18 Nisan 2015 Cumartesi

ISTABLI AMİRE (Has ahırlar)


Osmanlı sarayında, pâdişâh ve yakın hizmetinde bulunan kimselerin atlarının bulunduğu ahırlara verilen ad. Saray ahırı, Istabl-ı hümâyûn, Istabl-ı Şehinşahî, Istabl-ı has gibi tâbirler de bu mânâda kullanılmıştır.Istabl-ı âmirenin başında bulunan kimseye emîr-i âhûr veya imrahordenilirdi. Sonradan İmrahora Istabl-ı âmire müdîri denildi.
Sarayın ikinci avlusunda (Orta kapıdan içeride) bulunan birinci ahırın, pâdişâhın husûsî dâiresini içine alan üçüncü avludan bir girişi vardı. Burada iki yüz kadar seçkin at bulunurdu. Bu ahırdan hiç ayrılmayan, her birisi iki ata bakan, onları tımar eden ve ot oğlanı da denilen pek çok seyis bulunurdu. Üçüncü avlunun içinde ikinci bir ahır daha olup, içinde 40-50 tane cinsleri daha makbûl seçme atlar vardı. Bunların 8-10 tanesi pâdişâha diğerleri hadım ağalarıyla pâdişâhın yakın maiyyetine mahsûs idi. Pâdişâh Cuma namazına giderken, kendine mahsus atlar, kıymetli eğer takımlarıyla süslenerek yedekte götürülürdü.
Topkapı Sara’yındaki Istabl-ı hasda pâdişâha âid atların sayısı 900 olup, hepsinin takımları gayet san’atkârâne yapılmıştı. Bunlardan 40’ı bütün şecereleri mazbut dünyânın en değerli atlarıydı. 300-400 kadar da koşu atı vardı. Bunlar binek hayvanlarından farklı bir eğitimle yetiştirilirlerdi. Bu atlara ancak pâdişâhın yakın hizmetinde bulunanlar binebilirdi.
Büyük ve küçük olmak üzere iki kısma ayrılan Istabl-ı âmirede her sınıfın bölükleri ve bölük başılarından başka derece itibariyle birbirinden farklı büyük âmir ve zabitleri vardı. Istabl-ı âmire halkının en büyük âmiri büyük veya birinci mîrâhûrdu. Bundan sonra ikinci mirâhûr, mîrâhûrlardan sonra birinci ve ikinci kethüda ve ikinci mîrâhûrun yardımcısı idi. Birinci ve İkinci mîrâhûr dâirelerinin ahırlara mahsus defterleri tutan ayrı ayrı kâtibleri vardı.
Istabl-ı âmirenin varidât (gelirler) ve mesârifiyle (giderler), maaş defterleri mâliyeden verilen kâtipler vasıtasıyla tertip ve kontrol edilirdi. Istabl-ı âmiredeki vazîfeli seyisler ve zabitlerin sayısının zaman zaman 2000’e kadar ulaştığı olurdu. Ayrıca pâdişâh atlarının koşumlarını yapan 300 kadar saraç, yine bu atları nallayan 300 kadar nalbantın vazîfe yaptığı zamanlar olmuştu.
Emîr-i âhûrun nezâretindeki fil-hâne veya arslan-hâne adı ile anılan hayvanât bahçesinde dünyânın her bir tarafından gelen zengin hayvan türleri vardı. Pâdişâhlar daha çok yabancı devlet hükümdarlarının kendilerine hediye ettiği garîb, nâdir ve Türkiye’de pek bulunmayan hayvanları burada saklar ve halka gösterirlerdi. Halkın ziyaretine açık olan Yıldız Sarayı hayvanât bahçesi 1909’da sultan İkinci Abdülhamîd Han’ın tahttan indirilmesi sırasında İttihâd ve Terakkî mensubları ve Hareket ordusu kumandanlarınca yağmalanmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı; sh. 488
 2) Büyük Türkiye Târihi; cild-8, sh. 337
 3) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 7
 4) Risâle-i Koçi Bey; sh. 94
 5) Târih-i Lütfî; cild-1, sh. 124

HIZIR ÇELEBİ


İlk İstanbul kâdısı ve Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden, ismi, Hızır bin Celâleddîn olup, Nasreddîn Hoca’nın torunlarındandır. Babası Sivrihisar kâdısı idi. Sivrihisar bugünkü Eskişehir’in ilçesi olabileceği gibi, Akşehir yakınlarında, o devirde büyük bir kasaba olan bugünkü Sivrihisar köyü de olabilir. 1407 senesi Rabî-ul-evvel ayının birinde Sivrihisar’da doğdu. Küçük yaşta babasından ilim tahsil etti. Daha sonra Molla Yegân’ın derslerine devam edip, aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Bu zâtın kızıyla evlenip dâmâdı oldu. İbn-i Cezerî’den kıraat ilmini öğrendi.
Hızır Bey, zekâsının kuvveti ve çalışmasındaki azmi ile kısa zamanda bir çok dînî ve fennî ilimlerde derin âlim oldu. Memleketi olan Sivrihisar’da kâdılık ve müderrislik yaptı. Kimsenin bilmediği bilgileri bilmekte, büyük âlim Molla Fenârî’den sonra eşi yoktu.
Hızır Bey, İstanbul’un fethinde, ilk olarak İstanbul kâdısı ve belediye başkanı olup, vefâtına kadar, yâni altı sene bu makamda kaldı. Adalet ve hakkaniyetle işleri yürütüp meşhur oldu. Hızır Bey bu vazifeye başladıktan bir müddet sonra, bir hıristiyan mîmâr yanına gelerek durumunu anlattı ve Fâtih Sultan Mehmed Han’dan davacı olduğunu söyledi. O devirde, Avrupa ülkelerinde; değil kralı mahkemeye vermek, aleyhinde konuşmak bile, bir insanın ölüm fermanını imzalamaktan başka bir mânâya gelmezdi. Fâtih Sultan Mehmed Han, bugünkü Ayasofya Câmii’nden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mîmârî hususiyetlere sâhib bir câmi yaptırmak istemiş ve hıristiyan mîmâr da bu işe tâlib olmuştu. Fakat bir hıristiyan olarak, müslümanların Ayasofya’dan daha üstün hususiyetlere hâiz bir esere sâhib olmalarına gönlü razı olmamıştı. Böyle bir câmiyi kendisinin yapabileceğini söyleyerek işe tâlib oldu ve câminin inşâatına başladı. Mısır’dan binbir zahmetle getirilmiş olan sütunların boyunu kısaltmış, bu yüzden de kubbenin yüksekliği Ayasofya’dan küçük olmuştu. İnşâatın bitmesine yakın inceleme yapan Fâtih, sütunların kasıtlı olarak kısa tutulduğunu ve böylece Ayasofya’dan daha üstün bir binanın yapılmamasına çalıştığını anladı. Bu hâle çok hiddetlenen Sultan, hıristiyan mîmârın cezalandırılmasını emretti.
Emir yerine getirilerek eli kesildi. Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen sütunlar, hıristiyan mîmârın gayretiyle kısaltılmış, Sultan’ın emri ve iyi niyeti ayaklar altına alınmıştı. Her şeyden daha fazla ihtiyâç duyduğu elini kaybeden mîmâr, müslümanların hâlini, Osmanlıların adaletini bilen yakınlarının; “Bu işte bir acelecilik var, müslümanlar bu işi yapanı suçlu bulurlar, hele onların âdil kâdıları pâdişâhın bile gözünün yaşına bakmaz cezasını verirler” demeleri üzerine Hızır Bey’in huzuruna gitti. Olup bitenleri âdil Osmanlı kâdısına bir bir anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle hâdiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup, mes’eleye vâkıf oldu. Şâhidlerle beraber, Sultân’ı mahkemeye davet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkil edilince, Sultan da geldi. Eli kesilen hıristiyan mîmâr ayakta duruyor ve böyle bir mahkemeyi ilk defa gördüğünden ürkek ürkek etrafı seyrediyordu. Çünkü onların bildiği, güçlü olanın hâkim olmasıydı ve gücü yetene her şey mubahtı. Sultan, mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yerde oturmak arzusuyla o tarafa doğru yöneldi. Pâdişâh’ın bu hâlini gören kâdı Hızır Bey, hiç çekinmeden; “Oturma begüm! Hasmınla yüzleşmek üzere mahkeme huzurunda ayakta dur!” dedi. Sultan sözü ikiletmeden söylenen yere geçti. Hızır Bey; “Sen Murâd oğlu Mehmed! Bu zımmînin elini kestirdin mi?” diye söze başladı. Mahkeme neticesinde; “Sen, Murâd oğlu Mehmed! Mahkeme edilmeden bu zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın! Senin elin de onunki gibi kesilecek! Eğer zımmîyi razı edebilirsen, ölünceye kadar onun ve çoluk çocuğunun maişetini te’min etme karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin!” dedi. Herkesle birlikte Sultan da tam bir sükûnet içerisinde karârı dinledi. Hıristiyan mîmâr, bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlıyarak Sultân’ın ellerine kapandı, ölünceye kadar maişetini te’min etmek karşılığında anlaştılar. Zâlimleri bile ağlatacak böyle bir adaletin, ancak hak bir dînin mensupları tarafından icra edileceğini düşünen hıristiyan mîmâr, ailesi ile birlikte müslüman oldu. Bu mahkemeden bir kaç gün sonra Sultan, kâdı Hızır Bey’i ziyaret etti. Mahkemede gösterdiği adalete teşekkür edip; “Eğer bana, bir suçlu gibi değil de, bir pâdişâh gibi muamele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım” dedi. Hızır Bey de Pâdişâh’a, mahkeme esnasındaki hâl ve hareketleri için teşekkür ettikten sonra; “Eğer pâdişâhlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni bu arslanlara parçalatırdım” dedi ve paltosunun iki eteğini çekti. Bakanlar, Hızır Bey’in eteği altındaki iki arslanın sert bakışlarını gördüler. “Böyle Sultân’a böyle kâdı” demekten kendilerini alamadılar.
Hızır Bey’in ders halkasına, bir çok âlim devam etti. İlim ve irfanından pek çok kimse istifâde etti. İçlerinde Mevlânâ Muslihuddîn Kastalânî, Ali Arabî, Hocazâde ve Hayâli gibi meşhur âlimler yetişti. Bursa müftîsi Ahmed Paşa, Sinân Paşa ve Bursa kâdısı Yâkub Paşa, Hızır Bey’in oğullarıdır. Üçü de; zekâları, ilim ve irfanları ile temayüz etmiş üstün kimselerdir. Hızır Çelebi, 1458 senesinde İstanbul’da vefât etti. Vefâ ile Zeyrek arasında, Unkapanı’na giden caddenin kenarına defnedildi.
Hızır Bey’in güzel ahlâkı, zühd ve takvası da, ilmi gibi yüksekti. Arab, Fars ve Türk edebiyatında da geniş bilgi sahibi olup şairliği de vardı. Her üç dilde de kıymetli şiirler yazdı. Akaide dâir meşhur Kasîde-i Nûniyye’yi nazım Bu eseri, talebesi Molla Hayalî ve diğer bir çok âlim tarafından şerh edildi. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın emri ile Kâdı Sirâceddîn Mahmûd’unMetâli-uI-Envâr adlı mantığa dâir eserini Arabça’dan Farsça’ya tercüme etmişti. Kelâm ilmine âid Şerh-i Tecrîd adlı esere bir haşiye yazmıştır.İcâletü leyletin el-leyleteyn adında bir de kasîdesi vardır.

BU ADAMA CEVAP VERECEK ÂLİM YOK MU?

Fâtih Sultan Mehmed Han’ın saltanatının ilk senelerinde, Arabistan’dan bir zât gelip, çeşitli ilim ve fenlerde suâller sordu. Zamanın âlimleri tatmin edici cevaplar veremeyince, Fâtih duruma üzüldü. Bütün beyleri, paşaları ve vezirleri toplayıp; “Ülkemde bu adama cevap verecek bir ilim adamımız yok mudur? Çabuk araştırın ve bana derhâl müsbet bir cevap verin” dedi. Vatan topraklarını iyi bilen vezirlerin hatırına Sivrihisar Medresesi müderrisi Hızır Bey geldi ve durumu Sultan’a bildirdiler. Bunun üzerine Fâtih, Hızır Bey’in derhâl Edirne’ye davet edilmesini istedi ve davet için Sivrihisar’a üç kişilik bir hey’et gönderildi. Edirne’ye gelen Hızır Bey, o sıralarda otuz yaşlarında ve asker kıyafetinde bulunduğundan; hâli, meşhur âlimlere meydan okuyan zâtın, alay edercesine gülmesine sebeb oldu. Hızır Bey, sorulan bütün sorulara cevap verdikten sonra, o zâta suâller sormaya başladı. O zât Hızır Bey’in suâllerine cevap veremeyip mağlub oldu ve; “Hızır Bey, İslâm âleminde benzeri çok az bulunan ilim adamlarından biridir. Kendisinde öylesine bir hafıza ve zekâ var ki, karşısında durmak mümkün değildir” itirafında bulundu. Bu durumdan fevkalâde memnun olan Sultan, Hızır Bey’e; “Yüzümü ak eyledin, cenâb-ı Hak da iki cihânda senin yüzünü ak eyleyip, ilmini ve fadlını arttırsın” diye duâda bulundu. Bundan sonra Fâtih’in, Hızır Bey hakkındaki muhabbet ve teveccühü günden güne arttı. Bursa’da bâzı medreselerin müderrisliği kendisine verildi ve maaş bağlandı. Daha sonra Anadolu ve Rumeli’de bâzı kâdılıklarda bulundu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ul-a’lâm; cild-3, sh. 2047
 2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye tercümesi (Mecdî Efendi); sh.11
 3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 85
 4) Hadîkat-ül-Cevâmi’; cild-1, sh. 85
 5) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 277
 6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 86
 7) Hızır Çelebi (M. Sait Yazıcı, Ankara-1987)

HAZİNE-İ EVRAK


Osmanlı devlet arşivi, önceleri sarayda iki evrak mahzeni vardı. Bunlardan birisi paşakapısında, diğeri de eski dîvânhâne yeri yakınında idi. Bütün kânunlar, nizamlar ve mühim emirler âid oldukları kalem defterlerine kayıt olunurlar ve bu defterler dolduktan sonra saraydaki evrak mahzenine gönderilirdi. Yeni kayıtlar ise paşakapısındaki (Bâb-ı âlî’deki) mahzende saklanırdı. 1846 yılından sonra sadrâzamlık (paşakapısı) arşivi, Hazîne-i evrak adıyla anılmaya başladı.
Başta pâdişâh olmak üzere, Enderûn-ı hümâyûnda tam bir disiplin ve ahenkli bir terbiye sistemi ile yetiştirilen üst kademe Osmanlı devlet adamları, tam bir tertip ve düzenle yazdıkları evrakları usûlüne uygun bir şekilde saklamaya îtinâ gösterirlerdi.
Bugünün bakanlar kurulu demek olan Dîvân-ı hümâyûnda alınan kararların yazıldığı mühimme defterleri, gizli yazılan hüküm ve fermanların yazıldığı mektûm mühimme defterleri, ordu mühimmesi ve rikâb mühimmesi, ahkâm defterleri, kayûd-i ahkâm-ı mîrî defterleri, tahvîl ve rüûs defterleri, düvel-i ecnebiye defterleri, icmal ve mufassal tahrîr tefterleri, rûznâmçe gibi defterlerde her türlü kaydı tutup, devletin ve halkın hak ve hukukunun zayi olmaması için de bu defter ve evrakları sıkı bir muhafaza ve disiplinli bir kullanma nizâmı ile arşiv ve mahzenlerde sakladılar (Bkz, Dîvân-ı Hümâyûn). Devlet arşivi durumunda olan bu mahzenler, pâdişâhın veziri âzamdaki mührüyle mühürlenen üç devlet hazînesinden biri idi. Hükümetin her toplantısından sonra bu mühürle mühürlenirdi. Zîrâ milletin bütün hukuku bu kayıtlara bağlıydı. Devleti ayakta tutan dirlik (tımar) sisteminin dolayısıyla ordunun, verginin, sanâyî, ticâret ve tarımın esasları mahzenlerdeki defterlerdeydi (Bkz. Tapu Tahrir Defterleri).
Dîvân-ı hümâyûnda ve Bâb-ı âlî’deki evrak ve vesîkaların çoğu parça kâğıtlar, bir kısmı da cildli defterler hâlinde idi. Bu defter ve evraklar, senelerine göre tasnifleri yapılarak mahzenlerde saklanırdı. Ehemmiyetlileri, kese ve torbalara konulurdu. Her dâirede işleme tâbi tutulan bir günlük evrak tomar yapılır, her ayın tomarı bir torbaya ve her yılın torbaları da bir sandık veya sandıklara konularak muhafaza edilirdi. Mâliye hazînedârbaşısı tarafından hazırlanan evrak keseleri, lüzumunda sadrâzamın buyruldusu ile îcâb eden yerlere verilirdi. Bilhassa sefere gidilirken lüzumlu mikdarda kese götürülürdü. Keselerin; mektup, kupon, ferman, has, rüûs, kâime yâni tahrîrât kesesi, büyük telhis ve küçük telhis kesesi, hatt-ı hümâyûn keseleri yanında atlas büyük torba gibi çeşitleri bulunur, bunlar; bez, atlas ve kumaştan yapılırdı. Keselerin tamâmına yakını kırmızı atlastan, torbalar da bez ve atlastan olurdu. Evraklar kese ve torbalara konduktan sonra etiketlenerek yine etiketli sandıklara yerleştirilir ve mahzenlere kaldırılırdı. Yeni kayıtlar; Paşakapısı’ndaki (sonraları Bâb-ı âlî) mahzende saklanır, bakmak îcâb ettiği zaman veya tashîh lüzumunda izinle saray mahzenindeki eski kayıtlara bakılırdı. Kalemlere gelen evraklar, işi bitsin bitmesin, akşam mahzene kaldırılır, sabah tekrar getirilirdi.
Pâdişâhların hatt-ı hümâyûnları görüldükten sonra reîs-ül-küttâba teslim edilir, o da her ay bunları birer torbaya koyup mühürledikten sonra husûsî bir sandıkta muhafaza ederdi. Bu suretle pâdişâhların sadrâzamlara gönderdiği her türlü hatt-ı hümâyûnlar, ayrı ayrı torbalarda saklanırdı. Pâdişâh okumak arzu ettiği zaman emânet olarak kendisine gönderilir, sonra geri alınarak tekrar yerine konurdu.
Evrakların muhafazasından Dîvân-ı hümâyûn üyesi olan Nişancı sorumlu idi. Reîs-ül-küttâb ve defter emîni onun emrinde idi (Bkz. Nişancı). Fakat on altıncı asır ortalarından sonra reîs-ül-küttâb ile defter emîni nişancının önüne geçtiler. Defter ve kayıtlarda yapılan her türlü düzeltme, nişancının kalemi ve marifetiyle yapılırdı. Nişancının bu vazifesi ile ilgili pâdişâhtan başkasının sözlü emri geçersiz idi. Hattâ sadrâzam bile pâdişâh tuğrası ve muvaşşah ferman ile evrak isteyebilir ve bizzat nişancı tarafından verilip alınırdı. Diğer nâzırlar nişancının makamında teslim alırlardı. Tapu tahrir defterinde yapılacak bir kayıt tashihi için nişancıya yazılacak fermana bizzat sadrâzam pâdişâhın tuğrasını çeker, nişancı da kendisine gelen fermanın köşesine; “Defteri gele” diye yazarak defter eminine gönderirdi. Güzel bir şekilde tasnif edilen milyonlarca vesika ve defter arasından istenilen defteri sür’atli bir şekilde bulup çıkaran defter emîni de, defterhâne kesedarı vasıtasıyla defteri nişancıya yollar, nişancı defter üzerinde gerekli tashîhi yaptıktan sonra oraya fermanı da ekler, defterhâneye gönderirdi. Tâli derecedeki defterlerin başka yerlere gönderilmesi îcâb ettiği durumlarda, sadrâzamın, defter eminine yazdığı buyruldu ile defterhâneden çıkarılarak istenilen yere gönderilir ve defter emîni tarafından tâkib edilirdi. Defter iade edilince ne kadar dışarıda kaldığı deftere kayd edilirdi. Son devirlerde nişancının derecesi düşmesine rağmen kayıtlarda yapılacak tashihler, yine onun kalemiyle yapılırdı. Fakat tımar ve zeamet işlerine, dîvân-ı hümâyûn reisi olan reîs-ül-küttâblar bakardı.
Sefer durumunda lüzumlu defterler de birlikte götürülür, nişancı ve defter emîni merkezde birer vekil bırakarak sefere iştirak ederlerdi. Defter emîni defterleri muhafaza eder, nişancı da gerekli kayıt ve tashihleri yapardı. Devletin her türlü hukukî bilgilerine sâhib olan nişancı hâricinde, hiç kimse pâdişâh dahi olsa eski evraka tashih için dahi hiç bir şekilde bir çizik çizemez veya silemezdi. Nişancı da sadrâzamdan pâdişâh tuğrası çekilmiş ferman almadan kendisi hiç bir işaret koyamazdı. Değişikliğe fermanı da eklerdi. Vesikaların çalınmasında veya tahrif edilmesinde rolü olanlar cezalandırılırdı.
Osmanlı Devleti’nde millî arşivcilik konusunda ileri derecede teşebbüs, devrin mâliye nâzırı olan Safveti Paşa’nın 1845’de Enderûn’daki târihî vesika ve defterleri bir tertibe koyması ile başlamıştır. Günümüz anlayışına uygun arşivcilik 1846’da Hazîne-i evrak dâiresinin kurulmasıyla başlar ve bu da bugünkü Başbakanlık Arşivinin çekirdeğini teşkil eder. Hazîne-i Evrak nezâretinin başına getirilen Hasen Muhsin Efendi’nin kıymetli çalışmalarıyla arşive dâhil vesikaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten 1849 Hazîne-i evrak nizâmnâmesi ile Türk arşivciliği belirli bir düzene girmiştir.
Çalınıp satılan, yakılıp yırtılan, Osmanlılardan ayrılmış olan çeşitli devletlerin elinde kalanların yanında 1930’larda Bulgarlara hurda kâğıt olarak satılan milyonlarca vesîkadan sonra şu anda yüz milyonun üzerinde târihî vesîka bulunduran Başbakanlık Osmanlı Arşivi; yalnız Türkiye’nin değil, Osmanlı Devleti’nin sona ermesinden sonra toprakları üzerinde kurulan devletlerin de ana arşivi durumundadır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi 1943 yılında kurulmuş olup, 1954’de Başbakanlık Merkez Teşkilâtı içine alınmıştır. Ayrıca Topkapı Sarayı, İstanbul müftülüğü, Tapu kadastro müdürlüğü gibi Osmanlı devri belgelerini muhafaza eden başka arşivler de vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Devleti’nin Merkez ve Bahriye Teşkilâtı; sh. 76
 2) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 370
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 67
 4) “Türkiye’de İmparatorluk devirlerinin büyük nüfus ve arazi tahrirleri ve hakana mahsus istatistik defterleri (Ö.L Barkan, İktisat Fak. Mecmuası, cild-2, sayı-1, İstanbul-1941); sh. 21

HASAN RIZA PAŞA


Balkan harbi sırasında Işkodra savunma kumandanlığını yapan Osmanlı paşası. Aslen Kastamonu vilâyetinin Tosya ilçesinden olan Hasan Rızâ, 1871’de doğdu. Bağdâd ve Kastamonu vâliliklerinde bulunan Nâmık Paşa’nın oğludur. İlkokulu ve askerî rüşdiyeyi İstanbul’da, askerî idadiyi Bursa’da okudu. 1889-1892 seneleri arasında Harb okulunda okudu. 1895’de kurmay yüzbaşı olarak Mekteb-i Erkân-ı harbiye-i şahaneden me’zûn oldu. Burada kurmay subaylara ders veren Mahmûd Muhtar Paşa tarafından muavin olarak alıkonuldu. Türk-Yunan harbinde, isteği üzerine Alasonya ordusu Erkân-ı harbiye riyasetine tâyin edildi ve 7 Ekim 1897’de kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu. 21 Ağustos 1898’de binbaşı, 18 Nisan 1899’da kaymakamlığa (yarbaylığa) terfî ettirildi. 1899 yılı Mayıs ayında staj yapmak ve askerî bilgisini geliştirmek üzere Almanya’ya gitti. Almanya’da iken 11 Aralık 1901’de rütbesi miralaylığa yükseltildi. Alman ordusunda dört yıl vazife yaptıktan sonra İstanbul’a döndü. 8 Nisan 1903 târihinde Erkân-ı harbiye-i umûmiyye’de vazîfe aldı. Aynı sene içinde mirlivalığa terfî etti. 31 Ocak 1904’de Mekteb-i Erkân-ı harbiye-i Şâhâne’de tabiye uygulaması vazîfeleri muallimliğine tâyin edildi. 12 Eylül 1904’de yüksek askerî teftiş kurulu âzâlığına getirildi. 10 Aralık 1906’da ferikliğe (korgeneralliğe) terfî etti.
İkinci Meşrûtiyet’in îlânından sonra Edirne’de ikinci orduya mensub yirminci nizamiye fırkası komutanlığına getirildi. 26 Eylül’de aynı ordunun erkân-ı harbiyesine nakl edildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han’ı tahttan indirdikten sonra iktidâra gelen İttihâd ve Terakkînin orduyu gençleştirme ve modernleştirme adı altında devletine, milletine ve dînine bağlı subayları ordudan tasfiye ettiği sırada rütbesi kaymakamlığa (yarbaylığa) indirildi. 4 Ekim 1909’da Erkân-ı harbiye-i Umûmiyye üçüncü şubesinde vazifelendirildi. 21 Mart 1910’da yeniden miralaylığa yükselerek 6. ordu erkân-ı harbiyesine tâyin oldu. Adı geçen ordunun kumandanı Nâzım Paşa ile beraber Bağdâd’a gitti. 22 Haziran 1910’da Bağdâd’daki 11. nizamiye fırka kumandanlığına da tâyin edilerek her iki vazîfeyi birlikte yürüttü. Kolordu teşkilâtının kabulü üzerine 6. ordu, 4. ordu müfettişliği ismini alınca, bunun Erkân-ı harbiyesinde bırakıldı. Bu vazîfeden istifa edip, 21 Nisan 1911’de İstanbul’a döndü. 23 Mayıs 1911’de Karadeniz ve Akdeniz boğazlarıyla, Selanik ve İzmir limanlarının tahkimi için kurulan komisyona tâyin edildi.
1911 yılında Malisor ayaklanmasında garb ordusu kumandanlığı ile İşkodra’ya giden birinci ferik Abdullah Paşa’nın erkân-ı harbiyesine tâyin edildiyse de, bu vazîfeden istifa etti, 19 Temmuz 1911 târihinde müstakil 24. İşkodra nizamiye fırka kumandanlığına gönderildi. İşkodra vâlisi Hayri Bey’in vazîfeden alınması üzerine, 27 Mayıs 1912’de İşkodra vâliliği vazifesine de tâyin edildi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Balkan milletleri arasındaki kilise ayrılıklarını, iktidarı boyunca devam ettirdi. Onu tahttan indirip iktidara gelen İttihâd ve Terakkî kiliseler kânununu çıkararak, Balkan milletleri arasındaki kilise anlaşmazlığına son verdi. İttihâd ve Terakkî’nin gafil siyâsetinden faydalanan ve aralarındaki diğer anlaşmazlıkları da gidererek Rusya’nın tahrik ve teşvikleriyle bir araya gelen Balkan milletleri, büyük kabîne denilen Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükümeti zamanında 8 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne karşı harb îlân ettiler. Bütün şiddetiyle başlayan Balkan harbine Osmanlı ordusu iki cepheden girdi. Birincisi Bulgar ordularına karşı Trakya’da çarpışan birinci ferik Abdullah Paşa kumandasındaki Şark cephesi, ikincisi ise, Makedonya ve Arnavutluk’ta bulunan başkumandanı Ali Rızâ Paşa olan Garb cephesi idi. Arnavutluk’ta İşkodra gölünün kenarında ve Drim ırmağının kıyısında bulunan İşkodra’yı da, Hasan Rızâ Bey emrindeki 24. müstakil nizamiye fırkasıyla kahramanca savundu.
Karadağlılar Osmanlı Devleti’ne karşı 8 Ekim 1912’de harb îtân ederek İşkodra gölünün güneyinden sınırı geçtiler. 24. müstakil İşkodra fırkası kumandanı miralay Hasan Rızâ Bey, müstahkem mevki kumandanlığını da eline aldı. Karadağ ordusu; kuzey, merkez ve güney olmak üzere üç yığınak grubuyla taarruza başladı. Hasan Rızâ Bey, idaresindeki fırka ile çok zahmet çekerek düşman taarruzlarını önledi. Bu sırada bazı askerler terhis isteğiyle ayaklandılar. Hasan Rızâ Bey bu askerlere nasîhat ettiyse de netice alamadı. Bu askerlerin bir kısmı, vaktiyle İstanbul’da 31 Mart vak’asına iştirak edenlerdendi. Bu ayaklanma bâzı taşkınlıklarla bir hafta kadar devam etti. Çaresiz kalınınca silâh ve teçhizatları alınarak terhis tezkereleri hazırlanıp verildi. Memleketlerine dönmek üzere ayrılan askerler kısa bir müddet sonra tekrar geri döndüler. Osmanlı askerinin böyle olduğu bir sırada taarruzlarını kuvvetlendiren Karadağlılar ilerlediler. Taşlıca, Akova ve Gosina’yı işgal ettiler. Berena’yı kuşattılar. 15-16 Ekim 1912 gecesi Tergovişte istikâmetine bir çıkış taarruzu yapan Osmanlı birlikleri kuşatmadan kurtuldular. Bu suretle burası da Karadağlıların eline geçti. Bu çıkış taarruzunu yapan Osmanlı kuvvetleri Tergovişte’de toplandılar. Akova ve Berena’yı ele geçiren Karadağlılar, Akova’nın korunması için oranın hıristiyan halkını silâhlandırıp, Plava ve Gosina’ya taarruz ettiler. Nizamiye dışındaki Osmanlı kuvvetleri 21 Ekim 1912’de kaçtılar. Nizamiye taburları da dağınık bir hâlde Yakova’ya çekildiler. Karşı taarruz için İpek bölgesindeki kuvvetler az olduğundan, Yakova’daki Prizren redif fırkasından takviye kuvvetler gönderildiyse de zamanında yetişemediler. Bâzı taarruzlarda bulunulduysa da başarı elde edilemedi. Sırplar, Karadağlılar ve Yunanlıların taarruzları netîcesinde bütün Rumeli hemen hemen elden çıktı. Yalnız İşkodra’da Hasan Rızâ Bey, bir türlü düşmana teslim olmayıp, kendisine verilen vazifeyi canı pahasına yürüttü. İşkodra savunmasındaki hizmetine mükâfat olarak mirlivalığa yükseltilmesi için pâdişâh İrâdesi çıktı. Ne yazık ki terfiinden haberi olamadı.
Hasan Rızâ Paşa Arnavudları, Karadağlılar ve Sırplar aleyhinde ayaklandırmak için gayret sarf etti. Katolik papazlar ve Arnavud ileri gelenlerine Slavlar kazanırlarsa Arnavutluk için doğacak tehlikeleri anlattı. Osmanlı Devleti’nin bundan sonraki bütün fedâkârlığı Arnavudların lehine yapacağını vâdetti. Katoliklerin başında bulunan papazlar da bu konuda çalışmaya yöneldiler, İşkodra başpiskoposu işe bir resmiyet vermek suretiyle başlamak için Arnavutluk nâmına Hasan Rızâ Paşa’dan te’mînât istedi. Hasan Rızâ Paşa, Arnavudlarla yapılacak andlaşmanın ayrıntılarını papazlarla görüşmek üzere Es’ad Paşa’nın evine giderken, 30 Ocak 1913 günü akşamı tertiplenen bir sûikasd neticesinde silâhlı üç kişi tarafından vurularak şehîd edildi. Bu sûikasd, sultan İkinci Abdülhamîd Han’a hal’ini tebliğ edenler arasında bulunarak velinimetine hıyanet eden Es’ad Paşa Toptanî adındaki eski Drac meb’ûsu Arnavud tarafından tertiplenmişti. Hasan Rızâ Paşa’nın vefâtından sonra da İşkodra savunması devam etti. Fakat İşkodra’da kumandayı ele alan Es’ad Paşa, derhâl Karadağ ordusuyla gizlice haberleşerek İşkodrayı düşmana teslim etti.
Kahraman ve cesur bir asker olan Hasan Rızâ Paşa, gayet ciddî ve sert bir kimseydi. Husûsî hayâtında latifeyi seven ve teklifsizce konuşan Paşa, vazifeyle ilgili konularda derhâl sesini ve tavrını değiştirirdi. Verdiği emirleri tâkib eder, gevşeklikleri affetmezdi, Açık sözlü bir kimse olup, birisi hakkında bildiğini yüzüne söylemekten çekinmezdi. Emrindeki birliklerin eğitimlerine ve bütün işlerine bizzat nezâret ederdi. En tehlikeli vazifeye en sevdiği kimseleri me’mur ederdi. Üstüne aldığı vazifeyi nâmûs mes’elesi addeder ve tam manâsıyla yerine getirmeye çalışırdı. Üst ve âmirlerine, kânun ve nizâmlara çok saygılı idi. Ordunun politikayla uğraşmasına karşıydı. Silâhlı kuvvetleri politikaya soktuğu için İttihâd ve Terakkî’yi tenkîd ederdi. Pâdişâha ve hükümete karşı olan ve kendi saflarında yer almasını isteyen kimselere karşı; “Ben bu hükümetin vâliliğini ve kumandanlığını kabul ettim. Bunun için ahd ettim ve yemin ettim. Verdiğim söze ters hareket etmek benim için nâmussuzlukdur. Ben vâli ve kumandan iken hükümet aleyhine en ufak bir teşebbüsü bile hoşgörü ile karşılamam, azamî şiddetle hareket ederim” derdi. Emrindeki subay ve erlerin itimâdını kazanmıştı. Kesin kararlı olup emirleri kat’î idi. Hatâsını anladığı konuda ısrar etmeyen, fazilet sahibi bir komutandı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) İşkodra Savunması ve Hasan Rızâ Paşa (Genel Kurmay Askerî Târih ve Stratejik Etüd Başkanlığı, Ankara-1987)
 2) 1912-1913 Balkan Harbi’nde İşkodra Müdâfaası (A. Gürman, N. Kocaman, İstanbul-1933)

15 Nisan 2015 Çarşamba

ANADOLU HİSARI

İstanbul Boğazı’nın en dar yerinde Anadolu sahilindeki hisar. Yıldırım Bâyezîd Han tarafından yaptırılmıştır. İnşâ târininin 1391 veya 1399 olduğu tahmin edilmektedir. Boğazın Anadolu kıyısında Göksu deresinin denize döküldüğü yerde dere ile deniz arasında kireç ve şist katmanlarından meydana gelen tepe üzerindedir. Eski kaynaklarda bu hisar; Güzelhisar, Güzelcehisar, Yenihisar, Yenicehisar, Akhisar isimleriyle zikredilmektedir.
Bizans’ın Karadeniz yoluyla yardım almasına mâni olmak maksadıyla inşâ edilen Anadolu Hisarı; asıl kale, iç kale ve üç kuleden meydana gelir. Asıl kale, dikdörtgen bir plân üzerine yükselen bir kuledir. Kule, üzeri toprakla örtülü yüksekçe bir kayanın üzerine oturtulmuştur. Dört katlı olan bu kuleye bugün güney batıda bulunan bir kapıdan girilmektedir. Kulelerin alt katlarının kapısı yoktur. Kuleye, birinci kat hizasından kaleyi iç kaleye bağlayan bir asma köprüden geçilir. Alt kata ise batı duvarının içine yapılmış olan bir merdivenle inilir. İkinci kata kuzey duvar içine yerleştirilmiş olan bir merdivenle çıkılır.
İç kale duvarları iki-üç metre kalınlığında asıl kuleyi kuzeybatı ve kuzeydoğudan çevreler. Üzerinde dört kule vardır. İç kale duvarının kapısı, kuzeydoğudaki kulenin kuzeyindedir. Kaleye açılan giriş yolları, düşman kuvvetlerinin hareketine engel olacak tarzda yapılmıştır. İç kale duvarını aşan düşmanın, asıl kaleye varabilmesi için, iç kale duvarının güneyindeki merdivenden çıkarak, doğudaki duvarın kuzey ucuna yakın asma köprüden geçmesi gerekir. Fakat düşmanın kaleye hücum ettiği bu zaman içinde asma köprü kaldırılmış olurdu. Düşman askerlerinin hücumları böylece başarısız bırakılırdı. Güneydeki merdiven ve buradan asma köprüye ulaşan yol, asıl kalede bulunan askerlerin rahatlıkla ok atarak düşmanı kıracakları bir tarzda yapılmıştı. Stratejik bakımdan yeri ustalıkla seçilen kapıyı, batıdan gelen düşmanın görmesi imkânsızdı.
Dış kale surları, çok kemerli ve çokgendir. İç kale surları ile güneydoğu ve kuzeybatıdan birleşir; üzerindeki üç kule ile korunur. Surların güneyindeki bazı kısımlar bugün yıkılmış hâldedir. Kuleler ise, bedeninde mazgallar bulunan duvarlar üzerinde; kuzeyde, kuzeybatıda, batıda silindir biçiminde çevreye ve yollara hâkim yapılardır.
Osmanlı târihinde önemli bir yeri olan Anadolu Hisarı’nı yaptıran Yıldırım Bâyezîd Han, inşâatı tamamlatılınca, Bizans imparatoruna bir elçi göndererek İstanbul’un anahtarlarını istedi. Neticede imparator bir andlaşma yapmak zorunda kaldı. Beş sene cizye vermeyi, Galata semtinde bulunan müslümanların orada bir mescid yapmalarını ve Galata’ya bir kâdı gönderilmesini kabul etti.
Yıldırım Bâyezîd Han, Ankara savaşında mağlûb olunca, oğlu Süleymân Çelebi bir süre burada saklanmıştır. Sultan İkinci Murâd Han devrinde, haçlı ve Macar ordusunu durdurmak üzere yola çıkan ordunun, Rumeli’ye geçmesinde bu hisardan faydalanılmıştır. Sultan İkinci Murâd Han Yalova yoluyla buraya gelmiş, Çandarlı Halîl Paşa da karşı kıyıdan top ateşiyle pâdişâhı korumuş, Papalık ve Venedik donanmasına rağmen rahatlıkla karşı kıyıya geçilmiştir. İstanbul’un fethinden önce Rumeli Hisarı inşâ edilmeden bu kale tahkîm edilmiş, böylece İki hisar ile boğaz kontrol altında bulundurulmuştur. 1452’de sultan İkinci Mehmed tarafından yapılan değişiklikler, Anadolu Hisarı’nın mukavemetini son derece arttırmıştır. Böylece, daha önceleri müdâfaa maksadıyla yapılan kale, boğazın transit nakliyatını men ettiği gibi, taarruz vâsıtası hâline de gelmiştir. Fâtih Sultan Mehmed Han, buraya sultan mahfili bulunan bir câmi yaptırmıştır. Hisar civarına önce askerler, daha sonra da sivil halk iskân edilmeye başlandı. Kalede, hepsi Kocaeli sancağından olmak üzere 200 asker vardı. Barut depoları, deniz kenarında bulunurdu.
İstanbul’un fethinden sonra, şehre Karadeniz’den gelecek saldırıları karşılamak için de kullanılan Anadolu Hisarı, Karadeniz’in tamamen Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine geçmesinden sonra (16. asır) ehemmiyetini kaybetti. Ancak on yedinci ve on sekizinci asırlarda kara Kazakların Boğaz’a kadar uzayan akınlarının karşılanmasında Anadolu Hisarı’ndan faydalanılmıştır. Daha sonra hisar ehemmiyetini iyice kaybetmiş, duvarına dayanmış ahşap evler ile romantik bir hâl almıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Rehber Ansiklopedisi; cild-1, sh. 266
 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-1, sh. 349
 3) Tâc-üt-tevârih (İstanbul-1279) cild-1, sh. 148
 4) Sahâif-ül-ahbâr (Müneccimbaşı. İstanbul-1285); sh. 310

12 Nisan 2015 Pazar

İHTİSAB




İslâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle, sosyal huzuru sağlamak için yapılan iş; Emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker. Bu vazîfe, müslümanların bir kısmının yapmasıyla diğerleri üzerinden sakıt olduğu için İslâm devletlerinde hükümdarlar bu işle vazifeli me’murlar tâyin etmişlerdir. Osmanlılardan önceki İslâm devletlerinde bu vazifeye hisbe ve bunu yapan me’mura da muhtesib; Osmanlılarda ise bu işe ihtisâb, vazifelisine de ihtisâb ağası ve muhtesib denilmiştir.
İyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek gayesiyle kurulan bu müesseselerin başında bulunan muhtesib, dînin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. İslâm ülkesinde müslümanların Cuma namazında câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemâat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklemeden evlenen kadınlar, yasak mûsikî âleti çalıp âlem yapanlar, velhâsıl İslâm’a muhalif hareket edenler hep muhtesibe hesap vermek mecbûriyetindeydiler.
Muhtesib, devleti temsîlen bu vazifeye getirildiği için geniş bir tâzir (cezalandırma) selâhiyetine de sâhibdi. Okulları teftiş eder, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harb malzemesinin satışını yasaklardı. Çarşıların nizâm ve intizâmını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, dinle alay edenleri takibe, komşu hakkına tecâvüzü önlemeye, zımmîlere âid binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhibdi.
Muhtesip, herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında işlem yapabilmesi için her şeyden önce, yapılan kötü işten haberdâr olması gerekirdi. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya tecessüsle (kişilerin gizli hâllerini araştırmakla), rastgele kimselerin lafları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Kendisi veya kendisine yardımcı me’murların şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı.
Münkerin işlendiği sabit olduktan sonra, hatâyı bilmeden işlemiş olma ihtimâli olduğu için ilk önce münâsib bir şekilde, o işin kötülüğünü münkeri işleyene anlatırdı. Allahü teâlâdan korkmak lâzım olduğunu söyler, nasîhat ederdi. Tatlı sözden anlamaz, verilen nasîhatla alay etmeye kalkışan olursa, dil ile ta’zîr eder, “Günahkâr, ahmak, câhil, Allah’tan korkmaz” gibi sözler söyleyerek azarlardı.
Azarlamak da fayda vermezse, elle müdâhale ederdi, içkiyi döker, ipek elbiseyi çıkarır, oyun âletini kırar, gasb edilmiş araziden çıkarır, bunları yapmak için de herhangi bir yerden izin alması gerekmezdi. Duruma göre dövmekle veya başka bir ceza ile tehdîd eder, bütün bunlar fayda vermez ve kişi hâlâ münkerde (kötülükte) ısrar ederse döverdi. Münkeri işleyen; muhtesibe karşı koyar, onu ta’zîr eder, saldırırsa; son çâre olarak silâh kullandığı da olurdu.
Muhtesibde bâzı şartlar aranırdı. Her şeyden önce ihtisâb işini üstlenecek kişi yâni muhtesib; müslüman ve mü’min olmalıydı. Zîra emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker, dînî bir hizmettir. Muhtesiblik kişilere bir yetki ve hâkimiyet tanıdığından dînin aslını inkâr eden ve müslüman olmayan kişiler bu vazifeye tâyin edilmez, böylece müslümanların şerefi gözetilirdi.
Vazifelerinden bir kısmı, ânında müdâhaleyi gerektirecek cinsten olan muhtesibin, bütün bu işleri yaparken bilgi ve kudret gibi iki melekeye sâhib olması lâzımdı. İnsanların başka müdâhaleye lüzum kalmadan, kendiliklerinden münkeri (kötülüğü) terk etmeleri için, muhtesib tâyin edilecek kişilerin akıllı, zekî, ilim sahibi, yüzü nurlu, heybetli ve vakar sahibi kimselerden seçilmeleri gerekirdi.
Erkek ve mükellef olmalıdır. Buluğ çağına gelmemiş, âkil-bâliğ olmamış bir çocuğun emir ve yasaklara riâyet etmesi, gerekli ikazlarda bulunması caiz olmakla beraber henüz bunlardan sorumlu değildir. Üstelik bil-fiil men etmek ve meşru olmayan bir şeyi ortadan kaldırmak, devlet otoritesini temsil eden me’murun yapabileceği bir iş olduğundan bu vazîfe çocuğa verilemezdi.
Muhtesibin sâdece dînî emir ve yasakların yanında me’muriyetini ilgilendiren iktisadî konuları da bilmesi şarttı. İlmiyle âmil olan muhtesibin bildiği şeyleri öncelikle kendi nefsine tatbik etmesi çok önemliydi. Aksi hâlde yâni kendi bildiği ile amel etmeden başkasının amel etmesini istemesi, cemiyet üzerinde menfî te’sirlerin meydana gelmesine sebeb olurdu. Her fiil ve sözünde Allahü teâlânın rızâsını gözetmeli, riya ve gösteriş gibi başkasına yaranmaya sebeb olacak kötü huylardan uzak bulunmalıydı.
Muhtesib, verâ ve takva sahibi olmalıydı. Çünkü bildikleri ile amel etme önemli ölçüde buna bağlıdır. Ancak böyle bir özelliğe sâhib olan kimseler vazifelerini kötüye kullanmazlar. Bâzı kişilerin kötülüklerinden men edilmesine ilim ve takva kâfî gelmeyebileceğinden, böyle durumlarda yavaş ve yumuşak davranmak gerekir, bunun için güzel ahlâka da sâhib olması lâzımdı.
Osmanlı Devleti’nde muhtesiblik yüksek bir makam kabul ediliyordu. Her ne kadar bu makam, devlet teşkilâtında uygulanan iltizâm usûlünden dolayı bir çeşit satın alınan bir hizmet görünümünde ise de, mâlî imkân bakımından bu makamı satın alabilecek kudrete sâhib herkese verilmiyordu. Zîrâ bu muhtesiblik (ihtisâb ağalığı) bir kişiye verilirken; “İhtisâb ağası olan kimesne meçhulü’l-hâl (huyu, yaşayışı, inancı bilinmeyen) kimesne olmayıp, hüsn-i hâl ile ma’rûf (iyi özellikler, iyi halleriyle tanınmış) ve istikâmet ile mevsûf (doğrulukla vasıflanmış) bir kimesne ola” perensibinden hareket ediliyordu. Bu sebeple de ancak istenilen vasıflara hâiz olanlara bu görev veriliyordu.
Osmanlı idarî teşkilâtında pek çok me’mûriyet hizmetinde olduğu gibi ihtisâbda da vazîfe süresi prensip olarak bir seneydi. Bu şekilde bir kişi aynı işde uzun süre tutulmayarak sûistimâllerin önüne geçilirdi. İltizâm usûlü ve bir sene müddetle ihale olunan bu vazife karşılığında, tâlib olandan bedel-i mukâtaa adıyla bir meblağ alınarak eline bir berât verilirdi.
Osmanlı devlet teşkilâtının geniş kadrosu içinde yer alan ve hemen hemen bütün müslüman devletlerde muhtesib diye isimlendirilen bu görevliyi Osmanlılar da genellikle aynı şekilde isimlendirdiler. Bununla beraber bâzan ihtisâb emîni bâzan da ihtisâb ağası diye isimlendirildiği oldu. 1826 senesinde ihtisâb nezâretinin kurulmasından sonra ise ünvân olarak, ihtisâb nâzırı kullanıldı.
Osmanlılarda İhtisâb vazifesini yapmakla ilk defa kimin ve ne zaman tâyin edildiği bilinmemekle beraber, Âşıkpaşa Târihî’nde bildirildiğine göre; ilk uygulama Osman Gâzi’nin; “Her kim pazara bir yük getire, sata iki akçe virsün ve satmazsa hiç birşey virmesün” emriyle başlamıştır. Kenz-ül-Küberâ’daki kayda göre ise Germiyan ve Osmanoğullarında muhtesibe mühim yer verilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethinden sonra ise şehrin, ticarî, iktisâdi ve buna paralel olarak içtimaî nizâmını sağlamak ve diğer hizmetleri görmek üzere tâyin ettiği hâkimlerden sekizincisi ihtisâb ağasıydı iktisadî hayattaki vazifeleri ise bir kanunnâme ile şöyle belirtilmişti: “Bütün san’at ehline hükmedip ta’zîr ve cezalandırma, alış-verişde hîle edenleri tekdir ve tenbihe me’mûr...” Bu şekilde kâdısı bulunan şehir ve kasabaya, kâdıya bağlı olarak bir de muhtesib tâyin edilmiş, Osmanlı cemiyet hayâtında şehir yaşayışını sağlam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak için tedbirler alınmıştı. Bunun yanında zarûrî günlük ihtiyâç maddelerinin halkın eline uygun ve ucuz bir şekilde geçmesini sağlamak için esnaf ve diğer ticâret erbabı kontrol altında tutulmuştu. Geniş yetki ve selâhiyetlere sahip bulunan muhtesib, bütün bu vazifeleri tek başına yerine getiremezdi. Onun için muhtesibler ilk zamanlardan itibaren kendilerine bağlı olarak çalışan bir takım yardımcılar kullandılar. Değişik mesleklere mensup kimseler arasından seçilen bu yardımcılara arif, emîn, gulâm, avn ve haberci gibi isimler veriliyordu. Bunların seçimi de bizzat muhtesib tarafından yapılıyordu. Yardımcıların vazifelerini ifâda titizlik göstermeleri, hareket ve davranışlarında ölçülü davranmaları gerekiyordu. Aksi hâlde; muhtesib tarafından derhâl vazifelerine son verilirdi.
Şehirler büyüyüp, iktisâdi hayât geliştikçe hüddâm-ı ihtisâb denilen muhtesib yardımcıları da çoğaldı. Bundan dolayı daha önceleri bir veya bir kaç kişi olan yardımcı sayısı şehrin büyüklüğü ölçüsünde gittikçe arttı. Özellikle yeni yeni ortaya çıkan san’at ve meslekler, bu artışlarda mühim rol oynadılar. 1480’lerde Bursa muhtesibi tarafından bezzâzistanda sâdece kumaş ölçücülüğü yapmak için İlyasoğlu Pîrî adında birinin emîn tâyin edildiği görülmektedir.
Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişikliklerin yapıldığı sultan İkinci Mahmûd Han zamanında 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şehir idaresinde bir boşluk doğdu. Bunu gidermek için de daha geniş selâhiyetlerle kontrolü sağlayacak yeni bir idâri sistemin kurulması gerektiğinden, ihtisâb nâzırlığı kurularak, başlangıçta muhtesîb, ihtisâb ağası veya ihtisâb emîni ünvânı ile ihtisâb işine bakan kimse de ihtisâb nâzırı ünvânını aldı. Her türlü inzibatî görevi üstlenen bu teşkilâta, bostancıbaşı, mimarbaşı, hamam ve hamallar yazıcısı gibi vazifelilerle, mahallelerin nüfûs kayıt ve yoklamasını yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imâmları yardımcı görevli kabul edildi.
1845’de şurta (polis) ve 1846’da zaptiye müşirliği kurulduğundan, ihtisâb nezâretinin bir kısım vazife ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf işine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sınırlanarak başka müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulunduğu durum, bir çok aksaklıkların meydana gelmesine sebeb olunca, bâzı tedbirler alındı. 1854’de yapılan bir resmî tebliğ ile İstanbul Şehremaneti (Belediye) idaresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lağvedildi.
Muhtesibin Görevleri:
Osmanlılarda muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür.
1- Muhtesibin iktisâdi ve içtimaî hayatla ilgili vazifeleri: Muhtesib özellikle esnaf teşkîlâtlarını kontrol eder, mahallî pazarların organizasyonu ile meşgul olurdu. Kâdı veya dîvân tarafından tesbit edilmiş bulunan fiyatların uygulanıp uygulanmadığını kontrol, satış mahallerini teftiş eder, lonca âzalarının tâbi olduğu ve ihtisâb rüsumu denilen vergilerin satıcı ve san’atkârlardan toplanıp toplanmadığını da kontrol edip esnafa nezâret ederdi.
Herhangi bir mesleğe intisâb edip dükkan açmak, öncelikle muhtesibin iznine bağlıydı. İhtisâb ağası, her türlü esnaf ve san’atkârın, kethüda ve yiğitbaşıları vasıtasıyla kefillerini tesbit ederek isim ve eşkâllerini deftere yazar, ondan sonra çalışma izni verirdi. İstanbul’a dışardan gelip esnaflık yapmak isteyenlere ise izin vermezdi.
Emrindeki kol oğlanları vasıtasıyla vergi toplardı. Bu vergilerin bir kısmı san’atkâr ve tüccarlardan bir kısmı da tüketilen ve ihraç edilen bütün mallar üzerinden alınmaktaydı. Bunlar; günlük ihtiyâç maddesi satan dükkan sahiplerinden alınan yevmiye-i dekâkîn vergisi, üretimi yapılan kumaş, nal, bakır, tepsi, mücevherat vb. emtiadan kalite kontrolü yapılıp damgalandıktan sonra alınan damga vergisi; şehir pazarlarındaki alım-satımlardan alınan bâc-ı bazâr vergisi, gıda maddesi, saman, odun, odun kömürü, inşâat kerestesi, tuğla, küp, hasır, yem, taş, demir vb. emtiayı getirip limanlara boşaltan ve liman hizmetlerinden faydalanan gemilerden alınan gemi ihtisâbiyesi vergisi; lonca azaları ile sebze, peynir, yoğurt, turşu, pasta, şekerleme, pastırmacılardan vb. senede bir veya iki defa kabala olarak alınan resm-i bitirme vergisi ve cerîme, bâyiiyye (pazar yerlerine gönderilen madde ve eşyadan gümrük ihtisâb resminden başka olarak alınan resim), evlenme, kapı hakkı, hakk-ı kapan, kışlak, hakk-ı dümen ve mîzân gibi vergiler alınırdı.
Muhtesib aynı zamanda değişik isimler altında topladığı bu vergilerin büyük bir kısmını, hazîne adına hak sahibi kimselere (savaşta yaralanmış asker, şehîd yetimlerine vb.) bir nevi emekli maaşı olarak veriyor, bir kısmını da emrinde çalışanlar ile diğer masraflara harcıyordu.
İstanbul’dan kara ve deniz yoluyla taşraya gidenler nüvvâbdan olursa, kazasker tezkirecilerinden, esnafdan iseler kethüdalarından, diğerleri mahalle imâmlarından, gayr-i müslimler de patrikhânelerinden; isim, şöhret ve eşkâllerini belirten, ayrıca kefaleti bildiren mühürlü bir ilmühaber alıp, İstanbul mahkemesine ibraz edip, oradan tezkire almak zorundaydılar. Taşradan İstanbul’a yâhud başka bir yere gideceklerin mahallî nâiblerden tezkire almaları gerekiyordu. Muhtesibler böylece şehirlere gelip gidenleri bu tezkireler vasıtasıyla sıkı bir tâkib altında tutarak, hem asayişin korunmasını sağlıyorlar, hem de isteyen herkesin köyleri terkedip şehre, şehri terkedip, köylere yerleşmelerini önleyerek, vergi ve zirâatin aksamamasını sağlıyorlardı, özellikle, güzelliği dillere destan olan İstanbul’a, Anadolu ve Rumeli’den esas mesleklerini ve zirâati bırakıp gelenlerin ve işsiz güçsüz takımının gelip yerleşmemesi için mahallelerde arada sırada yoklamalar yapılır, muntazam tutulan nüfus defterlerinde olmayanlar geldikleri yere gönderilirlerdi.
Osmanlı Devleti’nde cemiyetin sosyal sınıflarını tesbite ve onları tanımaya yarayan bir kıyâfetler kanunu vardı. Bu sistem sayesinde toplumda disiplin sağlandığı gibi, fiyatların başıboş bir şekilde yükselmesi de önleniyordu. Bu yüzden herkes kendi sınıfı için tahsis edilip belirlenen kıyafetlerinden başkasını giyemezdi. Bilhassa farklı dinlerden olanların kendileri için tesbit edilen özel kıyafetlerden başka bir şekilde giyinmemeleri, kolaylıkla tanınmalarına sebeb olduğu için önem taşıyordu. Özellikle yahûdî ve hıristiyanların müslümanlara âid kıyafetlerle dolaşmaları yasak olduğundan, muhtesiblerin bu uygulamayı devamlı kontrol etmeleri gerekiyordu.
Bunların yanında inhisârları (tekelleri) kırmak, herkesin üreticiden mal alıp fahiş fiyatlarla satmamaları için, üreticiden mal almaya izin belgesi olan ruhsat tezkiresini vermek, dışarıdan askere yazılmak için gelen, fakat yaşları küçük olduğundan mümkün olmayan çocukları esnaf yanına çıraklığa yerleştirmek, ihtiyâç duyulan yerlere bölgesinden zahîre göndermek, posta hizmetlerini görmek, hekim ve hastaların durumları ile yakından ilgilenerek yol ve sokak kaldırımlarını tamir etmek, evlenen gayr-i müslimlerden resm-i ruhsatiyye vergisi almak, bahçe-i âmire mahsûlünün satılması için yapılan dükkanların kirasını almak gibi görevleri vardı.
2- Muhtesibin dînî hayatla ilgili vazîfeleri: Büyük ölçüde iktisadî hayatla ilgili bulunmasına rağmen, muhtesib, aynı zamanda dînî vazifeleri de olan bir yetkiliydi. Bu yönüyle o, meşru olmayan, dînin kötü ve çirkin kabul ettiği her türlü davranışa karşı derhâl harekete geçmek zorundaydı. Ahlâkın bozulmamasını sağlamak, umûmî yerlerde din ve geleneklere uygun olmayan davranışlara meydan vermemek gibi vazîfelerle mükellefti. Muhtesibler, namazın şartlarını yerine getirmeyen imâmları kontrol edip vazîfeden alır ve cemâate devam etmeyenleri uyarırlardı. İçki kullananları, talih oyunları ile uğraşanları, fuhşiyatla iştigâl edenleri hesaba çekerlerdi. Bilhassa dînî yönde müslümanları rencide edebilecek davranışlara manî olmak muhtesibin vazifeleri arasındaydı. Hattâ standartlara uygun mezar kazmayanlar ile mezarlıklarda hayvan otlatanlar bile muhtesib tarafından sorguya çekilip cezalandırılırlardı.
3- Adlî vazifeleri: Muhtesib, Osmanlı adaleti mekanizmasında kâdının yetkisi dâhilinde iş gören bir görevliydi. Kapalı veya açık bütün pazarları devamlı kontrol eder, ihtisâb nizâmına aykırı hareketini gördüğü kişileri kusurlarının ağırlığı derecesinde cezalandırırdı. Bu cezalar falakaya yatırıp dövmek, değnek ve falakadan ziyâde terbiye edilmesi gerekenleri habse göndermek, sürgüne gönderilmesi gerekli ise bâb-ı âlî’ye bildirmek şeklinde özetlenebilir. Özellikle falakaya yatırıp döğme cezası suçun işlendiğinin tesbit edildiği anda, sıcağı sıcağına halkın içinde gerçekleştirilir, dövülenin nefsine çok ağır geldiği için çok te’sirli olurdu. Muhtesib bundan başka, bilhassa yalancı şâhidlik edenleri cezalandırır, borçlarını zamanında ödemeyenlerden icra yoluyla borcun tahsilini bizzat uygulardı.
Muhtesib cezaları uygularken, kendi veya me’murları tarafından görülmüş ve açık ve sarîh dâvalara baktığından şâhid ve delîle gerek duymaz, rahat hareket edebilirdi.

FAZLA YÜK VURMAYALAR!..

Muhtesip Mehmed Çavuş’un müracaatı üzerine sultan üçüncü Murâd Han’ın verdiği ferman:
“İstanbul kâdısına hüküm ki, şu anda İstanbul muhtesibi olan Mehmed Çavuş mektup gönderip şehir içinde at hamallarının; zayıf, kemikleri çıkmış, sakat ve nalsız, semerleri harap beygir ve katırlarına takâtlerinden fazla yük vurdukları, hayvancıkların yıkılıp helak olduğunu haber vermiştir. Adı geçen hamallar taifesinin hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara tahammülünden fazla yük vurmayıp, hayvanlarını katar hâlinde yularlarından çekerek yola çıkmaları için hamallara ve kethüdalarına tenbîh olunması hakkında emr-i şerifimi istemektedir. Bu hususta buyurdum ki: Emrim sana ulaşınca, adı geçen hamal taifesini kethüdaları ile birlikte toplayıp, cümlesine tenbîh ve te’kit eyleyesin ki, bundan sonra hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara taşıyabileceğinden fazla yük vurmayıp ve yük ile yolda giderken hayvanlar birden çok ise birbirine katarlayıp kendileri sürüp arkalarından yürümeyeler.
Ve eskiden beri İstanbul’da her iskelenin hamallarına yük alıp gittikleri mahallerin mesafesine göre hamallık akçesi tâyin olunmuş iken, şimdi onu yeterli bulmayıp iki-üç mertebe fazla akçe alırlarmış. İmdi bu hususa da tam bir ihtimamla mukayyed olup teşbih edesin ki, önceden tâyin olunan hamallıktan fazla bir akçe almayıp, eski âdet üzere semtine göre ücret aldırasın.
Şöyle ki, tenbihden sonra bu emr-i şerifime aykırı işler zuhur ettiği takdirde her kim olursa olsun doğruluğunu anladıktan sonra ismiyle yazıp arz eyleyesin ki, diğerlerine ibret olması için haklarından geline. Amma ücretin az alınması emredildi diye yük almak istemeyenleri de yola getirip mâni olasın. Ve bu bahane ile hamallar kethüdası veya diğer hamal temsilcilerinden para istemek ve tâkib garazi ile hamallığı bırakmalarına da meydan vermeyesin.
Bu emr-i şerifim mucibince amel eden hamallara hiç kimse müdâhale eylemeye ve hükm-i şerifimin suretini ayni ile sicill-i mahfuza kayd eyleyesin ki. mazmûn-ı hümâyûn ile amel oluna deyû hüküm yazılmıştır. Rebîülâhir 995 (Mart 1587).”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mevzûât-ül-ulûm (Tasköprülüzâde); cild-2, sh. 1188
 2) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-6, sh. 108
 3) Gunyet-üt-tâlibîn (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânı, İstanbul-1981); sh. 79
 4) Miftâh-us-Seâde; cild-3, sh. 301
 5) Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi (Yrd. Doç. Dr. Ziyâ Kazıcı, İstanbul-1987)
 6) XIX. Yüzyılın ilk Yarısında Ankara (Dr. Rıfat Özdemir, KTB); sh. 202
 7) Târih Deyimleri ve Terimleri; cild-2, sh. 40
 8) Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayâtı (Ahmed Refik. KTB); sh. 99
 9) Şeyfoğlu Kenz-üt-küberâ (Kemâl Yavuz); sh. 125