal müşkil olur. Taburları olduğu sahra bir vâsi yer imiş. Mühim ve lâyık olan budur ki, düşman bizim üzerimize gelmezden evvel biz onlara hücum etmek üzere umûmen ol sahraya varıla...”
Yine Hoca Sa’deddîn Efendi Haçova’da Pâdişâha; “Pâdişâhım! Lâzım olan yerinizde sabit ve berkarâr olmakdır. Cengin hâli budur. Ecdâd-ı izâmunuz (büyük ceddiniz) zamanında olan tabur muhârebeleri ekseri (çok defa) böyle vâki olmuştur. Muhammed aleyhisselâmın mucizesi ile inşâallahü teâlâ fırsat-ı nusret (zafer fırsatı), ehl-i İslâm’ındır. Hâtır-ı şerifinizi (gönlünüzü) hoş tutun” demiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Târihi Nâimâ; cild-1, sh. 150
 2) Şakâyıkı Nu'mâniyye zeyli (Atâî); sh. 429
 3) Târih-i Peçevî: cild-2, sh.200
 4) İlmiye Sâlnamesi; sh. 417
 5) Devhal-iil-meşâyıh; sh. 36
 6 Hulâsat ül-eser; cild-3, sh. 418
 7) Rehber Ansiklopedisi; cild-15, sh.25
 8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 278
 9) Türk Klâsikleri; cild-4, sh. 212
10) Hoca Sa'deddîn Efendi'nin Tâcüt-tevârihi ve Bunun Zeyli Hak­kında (Münir Aktepe, Türkiyât Mecmuası; 1958, sayı-3)
11) Âlimler ve San'atkârlar; sh. 75

6 Mart 2015 Cuma

İSHAK EFENDİ


Osmanlılar devrinde yetişen meşhur fen âlimi. Doğum târihi kesin belli olmamakla beraber, bâzı kaynaklarda 1774 senesinde Narta’da doğduğu bildirilmektedir. Bir kısım kaynaklarda babasının Nartalı bir mûsevî olduğu yazılı ise de, hâl tercümeleri yazan bir pâdişâh kâtibi olan İsmet Efendi, araştırmaları neticesinde Karlovalı bir müslümanın oğlu olduğunu tesbit etmiştir. Babasının ölümü üzerine tahsîl için İstanbul’a gelip, kısa zamanda icazet alarak; matematik, astronomi, metalürji ve jeoloji sahalarında büyük âlim oldu. Türkçe, Arabça, Farsça, Rumca, İbrânice, Fransızca ve Latince’yi çok iyi bilen Ishak Efendi, 1816 senesinde Mühendishâne-i berre-i hümâyûnun matematik hocalığına tâyin edildi. 1824’de dîvân-ı hümâyûn tercümanlığına getirildi. 1828’e kadar bu vazifede bulunan İshâk Efendi, bu târihte Balkanlarda inşâ olan kalelerin teftîşi ile görevlendirildi. Balkanlardan dönüşünde tekrar Mühendishâne-i berre-i hümâyûnda müderrisliğe devam etti. 1831’de bu okulun müdürlüğüne tâyin edildi. Bu görevde iken ders programını yenileştirdi ve öğretim kadrosunu kuvvetlendirdi. Yetersiz hocaların görevlerine son verdi. Bir süre sonra mübarek yerlerin tamiri için Hicaz’a gönderildi. Vazifesini bitirip dönerken Mekke’de 1834 senesinde vefât etti ve orada defnedildi. Mühendishâne’nin üstündeki kabristana, hatırlanmak ve hayırlı duâya sebeb olmak üzere mekteb tarafından adı ve ölüm târihi yazılı bir taş diktirilmiştir.
İshak Efendi, fen ilimlerine dâir birçok eser yazmış olup, batı dillerinden Türkçe’ye fennî kitabları tercüme eden ilk âlimdir. Batılı bilim adamlarının yazdığı ilmî eserlere vâkıf olan İshak Efendi, ilmî ıstılahları tatbîk ve karşılıkları bulunmayan ilmî ıstılahlara da isim tâyinine muvaffak oldu. Basılmış olan eserleri şunlardır:
1- Mecmûa-i Ulûm-i Riyaziye: Matematiğe âid dört cildlik bir ders kitabı olup, çok meşhurdur. 1831-1834 seneleri arasında İstanbul’da basıldı. Eserde yüzdört şekil vardır. Birinci cilde aritmetik cebir, geometri ilkeleri, konuları, ikinci cildde; düzlem trigonometrisi, geometri işlemleri, cebrin geometriye uygulanması, konikler, diferansiyel ve integral konuları, üçüncü cildde; fizik, mekanik, su iletimi ve kuvveti, atmosfer, ilm-i menâzır (optik) konuları, dördüncü cildde ise; elektrik, kürevî trigonometri, astronomi ve kimya konuları işlenmiştir. Eser uzun seneler müderrishânede ders kitabı olarak okutulmuştur. Modern Kimya alanında ilk eser olarak da kabul edilmektedir.
2- Usûl-i Îsâga: 167 sayfa ve altmış levhadan meydana gelen eser top dökümcülüğü ile ilgilidir. Kendi deyişiyle Kütüb-i efrenciye’den çeviri ve derleme yoluyla hazırlanmıştır. Eserde, ateşli silâhların yapımında kullanılan demir, demir alaşımları, kalay, bakır, tunç hakkında bilgiler verildikten sonra, top dökümcülüğü anlatılmaktadır.
3- Tuhfet-ül-Ümerâ: Ordu kurmak ve kalelerin muhafazasından bahseden bu eser, iki makale ve bir hatimeden meydana gelmiştir. Eserin sonunda şekiller devardır. 1828 senesinde basılmıştır. Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi kısmında bir nüshası bulunmaktadır.
4- Usûl-i istihkâmât: İstihkâm yapımına dâirdir. 5- Aks-ül-Mevâyâ fî Ahz-iz-Zevâya: Oktan ve sektan gibi rasat âletlerini kullanma usûllerinden bahsetmektedir. 6- Nisle-ül-Hiyâm: Çadır kurulmasına dâirdir. 7- Küre risalesi, 8- Deniz Lağımı Risalesi, 9- Hikmet: Arabça yazılmış bir fizik kitabıdır. 10- Âlât-ı Kimyeviye Risalesi, 11- Kavâid-i Ressâmiye: Arazî hududları kaidelerini ihtiva etmektedir. Eserin bir nüshası Mühendishâne-i berr-i hümâyûn Kütüphânesi’nde mevcuttur. 12-Oktand: Esere ismini veren bu âletin tarifleri ile kullanım usûllerini anlatan bir risaledir. 13- Harb ilmine dâir bir Risale, 1827 senesinde basılarak subaylara dağıtılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Müellifleri; cild-3, sh. 272
 2) İslâm Meşhûrları Ansiklopedisi; cild-2, sh. 1192
 3) Bâşhoca İshak Efendi (F. Reşid Unat; Belleten. Sayı-109, sene-1964)
 4) Osmanlı Türklerinde İlim; sh. 219
 5) Hoca İshâk Efendi ve Top dökümü ve Balistiği (Metin Yerebakan; Ankara-1984)