30 Ekim 2015 Cuma

HAFSA SULTAN


Yavuz Sultan Selîm Han’ın, vakfiyeleriyle meşhur zevcesi ve Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın annesi. Kırım Bahçesaray’da doğdu. Doğum târihi bilinmemektedir. Kırım hanı Mengli Giray’ın kızıdır. 1534 (H. 940) târihinde İstanbul’da vefât etti. Yavuz Sultan Selîm Han’ın türbesi yanına defnedildi. Sonradan oğlu Kânûnî tarafından üzerine bir türbe yaptırıldı. Türbesi 1892 yılında yıkılmış, meşrûtiyetten önce yeniden yapımına başlanmış ise de yarım kalmıştır. Günümüzde bu türbe, temellerine kadar yıkılmış bir hâlde bulunmaktadır.
Hafsa Sultan, oğlu Kânûnî’yi şehzâde Selîm’in vâliliği sırasında Trabzon’da dünyâya getirdi. Yavuz Sultan Selîm Han’ın pâdişâh olması üzerine, Manisa sancak beyliğine tâyin edilen Şehzâde Süleymân ile Manisa’ya geldi ve sekiz buçuk sene kaldı. Burada muazzam bir külliye meydana getirdi. Dînî, sıhhî ve içtimaî görevlerin birleşmiş olduğu bu külliye; câmi, medrese, imâret, hânkâh, dârüşşifâ, hamam ve sıbyan mektebinden meydana gelmiştir. Hafsa Sultan, Yavuz Sultan Selîm Han’ın vefâtı üzerine Kânûnî pâdişâh olunca, İstanbul’da Topkapı Sarayı’na yerleşti. Bursa, Manisa ve Menteşe’deki bütün emlâkini Manisa’da te’sis ettirdiği külliyeye vakfetti. Vakfiyesi ta’lîk yazi ile Arabça’dır. Vakfın idaresi Hacı Tâceddîn İbrâhim başkanlığında 117 kişilik bir hey’ete bırakıldı.
Hafsa Sultan’ın 1523 (H. 929) tarihli bu vakfiyesinde, en ince noktalar üzerinde durulmuş ve ayrıca vazifelerini yapmayanların azledilmesi için de şartlar konmuştur. Vakfiyeye göre, İmarette sabah ve ikindiden sonra günde iki defa yemek pişirilerek dağıtılacak, bu yemeklerden, âlimler, dervişler, hânkâhtaki müsâfirler, medrese talebesi ve fakîr-fukarâ istifâde edecekti.
Hafsa Sultan, Urla’da da küçük bir mescid yaptırmıştı. Hafsa Sultan’ın imârethânesiyle hânkâh yıkılmış olup, külliyenin medrese, hamam ve dârüşşifâsı vakıflar genel müdürlüğünce restore edilmiştir.
Hafsa Sultan Câmii’nde her yıl an’anevî mesir şenlikleri yapılmakta, Merkez Efendi’nin halka dağıttığı yerlerden etrafa saçılan mesir macunları ile Hafsa Sultan rahmetle bir defa daha anılmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Pâdişâhların Hanımları ve Kızları; sh. 29
 2) Hayât Târih Mecmuası (sene 1971, cild-1, sayı 1); sh. 47
 3) Haremden Mektublar (Ç. Ulaçay); sh. 74
 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 318

LALA


Osmanlı Sarayında geleceğin hükümdarlarını yetiştirmek üzere vazifelendirilen beylerbeyi veya vezîr gibi tecrübeli devlet adamı. Lala deyimi, eğitici anlamında halk arasında kullanıldı. Pâdişâhlar vezirlerine de lala diye hitâb ederlerdi. Selçuklu ve sonra Osmanlı sarayında yeni doğan şehzâdenin hizmetine usta adı verilen mürebbîler bakardı. Bir-iki yaşında sütten kesildiğinde ağa adını taşıyan has odacılardan üçü vazifelendirilirdi. Edebli ve tecrübe sahibi kişilerden seçilen lalaların, şehzâdelerin hareketleri üzerinde büyük te’sirleri olurdu. Şehzâdelerin vâlilikleri esnasında işlerini idare eden vezir derecesinde lala adlı mûtemed yardımcıları vardı.
Lalalık; hassas ve tam bir itimâda dayanan vazifelerdendi. Şehzâdenin bir yandan iyi bir devlet adamı olarak yetiştirilmesi, bilgili bir hükümdar olarak büyütülmesi yanında, pâdişâha karşı itaatinin devam ettirilmesi deb îcâb etmekte idi. Şehzâdeler bir dereceye kadar lalaları kabul edip etmemekte hak sahibi idiler. Nitekim Yavuz Sultan Selîm Han, şehzâdeliği sırasında, Trabzon vâlisi iken lala olarak gönderilen şahısları ilim ve edeb sahibi kimselerden olmadıkça kabul etmemiş, bir bahane ile geri göndermiştir.
Eskiden büyük me’murlarla zenginler de çocuklarının terbiyesine bakmak üzere lala (terbiye ve eğitimci) istihdam etmişlerdir. Lala zahiren hizmetkâr vaziyetinde idiyse de terbiyesi kendisine havale olunan çocuğa karşı âmir yerinde bulunur, esasen yaşlı ve kâmil insanlardan seçildikleri için, çocuklar da kendisine bir mürebbî, bir hoca gibi tazim gösterip, hürmet ederlerdi.
Osmanlıda lala ile ilgili tâbirlerden bâzıları şunlardır:
Laladaş: Saray acemilerinin birbirlerine kardeş yerinde kullandıkları bir tâbirdir. Saraya alınan acemiler saray âdâb ve usûlünü öğrenmek üzere, birer lalanın idaresine verilir ve aceminin her hâl ve hareketi lalanın kontrolü altında bulunurdu. Bir lalanın terbiyesi altında kaç acemi bulunursa bulunsun, bunlar birbirlerine laladaş diye çağırırlardı.
Lala destur: Saray mensûblarının dar yerlerde birbirlerine rastladıkları zaman, geçme müsâdesi yerinde kullandıkları bir tâbirdir. İzin isteyene karşı diğerlerinin çekilerek yol açmaması edebe aykırı bir hareketti.
Lala dîvân etti: Terbiyesine me’mur olduğu aceminin bilmediği yeni bir şeyi öğretmek için, lalanın tenbihi yerinde kullanılan bir tâbirdir.
Aceminin kusurunu düzeltmek maksadıyla lalanın nasihatine de lala nizâm etti denilirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 354
2) Lakaplar ve Unvanlar (Hayat Târih, sene-1966); sayı-6, 56
3) Saray Teşkilâtı; sh. 124, 125

KÜÇÜK KAYNARCA ANTLAŞMASI


Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılan bir andlaşma. 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşına son veren ve Osmanlı Devleti’nin toprak kaybıyla neticelenen bir andlaşmadır. Bu andlaşma, Güney Dobruca’daki Küçük Kaynarca kasabasında imzalandığından, bu ad ile anılmıştır.
1773’de Osmanlı ordusunun Ruslara karşı kazandığı Rusçuk, Silistre ve Varna zaferlerinin intikamını almak için harekete geçen, Rus çariçesi ikinci Katerina, Tuna ordusuna takviye yapıp kuvvetlendirdi. Sonra da Osmanlı ordusunu merkezinde kuşatma altına almak için Şumnu’ya doğru ilerledi. Bu sırada Osmanlı sadrâzamı ve serdâr-ı ekrem Muhsinzâde Mehmed Paşa, Rus kuvvetlerine karşı durmak üzere yeniçeri ağası Yeğen Mehmed Paşa kumandasında bir ordu gönderdi. Fakat bu kuvvet Kozluca’da mağlûb oldu. Bundan sonra düşman Şumnu önlerine kadar gelip Varna yolunu kesti. Böylece Osmanlı ordusunun en önemli iaşe ve mühimmat sevkıyatına mâni oldu. Güç durumda kalan ordunun büyük bir kısmı dağıldı. Sâdece on iki bin kişilik bir ordu kaldı. Serdâr-ı ekrem bu kuvvetle düşman karşısında mukavemet gösteremiyeceğine kanâat getirip, mütâreke istemek zorunda kaldı.
Andlaşma için murahhas hey’et olarak, sadrâzam kethüdası Reîs-ül-küttâb Ahmed Resmî Efendi’yi ve ikinci murahhas olarak da İbrâhim Münib Efendi’yi tâyin etti. Bu hey’et 12 Temmuz 1774’de Şumnu’dan hareket ederek Balya boğazı yakınındaki Küçük Kaynarca kasabasına gitti. Rusları, prens Repnin ve mareşal Romanzov temsil ediyordu. Bunlar mütârekeyi kabul etmeyip, birinci sulh müzâkeresinde iki tarafça da kabul edilen esaslara göre derhâl sulh yapılmasını istediler. Bu teklif kabul edilmek zorunda kalınıp, iki günde ve iki celsede andlaşma imzalandı.
Rus başkumandanı görüşmenin yapılabilmesi için daha başlangıçta Kılburun, Kerç ve Yenihâli’nin Ruslara bırakılmasını şart koştu. Osmanlı hey’eti bu hususu sorup, istişareye fırsat bulamadan kabul etmek zorunda kaldı. Bu sırada birinci Abdülhamîd Han yeni tahta çıkmıştı.
17 Temmuz 1774’de imzalanan yirmi sekiz maddelik Küçük Kaynarca antlaşmasının önemli maddeleri şunlardır:
1- Kırım Hanlığı’yla Kuban ve Bucak Tatarları, siyâsî bakımından müstakil olup, ancak dînî işlerinde hilâfet makamına tâbi olacaklardır.
2- Kılburun, Kerç, Yenikale ve Azak kalesiyle, Dinyeper (Özi) ve Buğ (Aksu), nehirleri arasındaki arazi Rusya’ya terkedimiş ve Aksu hudûd kabul edilmiştir.
3- Ruslar tarafından işgal edilen Besarabya, Eflâk, Boğdan ve Gürcistan ülkeleriyle, Akdeniz adaları, Osmanlılara iade olunacaktır.
4- Rus ordusu Bulgaristan’da Tuna’nın sağ sahilinden, bir ay içinde sol sahiline çekilecektir.
5- Bâb-ı âlî, imparatorlukta hıristiyanlığı ve kiliseleri daimî surette himaye edecektir.
6- Rus sefirlerinin Eflâk ve Boğdan vaziyetleri hakkındaki müracaatları dikkate alınacaktır. Bu madde ile Eflâk ve Boğdan işlerinde Rus müdâhalesine daimî bir açık kapı bırakılmış oluyordu.
7- Rus ticâret gemileri Karadeniz’le Akdeniz’de serbestçe hareket edebilecek, istedikleri zaman boğazlardan geçebilecek ve Osmanlı limanlarında kalabileceklerdi. Ayrıca Ruslar, Osmanlı şehir ve kasabalarında münâsip görecekleri yerlerde konsolosluklar ihdas edebileceklerdi.
8- İngilizlerle Fransızlara verilen kapitülasyonlar, Rusya’ya da aynen tanınmıştır.
9- Osmanlı Devleti, üç senede ve üç taksitte Rusya’ya on beş bin kese akçe verecektir.
Osmanlı Devleti, bu andlaşmada arazi îtibâriyle fazla kayba uğramamakla beraber, Rusların Eflâk ve Boğdan’a karışmaları ve istedikleri yerlerde konsolosluk açmaları, Ortodoksların hâmisi sıfatını takınmaları gibi maddeler kapalı müdâhaleye yol açtı. Ruslar, bu zaaftan istifâde ile, iki de bir tahakküm siyâseti takibine kalkdıklarından, devlet pek acı neticelerle karşılaştı.
Osmanlı Devleti, Küçük Kaynarca andlaşmasıyla, arazî bakımından önemli bir kayba uğramadı. Fakat bu andlaşma târih boyunca yaptığı andlaşmaların en ağırlarından biri oldu. Bu andlaşma ile o zaman dünyânın birinci devleti olan Osmanlı Devleti, dördüncü devlet durumuna düştü. Rusya, İngiltere, Fransa ise en güçlü devletler hâline geldiler, önceden bir Tük gölü hâlinde olan Karadeniz, Osmanlı kontrolünden çıktı. Rusya Karadeniz’de sahillere sâhib oldu. Bir buçuk milyon müslüman Türk’ün meskûn bulunduğu on beş asırlık bir Türk ülkesi olan Kırım, Rusya’ya geçti. Bu ise müslüman-Türkler arasında derin bir üzüntüye sebeb oldu. Diğer taraftan Ortodoksluk bahanesi ile Rusya’nın Osmanlının içişlerine müdâhalesine imkân tanınıyordu. Lehistan’ı Rus sultasından kurtarmak için savaş göze alındı. Fakat neticede Küçük Kaynarca andlaşmasını imzalamak durumunda kalınarak, Lehistan’ın âkibeti Rusya, Prusya ve Almanya’ya bırakıldı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 422
 2) Osmanlı Devleti Târihi (Hammer); cild-16, sh. 263
 3) Büyük Türkiye Târihi; cild-6, sh. 366
 4) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-4, sh. 56
 5) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 371
 6) Hülâsat-ül-İ’tibâr (A. Resmî Efendi, İstanbul-1286); sh. 79

KUŞADALI İBRAHİM HALVETİ


Hanefî mezhebi fıkıh âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden. İsmi, İbrâhim bin Mustafa eş-Şa’bânî el-Halvetî olup, Halvetiyye tarikatının Şa’bâhiyye kolunun büyüklerindendir. 1774 (H. 1188) senesinde, Aydın vilâyetinin Kuşadası kasabasına bağlı Çınar köyünde doğdu. 1846 (H. 1262) senesi Zilhicce ayında, hacdan dönerken yolda vefât etti. Vefât senesinin, 1847 (H. 1263) -1848 (H. 1264) olduğu da rivayet edilmiştir.
İlim ve irfan sahibi sâlih bir zât olan İbrâhim Halvetî, ailesinden çok güzel edeb ve terbiye alarak yetişti. Anadolu’da çeşitli yerlerde ilim tahsîl ettikten sonra İstanbul’a gelerek, Fâtih’teki Feyziyye Medresesi’ne (şimdiki Millet Kütüphânesi’nin bulunduğu yer) yerleşti. Burada Emin Efendi’den ders alarak ilmini ilerletti. Sonra yine Fâtih’de bulunan Atpazarı dergâhına geçerek, riyazet ve mücâhedeler çekip, tasavvuf yolunda ilerlemeye çalıştı. Buraya geçmesi şöyle olmuştur:
Birgün bir âyet-i kerimenin tefsiri üzerinde çalışan Kuşadalı, karşılaştığı bir müşkili kat’iyyen çözemiyordu. Bu müşkil halde iken medrese arkadaşlarından olan Mustafa Efendi yanına geldi. Bu hâlini görerek ona böyle müşkil mes’elelerini hâlletmek husûsunda, o günlerde Fâtih’deki Atpazarı dergâhında bulunan, Beypazarı Şeyh Ali Efendi’yi tavsiye etti ve onu alarak Ali Efendi’nin yanına götürdü. Ali Efendi, Kuşadalı’nın üzerinde çok durup çözemediği âyet-i kerîmenin, zahirî ve bâtınî mânâlarını, âlimler tarafından bildirilen çeşit çeşit tefsirini, uzun uzun îzâh etti. Bu ilk sohbette Ali Efendi’ye hayran kalan Kuşadalı, artık o büyük zâttan ayrılmayıp, talebelerinden oldu.
O büyük zâtın, feyz ve nûr saçan sohbetlerinde bulunarak, kemâle geldi. Ali Efendi, Fındıkzâde semtindeki Kızılelma caddesinde bulunan Beşikçizâde dergâhında vazife yapmakta iken, 1818 (H. 1234) senesinde, vefât etti. Vefât ederken, yerine geçecek zâtın, Kuşadalı İbrâhim Halvetî olduğunu bildirdi. Onu kendi yerine tâyin etti. Kuşadalı, o sırada Mısır’da bulunuyordu. Ali Efendi’nin Kuşadalı’dan başka, Ahmed Nâzükî, Kâtip Muhammed Azîz İstanbûlî ve Veliyyüddîn Hilmî Efendi isimlerinde üç büyük talebesi daha vardı.
Kuşadalı, hocasının vefâtı üzerine İstanbul’a döndü. Daha evvel kendisinin ders alarak yetiştiği Feyziyye Medresesi’ne yerleşti. Orada bir yıla yakın kaldı. Bundan sonra, Aksaray Sinekli Bakkal’da, Hacı Halîl Efendi isminde bir zâtın, kendisi için yaptırdığı ve Kuşadalı Dergâhı diye anılan dergâha geçerek, hizmetini sürdürdü. Buradaki hizmeti o tekkenin yandığı 1833 (H. 1249) senesine kadar devam etti. Yakınları, sevenleri dergâhı yeniden inşâ etmek için bir hayli ısrar ettiler ise de, o; tekkelerde eski safiyetin kalmadığını, gittikçe değişip asıl hüviyetlerin uzaklaştığını bildirerek, bu teklifi kabul etmedi.
Dergâhı yandıktan sonra, Bâyezîd semtinde kiraladığı bir evde bir yıl kadar kalan Kuşadalı, daha sonra Fâtih’te, Çarşamba pazarı civarında bir ev satın alarak oraya taşındı. Aksaray’da on üç, Bâyezîd’de bir ve Çarşamba’da dokuz sene olmak üzere, yirmi üç sene müddetle İstanbul’da hizmet edip, birçok talebeye hocalık ettikten sonra, 1843 (H. 1259) senesi Şevval veya Zilkade ayında, hacca gitmek üzere İstanbul’dan yola çıktı. Hacdan sonra Medîne-i münevvereye geçerek, orada da bir müddet kaldı. Daha sonra Şam’a döndü ve orada yerleşti.
Hayâtının sonuna kadar orada kalıp, imkânları dâhilinde hizmete devam eden Kuşadalı, ilim âşıklarına faydalı oldu. Başta Şam vâlisi Hacı Ali Paşa olmak üzere, 1845 (H. 1262) senesinde, yanında aile efradı ve en büyük talebesi Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi de olduğu hâlde, ikinci defa hacca gitti. O sene haccı îfâdan sonra dönerken mukaddes topraklarda vefât etti.
Kutb-ül-ârifîn, Meşhûd-i ayn-il-yakîn, Gavs-ül-vâsılîn ve Mukâbil-i şems-i a’zam gibi isimlerle tanınmış olan Kuşadalı İbrâhim Halveti, bilhassa Türk tasavvuf büyükleri içinde husûsî bir yere sahip, çok yüksek bir velî idi. Ahmed Cevdet Paşa dâhil, o zamanın mühim şahsiyetleri onun sohbetlerine koşarlardı.
Ahmed Cevdet Paşa, eserlerinden birinde şöyle demektedir: “Kuşadalı İbrâhim Efendi, devrinin en derin din âlimi idi. Son derece vakarlı ve heybetli idi. Güleryüzlü idi. En büyük ilmî müşkiller onun vesîlesiyle halledilirdi.
İlim ve evliyâlıktaki yüksekliği ile birlikte, edebiyat ve şiirde de mahir olan Kuşadalı, Osmanlı Türkçesini fevkalâde güzel bir şekilde konuşurdu. Şiirleri de vardır.
Kuşadalı İbrâhim Halvetî hazretlerinin talebelerinden bâzılarının isimleri şöyledir: Bosnalı Muhammed Tevfîk Efendi, Muhammed Ali Fethi er-Rusçukî, Hacı Kayyım Müezzin Efendi, Muhammed Naşir Efendi, Nâzükî Ahmed Efendi, Muhammed el-Kırîmî, Mustafa Aczi Efendi, Ali Fikri, Kâdızâde Ömer Halvetî, Kapânî Hacı Hüseyin, Muhammed Necîb, Muhammed Şevkî, Ahmed İzzet, Keçecizâde Hâfız Ali İzzet Efendi, Aydî Muhammed Efendi.
Aydî Efendi, Kuşadalı’nın vefâtı üzerine şu şiirini yazmıştır:
Hocam bekâya gitti,
Kaldım ağlayı ağlayı,
Akdıkça kan bu dîdeden,
Sildim ağlayı ağlayı,
Geldi dil deryası cûşâ
Döndüm ol demde bir hûşa.
İhtiyârsız başım tâşa,
Çaldım ağlayı ağlayı.
Arttı derdim âh-vâh ile,
Göz kan döker dilhâh ile,
Ser-tâ-kâdem eyvâh ile,
Doldum ağlayı ağlayı.
Yandı dil nâr-ı furkate;
Sabrolunmaz bu hasrete,
Şimdi deryâ-yı hasrete,
Daldım ağlayı ağlayı.
Altmış üçün Zilhiccesi,
Göçmüş meşâyih zübdesi,
Rebığ’da envâr türbesi,
Bildim ağlayı ağlayı.
Cismim yanar bu nâr ile,
Gönlüm dolar bu zâr ile,
Bağrım firâk-ı yâr ile,
Deldim ağlayı ağlayı.
Kuşadalı İbrâhim Halvetî’nin (rahmetullahi aleyh), talebelerinden ve sevdiklerinden bâzılarına yazdığı mektuplardan başka, herhangi bir eseri yoktur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Sefînet-ül-evliyâ; cild-4, sh. 71
 2) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 151
 3) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-18, sh. 66

KULELİ VAKASI


Sultan Abdülmecîd Han’ın son zamanlarında şahsına karşı yapılmak istenen bir suikast teşebbüsü. Vukû bulmadan bastırılan bu teşebbüs, 13 Eylül 1859 senesinde oldu. Tertipleyenler yakalanıp Çengelköy’deki Kuleli kışlasına hapsedilip orada muhakeme edildi. Bu sebeple hâdiseye Kuleli vak’ası denildi. Hâdisenin mâhiyeti bir hükümet darbesi yapmak için kurulmuş gizli bir cemiyetin ortaya çıkarılmasıdır.
Kayıtlara göre bu gizli cemiyeti kuranlar ve suikast teşebbüsünü plânlayanlar şunlardır:
Süleymâniyeli Ahmed, Ferik Çerkeş Hüseyin Paşa, Arnavut Câfer Paşa, Tophâne-i âmire ketebesinden Arif Bey ve îmâlât meclisi âzasından binbaşı Râsim Bey. Bu cemiyetin gayesi de kayıtlara şöyle geçmiştir: “Halkı ve askeri, saltanat-ı seniyye aleyhine kaldırarak, devleti tağyîr ile usûl ve kavânîni bozmak” yâni halkı ve askeri devlet aleyhine kışkırtarak; mevcûd devlet düzenini değiştirmek. Cemiyetin kurucuları, ileri gelen kimselerden pek çok üyelerinin olduğu propagandasını yaptılar. Mirliva Hasan Paşa’ya da üye olmasını teklif etmeleri üzerine, Hasan Paşa, durumu hükümete bildirerek bir toplantı hâlinde bulundukları sırada yakalattı. Böylece bu gizli cemiyet ortaya çıkarıldı. 13 Eylül 1859’da kırk bir üyesi yakalandı ve Kuleli kışlasına hapsedildi. Muhakemeleri; sadrâzam, şeyhülislâm, serasker paşa, Meclis-i âlî-i tanzîmât, Meclis-i vâlâ ve Meclis-i dâr-ı şürâ-yı askerî reislerinden kurulan bir hey’et tarafından yapıldı. Soruşturma dosyası, Bâb-ı âlî’deki toplanan vükelâ hey’eti tarafından incelenerek ceza kanunnâmesi hükümlerine göre, suçlulara ceza tesbit edildi. Cemiyetin kurucularından dördüne îdâm cezası, üyelerine ise, değişik cezalar verilmesine hükmedilmisti. Ancak pâdişâh Abdülmecîd Han, ortada katil bulunmadığı için îdâm cezalarını kaldırarak, îdâm cezası alanlardan Arif Bey ile binbaşı Râsim Bey’in cezalarını müebbet hapse çevirdi. Süleymâniyeli Ahmed ve Hüseyin Dâim Paşa’nın cezaları da kalebentliğe çevrildi. Süleymâniyeli Ahmed ve Arif Bey Magosa’ya; Râsim Bey ve Hüseyin Dâim Paşa da Akka’ya gönderildiler. İçlerinden Cafer Dem Paşa’nın Bâb-ı seraskerîde muhakemesi yapıldı. Cezalandırılmak için Kuleli kışlasına götürülürken, kayıktan denize atlayarak intihar etti. Diğer suçlulardan Tophâne-ı âmire kâtibi Bekir Efendi Limni’de; Kabataş karakol me’muru istihkam yüzbaşısı Osmanpazarlı İbrâhim Ağa ve Mühendishâne yüzbaşılarından Süleymâniyeli Süleymân Paşazade Ali Bey ve kardeşi Hasan Bey Rodos adasında, diğer suçlulardan dokuz kişi ile birlikte müebbed Kürek cezasına çarptırıldılar. Üçüncü derece suçlu olanlardan sekiz kişi kalebentliğe, dördüncü derecede suçlu görülenler ise, ordu hizmetinde bulunanları ordudan atılarak hapis ve sürgün cezalarına çarptırıldılar. Bu gizli cemiyeti serasker Rızâ Paşa’ya bildirmek suretiyle hükümeti haberdâr eden mirliva Hasan Paşa ise, yaptığı hizmet sebebiyle ferikliğe (Korgeneral) yükseltildi.
Kuleli vak’asının mâhiyeti tam olarak araştırılıp açıklanmamıştır. Hakkında sabit olduğu tesbit edilmeyen bâzı kanâatler vardı. Bâzılarına göre bu hareket, ilân edilen Tanzîmât ve Islâhat fermanlarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Ahmed Bedevi Kuran gibi yazarlara göre ise, bu hareket memlekete meşrûtiyet idaresini getirmek için yapılmıştır. Zirâ bâzı üyeleri daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyetinde yer almışlardır. Vak’ada dış te’sirlerin rolü de açık değildir. Zîrâ cemiyete giriş usûlleri İtalyan cemiyetlerininkine benzemekte idi. Bir diğer husus da ortada fiilî bir durum mevcûd değilken îdâm cezasına hükmedilmesidir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tezâkir; cüz-13-20, Sh. 82
 2) Osmanlı Târihi (E. Z. Karal); cild-6, sh. 95
 3) Amme Hukukunun Ana Hatları; sh. 75.
 4) İnkılâb Târihimiz ve Jön Türkler; sh. 7
 5) Kuleli Vak’ası Hakkında bir Araştırma (U. İğdemir, İstanbul-1937)

12 Ekim 2015 Pazartesi

ABDÜLKERİM EFENDİ


Osmanlı Devleti’nin altıncı şeyhülislâmı. Doğum yeri ve târihi bilinmemektedir. 1495 (H. 900) senesinde Edirne’de vefât etti. Edirne’de Sultan Câmii yakınında kendi yaptırdığı Sıbyân mektebinin bahçesine defnedildi.
Abdülkerîm Efendi, Sultan İkinci Murâd Han’ın beylerinden Mehmed Ağa tarafından Balkan memleketlerine yapılan bir fetihte devşirilen çocuklarla Osmanlı payitahtına (başşehrine) getirildi. Yapılan zekâ testi sonrası seçilip ilim ve edeb öğretildi. Mehmed Ağanın himayesinde İslâm terbiyesine göre yetiştirildi. Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arabça ve Farsça öğrendi. Mehmed Ağa tarafından Şehzâde Mehmed’e (Fâtih) hediye edildi. Saray âdabını öğrendi. Zamanın meşhur âlimlerinden Alâaddîn Ali Tûsî, Molla Fenârî’nin (rahmetullahi aleyh) oğlu Muhammed Şâh Fenârî ve Alâaddîn Tûsî’nin talebesi Sinân-ı Acemî’den okudu. Aklî ve nakli ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. İstanbul’un fethinden önce müderris oldu. Fetihten sonra açılan medreselerle Sahn-ı semân medreselerinde müderrislik yaptı.
Abdülkerîm Efendi, 1458 (H. 863) târihinde getirildiği Kazaskerlik makamında sekiz sene kaldı. 1466 (H. 871) senesinde Molla Gürânî’nin (rahmetullahi aleyh) vefât etmesiyle şeyhülislâm oldu. Vefâtına kadar bu vazifede kaldı.
Molla Abdülkerîm Efendi, güzel ahlâkı, cömertliği ve insanlara olan şefkat ve merhameti ile çok sevildi. Sayısız talebe yetiştirip, halktan ve yüksek tabakadan pek çok kimseye nasîhatlarda bulundu. İnsanların günahlarına tövbe edip sâlih amel işlemesine ve bir çok kâfirin müslüman olmasına vesîle oldu. Herkes tarafından sevildi ve hürmet gördü.
Kitap yazmak için fazla vakit bulamayan Abdülkerîm Efendi Sa’deddîn Teftazânî’nin (rahmetullahi aleyh) eserlerinden Telvîh’in baş kısmına veMetâlî’ye haşiyeler yazdı.

AKILLILARIN DURAĞI

Fâtih Sultan Mehmed Han’ın vezirlerinden Mahmûd Paşa’ya yakınlığı ile tanınan Molla Vildân anlatır: “Bir gün Mahmûd Paşa, söz arasında beni çok sevdiğinden bahsetti. Ben de, onun Molla AbdülkerîmEfendi’ye olan ilgisinden bahisle; “Siz, benden çok Abdülkerîm Efendi’yi seversiniz” dedim. Bunun üzerine; “Evet, doğru söyledin” dedi. Ben; “Molla Abdülkerîm sizin Cennet’e girmenize sebeb mi olacak ki, bu kadar çok seviyorsunuz?” deyince, Mahmûd Paşa; “Cennet’e sokacak desem de olur. Çünkü o, benim günahlardan tövbe etmeme vesîle oldu. Fâtih Sultan Mehmed Han’ın kapıcıbaşısı iken, bir günâha mübtelâ olmuştum. Bir sabah Abdülkerîm Efendi, evimizi şereflendirdi. Bir müddet sohbetten sonra, ayağa kalktı. Hürmet ve tazimle kapıya kadar yolcu ederken, bana döndü ve; “Dünyâ ve âhiretine yarar bir sözüm var ki, iyi dinleyip kötülüklerden sakınasın” dedi. Ben de; “Buyurun” dedim. Sözüne devamla; “Elhamdülillah, ilim sahibisin ve pâdişâhın da yakınlarındansın. Çok geçmeden vezirlik makamına yükseleceğin aşikârdır. Ne yazık ki, içini ve dışını günâh pisliklerinden temizlemeye gayret etmezsin. Vezirlik makamı, akıllı kimselerin durağıdır. Osmanlı Devleti’nin yüce dîvânı, temiz insanların toplandığı bir yerdir. Gel kerem eyle, içini o günâh pisliklerine bulama ve dalâlet çukurlarına düşüp çabalama!” dedi. Bana bu nasihatleri verirken, hava soğuk olmasına rağmen boncuk boncuk ter döktüm ve o ânda tövbe ederek bildirdiği yoldan ayrılmadım” dedi. Bunun üzerine; “Gerçekten onu sevmek yalnız size değil, bize de vâcib oldu demekten kendimi alamadım.”
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kâmûs-ül-a’lâm; (Ş. Sâmi, İstanbul-1906); cild-4, sh. 3089
 2) Devhat-ül-meşâyıh (Müstekimzâde, İstanbul-1982); sh. 12
 3) İlmiye salnamesi; sh. 336
 4) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-12, sh. 274
 5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdi Efendi, İstanbul-1268); sh. 176