12 Nisan 2015 Pazar

İHTİSAB




İslâm cemiyetinde iyilikleri emretmek ve kötülüklerden vazgeçirmek suretiyle, sosyal huzuru sağlamak için yapılan iş; Emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker. Bu vazîfe, müslümanların bir kısmının yapmasıyla diğerleri üzerinden sakıt olduğu için İslâm devletlerinde hükümdarlar bu işle vazifeli me’murlar tâyin etmişlerdir. Osmanlılardan önceki İslâm devletlerinde bu vazifeye hisbe ve bunu yapan me’mura da muhtesib; Osmanlılarda ise bu işe ihtisâb, vazifelisine de ihtisâb ağası ve muhtesib denilmiştir.
İyilikleri emretmek ve kötülüklerden vaz geçirmek gayesiyle kurulan bu müesseselerin başında bulunan muhtesib, dînin hoş karşılamayıp çirkin gördüğü her türlü kötülüğü (münkeri) ortadan kaldırmaya çalışırdı. İslâm ülkesinde müslümanların Cuma namazında câmiye gitmelerine dikkat eder, sayıları kırkı aşan topluluklarda cemâat teşkilâtının kurulmasını sağlardı. Ramazan ayında alenen oruç yiyenler, içki içip sarhoş olanlar, iddet beklemeden evlenen kadınlar, yasak mûsikî âleti çalıp âlem yapanlar, velhâsıl İslâm’a muhalif hareket edenler hep muhtesibe hesap vermek mecbûriyetindeydiler.
Muhtesib, devleti temsîlen bu vazifeye getirildiği için geniş bir tâzir (cezalandırma) selâhiyetine de sâhibdi. Okulları teftiş eder, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harb malzemesinin satışını yasaklardı. Çarşıların nizâm ve intizâmını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, dinle alay edenleri takibe, komşu hakkına tecâvüzü önlemeye, zımmîlere âid binaların müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhibdi.
Muhtesip, herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında işlem yapabilmesi için her şeyden önce, yapılan kötü işten haberdâr olması gerekirdi. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya tecessüsle (kişilerin gizli hâllerini araştırmakla), rastgele kimselerin lafları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Kendisi veya kendisine yardımcı me’murların şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı.
Münkerin işlendiği sabit olduktan sonra, hatâyı bilmeden işlemiş olma ihtimâli olduğu için ilk önce münâsib bir şekilde, o işin kötülüğünü münkeri işleyene anlatırdı. Allahü teâlâdan korkmak lâzım olduğunu söyler, nasîhat ederdi. Tatlı sözden anlamaz, verilen nasîhatla alay etmeye kalkışan olursa, dil ile ta’zîr eder, “Günahkâr, ahmak, câhil, Allah’tan korkmaz” gibi sözler söyleyerek azarlardı.
Azarlamak da fayda vermezse, elle müdâhale ederdi, içkiyi döker, ipek elbiseyi çıkarır, oyun âletini kırar, gasb edilmiş araziden çıkarır, bunları yapmak için de herhangi bir yerden izin alması gerekmezdi. Duruma göre dövmekle veya başka bir ceza ile tehdîd eder, bütün bunlar fayda vermez ve kişi hâlâ münkerde (kötülükte) ısrar ederse döverdi. Münkeri işleyen; muhtesibe karşı koyar, onu ta’zîr eder, saldırırsa; son çâre olarak silâh kullandığı da olurdu.
Muhtesibde bâzı şartlar aranırdı. Her şeyden önce ihtisâb işini üstlenecek kişi yâni muhtesib; müslüman ve mü’min olmalıydı. Zîra emr-i bil ma’rûf ve nehy-i anil münker, dînî bir hizmettir. Muhtesiblik kişilere bir yetki ve hâkimiyet tanıdığından dînin aslını inkâr eden ve müslüman olmayan kişiler bu vazifeye tâyin edilmez, böylece müslümanların şerefi gözetilirdi.
Vazifelerinden bir kısmı, ânında müdâhaleyi gerektirecek cinsten olan muhtesibin, bütün bu işleri yaparken bilgi ve kudret gibi iki melekeye sâhib olması lâzımdı. İnsanların başka müdâhaleye lüzum kalmadan, kendiliklerinden münkeri (kötülüğü) terk etmeleri için, muhtesib tâyin edilecek kişilerin akıllı, zekî, ilim sahibi, yüzü nurlu, heybetli ve vakar sahibi kimselerden seçilmeleri gerekirdi.
Erkek ve mükellef olmalıdır. Buluğ çağına gelmemiş, âkil-bâliğ olmamış bir çocuğun emir ve yasaklara riâyet etmesi, gerekli ikazlarda bulunması caiz olmakla beraber henüz bunlardan sorumlu değildir. Üstelik bil-fiil men etmek ve meşru olmayan bir şeyi ortadan kaldırmak, devlet otoritesini temsil eden me’murun yapabileceği bir iş olduğundan bu vazîfe çocuğa verilemezdi.
Muhtesibin sâdece dînî emir ve yasakların yanında me’muriyetini ilgilendiren iktisadî konuları da bilmesi şarttı. İlmiyle âmil olan muhtesibin bildiği şeyleri öncelikle kendi nefsine tatbik etmesi çok önemliydi. Aksi hâlde yâni kendi bildiği ile amel etmeden başkasının amel etmesini istemesi, cemiyet üzerinde menfî te’sirlerin meydana gelmesine sebeb olurdu. Her fiil ve sözünde Allahü teâlânın rızâsını gözetmeli, riya ve gösteriş gibi başkasına yaranmaya sebeb olacak kötü huylardan uzak bulunmalıydı.
Muhtesib, verâ ve takva sahibi olmalıydı. Çünkü bildikleri ile amel etme önemli ölçüde buna bağlıdır. Ancak böyle bir özelliğe sâhib olan kimseler vazifelerini kötüye kullanmazlar. Bâzı kişilerin kötülüklerinden men edilmesine ilim ve takva kâfî gelmeyebileceğinden, böyle durumlarda yavaş ve yumuşak davranmak gerekir, bunun için güzel ahlâka da sâhib olması lâzımdı.
Osmanlı Devleti’nde muhtesiblik yüksek bir makam kabul ediliyordu. Her ne kadar bu makam, devlet teşkilâtında uygulanan iltizâm usûlünden dolayı bir çeşit satın alınan bir hizmet görünümünde ise de, mâlî imkân bakımından bu makamı satın alabilecek kudrete sâhib herkese verilmiyordu. Zîrâ bu muhtesiblik (ihtisâb ağalığı) bir kişiye verilirken; “İhtisâb ağası olan kimesne meçhulü’l-hâl (huyu, yaşayışı, inancı bilinmeyen) kimesne olmayıp, hüsn-i hâl ile ma’rûf (iyi özellikler, iyi halleriyle tanınmış) ve istikâmet ile mevsûf (doğrulukla vasıflanmış) bir kimesne ola” perensibinden hareket ediliyordu. Bu sebeple de ancak istenilen vasıflara hâiz olanlara bu görev veriliyordu.
Osmanlı idarî teşkilâtında pek çok me’mûriyet hizmetinde olduğu gibi ihtisâbda da vazîfe süresi prensip olarak bir seneydi. Bu şekilde bir kişi aynı işde uzun süre tutulmayarak sûistimâllerin önüne geçilirdi. İltizâm usûlü ve bir sene müddetle ihale olunan bu vazife karşılığında, tâlib olandan bedel-i mukâtaa adıyla bir meblağ alınarak eline bir berât verilirdi.
Osmanlı devlet teşkilâtının geniş kadrosu içinde yer alan ve hemen hemen bütün müslüman devletlerde muhtesib diye isimlendirilen bu görevliyi Osmanlılar da genellikle aynı şekilde isimlendirdiler. Bununla beraber bâzan ihtisâb emîni bâzan da ihtisâb ağası diye isimlendirildiği oldu. 1826 senesinde ihtisâb nezâretinin kurulmasından sonra ise ünvân olarak, ihtisâb nâzırı kullanıldı.
Osmanlılarda İhtisâb vazifesini yapmakla ilk defa kimin ve ne zaman tâyin edildiği bilinmemekle beraber, Âşıkpaşa Târihî’nde bildirildiğine göre; ilk uygulama Osman Gâzi’nin; “Her kim pazara bir yük getire, sata iki akçe virsün ve satmazsa hiç birşey virmesün” emriyle başlamıştır. Kenz-ül-Küberâ’daki kayda göre ise Germiyan ve Osmanoğullarında muhtesibe mühim yer verilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın İstanbul’u fethinden sonra ise şehrin, ticarî, iktisâdi ve buna paralel olarak içtimaî nizâmını sağlamak ve diğer hizmetleri görmek üzere tâyin ettiği hâkimlerden sekizincisi ihtisâb ağasıydı iktisadî hayattaki vazifeleri ise bir kanunnâme ile şöyle belirtilmişti: “Bütün san’at ehline hükmedip ta’zîr ve cezalandırma, alış-verişde hîle edenleri tekdir ve tenbihe me’mûr...” Bu şekilde kâdısı bulunan şehir ve kasabaya, kâdıya bağlı olarak bir de muhtesib tâyin edilmiş, Osmanlı cemiyet hayâtında şehir yaşayışını sağlam temellere oturtmak ve kurulu sosyal düzeni korumak için tedbirler alınmıştı. Bunun yanında zarûrî günlük ihtiyâç maddelerinin halkın eline uygun ve ucuz bir şekilde geçmesini sağlamak için esnaf ve diğer ticâret erbabı kontrol altında tutulmuştu. Geniş yetki ve selâhiyetlere sahip bulunan muhtesib, bütün bu vazifeleri tek başına yerine getiremezdi. Onun için muhtesibler ilk zamanlardan itibaren kendilerine bağlı olarak çalışan bir takım yardımcılar kullandılar. Değişik mesleklere mensup kimseler arasından seçilen bu yardımcılara arif, emîn, gulâm, avn ve haberci gibi isimler veriliyordu. Bunların seçimi de bizzat muhtesib tarafından yapılıyordu. Yardımcıların vazifelerini ifâda titizlik göstermeleri, hareket ve davranışlarında ölçülü davranmaları gerekiyordu. Aksi hâlde; muhtesib tarafından derhâl vazifelerine son verilirdi.
Şehirler büyüyüp, iktisâdi hayât geliştikçe hüddâm-ı ihtisâb denilen muhtesib yardımcıları da çoğaldı. Bundan dolayı daha önceleri bir veya bir kaç kişi olan yardımcı sayısı şehrin büyüklüğü ölçüsünde gittikçe arttı. Özellikle yeni yeni ortaya çıkan san’at ve meslekler, bu artışlarda mühim rol oynadılar. 1480’lerde Bursa muhtesibi tarafından bezzâzistanda sâdece kumaş ölçücülüğü yapmak için İlyasoğlu Pîrî adında birinin emîn tâyin edildiği görülmektedir.
Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişikliklerin yapıldığı sultan İkinci Mahmûd Han zamanında 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şehir idaresinde bir boşluk doğdu. Bunu gidermek için de daha geniş selâhiyetlerle kontrolü sağlayacak yeni bir idâri sistemin kurulması gerektiğinden, ihtisâb nâzırlığı kurularak, başlangıçta muhtesîb, ihtisâb ağası veya ihtisâb emîni ünvânı ile ihtisâb işine bakan kimse de ihtisâb nâzırı ünvânını aldı. Her türlü inzibatî görevi üstlenen bu teşkilâta, bostancıbaşı, mimarbaşı, hamam ve hamallar yazıcısı gibi vazifelilerle, mahallelerin nüfûs kayıt ve yoklamasını yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imâmları yardımcı görevli kabul edildi.
1845’de şurta (polis) ve 1846’da zaptiye müşirliği kurulduğundan, ihtisâb nezâretinin bir kısım vazife ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf işine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sınırlanarak başka müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulunduğu durum, bir çok aksaklıkların meydana gelmesine sebeb olunca, bâzı tedbirler alındı. 1854’de yapılan bir resmî tebliğ ile İstanbul Şehremaneti (Belediye) idaresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lağvedildi.
Muhtesibin Görevleri:
Osmanlılarda muhtesibin vazifelerini genel olarak üç grupta toplamak mümkündür.
1- Muhtesibin iktisâdi ve içtimaî hayatla ilgili vazifeleri: Muhtesib özellikle esnaf teşkîlâtlarını kontrol eder, mahallî pazarların organizasyonu ile meşgul olurdu. Kâdı veya dîvân tarafından tesbit edilmiş bulunan fiyatların uygulanıp uygulanmadığını kontrol, satış mahallerini teftiş eder, lonca âzalarının tâbi olduğu ve ihtisâb rüsumu denilen vergilerin satıcı ve san’atkârlardan toplanıp toplanmadığını da kontrol edip esnafa nezâret ederdi.
Herhangi bir mesleğe intisâb edip dükkan açmak, öncelikle muhtesibin iznine bağlıydı. İhtisâb ağası, her türlü esnaf ve san’atkârın, kethüda ve yiğitbaşıları vasıtasıyla kefillerini tesbit ederek isim ve eşkâllerini deftere yazar, ondan sonra çalışma izni verirdi. İstanbul’a dışardan gelip esnaflık yapmak isteyenlere ise izin vermezdi.
Emrindeki kol oğlanları vasıtasıyla vergi toplardı. Bu vergilerin bir kısmı san’atkâr ve tüccarlardan bir kısmı da tüketilen ve ihraç edilen bütün mallar üzerinden alınmaktaydı. Bunlar; günlük ihtiyâç maddesi satan dükkan sahiplerinden alınan yevmiye-i dekâkîn vergisi, üretimi yapılan kumaş, nal, bakır, tepsi, mücevherat vb. emtiadan kalite kontrolü yapılıp damgalandıktan sonra alınan damga vergisi; şehir pazarlarındaki alım-satımlardan alınan bâc-ı bazâr vergisi, gıda maddesi, saman, odun, odun kömürü, inşâat kerestesi, tuğla, küp, hasır, yem, taş, demir vb. emtiayı getirip limanlara boşaltan ve liman hizmetlerinden faydalanan gemilerden alınan gemi ihtisâbiyesi vergisi; lonca azaları ile sebze, peynir, yoğurt, turşu, pasta, şekerleme, pastırmacılardan vb. senede bir veya iki defa kabala olarak alınan resm-i bitirme vergisi ve cerîme, bâyiiyye (pazar yerlerine gönderilen madde ve eşyadan gümrük ihtisâb resminden başka olarak alınan resim), evlenme, kapı hakkı, hakk-ı kapan, kışlak, hakk-ı dümen ve mîzân gibi vergiler alınırdı.
Muhtesib aynı zamanda değişik isimler altında topladığı bu vergilerin büyük bir kısmını, hazîne adına hak sahibi kimselere (savaşta yaralanmış asker, şehîd yetimlerine vb.) bir nevi emekli maaşı olarak veriyor, bir kısmını da emrinde çalışanlar ile diğer masraflara harcıyordu.
İstanbul’dan kara ve deniz yoluyla taşraya gidenler nüvvâbdan olursa, kazasker tezkirecilerinden, esnafdan iseler kethüdalarından, diğerleri mahalle imâmlarından, gayr-i müslimler de patrikhânelerinden; isim, şöhret ve eşkâllerini belirten, ayrıca kefaleti bildiren mühürlü bir ilmühaber alıp, İstanbul mahkemesine ibraz edip, oradan tezkire almak zorundaydılar. Taşradan İstanbul’a yâhud başka bir yere gideceklerin mahallî nâiblerden tezkire almaları gerekiyordu. Muhtesibler böylece şehirlere gelip gidenleri bu tezkireler vasıtasıyla sıkı bir tâkib altında tutarak, hem asayişin korunmasını sağlıyorlar, hem de isteyen herkesin köyleri terkedip şehre, şehri terkedip, köylere yerleşmelerini önleyerek, vergi ve zirâatin aksamamasını sağlıyorlardı, özellikle, güzelliği dillere destan olan İstanbul’a, Anadolu ve Rumeli’den esas mesleklerini ve zirâati bırakıp gelenlerin ve işsiz güçsüz takımının gelip yerleşmemesi için mahallelerde arada sırada yoklamalar yapılır, muntazam tutulan nüfus defterlerinde olmayanlar geldikleri yere gönderilirlerdi.
Osmanlı Devleti’nde cemiyetin sosyal sınıflarını tesbite ve onları tanımaya yarayan bir kıyâfetler kanunu vardı. Bu sistem sayesinde toplumda disiplin sağlandığı gibi, fiyatların başıboş bir şekilde yükselmesi de önleniyordu. Bu yüzden herkes kendi sınıfı için tahsis edilip belirlenen kıyafetlerinden başkasını giyemezdi. Bilhassa farklı dinlerden olanların kendileri için tesbit edilen özel kıyafetlerden başka bir şekilde giyinmemeleri, kolaylıkla tanınmalarına sebeb olduğu için önem taşıyordu. Özellikle yahûdî ve hıristiyanların müslümanlara âid kıyafetlerle dolaşmaları yasak olduğundan, muhtesiblerin bu uygulamayı devamlı kontrol etmeleri gerekiyordu.
Bunların yanında inhisârları (tekelleri) kırmak, herkesin üreticiden mal alıp fahiş fiyatlarla satmamaları için, üreticiden mal almaya izin belgesi olan ruhsat tezkiresini vermek, dışarıdan askere yazılmak için gelen, fakat yaşları küçük olduğundan mümkün olmayan çocukları esnaf yanına çıraklığa yerleştirmek, ihtiyâç duyulan yerlere bölgesinden zahîre göndermek, posta hizmetlerini görmek, hekim ve hastaların durumları ile yakından ilgilenerek yol ve sokak kaldırımlarını tamir etmek, evlenen gayr-i müslimlerden resm-i ruhsatiyye vergisi almak, bahçe-i âmire mahsûlünün satılması için yapılan dükkanların kirasını almak gibi görevleri vardı.
2- Muhtesibin dînî hayatla ilgili vazîfeleri: Büyük ölçüde iktisadî hayatla ilgili bulunmasına rağmen, muhtesib, aynı zamanda dînî vazifeleri de olan bir yetkiliydi. Bu yönüyle o, meşru olmayan, dînin kötü ve çirkin kabul ettiği her türlü davranışa karşı derhâl harekete geçmek zorundaydı. Ahlâkın bozulmamasını sağlamak, umûmî yerlerde din ve geleneklere uygun olmayan davranışlara meydan vermemek gibi vazîfelerle mükellefti. Muhtesibler, namazın şartlarını yerine getirmeyen imâmları kontrol edip vazîfeden alır ve cemâate devam etmeyenleri uyarırlardı. İçki kullananları, talih oyunları ile uğraşanları, fuhşiyatla iştigâl edenleri hesaba çekerlerdi. Bilhassa dînî yönde müslümanları rencide edebilecek davranışlara manî olmak muhtesibin vazifeleri arasındaydı. Hattâ standartlara uygun mezar kazmayanlar ile mezarlıklarda hayvan otlatanlar bile muhtesib tarafından sorguya çekilip cezalandırılırlardı.
3- Adlî vazifeleri: Muhtesib, Osmanlı adaleti mekanizmasında kâdının yetkisi dâhilinde iş gören bir görevliydi. Kapalı veya açık bütün pazarları devamlı kontrol eder, ihtisâb nizâmına aykırı hareketini gördüğü kişileri kusurlarının ağırlığı derecesinde cezalandırırdı. Bu cezalar falakaya yatırıp dövmek, değnek ve falakadan ziyâde terbiye edilmesi gerekenleri habse göndermek, sürgüne gönderilmesi gerekli ise bâb-ı âlî’ye bildirmek şeklinde özetlenebilir. Özellikle falakaya yatırıp döğme cezası suçun işlendiğinin tesbit edildiği anda, sıcağı sıcağına halkın içinde gerçekleştirilir, dövülenin nefsine çok ağır geldiği için çok te’sirli olurdu. Muhtesib bundan başka, bilhassa yalancı şâhidlik edenleri cezalandırır, borçlarını zamanında ödemeyenlerden icra yoluyla borcun tahsilini bizzat uygulardı.
Muhtesib cezaları uygularken, kendi veya me’murları tarafından görülmüş ve açık ve sarîh dâvalara baktığından şâhid ve delîle gerek duymaz, rahat hareket edebilirdi.

FAZLA YÜK VURMAYALAR!..

Muhtesip Mehmed Çavuş’un müracaatı üzerine sultan üçüncü Murâd Han’ın verdiği ferman:
“İstanbul kâdısına hüküm ki, şu anda İstanbul muhtesibi olan Mehmed Çavuş mektup gönderip şehir içinde at hamallarının; zayıf, kemikleri çıkmış, sakat ve nalsız, semerleri harap beygir ve katırlarına takâtlerinden fazla yük vurdukları, hayvancıkların yıkılıp helak olduğunu haber vermiştir. Adı geçen hamallar taifesinin hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara tahammülünden fazla yük vurmayıp, hayvanlarını katar hâlinde yularlarından çekerek yola çıkmaları için hamallara ve kethüdalarına tenbîh olunması hakkında emr-i şerifimi istemektedir. Bu hususta buyurdum ki: Emrim sana ulaşınca, adı geçen hamal taifesini kethüdaları ile birlikte toplayıp, cümlesine tenbîh ve te’kit eyleyesin ki, bundan sonra hayvanlarını besleyip, sakat ve zayıf hayvanlara taşıyabileceğinden fazla yük vurmayıp ve yük ile yolda giderken hayvanlar birden çok ise birbirine katarlayıp kendileri sürüp arkalarından yürümeyeler.
Ve eskiden beri İstanbul’da her iskelenin hamallarına yük alıp gittikleri mahallerin mesafesine göre hamallık akçesi tâyin olunmuş iken, şimdi onu yeterli bulmayıp iki-üç mertebe fazla akçe alırlarmış. İmdi bu hususa da tam bir ihtimamla mukayyed olup teşbih edesin ki, önceden tâyin olunan hamallıktan fazla bir akçe almayıp, eski âdet üzere semtine göre ücret aldırasın.
Şöyle ki, tenbihden sonra bu emr-i şerifime aykırı işler zuhur ettiği takdirde her kim olursa olsun doğruluğunu anladıktan sonra ismiyle yazıp arz eyleyesin ki, diğerlerine ibret olması için haklarından geline. Amma ücretin az alınması emredildi diye yük almak istemeyenleri de yola getirip mâni olasın. Ve bu bahane ile hamallar kethüdası veya diğer hamal temsilcilerinden para istemek ve tâkib garazi ile hamallığı bırakmalarına da meydan vermeyesin.
Bu emr-i şerifim mucibince amel eden hamallara hiç kimse müdâhale eylemeye ve hükm-i şerifimin suretini ayni ile sicill-i mahfuza kayd eyleyesin ki. mazmûn-ı hümâyûn ile amel oluna deyû hüküm yazılmıştır. Rebîülâhir 995 (Mart 1587).”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mevzûât-ül-ulûm (Tasköprülüzâde); cild-2, sh. 1188
 2) İslâm Târihi Ansiklopedisi; cild-6, sh. 108
 3) Gunyet-üt-tâlibîn (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânı, İstanbul-1981); sh. 79
 4) Miftâh-us-Seâde; cild-3, sh. 301
 5) Osmanlılarda İhtisâb Müessesesi (Yrd. Doç. Dr. Ziyâ Kazıcı, İstanbul-1987)
 6) XIX. Yüzyılın ilk Yarısında Ankara (Dr. Rıfat Özdemir, KTB); sh. 202
 7) Târih Deyimleri ve Terimleri; cild-2, sh. 40
 8) Onuncu Asr-ı Hicrîde İstanbul Hayâtı (Ahmed Refik. KTB); sh. 99
 9) Şeyfoğlu Kenz-üt-küberâ (Kemâl Yavuz); sh. 125