İnsanlar arasındaki içtimaî münâsebetleri ve cemiyet hayâtını düzenleyen kaideler topluluğu. Arapça bir kelime olan, hak kelimesinin çoğulu olup, haklar, demektir. Hak da hukuk nizâmının sağladığı menfaat ve yetkilerdir.
Yeryüzünde tatbik edilen hukuk iki kısımda mütâlâa edilir:
1- Beşerî Hukuk; Dînî hükümlerin hâkim olmadığı cemiyetlerde hukuk kaidesi vâz’etmeye (ortaya koymaya) yetkili kişi ve müesseselerce hattâ gücü yeten birisi tarafından meydana getirilen kurallardır. Beşerî hukukun kaynaklarını, topluma hâkim olan bir kuvvet sahibinin veya belirli bir zümrenin veyahut toplumu meydana getiren halkın yetki vermesiyle seçilenlerin meydana getirdiği meclislerin hazırladığı kânûnî düzenlemeler teşkil eder. Anayasalar, çeşitli konuları düzenleyen kânunlar, tüzükler ve yönetmelikler böyledir. Bu hukuk kuralları her zaman ve her toplumda birçok değişikliklere uğramış ve zamanımızda da hâlâ bu değişikliklerle devam etmektedir.
2- Dînî Hukuk: Allahü teâlâ tarafından gönderilen dinlerin bildirdiği hukuk kurallarıdır. İlâhî hukuka âit kuralların esâsını ilâhî kitaplar (Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı kerîm) teşkîl eder.
Dînî hukuk, insanın hem Allahü teâlâya karşı hem de beraber yaşadığı diğer insanlara karşı yerine getirmekle mükellef (yükümlü) olduğu vazîfeleri bildirmekte, bu hususta emir ve yasaklar koymaktadır. Bu sebeple din de cemiyet hayâtını düzenleyen kaideler (emir ve yasaklar) ihtiva etmektedir. Dînî hukuklar arasında, aslını muhafaza ederek gelen yalnız İslâm hukukudur. Diğer dinler tahrif edildiği, bozulduğu için, aslı üzere gelmemişlerdir.
İslâmî ilimlerden fıkıh ilminin konusu olan İslâm hukukunun en önemli devrini Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yaşadığı asr-ı seâdet teşkîl eder. İslâm hukukunun ilk ve ana kaynağı olan Kur’ân-ı kerîmin Mekke-i mükerremede gelen âyet-i kerîmelerinde fıkhî hükümler az olup, daha çok îmân ve ahlâk ile ilgiliydi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem Medîne-i münevvereye hicret edince, teşekkül edecek olan İslâm devletinin temelleri atılmaya başladı. Bu sırada gelen âyet-i kerîmeler, daha çok ibâdet, cihâd, aile, mîrâs, ceza, muhakeme usûlü ve devletler arası münâsebetler gibi, ferd ve cemiyet hayâtı ile ilgili hükümleri ihtivâ ediyordu, Kur’ân-ı kerîmde ibâdet, muamelât (ticâret ve borçlar hukuku), münâkehât (medenî hukuk) ve ukûbât (ceza hukuku) mevzularını ihtiva eden fıkıh ile ilgili toplam beş yüz âyet-i kerîme tesbit edilmiştir.
Ayrıca Peygamber efendimiz Kur’ân-ı kerimde açıkça bildirilmeyip, kapalı bırakılan yerleri, söz, fiil ve takrirleri ile eshâbına açıklamışlardır. Bu sebeple Kur’ân-ı kerimin en sağlam tefsîri olan sünnet-i seniyye, İslâm hukukunun ikinci kaynağıdır. Peygamber efendimize bir mes’ele sorulduğunda kendisine vahiyle bildirildiği gibi, bâzan onun ictihadına da bırakılırdı. Ancak ictihadı vahyin kontrolünde idi. Eshâb-ı kiramın hepsi müctehîd oldukları için, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem onlara ictihâd etmeleri hususunda müsâde etmişlerdi. Nitekim Yemen’e kâdı olarak gönderdikleri Muâz bin Cebel’e (radıyallahü anh) ne ile hükmedeceğini sorduklarında o, bir mes’elenin hükmünü açıkça Kur’ân-ı kerimde ve hadîs-i şerîfde bulamazsa ictihâd edeceğini söylemiş, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem onun bu cevâbını beğenmişti. Asr-ı seâdetde Eshâb-ı kiramın ictihâdları Peygamber efendimizin murakabesinde idi. Peygamber efendimiz temyiz makamı durumunda idi.
Peygamber efendimizin âhirete irtihâllerinden sonra da Eshâb-ı kiram Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şeriflerde açıkça bulunmayan mes’elelerde kıyas, istihsân, mesâlih-i mürsele, örf ve âdet gibi daha sonraları fer’î deliller adı verilen usûllerle ictihâd ettiler. Bu sebeple ictihâd (mezheb) farklılıkları ortaya çıktı. İttifak ettikleri hususlar da olurdu ki, buna icmâ’ denirdi. İcmâ’ kuvvetlilikleri bakımından İslâm hukukunun ana kaynakları sırasında üçüncü sırayı aldı. Böylece daha Sahâbe-i kiram (radıyallahü anhüm) zamanında İslâm hukukunun aslî ve fer’î kaynakları teşekkül etmiş oldu.
Emevîler devrinde Sahâbe-i kiramdan hayatta bulunanlar olduğu gibi, onların sohbetinde yetişmiş pek çok müctehid bulunuyordu. Bu sebeple hüküm verme mevkiinde olanlar müctehid olduklarından, bizzat aslî ve fer’î kaynaklara müracaat ederek hüküm veriyorlardı.
Emevîlerden sonra Abbasîler zamanında fıkıh ilmi daha da gelişti. Eshâb-ı kiramın ve Tabiînin çeşitli mes’eleler hakkındaki ictihâdları da elde mevcuttu. Ayrıca bu devirde İslâm ülkesinin sınırları çok genişlediğinden çeşitli milletlerin örf ve âdetleri ile karşı karşıya gelindi. Bunların durumu müctehîd âlimlere soruldu. Bunun üzerine şer’an ve aklen makbûl olanlar alındı, böyle olmayanlar red olundu. Bu suretle fıkıh âlimleri fıkhın kaynaklarından olan örfe göre pek çok hüküm vermişlerdir. Bu devrede fıkıh ilmi öyle gelişti ki, meydana gelen hâdiselerden başka, henüz vâki olmamış farazi mes’elelere de cevâblar bulundu. Bununla beraber âlimler arasındaki ictihâd farklılıkları yine devam etti.
Bu sırada müctehîd âlimlerin, müstakil ictihâd usûlleri ve bunlara bağlı olarak çıkardıkları hükümlerin hepsine onların mezhebi denildi. Hicrî dördüncü asra kadar, ehl-i sünnet mezhepleri pek çok idi. Ancak Hanefî, Şafiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebleri olmak üzere dört tanesi günümüze kadar geldi. Diğer ehl-i sünnet âlimlerinin mezhebleri kitablara geçirilmediği için unutuldu.
Her mezhebe âid, ictihâd usûllerini anlatan ve ictihâdları ihtiva eden eserler, bizzat müctehîd âlimler yahut onların talebeleri tarafından yazıldı.
İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed, hocalarının (İmâm-ı a’zam’ın) bildirdiği fıkıh bilgilerini yazarak kitaplara geçirdiler. İmâm-ı Muhammed’in yazdığı Zâhirürrivâye ve Nâdirürrivâye adı verilen eserleri Hanefî mezhebinin temel kitaplarındandır. İmâm-ı Ebû Yûsuf da harâc ile ilgili müstakil olarak Kitâb-ul-harâc’ını yazmıştır. İmâm-ı Mâlik (rahmetullahi aleyh), hadîs-i şerifler, sahabe fetvaları yanında kendi ictihâdlarınıMuvattâ isimli eserinde topladı. İmâm-ı Şafiî, usûl-i fıkha (Hukuk metodolojisine) dâir ilk yazılı eser olan er-Risâle’sini, fıkha dâir el-ümmadlı eserini yazdı. İmâm-ı Ahmed bin Hanbel de kırk bin hadîs-i şerîfi ihtiva eden Müsned’ini yazmıştır. Fıkıh ile ilgili eserler daha sonra bu mezheblerdeki âlimler tarafından yazılmıştır. Ebû Bekr Hallâd’ın el-Câmi’i, Ebü’l Kasım Hırakî’nin Muhtasar-ul-Hırakî’si bunların meşhurlarındandır. İmâm-ı Serahsî’nin yazmış olduğu Siyer-i Kebîr şerhi, devletler hukuku alanında ilk yazılı eser oldu.
Bu eserler daha sonra gelen fıkıh âlimleri tarafından kaynak alınarak binlerce eser yazılmıştır.
Hicrî dördüncü asırdan sonra mutlak müctehîd yetişmediği için, karşılaşılan mes’elelerin cevapları, fıkıh kitaplarının ilgili bölümlerinden aranarak verilmeye başlandı. Zamanla hüküm vermekde kolaylık olmak üzere, daha önceki âlimlerin verdikleri bu cevaplar derlenerek fetva kitapları yazıldı. Bundan sonra zuhur eden hâdiseler bu fıkıh ve fetva kitaplarında bulunan bilgilere benzetilerek halledilmeye başlandı.
Her mezhebin yayıldığı mıntıka, o mezhebin fıkıh ve fetva kitaplarına hükümde esas oldu. Irak, Türkistan, Anadolu taraflarında daha çok Hanefî Mısır, Doğu Anadolu ve Arabistan’da Şafiî; Afrika’nın batı kısımlarında Mâlîkî; Şam ve Bağdâd’da daha çok Hanbelî mezhebi fıkhına göre hüküm verildi.
Abbasîler devrinde İmâm-ı Ebû Yûsuf’un kâdılık yaptığı dönem ile, Çağatay, Altınordu, İlhanlılar ve Selçuklular, Hanefî mezhebini resmî mezheb olarak kabul etmişlerdir.
Bu devletler faaliyetlerini fıkıh ve fetva kitaplarına göre yürüttükleri gibi, zaman zaman kanunnâmeler de çıkarmışlardır. Selçuklular devrinde devlet siyâseti ile ilgili olarak, yine İslâmî ilimlerin ışığı altında Nizâm-ül-mülk tarafından Siyâsetnâme adı ile mühim bir eser yazıldı.
İslâm devletleri arasında müstesna bir yeri olan Osmanlı Devleti’nde de amme (kamu) hukuku sahasında temel fıkıh ve fetva kitaplarının yânında örf, âdet ve kanunnâmeler, husûsî hukuk sahasında ise fıkıh ve fetva kitapları esas alınmıştır.
Önceki İslâm devletleri ve Osmanlılar, bu kanunnâmeleri yaparken İslâm hıukûkuna uygunluğuna dikkat etmişlerdir. Zâten İslâm hukukunda örf ve âdet. maslahat gibi kaynaklarla ulûlemrin lüzumlu düzenlemeler yapmasına imkân verilmiştir. Bunlardan başka tâzîr (ceza) ve idare ile ilgili hususların tanzimi idarecilere bırakılmıştır. Selçuklular ve Osmanlılar, çıkardıkları kanunnâmeleri dînî mevzularda en yetkili olan şeyhülislâmın tasdîkinden sonra yürürlüğe koymuşlardır (Bkz. Kanunnâme). Meselâ; Kânûnî devrinde çıkarılan kanunnâmenin İslâm hukukuna aykırı olmamasında titizlik gösterilmiş, Ebüssü’ûd Efendi’nin fetvalarına dayandırılmıştır. Bu sebeple, Osmanlı’nın çıkardığı bu kânunları İslâm hukukunun dışında görmek, Osmanlı’nın İslâm hukuku yanında dînî olmayan bir örfî hukuk tatbik ettiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü Osmanlılar İslâm hukukunun icâbını yerine getirmek hususunda büyük gayret göstermişlerdir. Nitekim Osman Gâzi ümerâya gönderdiği fermanında; bütün işlerde âlimlerden fetva alınarak şer’î hükümlerden ayrılmamalarını emretti. Âlimlerden kâdılar tâyin etti. Kuruluştan itibaren şer’î mahkemelere tam istiklâl verildi. Fâtih Sultan Mehmed kendi aleyhine de olsa, İslâm hukukunun uygulayıcısı olan kâdının hükmüne boyun eğmiştir; Hızır Bey ile Fâtih arasındaki hâdise bunun en güzel delîlidir.
Yavuz Sultan Selîm bir fermânında, şer’î hükümlerden kıl ucu kadar ayrılan ve insanlara zulüm ve haksız muamele edenlerin en şiddetli ceza ile cezalandırılacağını bildirmiş ve şeyhülislâmlık makamının itibârını korumuştur. Hattâ onun İslâm hukukuna ve onu tatbik edenlere olan derin hürmetini şu hâdise çok güzel ifâde eder.
Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi Edirne’ye giden Yavuz Sultan Selîm’i uğurladıktan sonra geri dönüyordu. Bu sırada eli bağlı dört yüz kişiye rastladı ve durumlarını sorunca şu cevâbı aldı: “Bâzirgânlardır; Pâdişâh hazretleri ipek alım-satımını yasaklamıştı. Bunlar emre muhâlefet ettiklerinden mahkûm edilmişlerdir.” Bu cevâbı işiten Zenbilli Ali Efendi geri döndü. Pâdişâh’a yetişip şöyle dedi: “Bir takım adamları bağlamışlar; eğer maksad onların öldürülmeleri ise, bu, Allah katında helâl değildir.” Bu sözü duyan ve öfkelenen Yavuz; “Ey efendim! Alemin nizâmı için âlemin üçte birinin katli helâl değil midir?” diye sorar. Zenbilli bu soruya; “Helâldir; ancak şu şartla ki, dünyânın işleri karışıp da büyük fitne olunca; hâlbuki şimdi öyle bir durum söz konusu değildir” şeklinde cevap verdi. Yavuz ise; “Benim emrime muhalefetten daha büyük fitne olur mu?” diye sorunca, Şeyhülislâm yine tereddüt etmeden; “Bunlar Sultan’ın emrine muhalefet etmemişlerdir. Zîrâ sen bu konuda (ticâret konusunda) onları yetkili kılmışsın. Bu her çeşit ticârete zımnen izindir.” şeklinde cevap verdi. Bu cevap üzerine Pâdişâh, yüksek sesle; “Ben sana demiştim; saltanata îtirâz etmek senin vazîfen değildir” der. Zenbilli Ali Efendi yine aynı vakarla; “Bu manevî sorumluluğu gerektiren (âhireti ilgilendiren) bir mes’eledir. Buna karışmak benim vazifemdir” der. Zenbilli’nin bu tavrı Yavuz’un huşuna gitti ve 400 suçluyu affetti. Edirne’ye gidince şu fermanı gönderdi: “Rumeli ve Anadolu kazaskerliklerini birleştirerek sana verdim. Zîrâ bildim ki bütün sözlerinde hak üzeresin.” Fermanı alan Şeyhülislâm da Pâdişâh’a şu cevâbı gönderdi: “Mektubun bana geldi. Allah seni maddî ve manevî belâlardan korusun ve saltanatını devam ettirsin. Ben emrine itaat ediyorum; ancak Allah ile bir ahdim vardır; bu görevi kabul etmekten beni mâzur görün.”
Yine Kanunî Sultan Süleymân, Budin seferinden dönüyordu. Edirne yakınlarında bağ ve bahçeler arasında yollarına devam ediyordu. Herkes sevinçle Pâdişâh’ı karşılıyordu. Bu sırada bir köylü Pâdişâh’ın önüne çıktı. Kânûnî müşfik bir sesle; “Derdin nedir ey müslüman?” diye sordu. Köylü; “Sultan’ım! Biz fakir köylüleriz. Bir kaç dönüm arazimiz var. Dünden beri geçen askerleriniz, ekinlerimizden bir kısmını ezdiler. Ya bunları ödersiniz yahut sizi şikâyet ederiz” dedi. Kânûnî hayretle; “Peki bizi kime şikâyet edeceksin?” diye sordu. Köylü rahat bir şekilde; “Size Kânûnî demezler mi Pâdişâh’ım? Kânuna (şerîate) şikâyet ederiz, kânuna!” dedi. Köylünün sözlerinden çok memnun olan Kânûni bir çok ikrâmlarda bulundu. Kendisini doğru yola çekecek tebeası bulunduğu için Allahü teâlâya hamdetti.
Osmanlı Devleti kuvvetli olduğu bu devirlerde İslâm hukukunu en iyi bir şekilde tatbîk etmiştir. Bu devirde devlet güçlü olduğundan İslâm ve Osmanlı düşmanları devletin iç işlerine hukukî müesseselerine müdâhale etmeye, karışmaya cesaret edemiyorlardı. Dışardan gelen ecnebiler de kamu dâvalarında, hiç itirazsız Osmanlı adliyesinin hükmünü kabul ediyorlardı.
Ancak Osmanlı Devleti’nin tedricî olarak önce duraklama, sonra gerileme dönemlerine girmesine karşılık, Avrupa san’at, ticâret, askerlik ve diplomasi gibi pek çok sahada güçlenmiş, kuvvet dengesi Avrupa lehine gelişmişti. Bundan sonra başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa devletleri ve Rusya, Osmanlı topraklarındaki gayr-i müslimleri himayeci bir tavır takındılar. Bu durum gayr-i müslimlerin kuvvetlenmesine dolayısıyle bağımsızlık hareketlerine teşebbüs etmelerine sebeb oldu. Böylece Osmanlı Devleti’nin gayr-i müslim tebea arasında meydana getirdiği birliği bozdular. Osmanlı Devleti’nin bu karışıklık durumundan faydalanan batılı devletler, sözde sükûn ve istikrarın te’mini için bâzı düzenlemeler yapması için Osmanlı Devleti’ne baskıda bulundular. Hakîkatte onların maksadları gayr-i müslimlere muhtariyet verdirerek Osmanlı Devleti’ni parçalamak idi. Böylece ilân edilen Tanzîmât fermanı ve bununla başlayan batı hayranlığı neticesinde; Avrupa kânunlarının aynen alınması fikirleri doğdu. Ayrıca Baltalimanı andlaşmasıyla Osmanlı ticâretine tamamen hâkim olan gayr-i müslimler, Osmanlı Devleti’nin zayıflaması sebebiyle müslümanlarla olan ticâret ve ceza dâvalarının kendi kânunlarına göre yapılmasını istemeye başladılar. Batılı devletlerin ısrarlı tazyikleri ile 1856’da ilân edilen Islâhat fermanı ile daha da güç kazandılar. Ancak ilmiye sınıfı buna karşı çıktı. Neticede Nizamiye mahkemeleri kuruldu (Bkz. Adliye Teşkilâtı). Fransız kânunlarının tercüme edilmek istenmesi üzerine Cevdet Paşa’nın gayretiyle bunun yerine İslâm hukukundan bir medenî hukuk kanunnâmesi hazırlanması kabul edildi ve Mecelle hazırlandı (Bkz. Mecelle).
BÖYLE SULTÂN’A BÖYLE KÂDI!
Hızır Bey, İstanbul’un fethinde, ilk olarak İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olup, vefâtına kadar yirmialtı sene bu makamda kaldı. Adâlet ve hakkâniyetle işleri yürütüp meşhur oldu. Hızır Bey bu vazifeye başladıktan bir müddet sonra bir Hıristiyan mimar yanına gelerek durumunu anlattı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’dan davacı olduğunu söyledi. O devirde, Avrupa ülkelerinde değil kralı mahkemeye vermek, aleyhinde konuşmak bile, bir insanın ölüm fermanını imzalamaktan başka bir mânaya gelmezdi. Fâtih Sultan Mehmed Han, bugünkü Ayasofya Câmii’nden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mimarî hususiyetlere sâhib bir câmi yaptırmak istemiş ve hıristîyan mîmâr da buna tâlib olmuştu. Fakat bir hıristiyan olarak müslümanların Ayasofya’dan daha üstün hususiyetlere hâiz bir esere sâhib olmalarına gönlü razı olmamıştı. Bu düşüncelerle câminin inşâatına başladı. Mısır’dan binbir zahmetle getirilmiş olan sütunların boyunu kısaltılmış, bu yüzden de kubbenin yüksekliği Ayasofya’dan küçük olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın inceleme yap’an Fâtih, sütunların kasıtlı olarak kısa tutulduğunu ve böylece Ayasofya’dan daha üstün bir binanın yapılmamasına çalışıldığını anladı. Bu hâle çok hiddetlenen Sultan, hıristiyan mimarın cezalandırılmasını emretti. Emir yerine getirilerek eli kesildi.
Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen sütunlar, hıristiyan mimarın gayretiyle kısaltılmış, Sultan’ın emri ve iyi niyeti ayaklar altına alınmıştı. Her şeyden daha fazla ihtiyâç duyduğu elini kaybeden mîmâr, müslümanların hâlini, Osmanlıların adaletini bilen yakınlarının; “Bu işte bir acelecilik var. Müslümanlar bu işi yapanı suçlu bulurlar. Hele onların âdil kâdıları pâdişâhın bile gözünün yaşına bakmaz cezasını verirler” demeleri üzerine, Hızır Bey’in huzuruna gitti. Olup bitenleri âdil Osmanlı kâdısına bir bir anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle hâdiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup, mes’eleye vâkıf oldu. Şâhidlerle beraber, Sultân’ı mahkemeye davet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkil edilince Sultan da geldi. Eli kesilen Hıristiyan mîmâr ayakta duruyor ve böyle bir mahkemeyi ilk defa gördüğünden, ürkek ürkek etrafı seyrediyordu. Çünkü onların bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey mubahtı. Sultan, mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yerde oturmak arzusuyla o tarafa doğru yöneldi. Pâdişâhsın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey, hiç çekinmeden; “Oturma begüm! Hasmınla yüzleşmek üzere mahkeme huzurunda ayakta dur!” dedi. Sultan sözü ikiletmeden söylenen yere geçti. Hızır ney; “Sen, Murad oğlu Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?” deyip söze başladı.
Mahkeme neticesinde; “Sen, Murâd oğlu Mehmed, muhakeme edilmeden bu zimmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gibi kesilecek! Eğer zımmîyi râzı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve çoluk çocuğunun maişetini te’min etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin!” dedi. Herkesle birlikte Sultan da tam bir sükûnet içerisinde kararı dinledi. Hıristiyan mimar, bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Sultan’ın ellerine kapandı. Ölünceye kadar maişetini te’min etmek karşılığında anlaştılar. Zâlimleri bile ağlatacak böyle bir adaletin, ancak hak bir dinin mensupları tarafından icra edileceğini düşünen hıristiyan mimar, ailesi ile birlikte müslüman oldu.
Bu mahkemeden birkaç gün sonra Sultan, kâdı Hızır Bey’i ziyaret etti. Mahkemede gösterdiği adalete teşekkür edip; “Eğer bana bir suçlu gibi değil de, bir pâdişâh gibi muamele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım” dedi. Hızır Bey de pâdişâhın mahkeme esnâsındaki hâl ve hareketleri için teşekkür ettikten sonra; “Eğer pâdişâhlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni bu arslanlara parçalatırdım” dedi. Ve paltosunun iki eteğini çekti. Bakanlar, Hızır Bey’ın eteği altındaki arslanın sert bakışlarını gördüler. “Böyle Sultân’a böyle kâdı” demekten kendilerini alamadılar.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Redd-ül-muhtâr
2) Târih-ut-teşrî-il-islâmî (M. Hudari Bey, Kâhire-1960)
3) Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye
4) Osmanlı Hukukuna Giriş (H. İnalcık, S. B. Fakültesi Dergisi, Cild-12, sayı 2, sh. 102
5) Medenî Hukuk Karşısında Ahmed Cevdet Paşa (Ebül-ulâ Mardin, İstanbul-1946)
6) Târih-i İlmi Hukuk (M. Esad, İstanbul-1331)
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-9, sh. 214