20 Aralık 2015 Pazar

İRAN HARBLERİ


Osmanlı Devleti ile İran’da; on altıncı yüzyılın başlarından, on sekizinci yüzyılın sonlarına kadar hüküm sürmüş olan Safevîler arasındaki savaşlar.
Safevîler bu adı, evliyânın büyüklerinden Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretlerinden almışlardı. İlhanlılar devrinde büyük bir şöhrete kavuşan Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretleri, etrafında büyük bir talebe kütlesi toplamış ve devlet adamlarının saygısını kazanmıştı. Ehl-i sünnet itikadında olan Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretlerinin torunları ve onun yolunda gidenler, müslüman-Türk sultanları tarafından büyük hürmet gördüler. Bu devrede Bursa’da bulunan Osmanlı pâdişâhları da çırağ akçesi adıyla Erdebil’deki dergâha yıllık hediyeler gönderirlerdi. Tîmûr Han ve Akkoyunlu sultanlarının da büyük ilgi ve yakınlıklarına mazhâr oldular. Fakat zamanla bunlar arasına hurûfîler karışıp, Safiyyüddîn-i Erdebîlî hazretlerinin torunlarından Cüneyd’e sapık fikirlerini telkin ettiler. Gizliden gizliye Ehl-i sünnet düşmanlığına başlayan Cüneyd, bu hâlini gizleyip dedelerinin nüfuzunu kullanarak, Akkoyunlu sultânı Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hadîce Begüm’le evlendi. Bu evlilikten Haydar adında bir oğlu dünyâya geldi. Siyâsete karışıp çeşitli ayaklanmalar düzenledi. Şirvan hükümdarı Halîl ile yaptığı bir muhârebede öldü.
Eshâb-ı kiram düşmanlığına dayanan bir devlet kurmak isteyen, fakat başarılı olamayan Cüneyd’in yolunu oğlu Haydar devam ettirdi. Haydar, Uzun Hasan’ın kızı Halîme Begüm Âlemşâh’la evlendi. Bu evlilikten Şâh İsmâil dünyâya geldi. Âkkoyunlularla akrabalık bağlarını pekiştirip gücünü arttıran Haydar, babasının öcünü almak için Şirvan hükümdarı Ferruh Yesâr üzerine yürüdüyse de 1488’de yapılan savaşta öldürüldü.
Bundan bir müddet sonra hareketin başına geçen İsmail, Akkoyunlu Devleti’nin içinde bulunduğu karışıklıktan istifâde ederek, çoğu Anadolu’da bulunan bir çok Türkmen kabîlesini etrafında topladı. Karabağ ve Şirvan’ın bir kısmını ele geçirerek Azerbaycan üzerine yürüdü. Akkoyunlu hükümdarı Elvend Bey’i yenilgiye uğratıp, Tebriz’e döndü. Safevî Devleti’ni kurup şahlığını ilân etti (1501). Şiraz ve Kâzerûn’u alıp bir çok Ehl-i sünnet âlimini ve sünnî müslümanı kılıçtan geçirdi. Yezd ve isfehan’ı istilâ ederek sapık fikirlerini kabul etmeyen sünnîleri öldürttü. Anadolu içlerine ve Osmanlı topraklarına da sapık fikirlerini yaymak için dâî denilen propagandacılar göndererek isyân ve karışıklıklar çıkarmaya çalıştı.
Bu çalışmalar neticesinde Anadolu’da büyük bir isyân çıkaran ve Şâhkulu diye bilinen Karabıyıkoğlu, Osmanlı kuvvetleri önünden kaçarak on beş bin kişilik kuvvetiyle Şâh İsmail’e sığındı.
Bunun üzerine, ileri görüşlü bir devlet adamı olan ikinci Bâyezîd Han, Safevîlere meyledenlerin İran’a gitmelerini yasakladı. Sınır eyâletlerine emirler gönderip, giriş-çıkışları kontrol altına aldı. Propagandalardan en çok etkilenmiş olan Hamîd ve Teke havalisi şiilerini, yeni fethedilen Modon ve Koron şehirlerine nakletti.
1507 yılında Osmanlı topraklarından geçerek Dulkadirli şehirlerini yakıp yıkan Şâh İsmail’in bu hareketine karşı Bâyezîd Han bir ordu gönderdiyse de, Şâh İsmâil Osmanlı topraklarından geçmek zorunda kaldığı için özür dileyince herhangi bir çarpışma olmadı.
Bu arada Trabzon vâlisi olan şehzâde Selîm, yıllardan beri Anadolu’daki çalışmalarını tâkib ettiği Şâh İsmail’in Osmanlı topraklarından izin almadan geçmesine karşılık olarak sür’atle harekete geçti. Azerbaycan’a kadar İran arazisini çiğnedi. Üzerine gönderilen kuvvetleri mağlûb ederek Safevî hânedânından şehzâde İbrâhim Mirzâ’yı esir edip Trabzon’a götürdü.
1512 yılında tahta geçen Yavuz Selîm Han, iç karışıklıkları düzelttikten sonra, ulemânın fetvasını alıp İran’a karşı harbe karar verdi. 100.000 kişilik ordusuyla harekete geçen Yavuz Selîm Han, üç aylık yorucu bir yolculuk ve uzun bir kovalamadan sonra 23 Ağustos 1514’de İran toprakları içinde yakaladığı Şâh İsmâil kuvvetlerini kesin bir yenilgiye uğrattı. Ordugâhının ele geçirilip hanımının esir edildiği bu savaş sonunda Şâh İsmâil canını zor kurtardı (Bkz. Çaldıran Muhârebesi).
Bu zaferden sonra İran’ın payitahtı Tebriz’i ele geçirip bir müddet burada kalan Selîm Han, kış mevsimini geçirmek için Amasya’ya çekildi. Kış geçince de Safevîler elinde bulunan ve Şarkî Anadolu’ya hâkimiyet bakımından çok mühim bir mevkide bulunan Kemah kalesini fethetti.
Bundan sonra meşhur İslâm âlimi İdrîs-i Bitlisî hazretlerini, Safevîlerin kontrolünde bulunan Diyârbekir yöresine göndererek, bölge halkının Osmanlılara tâbi olmasını sağladı. Bu bölgeye gönderilen İran kuvvetleri üzerine de Bıyıklı Mehmed Paşa ve İdrîs-i Bitlisî hazretlerini gönderdi. İran kuvvetleriyle yaptığı çatışmalarda büyük başarılar kazanan Bıyıklı Mehmed Paşa; Ergani, Sincar, Çermik, Birecik gibi şehirleri ele geçirdi. Bir senelik bir kuşatmadan sonra Mardin de teslim olunca; Hasankeyf, Musul, Kerkük, Urfa, Rakka gibi yerler de kolayca fethedildi. İran’ın bu bölgedeki hâkimiyetine son verildi.
1529 yılında İran’ın Bağdâd vâlisi Zülfikâr Han’ın Osmanlı Devleti’ne, buna karşılık Osmanlı Bitlis vâlisi Şeref Han’ın da İran’a iltihak etmeleri ortalığı karıştırdı, İran şahı birinci Tahmasb, Osmanlı kuvvetlerinin Avrupa’da sefere çıkmasından istifâde ederek Bağdâd’a asker gönderip, Zülfikâr Han’ı öldürttü ve yeni bir vâli tâyin etti. Osmanlılar ise Ulama Han’ı Bitlis vâlisi tâyin edip eyâlet kuvvetleriyle bölgeye gönderdiler. Ulama Han, İran’dan yardım alan Şeref Han’a karşı başarılı olamayınca, vezîriâzam Makbûl İbrâhim Paşa bölgeye hareket etti, Yoldayken Ulama Han’ın zafer haberi gelince mevsimin geçmesi sebebiyle kışı geçirmek üzere kuvvetleriyle Haleb’e gitti.
Kışı burada geçiren İbrâhim Paşa, 14 Mayıs 1534’de Diyarbakır’a geldi. Kânûnî Sultan Süleymân da 11 Haziran’da İstanbul’dan İran üzerine harekete geçti. Bu seferde Van ve Tebriz alınarak tahkim edildi. Tebriz merkez olmak üzere Azerbaycan vâliliğine Ulama Han tâyin edildi. Sonra Bağdâd üzerine yürüyen ordu, burayı da mukavemetsiz ele geçirdi. Kışı Bağdâd’da geçiren Kânûnî Sultan Süleymân Han, Tebriz’i işgal edip Van’ı kuşatan Şah Tahmasb üzerine yürüdü. Şah Tahmasb tekrar geri çekilip İran içlerine gidince, Tebriz’e tekrar girildi. Uzun süre aranmasına rağmen İran ordusunun ortaya çıkmaması üzerine, ordu, Ağustos 1535’de İstanbul’a döndü.
1547 yılında Şah Tahmasb’ın kardeşi Elkas Mirza, Şirvan vâliliğindeyken saltanat sevdasına kapıldığı için kardeşinin tazyikinden kaçarak İstanbul’a geldi ve Osmanlı Devleti’ne iltica etti.
Kânûnî Sultan Süleymân Han, uzun süredir Avrupa ile meşgul olmasından istifâde etmeye çalışan Şâh Tahmasb’ın, Şarkî Anadolu’ya yeniden girip Van kalesi başta olmak üzere bâzı yerleri işgal ettikten başka, Şiîliğin Anadolu içlerinde yayılmasını te’min edecek propagandadan geri durmamış olması sebebiyle İran’a harb açmak istiyordu. Şehzâde Elkas Mirzâ’nın ilticası fırsatını kaçırmayarak İran ile harbe karar verdi.
Ordu 29 Mart 1548 günü İstanbul’dan hareket etti. Elkas Mirza yanına verilen Osmanlı kuvvetleri ile öncü kuvvet olarak gönderildi. Tebriz’de bulunan Şâh Tahmasb, Pâdişâh’ın Hoy’a geldiğini öğrendiğinde savaşı göze alamayarak Kazvin’e çekildi. Osmanlı ordusu 27 Temmuz’da dördüncü defa Tebriz’e girdi. Tebriz’de beş gün kalan Sultan, Van’a gelip önceden muhasara ettirdiği kaleyi almak için harekete geçti. On gün dayanabilen Van kalesi, 25 Ağustos’da ele geçirildi. Kaleyi tahkim eden Sultan, buradan Diyarbakır’a, sonra da kışı geçirmek için Haleb’e geçti. Elkas Mirzâ’yı, maiyyetine verdiği aşîret kuvvetleriyle İran içlerine gönderip bölgeyi talan ettirdi.
1549 baharında Haleb’den ayrılan Sultan, Diyarbakır’a geldi. İkinci vezir Ahmed Paşa’yı Gürcistan taraflarına gönderdi. Bu seferde Berakan, Gömge, Perak, Gemele, Samagar, Ahadır kaleleri ve mevkileri fethedildi. Bu sefer de İran ordusuyla karşılaşamayan Kânûnî Sultan Süleymân Han 5 Kasım’da Diyarbakır’dan ayrılıp, 21 Aralık’ta İstanbul’a döndü.
Osmanlı ordusu Doğu Anadolu’dan ayrıldıktan sonra, 1551 senesine kadar herhangi bir saldırıda bulunmayan Şâh Tahmasb, 1551 Ağustos’unda harekete geçerek Osmanlı sınırını geçti. Erciş, Adilcevaz ve Ahlat dolaylarını ele geçirdi. Erzurum önüne gönderdiği kuvvetleri, şiddetli mukabeleyle karşılaştı.
Bu tecâvüzler sebebiyle üçüncü İran seferine çıkan Kânûnî Sultan Süleymân Han, 1553-54 kışını Haleb’de geçirdi. Mayıs’da harekete geçen ordu, İran’a bağlı Şüregib, Şaraphâne, Nilfirak’ı fethedip, 18 Temmuz’da Revan’a girdi. Buradan Arpaçay ve Karabağdan sonra Nahcivan’a gelen Sultan, Doğu Anadolu hâkimiyetini pekiştirip Erzurum’a döndü ve kışı geçirmek için Amasya’ya çekildi. Kânûnî Sultan Süleymân’ın mûtad dışı olarak ikinci kışı da İstanbul dışında geçirmesi üzerine tekrar üzerine geleceğinden çekinen Şâh, sulh çâreleri aramaya başladı. Amasya’ya elçiler gönderdi. Uzun süren görüşmelerden sonra; şiîlerin, hazret-i Ebû Bekr, Ömer, Osman ve Aişe (radıyallahü anhüm) dâhil sahabeye küfür ve iftira etmemeleri, Gürcistan’ın bir kısmı ile, Ardahan, Göle, Arpaçay ve çevresi Osmanlılarda kalmak üzere Amasya andlaşması imzalandı (29 Mayıs 1555). Bu andlaşma sonrasında yirmi üç sene sürecek bir sulh devresi başladı (Bkz. Amasya Andlaşması).
1578 senesinde İran istilâsında bulunan Dağıstan, Şirvan ve Gürcistan beylerinin İran tazyiki karşısında Osmanlı Devleti’nden yardım istemeleri ve İran kuvvetlerinin Irak’ta Osmanlı topraklarına tecâvüz ederek Amasya muahedesini bozmaları sebebiyle İran’a karşı harbe karar verildi.
İran serdârı tâyin edilen Lala Mustafa Paşa, 5 Nisan 1578’de İstanbul’dan Üsküdar’a geçti. Karaman, Maraş, Erzurum ve Diyarbakır beylerbeyilik kuvvetleriyle Erzurum Aşkale’de birleşti. Van sınırında beylerbeyi Köse Hüsrev Paşa’nın İran komutanı Emîr Han’ın kuvvetlerini bozduğu haberini alan serdâr, üzerine gelen Safevî ordusunu durdurma görevini Özdemiroğlu Osman Paşa’ya verdi. Emrindeki kuvvetlerle Çıldır gölünün kuzey batısına gelen Özdemiroğlu, burada yapılan savaşta, Tokmak Han komutasındaki İran kuvvetlerini rahatça bozdu. 5.000 ölü ve 500 esir veren Tokmak Han, savaş meydanını terketti (9 Ağustos 1578). Bu zaferden sonra Tiflis’e giren ordu, Şirvan taraflarına yöneldi. Karşısına çıkan 20.000 kişilik İran kuvvetlerini Koyun geçidinde karşılayan Özdemiroğlu bunları da bozguna uğrattı. Bu savaşta İran kuvvetlerinden esir alınan 5.000 kişi dışında hepsi öldürüldü (Ağustos 1578). Çıldır zaferiyle Gürcistan’ı alan Osmanlı ordusu (9 Eylül 1578), Koyun geçidi zaferiyle de, çoğunlukla sünnî halkın yaşadığı Şirvan denen kuzey Azerbaycan’ı ele geçirdi.
Hazar kıyılarından meydana gelen Şirvan’ın doğu kesiminin sünnî halkı da kendilerine zulmeden İran’a karşı ayaklanıp, Safevîleri kovdular. Osmanlı ordusu bu bölgeye rahatça girip Dağıstan’a yöneldi ve bu bölge de Osmanlı topraklarına katıldı.
Fethedilen yerlerde Özdemiroğlu Osman Paşa az bir kuvvetle bırakılarak 8 Ekim’de Lala Mustafa Paşa asıl orduyla Erzurum kışlağına çekildi. Bunu fırsat bilen Safevîler, 30.000 kişilik bir kuvvetle bölgeye girdiler. 14.000 kişilik kuvvetiyle bunlara karşı koyan Özdemiroğlu, Şamahı’da yapılan muhârebede düşmana 15.000 ölü verdirip, 10.000’ini esir aldı. Safevîlerden bir kaç bin yaralı ve bozgun asker zor kaçabildi (Kasım 1578). Esir edilen Safevî ordusu komutanı Urus Han ile oğlu Dede Han, Ereş’de sünnî halkı katlettikleri için îdâm edildi.
Özdemiroğlu’na ancak Safevî şehzâdesinin karşı çıkabileceği fikriyle Safevî İmparatorluk veliahdı Hamzâ Mirza 100.000 kişilik orduyla bölgeye gönderildi. Bu orduda elliden fazla Safevî beyi ve sancakbeyi bulunuyordu. Osmanlı kuvvetleri ise, Özdemiroğlu’nun 13.000 ve bu arada yardıma gelen 25.000 kişilik Kırım atlılarından ibaretti. Yapılan muhârebede düşmana büyük kayıplar verdiren Özdemiroğlu, kendisinin de az bir kuvveti kaldığından Şirvan’ı Safevîlere bırakıp Dağıstan’a çekildi.
1579 yılında yapılan muhârebelerde Erzurum ve Kırım’dan gelen kuvvetlerin yardımıyla Şirvan tekrar alınıp Safevîlere ağır kayıplar verdirildi. Kars’a kale yapılıp, şehir îmâr edildi. 1580’de çarpışma olmadı. Serdâr Lala Mustafa Paşa’nın yerine Koca Sinân Paşa getirildi. 1581’de Şirvan’ı almak niyetiyle 18.000 kişilik bir orduyla hareket eden Selmân Han, Kırım kalgayı Gâzi Giray tarafından perîşan edildi. Ancak 300 tanesi kurtulabildi.
1583’de Ferhad Paşa İran serdârı oldu. 60.000 kişilik kuvvetle İstanbul’dan yola çıktı. Bunu öğrenen Safevî Gence beylerbeyi İmâm Kulu Han, bu kuvvetler gelmeden Özdemiroğlu’nun kuvvetlerini ezmek isteyip, 50.000 kişilik kuvvetiyle Şirvan ile Dağıstan arasındaki Samur ırmağının güney kıyısına geldi. Oradan Bilasa ovasına indi. Bu ovada üç gün üç gece süren savaş sonunda Özdemiroğlu Osman Paşa büyük bir zafer kazandı. Bu sırada bölgeye yaklaşan Ferhad Paşa da zafer haberini alınca Revân üzerine yürüyüp bu şehri fethetti. Sonra da Bakü’yü alıp asker yerleştirdi.
1585 yılında vezîriâzam ve İran serdârı olan Özdemiroğlu Osman Paşa, 150.000 kişilik ordusuyla 25 Eylül’de Tebriz’i beşinci defa fethetti. Kaleyi muhkem hâle getirip komutan tâyin etti. Asker bırakarak ordu-yu hümâyûnla Tebriz’in banliyösü olan Şenb-i Gazan banliyösine geldi. Uzun süredir rahatsız olan Özdemiroğlu’nun hastalığı iyice ilerledi. Bu arada yanlış bir istihbaratla Özdemiroğlu’nun öldüğünü duyan Safevî velîahdı Hamzâ Mirza, 30.000 atlıyla gece baskını yaptıysa da başarılı olamayarak geri çekildi. Bu başarı Özdemiroğlu’nun duyduğu son zafer oldu ve 30 Ekim 1585 gecesinde vefât etti (Bkz. Özdemiroğlu Osman Paşa).
İran savaşının Irak cephesindeki savaşlar, kuzeydeki kadar olmamakla beraber, Osmanlı üstünlüğü burada da devam etti. 1578’de Dînever, Muhammere, Şüster, Dizfûl bölgeleriyle Basra körfezinin kıyı yakaları Osmanlılara geçti. Bağdâd beylerbeyi Elvendzâde Ali Paşa, Dizfûl meydan muhârebesinde Safevîleri bozunca (7 Kasım 1583), Batı İran’da Şafiî mezhebindeki bölgeler, kabîleler, beyler teker teker gelip Osmanlılara itaat arzettiler. Bu suretle güneyden kuzeye Huzistan, Lûristan, Kirmanşâh, Ardelân eyâletleri Osmanlı’ya geçti. 30 Ekim 1587’de Irak cephepsinde Çağalazâde Sinân Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri, Hemedân Safevî vâlisi Korkmaz Han emrindeki kuvvetleriyle Câmâsâb çayı kenarında yaptığı meydan muhârebesini kazandı. Safevîlere ağır kayıplar verdirerek Korkmaz Han’ı esir etti.
Kafkas cephesinde 1587’de önemli bir vukûâd olmadı. Serdâr Ferhâd Paşa 1588’de üçüncü Murâd Han’ın kesin emri üzerine Gence’yi fethetti. Şirvan beylerbeyi Cafer Paşa da Safevîlerin Gence beylerbeyi Ziyâdoğlu Mehmed Han kuvvetlerinin büyük bir kısmını imha etti.
Bu arada Horasan’da hüküm süren sünnî Şeybânî hükümdarı Abdullah Han da Meşhed’i muhasara edip fethetti. Hindistan’daki sünnî Ekber Şâh’la da arası bozuk olan Şâh Abbâs üç ateş arasında kalınca, sulh istemek zorunda kaldı.
Şâh Abbâs, yeğeni Haydar Mirzâ’yı bir elçilik hey’etiyle beraber sulh rehinesi olarak gönderdi. 14 Ekim 1589’da Ferhad Paşa tarafından Hasankale’deki umûmî karargâhda karşılanan şehzâde, 28 Ocak 1590’da İstanbul’a geldi.
Hey’et başkanı Mehdî Kul Han, üçüncü Murâd Han tarafından kabul edildi. Konuşmasına izin verilince; Şâh Abbâs’ın bütün Osmanlı fütûhatını tanıdığını, şu anda fiilen iki devletin elinde bulunan yerlerin iki devlette kalması şartıyla sulh istediğini belirtip, Şâh Abbâs’ın; Osmanlı pâdişâhının, saltanat süren kulları arasında bulunduğunu söyledi.
21 Mart 1590’da İstanbul muahedesi imzalandı. Bu andlaşmaya göre İran, sünnî tebeasının mezheb hürriyetine saygı göstermekten başka, sünnî büyüklerine dil uzatmamayı da kabul ediyordu.
Osmanlı ile çok alçaltıcı bir sulh yaptığı, pâdişâhı resmen üstün hükümdar tanıdığı kanâatinde olan Şâh Abbâs, bu sulh döneminde büyük askerî hazırlıklar yaptı. Papa, İspanya kralı ile uzun müzâkerelerde bulunup, Osmanlı’ya karşı ittifak kurdu. İngiltere, İskoçya, Fransa, Rusya, Polonya, Hollanda gibi ülkelere elçiler göndererek Osmanlılara karşı harekete geçirmeye çalıştı. Sonra da süpriz bir taarruzla 26 Eylül 1603’de çeyrek asır önce Osmanlılara kaptırdığı ülkeleri geri almak için harekete geçti. 22 günlük bir kuşatmadan sonra Tebriz’i düşürdü. Sonra Güney Azerbaycan’ın büyük bir kısmını işgal etti. Aras’ın kuzeyine geçti. 26 Ekim’de Nahcivan eyâletini işgal edip, altı ay süren çetin bir muhasaradan sonra Revân’ı aldı. Buradan Karabağ ve Şirvan taraflarını yağmalamak için akıncı kollarını gönderen Şâh Abbâs, kendisi de Kars’a gidip kaleyle şehirdeki sünnî câmilerini yakıp yıktı. Şehri harabeye çevirdi.
Tebriz’den sonra Nahcivan ve Revan’ın da (Erivan) Safevî hâkimiyetine geçmesi, şarktaki Osmanlı nüfuzunun sarsılmasına sebeb oldu. Kürt beylerinden sonra Karabağ ve Şirvan’daki Türkmen oymaklarıyla Gürcistan prensleri de Osmanlı hâkimiyetinden çıkıp Safevîlere iltihak ettiler.
Bu olaylar üzerine İran üzerine serdâr tâyin edilerek 15 Haziran 1604’de İstanbul’dan yola çıkan Çağalazâde Sinân Paşa, kış mevsimi sebebiyle ileri gidemiyerek Van’a, oradan da Erzurum’a çekildi. 1605 Ağustos’unda Tebriz üzerine yürüyen Sinân Paşa, Urmiye meydan muhârebesinde Şâh Abbâs’ın kumanda ettiği 50.000 kişilik Safevî ordusuna mağlûb olup (9 Eylül 1605), Diyarbakır’a çekildi ve orada vefât etti (2 Aralık 1605). Safevîler ise Gence ve Şamahı’yı alıp Şirvan’ın mühim bir kısmını ele geçirdiler.
Yeni serdar vezîriâzam Kuyucu Murâd Paşa, Tebriz üzerine yürüdüyse de Şâh’ın sulh teklifi üzerine pâdişâha haber gönderip Diyarbakır’a çekildi ve orada vefât etti. Yerine vezîriâzam ve serdâr olan Diyarbakır beylerbeyi Nâsuh Paşa, İstanbul’a geldi ve İran’la İstanbul muahedesi imzaladı. Bu andlaşma ile çeyrek asır önce Safevîlerden kazanılan 570.000 km2’lik toprağın 400.000 km2’si kaybedilmişti. Revân, Nahcivân, Karabağ, Güney ve Kuzey Şirvan Safevîlere geçmiş, Gürcistan’ın büyük kısmıyla Dağıstan Osmanlılarda kalmıştı. Ayrıca İran her yıl 200 yük ipek, kumaş vesâir kıymetli eşyayı harac olarak İstanbul’a gönderecekti. İki buçuk yıl süren bu sulh döneminden sonra, 22 Mayıs 1615’de İran’a harb açıldı. Serdâr-ı ekrem Kara Mehmed Paşa, Eylül ayında Haleb’e geldi. Kışı burada geçirip Nisan ayında harekete geçerek 1616 Eylül’ünde 100.000 kişilik ordusuyla Revân’ı kuşattı, fakat alamadı. Şâh, Nahcivan taraflarında olmasına rağmen, Osmanlı ordusunun üzerine gelmediğinden, başka çarpışma olmadı. 1617’de Kırım hanı İkinci Canibek Giray 40.000 kişilik süvârîsi ile Gence ve Nahcivan üzerine akın düzenleyip kışı yeni serdâr vezîriâzam Halîl Paşa ile beraber Diyarbakır’da geçirdi.
1618 Eylül ayında hızlı bir yürüyüşle Erdebil ile Tebriz arasında bulunan Pûl-Şikeste mevkiine gelen Osmanlı kuvvetleri, yorgunluğunu üzerinden atamadan İran ordusunun pususuna düşünce, büyük kayıplar vererek yenildi. Toplanan savaş meclisinde geri çekilmenin çok kötü sonuç vereceği düşünülerek, ordunun Erdebil üzerine yürümesi kararlaştırıldı. Bu durumdan endişelenip sulh teklif eden Şâh Abbâs’la Erdebil surları önünde yapılan görüşmeler sonunda andlaşma imzalandı.
26 Eylül 1618’de Erdebil’de imzalanıp 29 Eylül 1619’da İstanbul’da sultan Genç Osman tarafından tasdik edilen bu andlaşmaya göre; Kânûnî devrinde Amasya andlaşmasıyla tâyin edilen sınırlar esas kabul edilecek, Kars ve Ahıska Osmanlılarda kalacak, Safevîler, Osmanlı hâkimiyetinde bulunan Dağıstan’a taarruz etmeyecek ve esirler iade edilecekti. Ayrıca İran her yıl 100 yük ipek, kumaş v.s. kıymetli eşyayı harac olarak İstanbul’a gönderecek ve Eshâb-ı kirama sövmeyi terkedeceklerdi.
Dördüncü Murâd Han’ın tahta geçişinin hemen akabinde, evvelden beri Anadolu’da sürüp gitmekte olan isyânlardan biri de Bağdâd’da baş göstermiş, burada bulunan on iki bin kişilik yerli kulu askerinin başında bulunup zengin ve nüfuzlu bir kişi olan Bekir Subaşı, şehri ele geçirmişti. Bağdâd vâliliğine tâyin isteği İstanbul tarafından kabul edilmeyip, başka bir vâli gönderilince de şehre almamıştı. Bunun üzerine bölgeye gönderilen Hâfız Ahmed Paşa şehri kuşatınca, vâlilikten ümidini kesen Bekir Subaşı, mukavemet edemeyeceğini anlayarak, Şâh Abbâs’a haber gönderip Safevî tâbiiyyetine geçmek istediğini bildirdi. Bunu bir müjde gibi karşılayan Şâh Abbâs, Osmanlı Devleti’yle arasındaki sulhu hiçe sayarak Bekir Subaşı’ya Safi Kuli Han’la hil’atlar gönderdi ve şehrin anahtarlarını istedi. Kendisi de 30.000 kişilik ordusuyla yola çıktı.
Bunu öğrenen Hâfız Ahmed Paşa da Bekir Subaşı’ya haber gönderip, kendisine Bağdâd vâliliğinin verildiğini bildirdi. Bu vaziyet üzerine Bekir Paşa ünvânını alan Subaşı, Safi Kuli Han’ın istediği anahtarları vermeyip, Şâh’ın alâkasına teşekkürle elçiyi başından savdı. Osmanlı vâliliğini kabul ettiğini bildirip, îtimâd edemediğinden Hâfız Ahmed Paşa’dan, Diyarbakır’a çekilmesini istedi. Bunu fırsat bilen Karçakay Han’ın emri altındaki İran ordusu Bağdâd’ı kuşattı. Üç ay süreyle şiddetli bir savunma savaşı veren Bekir Subaşı, oğlunun ihanet edip, kale kapılarını açması sebebiyle esir düştü ve Bağdâd Safevîler tarafından işgal edildi (28 Kasım 1623). Şiî olmayı kabul etmeyen Bekir Paşa yedi gün İşkence yapıldıktan sonra, Dicle üzerinde petrol dolu bir kayığa bindirilip yakıldı. Bağdâd kâdısı Ömer Nuri Efendi, Ulu Câmi hatîbi Mehmed Efendi, yüzlerce Osmanlı subay ve me’muru, sünnî eşraf aynı akıbete uğradı. Kadınlar ve kızlar İran umumhânelerine gönderildi.
Bu arada İstanbul’daki karışıklıkları ve Anadolu’da çıkan isyânları bastırmakla meşgul olan dördüncü Murâd Han, Bağdâd’la ilgilenemedi. Bu mes’eleleri hâllettikten sonra sadrâzam yaptığı Hâfız Ahmed Paşa’yı serdâr tâyin ederek, Bağdâd’a gönderdi.
5 Mayıs 1625’de Diyarbakır-Cülek ordugâhına çıkan Hâfız Ahmed Paşa, hazırlıklarını tamamladıktan sonra yola çıkıp Kasım’ın ortalarında Bağdâd yakınlarına geldi. Bağdâd’ın yakınlarındaki İmâm-ı a’zam hazretlerinin kabrinin bulunduğu Âzamiyye kasabasını ele geçirdi ve Bağdâd’ı kuşattı.
Hâfız Ahmed Paşa 100.000 kişilik bir orduyla Bağdâd’a gelmesine rağmen, yeterli top getirmediği için şehrin iyice tahkim edilmiş olması gibi sebeplerden dolayı iki aydan fazla uğraştığı hâlde kaleyi düşüremedi. Bu arada Şâh Abbâs 30.000 kişilik bir orduyla yardıma geldi. İki ateş arasında kalmasına rağmen muhasarayı uzun süre devam ettiren Hâfız Ahmed Paşa, top, mühimmat ve iâşe bakımından müşkil bir vaziyette kaldığı için 3 Temmuz 1626’da muhasarayı kaldırıp İstanbul’a döndü.
1629 senesinde Hemedân ve Bağdâd üzerine serdâr tâyin edilen vezîriâzam Hüsrev Paşa, 9 Temmuz’da Üsküdar’dan harekete geçip, 1630 Mart ayında Kerkük civarına geldi. Nisan ayında gönderdiği kuvvetlerle; Kerbelâ, Necef ve Hille taraflarını ele geçirdi. 5 Mayıs 1630’da Hemedân yakınlarındaki gönderdiği 10.000 kişilik kuvvetle Mihribân kalesini aldı. Bu vaziyet üzerine Safevî Hemedân vâlisi Zeynel Han 40.000 kişilik bir kuvvetle bölgeye geldi. Sabah başlayan muhârebe ikindiye kadar Safevîlerin üstünlüğüyle devam etmesine rağmen, kendilerinin dört katı kuvvetlerle çarpışan Osmanlı kuvvetleri Sivas vâlisi Halîl Paşa’nın gayretiyle düşmanı bozdular. Zeynel Han kaçıp savaş alanını terketti.
Bu arada İran şahı Abbâs ölüp, torunu Sâm Mirza, Şâh Safî ünvânıyla yerine geçti. Osmanlı ordusu ise yoluna devam edip Hemedân’a girdi. Buradan İran’ın merkezi Kazvin üzerine gitmek isteyen Hüsrev Paşa, Dergüzin’e geldi. Burada toplanan harb meclisinde, Kazvin üzerine yapılacak hareket müzâkere edildi. Mesafenin uzaklığı Safevîlerin bütün yol boyunu tahliye ve tahrib ettikleri, iaşe müşkilâtı ve bilhassa su kıtlığı olabileceği gibi sebeplerle ordunun Bağdâd üzerine yürümesi kararlaştırıldı.
14 Temmuz’da Nihâvend civarındaki Cemhal ovasına gelen Hüsrev Paşa, Luristan hâkimi Hüseyin Han’ın 12.000 kişilik bir kuvvetle mevzî alıp bir kısım kuvvetiyle de pusu kurduğu haberini alınca, Anadolu ve Rumeli beylerbeyilerini bir kısım kuvvetle bunların üzerine gönderdi. Yapılan çetin muhârebe sonunda düşman mağlûb edildi ve Hüseyin Han güçlükle kaçıp kurtuldu.
Ekim ayı başlarında Bağdâd önlerine gelen Hüsrev Paşa şehri kuşattıysa da başarılı olamayıp dokuz gün sonra muhasarayı kaldırdı.
1633 yılında büyük bir orduyla Van kalesini kuşatan Safevî ordusuna karşı Erzurum vâlisi Demirkazık Halîl Paşa ve Diyarbakır vâlisi Murtazâ Paşa gönderilerek düşman yenilgiye uğratıldı. Yine bu sebeple vezîriâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa, şark seferine çıktı (20 Ekim 1633). 1633-34 kışını Haleb’de geçiren vezîriâzam Diyarbakır’a geçerek Pâdişâh’ın gelmesini bekledi.
28 Mart 1635’de İran (Revan) seferi için İstanbul’dan ayrılan dördüncü Murâd Han, Diyarbakır’dan yola çıkan vezîriâzam Tabanıyassı Mehmed Paşa’yla 17 Haziran’da Bayburt’ta birleşti. 50.000 askeri Erzurum’da bırakan dördüncü Murâd Han, 200.000 asker ve 130 ağır muhasara topuyla yola çıktı. Pâdişâh’ın Revan üzerine yürüdüğünü sezen Şah, son anda eyâlet beylerbeyi Tahmasbkulu Han’ın savunduğu kaleye 12.000 tüfekli piyade sokup savunmayı çok güçlendirmişti. Şâh kendisi de ordusuyla yakında olmasına rağmen, savaşı göze alamadığından ortaya çıkmadı. 27 Temmuz’da kaleyi kuşatan dördüncü Murâd Han, vaktiyle Kanunî Sultan Süleymân’ın alamadığı kaleyi on bir günde aldı. Ordu, kale alındıktan sonra halktan tek kişinin burnu bile kanamadan şehre girdi. Buradan hareketle Safevî ordusunun peşine takılan dördüncü Murâd Han, Aras boyunca güneydoğuya inmeye başladı. Fakat düşmana erişemedi. 1 Eylül’de Hoy’a gelen Sultan, 11 Eylül’de otuz iki yıl önce Safevîlerin eline geçen Tebriz’e girdi. Bu, Tebriz’in Osmanlılarca altıncı fethiydi. Tebriz’de dört gün kalan sultan Murâd, hastalandığı için isfehan’a gitmekten vaz geçip Diyarbakır üzerinden İstanbul’a döndü.
Osmanlı ordusu çekilir çekilmez harekete geçen Şâh Safî, büyük bir orduyla Revan’ı kuşattı. Kış sebebiyle yardım gönderilemediğinden üç ay süren çetin bir müdâfaa savaşı veren Murtazâ Paşa’nın şehîd olması üzerine kale teslim oldu. Safevî ordusu Tebriz ve Azerbaycan’ın büyük bir kısmını geri aldı. Bundan sonra güneye doğru inen Şâh’ın karşısına az bir kuvvetle çıkıp kahramanca savaşan Şam beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa yenilip şehîd düştü (2 Eylül 1636).
1637 ylında vezîriâzam Bayram Paşa’yı Anadolu’ya gönderip büyük harp hazırlıklarına girişen sultan Murâd Han, 8 Mayıs 1638’de şeyhülislâm Yahyâ Efendi ile beraber Bağdâd seferi için yola çıktı. 17 Haziran’da Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin kabrini ziyaret eden Murâd Han, 22 Temmuz’da Haleb’e geldi. Birecik’te sadrâzam Bayram Paşa kuvvetleri ile birleşti. Bayram Paşa’nın 26 Ağustos’da Urfa yakınlarında vefât etmesi üzerine Tayyar Mehmed Paşa’yı sadrâzam yapan Sultan, 16 Kasım gecesi Bağdâd’a geldi ve derhâl tertibat alarak muhasaraya başladı.
Şehirde, Bektaş Han Türkmen’in kumandasında 40.000 askerlik çok kuvvetli bir Safevî garnizonu bulunuyordu. Şah Safî ise atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şîrîn’de olup, Osmanlı muhasarasını gün gün tâkib etmesine rağmen müdâhaleye cesaret edemiyordu. Sultan Murâd, 12.000 sipâhîyi İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği hâlde Şâh’ı savaşa çekemedi. Şâh, Bağdâd’daki büyük kuvvetine güveniyor, sultan Murâd’ın muhasaradan bıkınca çekilip gideceğini zannediyordu.
Pâdişâh’ın ve seksen altı yaşındaki şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin de ön safta olduğu bu savaşta dehşetli vuruşmalar oldu. Muhasaranın otuz yedinci gününde ön saflarda yalın kılıç kahramanca çarpışarak askeri coşturan Tayyar Mehmed Paşa, birkaç kuleyi ele geçirdiği sırada alnından yediği bir kurşunla şehîd oldu. Yerine sadrâzam yapılan Kemankeş Mustafa Paşa, selefi gibi gayret edip bir kaç kuleyi daha ele geçirdi.
Muvaffakiyet üzerine muhasaranın otuz dokuzuncu günü umûmî taarruza karar veren sultan Murâd Han, derhâl hücumun başlamasını emretti. Sabah erkenden Osmanlı yürüyüşü büyük bir şiddetle gelişmeye başlayınca kale teslim, oldu. İç kalede direnmek isteyen 20.000 Safevî askeri kılıçtan geçirildi. Böylece on dört yıl, on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevîlere geçen Bağdâd artık kesin olarak Osmanlı idaresine geçti (Bkz. Bağdâd).
Buradan İsfehan’a yürümek isteyen Pâdişâh, Diyarbakır’a gelince tekrar hastalığı nüksettiğinden yetmiş gün hasta yattı. Hasta yatağından İran içlerine akıncılar gönderdi. Veziriazam Kemankeş Mustafa Paşa da büyük bir kuvvetle İran içlerine doğru harekete geçtiği sırada Şâh’ın barış isteğiyle gönderdiği elçiler geldi. Sadrâzam Kemankeş Mustafa Paşa ile İran murahhasları Saru Han’la Muhammed Kuli Han arasında yapılan görüşmeler sonrasında aşağı yukarı bugünkü Türk-İran sınırının tesbit edildiği Kasr-ı Şîrîn andlaşması imza edildi (17 Mayıs 1639). Bu andlaşmaya göre; Bağdâd, Basra ve Şehr-i zûr havalisinden mürekkep Irak-ı Arab Osmanlılarda, Erivan Safevîlerde kaldı. Ayrıca Safevîlerin gerek Irak ve gerekse Kars, Ahıska ve Van taraflarına saldırmayacakları, Eshâb-ı kiramı kötülemeyecekleri de anlaşma şartları içinde açıkça ifâde edilmişti (Bkz. Kasr-ı Şîrîn Andlaşması).
Uzun süren bir sulh devrinden sonra, on sekizinci yüzyılın ilk yarısında Afganistan’daki Üveysî hânedânı, İsfehan’a kadar İran topraklarını ele geçirdi. İran’daki Safevî hânedânını dağıttı. İran’ın bu zayıf durumundan faydalanmak isteyen Rusya da İran’a saldırınca sünnî halkın yaşadığı Dağıstan halkı, 1722’de İran tabiiyyetinden çıkarak tekrar Osmanlı Devleti’ne tâbi oldu. Bu durumda Safevîlerle yapılan barışın geçersiz kalması sebebiyle İran’a müdâhaleye mecbur kalan Osmanlı Devleti’nin, 1723 Temmuz’unda Gürcistan’ın İran’a tâbi kısmına girmesiyle savaş başladı. Çeşitli cephelerde Tiflis, Gori, Güney Azerbaycan, Lûristan, Ardelân, Kirmanşâh, Hemedân ele geçirildi. Revan ve Tebriz eyâletlerine girildi. Bu suretle batı ve kuzeybatı İran ile Güney Kafkasya Osmanlı lehine İran’dan koptu. Üçüncü Murâd devrindeki sınırlar yeniden tutulup Hazar’a erişildi. Bu fütûhat, Hemedân muahedesi ile Afganistan hükümdarı Eşref Han Üveysî tarafından tanındı.
Ancak bir müddet sonra ortaya çıkan Nâdir Han Avşâr, Üveysîleri gasbedici ve gayri meşru ilân etti. Tahta geçirdiği çocuk yaştaki Safevî şahlar nâmına İran’da idareyi ele geçirip, doğuda Afgan ve batıda Osmanlı topraklarına karşı harekete geçti. 1730’da Osmanlıların fethettiği Nihâvend, Tebriz, Hemedân ve Kirmanşâh’ı geri aldı. Bunun üzerine üçüncü Ahmed Han İran’a karşı savaşa karar verdiyse de, Patrona Halîl isyânı çıkması sonucunda tahttan feragat ettiğinden sefer gerçekleşmedi.
Üçüncü Ahmed Han’dan sonra, birinci Mahmûd Han devrinde de savaş devam etti. Bağdâd beylerbeyi serdâr vezîr Ahmed Paşa, Kirmanşâh’ı geri alıp, Korican meydan muhârebesinde 40.000 kişilik Safevî ordusunun dörtte üçünü imha ederek Hemedân’a girdi.
Tebriz fethine me’mur edilen serasker Hekimoğlu Ali Paşa ise, önce müstahkem bir mevki olan Ürmiye üzerine gidip burayı zaptetti. Bunun üzerîne Tebriz ahâlisi ileri gelenleri orduya gelerek itaatlerini arzettiler. Bu arada yapılan görüşmeler sonunda İran’la andlaşma imzalandı. Serdâr Ahmed Paşa’nın imzaladığı andlaşmaya göre, Aras nehri sınır kesildi. Tebriz dâhil Güney Azerbaycan, Hemedân, Kirmanşâh, Lûristan, Ardelân, Hûzistan İran’da; Revân, Nahcivan, Şirvan, Arrân yâni Kuzey Azerbaycan, Doğu Gürcistan, Dağıstan Osmanlılarda kaldı. Osmanlı Devleti’nin Güney Kafkasya’yı elinde tutmak ve Hazar denizini sınır tutmak için Batı İran’ı feda etmesine rağmen andlaşma pek uzun sürmedi. Bir yıl sonra Nâdir Han’ın Erbil’e taarruzuyla harb yeniden başladı.
Erbil’i aldıktan sonra büyük bir orduyla 12 Ocak 1733’de Bağdâd’ı kuşatan Nâdir Han, yedi ay uğraştıysa da şehri alamadı. 19 Temmuz 1733’de 80.000 kişilik orduyla Bağdâd’a gelen vezir Topal Osman Paşa, on sekizinci asrın bütün dünyâda en büyük askeri bilinen Nâdir Han’ı, dokuz saatlik bir meydan savaşından sonra hezimete uğrattı. Canını zor kurtaran Nâdir Han, bütün ağırlıklarını bırakarak kaçtı.
Ertesi yıl Nâdir Han, Kerkük’te kışlayan ve ağır hasta olan Osman Paşa’yı ansızın basarak şehîd etti. Kerkük’e girdi. Safevî hânedânına son verdiğini îlân edip, şahlığını îlân etti. Avşar hânedânını kurdu (27 Ocak 1736). Osman Paşa’nın yerine serdâr olan Köprülüzâde Abdullah Paşa’yı Arpaçay meydan muhârebesinde yenip şehîd etti. Osmanlı Devleti’nin Almanya ve Rusya ile savaşa girmesinden istifâde edip, Revan, Gence ve Tiflis’i alarak 1723’den bu yana Osmanlıların İran’dan fethettikleri bütün yerleri geri aldı. Kendisi Hindistan’ı işgale karar verdiğinden, Almanya ve Rusya ile savaşan Osmanlı Devleti’nin de kendisiyle uğraşamayacağını bildiğinden, bu en avantajlı durumunda sulh istedi. İstanbul’da yapılan andlaşmayla 1639’da yapılan Kasr-i Şirin andlaşması esasları kabul edildi. Avşar hânedânı tanındı fakat Nâdir Şâh’ın ısrarla istediği Câferî mezhebinin beşinci hak mezheb olarak kabulü İslâm ulemâsı tarafından reddedildi.
Altı yıl süren bu barış devresinde sünnî Hindistan Tîmûroğulları devletine büyük bir darbe vurup, Hindûların müslümanlara karşı güçlenmeleri gibi İslâm târihinde çok zararlı vak’alardan birine sebeb olan Nâdir Şâh, buradaki başarısına ve ele geçirdiği hazînelerin zenginliğine güvenerek 29 Mayıs 1743’de andlaşmayı bozarak Osmanlı Devleti topraklarına girdi. Irak, Kafkasya ve Doğu Anadolu’yu Osmanlılardan almak, Câferî mezhebini beşinci hak mezheb olarak birinci Mahmûd Han’a zorla kabul ettirmek istiyordu.
Hille’yi, bir müddet sonra da Kerkük’ü aldı. Büyük bir kuvvet ve 390 topla Musul’u kuşattı. On iki genel taarruzunda da başarılı olamadı. Musul’u savunan Kazıkçı Hüseyin Paşa’nın şiddetli mukavemeti sebebiyle çok zayiat verdiğinden geri çekildi.
1744’de tekrar harekete geçen Nâdir Şâh, bu sefer 150.000 askeriyle Kars’ı kuşattı. Kars müdafii serasker Hacı Ahmed Paşa’nın destan menkıbelerini andıran celâdetli savunması karşısında çekilip gitmekten başka çâre bulamadı. Bir kısım muhârebelerden sonra Osmanlılardan bir şey koparamayacağını anlayan Nâdir Şâh, sulh istedi. 4 Eylül 1746’da İstanbul’da yapılan andlaşmada sekiz yıl önceki gibi Kasr-ı Şirin andlaşması esasları kabul edildi. Câferî mezhebinin beşinci hak mezheb olarak kabul edilmesi yine reddedildi.
Bu andlaşma üzerine yetmiş beş yıllık bir sulh devri oldu. 1821’de İran tahtında olan Feth Ali Han, Osmanlı Devleti’nin Tepedelenli Ali Paşa ve Mora isyânının alevlendiği en buhranlı bir döneminde, fırsattan istifâde ederek Osmanlı hudutlarına tecâvüze başladı. Osmanlı Devleti fevkalâde meşgul olduğu için, velîahd şehzâde Abbâs Mirza, Doğu Anadolu’ya, diğer İran şehzâdesi Mehmed Ali Mirza da Irak taraflarına saldırıp; Toprakkale, Bâyezîd, Eleşgird, Bitlis, Muş ve Erciş taraflarını işgal ettiler.
Fakat bu sırada İran ordusunda şiddetli bir kolera salgını başladı. Çok sayıda zayiata sebeb olan bu salgında şehzâde Mehmed Ali Mirza da öldü. Ordusunun bu şekilde perişan olmasından sonra Şâh Feth Ali Han sulha tâlib oldu ve birinci Mahmûd Han zamanında 4 Eylül 1746’da yapılan muahede esaslarına göre sulh aktedildi. Bundan sonra Osmanlı Devleti ile İran arasında savaş olmadı.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi (İ. H. Uzunçarşılı)
 2) Büyük Türkiye Târihi (Y. Öztuna)
 3) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman)
 4) Peçevî Târihi (K.B.Y.)
 5) İslâm Târihi Ansiklopedisi (Safevîler Maddesi)
 6) Nâimâ Târihi
 7) Târih-i Cevdet
 8) Künh-ül-Ahbâr (Âlî)
 9) Silâhdâr Târihi
10) Nişancı Târihi
11) Osmanlı-İran Siyâsî Münâsebetleri (B. Kütükoğlu, İstanbul-1962)

9 Aralık 2015 Çarşamba

KIRIM SEFERLERİ


Azak Denizi’ni Karadeniz’den ayıran yarımadaya yapılan seferler. Kırım ilk defa on üçüncü yüzyılda Altınordu Devleti zamanında İslâm toprağı olma şerefine kavuştu. Bilâhare Karadeniz kıyıları Ceneviz kolonisi hâline geldi. İç kısımlarda bâzı müslüman hanlıklar hâkimiyet kurdular.
Osmanlı Delveti’nin Kırım’la ilk münâsebeti Fâtih Sultan Mehmed Han zamanında oldu. İstanbul’u ele geçirdikten sonra, Karadeniz’i bir Türk gölü hâline getirmeye karar veren Sultan, beklediği ilk fırsatı 1453’de buldu. Altınordu tahtında hak iddia eden ve Cenevizlilerle geçinemeyen Kırım hanı Hacı Giray, ittifak teklif ediyordu. Bu fırsat değerlendirilerek Kırım kuvvetleriyle beraber Cenevizlilerin elindeki Kefe kuşatıldı. Cenevizlilerin andlaşma isteyip yıllık üç bin duka altın vermeyi kabul etmesiyle de kuşatma kaldırıldı. Daha sonra geniş bir fütûhata girişip aleyhindeki müthiş ittifakın halkalarını teker teker kıran ve zamanın en kudretli sultânı durumuna gelen Fâtih Sultan Mehmed Han, bir çok mes’eleler yanında Kırım işini tekrar ele aldı.
Kırım’ın doğrudan doğruya Osmanlı Devleti’ne intikâli veya bu topraklar üstünde Osmanlılara bağlı bir devletin bulunması, Karadeniz’in batı sahillerinin büsbütün alınmasına hizmet edeceği gibi, bu sahillerin bir kısmını elinde tutan Boğdan Prensliği’nin sıkıştırılmasına, hattâ bu prensliği himaye eden Lehistan’ın tehdîd edilmesine de yarayacaktı. Ayrıca Kefe, Azak ve Menküb gibi Kırım şehirleri, büyük ticâret yolları üzerinde bulunuyordu. Bilhassa Astırhan, Kabil ve Ürgeç’ten gelen yol ile İran’dan geçen iki kervan yolunun üzerinden taşınan ticâret eşyası, Hind ve Çinhindi’nden gelen baharat ile Hazar denizi sahillerinden sevkolunan ipekler de, bu şehirlerin limanlarından Avrupa’ya ulaştırılıyordu. Bundan başka gemiler bu limanlardan buğday, kürk, deri, balık, havyar, balmumu ve tuz gibi malzemeyi de naklediyorlardı. Bâzı kaynakların haber verdiğine göre bu limanlardan bir günde dört yüz geminin yüklenip hareket ettiği bir gerçekti.
Kırım hanı Hacı Giray’ın 1466’da vefâtından sonra oğulları Nur Devlet ile Mengli Giray arasındaki taht mücâdelesi, Mengli Giray’ın zaferi ile sonuçlandı. 1475 senesinde Kırım hanı Mengli Giray, Cenevizlilerin baskısı sonucu Kefe beyi Eminek’i azletti. Bu azlin sebepleri arasında Eminek Bey’in Osmanlılarla anlaşmış olması da vardı. Eminek Bey bunu kabul etmeyerek Kefe civarını vurmaya ve Mengli Giray’la çarpışmaya başladı. Çarpışmalarda yenilen Mengli Giray, 1.500 kadar süvari kuvvetiyle Cenevizlilerin yanına kaçtı.
Bütün bu hâdiseleri yakından tâkib eden Fâtih Sultan Mehmed Han, Kırım’ın alınabilmesi için en müsait zamanın geldiğine hükmedip, Venediklilerle imzaladığı bir yıllık mütârekeden faydalanarak sadrâzam Gedik Ahmed Paşa’yı 1475 baharında 350 gemiden mürekkep bir donanma ile Kırım üzerine gönderdi.
Haziran ayı başlarında Kefe önlerine gelen Gedik Ahmed Paşa, yaptığı teslim teklifine red cevâbı alınca, sahile bin atlı ile kırk bin dolaylarında yaya asker çıkardı. Şehir karadan ve denizden ablukaya alındı. Kaleye şiddetli top ateşi başlatılınca, Kefe halkı şehri teslim etmekten başka çâre olmadığını ileri sürerek komutanlarını tehdid ettiler. Buna rağmen üç gün mukavemet eden şehir, 9 Haziran’da teslim oldu.
Kefe’yi zaptettikten sonra donanmayı Azak Denizine sokarak Azak kalesini alan Gedik Ahmed Paşa, Menküb şehrini de kuşattı. Bu kale hem çok muhkem, hem de müdafii çoktu. Bir müddet top ateşi altında tutulan kale düşürülemedi. Bir kale için uzun süre oyalanmak istemeyen Paşa hileye başvurdu. Kale çevresinde küçük bir kuvvetle Zâğracı Yâkub Bey’i bırakarak esas kuvvetlerle bölgeden ayrıldı. Bir müddet kuşatmaya devam eden Yâkub Bey, kalenin muhasarasını kaldırıp oradan ayrılmaya kalkışınca, müdâfîler bu küçük kuvveti vurmak için kaleden dışarı fırladılar. Hâlbuki Yâkub Bey’in çekilmesi tamamen tertibden ibaretti. Çünkü biraz ilerde düşmanın bilmediği, pusuya girmiş asıl Türk kuvvetleri vardı. Menküblülerin önünden yavaş yavaş ve savaşarak geri çekilen Yâkub Bey’in kuvvetleri, düşmanı pusuya kadar götürdü. Kuvvetlerinin bir kısmı öldürülüp bir kısmı da esir edilen Menküb kalesi, kolayca zaptedildiği gibi, bu muvaffakiyetle Kırım kıyılarında bulunan bütün Ceneviz şehir ve limanları ele geçirildi. Hanlığa da Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmak şartıyla, Mengli Giray Han getirildi. Böylece Kırım hanlığı Osmanlılara bağlı hâle geldi. Osmanlı Devleti bu cihetten Lehistan’ı baskı altında tutup Avrupa’da daha rahat hareket etmeye başladığı gibi, gelişmekte olan Rus knezliğinin Karadeniz’e inme arzularını da uzun müddet engelledi.
Rus kuvvetleri ilk defa 1736’da Kırım yarımadasını istilâya muvaffak oldu. Hanlık merkezi Bahçesaray’ı zaptederek yakıp yıktılar. Zengin kütüphâneleri yok ederek, 1737 ve 1738’de de yağma ve tahriplerini sürdürüp, 1739’da Azak kalesini ele geçirdiler. 1748-1756 seneleri arasında Arslan Giray Han yarımadayı müdâfaa eden istihkâmları kuvvetlendirdiyse de bölgede yeni kaleler inşâ eden Ruslar tehditlerini arttırdılar.
Bu arada Rusya, Osmanlı Devleti himayesindeki Lehistan’ı işgal etti ve bir çok defa uyarılmasına rağmen işgali kaldırmadı. Kendilerine karşı çıkan Lehistanlılardan Osmanlı hududunu geçerek Kırım hanının haslarından olan Balta mevkiine iltica edenleri tâkib edip, hududu aşarak müslümanlardan bâzılarını da katletti. Karadağlıları isyâna teşvik etti. Bütün bu ahvâli değerlendiren dîvân-ı hümâyûn, Rusya’ya harb îlân etti.
Kırım-Giray Han’ın 1769 yılı başında Beserabya’dan Rusya içlerine bir akın yapıp binlerce esirle dönmesi, savaşı fiilen başlatmış oldu. Sadrâzam ve serdâr-ı ekrem Yağlıkçı Mehmed Emîn Paşa, İstanbul’dan hareket ederek 1 Mayıs’da Dobruca’ya geldiği sırada Rus kuvvetleri Hotin’i kuşattılar, ancak kaleden çıkan Osmanlı askeri Rus ordusunu dağıttı. Rus komutanı Prens Galitsin, kuvvetlerini ancak üç ayda toparlayıp yeniden Hotin’i kuşattı. Bu seferde de kale müdafii Ahıskalı Hasan Paşa kaleden çıkarak düşman ordusunu bozdu.
Bu arada sadrâzam kışlamak üzere orduyu Hotin yakınlarından İsakçı taraflarına çekince, Hotin müdafileri de kaleyi terkederek İsakçı’ya geldiler, Böylece Türk başarısıyla başlayan savaş, 1769 sonbaharı başında Hotin’in düşmesiyle Rusların lehine döndü. Ruslar Kafkasya’ya da girerek Osmanlı Devleti’ne tâbi bâzı toprakları işgal ettiler.
Rus donanması, Baltık denizinden çıkıp Atlas okyanusuna, oradan da Akdeniz’e geçti. Mora’ya asker çıkarıp rumları ayaklandırdığı gibi, Çeşme limanındaki Osmanlı donanmasını da yaktı.
Kont Panin ise 60.000 askerle Bender kalesini kuşattı. Kont Romanzoo 30.000 askerle Boğdan’ın büyük bir kısmını işgal edip, serdâr-ı ekrem İvazzâde Halîl Paşa kuvvetlerini bozdu ve binlerce askerini kılıçtan geçirdi.
Prens Dolgoruki 90.000 askerle Kırım’ın kapısı olan Orkapı kalesini muhasaraya başlayıp üç ay sonra ele geçirdi. Rus çariçesi ise, Kırım hânı üçüncü Selîm Giray’a Osmanlı’dan ayrılması şartıyla Kırım’ı müstakil bir devlet olarak tanıyacağına dâir söz verdi. Böylece Kırım kuvvetlerini, Osmanlı ve Rus tarafdarı olmak üzere, ikiye bölüp savaştan çekilmelerini sağladı. Kırım’da Ruslara karşı sâdece Osmanlı kuvvetleri savaştı. Fakat uzun süre yardım alamadıklarından onlar da başlarındaki Kırım seraskeri silâhdâr İbrâhim Paşa ile beraber teslim oldular (13 Temmuz 1771). Prens Dolgoruki bütün yarımadayı işgal etti ve bu suretle Kırım’daki fiilî Osmanlı hâkimiyeti 296 yıl sonra sona ermiş oldu.
Diğer cephelerde savaşın sona ermesinden sonra 21 Temmuz 1774’de Küçük Kaynarca andlaşması imzalandı. Bu andlaşmanın üçüncü maddesine göre Kırım, Bucak, Kuban, Yedisan, Çankboyluk ve Yedickul tatarları, bağımsız olarak kendi istekleriyle Cengiz soyundan seçilecek hanlar tarafından, eski yasa ve törelerine göre yönetilecekler, Rusya ve Bâb-ı âlî hanın seçimine karışmayacaktı. Tatarlar müslüman olduklarından, aynı zamanda halîfe olan sultana karşı dînin emirlerine uygun davranacaklardı. Ruslar Yeni kale, Kerç, Kılburun kalelerini ele geçirerek, görünüşte bağımsız olan Kırım’ı devamlı karıştırdılar. Kırım halkı tarafından seçilen ikinci Sâhib Giray Han, Rus tehlikesini görerek müslüman halkın desteğini de alıp, Osmanlı Devleti’ne yanaşınca, mirzalar ayaklanarak Han’ı İstanbul’a kaçmaya mecbur ettiler. Fakat tahta çıkarmak istedikleri Devlet Giray, Ruslar tarafından desteklenen Şahin Giray’ın saldırılarına karşı koyamadı. Şahin Giray, bir kısım mirzaları kendi tarafına çekip Rusların yardımıyla Devlet Giray’ı yendi. Fakat Rus sarayında uzun süre bulunup onlardan etkilenmişti. Her hareketiyle Ruslara hayranlığını belli eder olduğundan, müslüman halk ayaklanınca, yaralı olarak kaçıp Rusya’ya sığındı.
İstanbul’dan gönderilen Baht Giray, Osmanlı yardımcı kuvvetleriyle gelerek tahta çıktıysa da Şâhih Giray, tekrar Rus askeriyle gelip duruma hâkim oldu. Rus kuvvetleri Kefe ve öteki limanları işgal ettiler. Bu arada Avrupâ’daki siyâsî bulanıklıktan istifâde eden Rus çariçesi Katerina, Kırım’a prens Potemkin kumandasında yetmiş bin kişilik bir kuvvet sevkettikten sonra bir beyânname yayınlayarak Kırım’ı ilhak ettiklerini açıkladı (1783).
Osmanlı Devleti’nin üç asırdır elde tutmasına rağmen, muhtariyetine müdâhale etmediği Kırım hanlığı böylece ortadan kalktı. Prens Potemkin kısa bir müddet içinde hepsi yüksek tabakadan olmak üzere 30.000’den fazla Kırımlıyı, işkence ve idamlarla katletti. Bütün toprak sahiplerini de aynı şekilde yok ederek mallarına el koydu. Kırım’a Rus göçmenleri getirip yerleştirdi. Yüzbinlerce Türk, Karadeniz sâhiline yığılarak Osmanlı topraklarına göçebilmek için çâreler araştırdı. Bunların yarısından çoğu rus askerinin kılıcı altında, bir mikdârı da hastalık, açlık ve soğuk gibi sebeplerle can verdi. Çok az bir kısmı Balkanlara, Anadolu’ya veya İstanbul’a gelebildi.
Kırım’ın işgali ve Rusya’ya ilhakı üzerine Şahin Giray ve tarafdârları Osmanlı idaresinden ayrılarak Ruslara güvenmenin ne demek olduğunu anladıkları zaman iş işten geçmişti. Bir süre sonra sıranın kendisine de geleceğini anlayan Şâhin Giray İstanbul’a kaçtı. Bâb-ı âlî tarafından tutuklanıp Rodos’a sürüldü ve îdâm edildi.
Daha sonra Ocak 1784’de İstanbul’da Rusya ile yapılan bir görüşme sonunda Kırım’ın İlhakı resmen tanındı.

1853-56 Kırım Harbi

1800’lü yıllarda dünyâda iki büyük İslâm devleti vardı. Biri Osmanlı Devleti, diğeri ise, Hindistan’daki Gürgâniye hükümdarlığı idi. Her iki devlet İslâmiyet’in bekçisi idiler. İslâmiyet’in büyük düşmanı olan İngilizler ise devamlı bu iki devleti nasıl yok edebileceğini planlamakla meşguldü. Önce Gürgâniye Devleti’ni parçalamaya karar verdiler. Böylece hem Asya’daki müslümanları başsız bırakacaklar, hem de Hindistan’ın hazînelerine ve ticâretine hâkim olacaklardı. Fakat Osmanlı Devleti’nin buna mâni olmasından korkuyorlardı. Bunun için Osmanlı Devleti’yle Rusya arasında savaş çıkarmaya çalıştılar. Sıcak denizlere inme hayaliyle yanıp tutuşan Rusya’yı devamlı tahrik ettikleri gibi, sadrâzam Mustafa Reşîd Paşa’yı da kandırarak Rusya’ya karşı düşmanca tavır takınmasını te’min ettiler. İngilizlerin asıl maksadını anlayamayan Rus çarı birinci Nikola, bu devlet ile Osmanlı toprakları hakkında görüşmeye karar verdi. 9 Ocak 1853’de Sen-Petersburg’un kışlık sarayında verilen bir baloda, İngiliz elçisine Osmanlı Devlet’nin topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak İngiltere bu teklifi red ettiği gibi, durumu Bâb-ı âlî’ye de bildirdi. Bunun üzerine Rusya, Osmanlı Devleti hakkında tek başına tedbirler almaya kalkıştı. İstanbul’a prens Mençikof’u elçi olarak gönderip, Fransa’nın Kudüs’de daha önceleri katolikler adına sağladıkları imtiyazları, Ortodokslar lehine çevirmek ve Ortodoks tebeânın himayesinin Rusya’ya verilmesini istedi. Fakat İngilizlerin yardım edeceklerine, zafer kazanacağına böylece Osmanlı Devleti’nin bir numaralı adamı olacağına inandırdıkları Mustafa Reşîd Paşa, bu teklifleri red edip Mes’elenin diplomatik yollardan çözümünü önledi. Bunun üzerine Avusturya İmparatorluğu ile Prusya Krallığı, İstanbul ve Petersburg’a kendi hakemliklerinde bir konferans toplanıp savaşın önlenmesini teklif ettiler. Rusya bu teklifi kabul ettiği halde Mustafa Reşîd Paşa reddetti. Böylece iki devlet arasında münâsebetler tamamen kesildi. Rusya harb îlân etmeden Eflak ve Boğdan’ı işgâl etti. Bunun üzerine Mustafa Reşîd Paşa’nın ikna etmesiyle sultan Abdülmecîd Han, 4 Ekim 1853’de Rusya’ya harb îlân etti.
Tuna cephesinde savaş Türk topçu ateşiyle başladı (23.10.1853). İlk gün Ruslar 300 asker kayıp verdiler. Ömer Paşa 27 Ekim’de Vidin’den doğuya doğru Tuna dirseğini geçerek Romanya’ya girdi. Kalafat’ı aldı. Tutrakan ve Yerköyü’nden de Romanya’ya asker sokan Ömer Paşa, Oltenisa meydan muhârebesinde Rus kuvvetlerini bozdu (5.11.1853). Binlerce ölü ve yaralı veren Ruslar bozgun hâlinde Bükreş’e kaçtılar.
Anadolu cephesinde de müşir Abdülkerîm Nâdir Paşa, Kafkasya’da harekâtda bulunup Şeyh Şâmil ile irtibat kurdu. Şeyh Şâmil vasıtasıyla Kafkasya’daki yerli ahâliden Ruslara karşı destek sağlandı. Fakat Tuna cephesindeki başarı, bu cephede sağlanamadı. Bunun üzerine Abdülkerîm Nâdir Paşa’nın yerine erkân-ı harbiye reisi olan Ahmed Paşa cephe kumandanı oldu.
Bu arada Rus Karadeniz donanması, Sinop’da yatan 12 parçalık Türk filosunu bastı (30 Kasım 1853). Filonun tamâmı imha edilince iki binden fazla Osmanlı bahriyelisi şehîd oldu. Sinop’un müslüman mahalleleri bombardıman edilerek tahrib edildi. Bir çok sivil de şehid oldu.
Bunun üzerine İngiltere, Rusya ile diplomatik münâsebetlerini kesti. Rus çarının Kudüs’de katoliklere karşı Ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdeniz’e inmesini istemeyen Fransa’yı da yanına alıp 1854 Mart’ında Rusya’ya resmen savaş îlân etti. İki devlet, Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı.
Bu arada Rusya; “Çarlık, Yunanlılara İstanbul’u kazandırmak için Balkanlarda Osmanlı, İngiltere ve Fransa ile savaşıyor” propagandasıyla Yunanlıları kandırarak ayaklandırmaya çağırıyordu. Yunanlılar, Ayasofya’da âyin yapmak hayaliyle Rus vadine aldanıp, para, mühimmat ve teşkilâtçı subay yardımı da alarak Epir ve Teselya’da ayaklandılar. Yunan ayaklanmasını bastırmak için Keçecizâde Fuâd Paşa görevlendirildi. Fuâd Paşa, 1 Nisan 1854’de Yunan kuvvetlerini yendi. Bu ayaklanma Fransa’nın da Atina ve Pire’ye asker çıkarmasıyla bastırıldı.
Bu arada müttefik kuvvetleri, 31 Mart’da Gelibolu’da toplandı. İngiliz kuvvetlerine Lord Raglen, Fransız kuvvetlerine mareşal Arnard kumanda ediyordu. Tuna boyunda ise, Ömer Paşa 17 Nisan’da Küçük Eflak ve Sırbistan arasındaki Kalafat muhârebesinde Rus taarruzunu püskürtüp, düşmanı Karayova’ya kadar seksen kilometre kovaladı. Müttefik donanmasına Odesa’dan ateş edilmesi üzerine şehir topa tutuldu. Sekiz gemilik müttefik filosu on beş Rus gemisini batırıp, istihkâm ve tahkimatlarını, mühimmat depolarını, tersane te’sislerini tahrib ederek on üç gemiyi de ele geçirdi.
15 Mayıs’da Ruslar Güney Dobruca’da mühim bir Türk kalesi olan Silistre’yi muhasaraya başladılar. 80.000 kişilik Rus ordusu, kaleyi savunmakta olan Mûsâ Paşa’nın emrindeki 10.000 kişilik kuvvet karşısında buzguna uğradı. 41 gün içinde yaralanma ve ölüm sebebiyle bir kaç defa kumandan değiştirmek zorunda kalan Ruslar, 25 Haziran’da 15.000 ölü, 25.000 yaralı vererek muhasarayı kaldırdı. Ömer Paşa’nın kuvvetleri karşısında da duramayan Ruslar, 6.000 kayıp verdikten sonra Romanya’yı boşaltıp Boğdan’a çekildiler. Rus kuvvetlerinin yerine 6 Ağustos’da Türk kuvvetleri girdi. Rus zulmünden bıkan Romanyalılar, Osmanlı kuvvetlerini sevinçle karşılayıp büyük merasimler tertib ettiler. Hıristiyan olmalarına rağmen Büyük Bükreş kilisesinde duâ edip, Osmanlı hâkimiyetinde bulunmalarına sevinçle şükrettiler.
Osmanlı Devleti ve müttefikleri Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile andlaşma yapıp, Eflak, Boğdan ve Tuna’nın güvenliğini bunlara vererek Kırım’a saldırmaya karar verdiler. İngiliz ve Fransız donanması Baltık’a açılıp Rusları taciz etti. Temmuz ayından beri Varna’da bulunan 55.000 kişilik müttefik kuvvetleri Eylül ayında Kırım’a hareket etti. 14 Eylül 1854’de Kırım’a çıkartma yapıldı.
Müttefik kuvvetlerin hedefi, Rusların Karadeniz’deki en kuvvetli ve müstahkem liman şehri Sivastopol’du. 19 Eylül’de Eskihisar mevkiinden hareket eden müttefik kuvvetleri, prens Mençikof idaresindeki elli bin Rus askeri ile Alma’da muhârebeye tutuştu. Rus kuvvetleri beş bin ölü, on iki bin yaralı verip, bozguna uğrayarak Sivastopol’a çekildi. Orada çok çetin bir savunmaya başladılar. Sivastopol’u kuşatan müttefik kuvvetler, şehir yakınındaki Balaklava limanını işgal ettiler. 25 Ekim’de Balaklava ve 5 Kasım’da İnkerman savaşlarında Ruslar 90.000 askerle savaşmalarına rağmen, Osmanlı kuvvetlerinin kahramanca çarpışması sebebiyle yenildiler. Bu yenilgileri hazmedemeyen prens Mençikof kederinden ölünce, yerine general Gorçokof tâyin edildi,
Tuna cephesinde Rusları bozguna uğratıp bu taraftan gelebilecek tehlikeleri bertaraf eden Ömer Paşa, Şubat başında Kırım’a gelip 17 Şubat 1855’de Gözleve meydan muhârebesinde Rus ordusunu bozdu.
Bu arada Rus çarı birinci Nikola ölmüş, yerine oğlu ikinci Aleksandır geçmişti. Kırım’da bulunan toplam müttefik kuvveti 202.000 kişiye ulaşmış, Osmanlı Devleti’yle yaptığı andlaşma ile Sardunya Krallığı da müttefiklerin yanında savaşa girip 16.000 askerini Kırım’a göndermişti.
24 Mayıs’da Kerç’i ve 28 Mayıs’da Anapa’yı alan müttefik kuvvetleri, 7 Haziran’da Sivastopol’a yaptıkları umûmî taarruzla Ruslara 20.000 asker zâyiât verdirip, 73 top ele geçirdiler. Müttefik kuvvetlerin verdiği kayıp beş bin idi.
Bu savaşın maddî kaynaklarını karşılamakta güçlük çeken Osmanlı Devleti, Mustafa Reşîd Paşa’nın sadâreti zamanında ilk defa dış borçlanmaya girdi. İngiltere ve Fransa’dan 5.000.000 altın borç alındı. Bundan sonra dış borçlanmanın sonu gelmeyecek ve 20 yıl geçmeden Türk mâliyesi iflâsın eşiğine adım atacaktır.
Müttefikler 1855 baharında büyük hazırlık yaparak Kırım’ın asker, mühimmat ve erzak stokunu takviye ettiler. Komuta kademesinde de değişiklik oldu. Fransız kuvvetlerinin başına general Pelisier, Lord Raglan’ın hastalıktan ölmesiyle de yerine İngiliz generali Simson tâyin edildi. 24 Mayıs’da Rusların Sivastopol’a asker sevkiyâtı yaptığı stratejik önemi olan Kerç boğazına müttefiklerin asker çıkartmasıyla harekât başladı. Buharlı savaş gemilerinden meydana gelen yirmi iki gemilik filo Azak denizine gönderildi. Rusların Karadeniz sahilleri işgal edilerek pek çok kayıp verdirildi.
Yaz boyu bütün şiddetiyle devam eden çarpışmalardan sonra Sivastopol’a karşı umûmî hücuma geçildi. Ruslar, büyük yardım almalarına rağmen 8 Eylül’de Malakit istihkâmlarının zaptedilmesi üzerine dayanamıyacaklarını anlayıp, şehri terketmeye başladılar. Müttefik kuvvetleri 9 Eylül’de Sivastopol’a girdiler. 11 ay süren muhasara çok kanlı olmuş, iki taraf da büyük kayıp vermiş ve Sivastopol harabeye dönmüştü.
Müttefikler, harekâta devamla Kılburnu zaferini kazanıp, Özi kalesini zaptetller. Bu cephede de Rusların hârbedecek gücü kalmadı.
Kafkas cephesinde ise, Ruslar Doğubâyezîd’i alarak Kars’ı kuşattılar (15 Temmuz 1855). Kars’ın tahkîmâtı pek iyi olmamasına rağmen, müşir Mehmed Vâsıf paşa, 15.000 askeriyle 40.000 kişilik Rus kuvvetlerine başarıyla karşı koydu. Devamlı takviye alan Ruslar, 29 Eylül’de umûmî taarruz yapıp, 7.000 ölü 10.000 yaralı verdilerse de geri çekilmediler. Kırım’da savaşın bitmesinden yararlanan Ömer Paşa, Kafkas cephesine yardım için Sohumkale’ye çıktı. İngur meydan muhârebesinde Rus ordusunu dağıttı (6 Kasım 1855) ve Kars üzerine yürüdü. Fakat uzun süredir ikmâl alamayan Kars açlıktan dayanamayacak hâle gelince düşmana teslim oldu (28 Kasım 1855).
Kars’ın düşmesiyle harb fiilen bitti ise de Ruslar sulhe yanaşmadı. Ancak Avusturya’nın ültimatomu üzerine sulhu kabul etti. 1856 Şubat ayında Viyana protokolü ile sulhun ana hatları kabul edildi ve savaş sona erdi. Savaşa askerî güçleriyle yardım eden İngiltere ve Fransa bu yardımlarına karşılık Osmanlı Devleti’nden Tanzîmât fermanını te’yid eden ve onu tamamlayan Islâhat fermanının yayınlanmasını istediler. Devrin sadrâzamı Âlî Paşa ile Fransız ve İngiliz elçilerinin ortaklaşa hazırladıkları yeni ferman, andlaşma imzalanmadan önce îlân edilerek; binlerce şehîd, dayanılmaz mâli külfet ve sıkıntılara malolan başarıların meyvesini göstermelik olarak savaşa giren Osmanlı müttefikleri topladı. Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyâsetinde yabancı müdâhalesine her zaman açık kapı bırakan bu ferman, Osmanlı toplumu ve ekonomisini Avrupa ekonomisinin nüfuz sahası içine sokarak bağımlı hâle getirdi. Bu ferman sayesinde çeşitli mezheblere bağlı hıristiyan tebeaya Rusların harb öncesi teklif ettiği haklardan daha fazlası verildi (Bkz Islâhat Fermanı). Bu fermanın yayınlanmasından sonra görüşmelere Paris’de devam edildi. Osmanlı Devleti Rusya, İngiltere, Fransa, İtalya, Avsturya-Macarıstan ve Prusya’nın katıldığı Paris görüşmeleri 30 Mart 1856’da sonuçlandı (Bkz. Paris Andlaşması).
Kırım savaşı, Osmanlı Devleti’nin toprak kaybına sebeb olmamasına rağmen, siyâsî olarak aleyhine oldu. Devlet iktisâden çöktü. Müttefikler kârlı çıktı. Osmanlı Devleti’ni Rusya ile meşgul eden İngiltere az bir kuvvetle savaşa girip asıl maksadını gizledi ve büyük devletlerin dikkatini o yöne çekerek Hindistan’daki Gürgâniye İslâm Devleti’ni yıktı. Topraklarını işgal ederek, Hindistan hazînelerine sâhib oldu ve ticâretini geliştirdi. Ayrıca Ortadoğu ve Hindistan yolunda rakibi olan Rusya’yı Osmanlıyla çatıştırarak zayıflattı. Islâhat fermânıyla gayr-i müslimlere verilen haklar sonunda, bir çok yerde bağımsızlık hareketlerinin çıkmasına sebeb olundu. Fransa ise Ortadoğu’yu karıştırarak günümüze kadar süren hâdiselere sebebiyet verdi. İtalya müttefiklerden siyâsî yardım alarak birliğini kuvvetlendirip, tamamladı. Rusya savaştan mağlûb ayrılmasına rağmen, andlaşmaya aykırı hareket edip, büyük ideâlini önce siyâsî olarak, sonra da her türlü hareketlere teşebbüs ederek devam ettirdi.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, bölüm-1, sh. 365 v.d.
 2) Fâtih Sultan Mehmed’in Siyâsî ve Askerî Faaliyeti (M.E.B., İstanbul-1971); sh. 271 v.d.
 3) Türkiye Târihi (Y. Öztuna); cild-13, sh. 111 v.d.
 4) Rusya Târihi (Prof. Dr. A. Nimet Kurat; T.T.K. , Ankara-1987); sh. 289, 326
 5) Türkiye ve Kırım Harbi (İstanbul Askeri Matbaası-1943)
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 94
 7) Kırım Harbi (Hayreddîn Bey)
 8) Eshâb-ı Kirâm (A. Fârûkî Serhendî); sh. 141
 9) Kırım Savaşı (Hayat Târih Mecmuası; 1967/2), sayı-7, sh. 14

KIRKÇEŞME TESİSLERİ


Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın Ser-mîmârân-ı Hassa (saray mimarlarının başı) Mîmâr Sinân’a yaptırdığı büyük su te’sisleri.
Sultan, on altıncı yüzyılda İstanbul’un artan nüfûsunun, su ihtiyâcını karşılamak için, şehrin kuzeyinde bulunan Belgrad ormanlarından, su getirilmesini emretmişti. Bu emir üzerine Mîmâr Sinân, bölgedeki vadi ve tepeler üzerinde incelemeler yapıp, seviye farklarını bileşik kaplar prensibi ile ölçerek, dere sularının şehre gelebileceğini tesbit etti ve derelerdeki suların debilerini ölçerek Pâdişâh’a arzetti. Mîmâr Sinân, arkadaşı Nakkaş Sâî Mustafa Çelebi’ye anlatarak, yazdırdığı Tezkiret-ül-Bünyan’da, Kırkçeşme su yollarının yapımı hususunda şunları söylemektedir:
“Bir seher vakti, cihân saltanatının ve gökyüzünün güneşi, pâdişâhların en yüreklisi, yiğidi ve şereflisi, en önde geleni, tâlii, ferahlık ve saadetle simgelenmiş, Allah’ın rahmet ve mağfiretine erişmiş, sultan Selîm Han’ın oğlu sultan Süleymân Han, Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun ve onu Cennet’ine ulaştırsın, bir gün Kâğıthâne ovalarında gezinirken, yolu bir çayır çimenliğe düşer. Orada serap gibi akan bir suyun çer çöp içerisinde kaybolup, bu suyolunun yer yer harâb olduğunu ve buradan akan suyun, hayat çeşmesi gibi kara topraklar içerisinde yok olduğunu görür.
Âlemin sığındığı saâdetli Pâdişâh’ın gözüne, bu saf suların İstanbul’a getirilmesi kolay görünür. İstanbul’daki susuzluğu gidermek için, boşa akan bu suları şehre getirmek niyetiyle, Pâdişâh sarayına geldiklerinde ileri gelenleri toplayıp, suların şehre eskiden nasıl geldiğini sorar.
Tarihçilerin bildirdiklerine göre: Kostantiniyye şehrini kuran “Yanko bin Madyen” bu şehri kurarken yedi tepeyi kalenin içerisine alıp, şehri yedi tepe adası diye adlandırmış. O zaman büyük binalardan akan yağmur sularını toplamak için, sarnıçlar inşâ etmiş. Bugün Çukurbostanlar, Atmeydanı altındaki Binbirdirek de onlardandır. Sonra bir kral, Kırkçeşme kemerlerini yapıp, o yönden su getirmiş, bu te’sisler harâb olunca, suları toprağa karışmış, diye Pâdişâh’a arzetmişler. Merhum ve mağfur Pâdişâh; “Her san’atın bir üstadı ve her dağın bir ferhadı vardır. Bu kârı (işi) mîmâr ile müşavere lâzımdır. Bunun lâzım olan amelisidir, ilmîsi değildir” demiş ve zamanın Süleymân-ı ins-ü cân’ı bu zayıf karıncasına (Sinan’a) yüksek emirlerini vererek; “Bu becerikli mîmârın akan suyun İstanbul’a gelmesi hususunda dikkat ve ihtimam etmesi dünyâyı kaplayan maksudı şerîfimdir” diye, bu kullarına su yollarının yapılmasını sipariş etmiştir.
Bu hakir dahî, Allahü teâlâya tevekkül eyleyip, hevâyî terâzu (su terazisi) ile, vadilerin alçak ve yüksek yerlerini yoklayıp, yer yer eski su yollarını takip edip, bu ulu emrin doğrultusunda hareket edebilmek için, Allah’ıma yalvararak dedim ki: “Ey bizim rızkımızı veren, ey her şeye kadir olan Allah’ım! Ancak kıymeti toz kadar olan bu karıncanın (Sinan’ın), bu zavallı kulunun, zamanın Süleymân’ının hizmetinde sözüne îtibâr edilebilmesi için yardım et. Sonra çeşitli yerlerden kaçarak çimenler içerisinde kayıp olan suların, alçak bölgelere akdığını gördüm. Pınar başından îtibâren dağların kenarlarından aşağı bölgelere yayılan suları hendeklerle derelere getirip, bir bent yaparak mühendislik ilmi ile, tahtalar üzerine lüleler geçirerek debilerini ölçtüm. Diğer derelerdeki ağaç ve bitkilere bakarak, karşılaştırma yapma sureti ile Pâdişâh hazretlerine dedim ki: “Saadetlü Pâdişâh’ım! Bu kara topraktaki yeşillikler hayat veren suyun bulunduğunu göstermektedir. Bu vadilerde su vardır ve yarım günlük yola kadar olan yolları da bulunmaktadır. Bu su yollarının tamam olması Pâdişâhımızın emrine bağlıdır.”
Süleymân-ı ins-ü cân, bu zayıf karınca ile meşveret edüp, saadetle buyurdular kî: “Bu, suların gelmesi ne tarikle mümkin ola?” Ben dahi; “Pâdişâhım! Bunda iki tarik (yol) vardır: Biri oldur ki, bendelerinizin hadd-u hasrı yok. Buyurun her biri hizmette can verir. Biri dahi budur ki, ücretle herkese dest-i mezîd (çok para) tâyin oluna, hazîne sarf olınup, üstadiyetle işlene. “Merhum ve mağfûrunleh; “Evvelki tedbirin bize fâidesi olmayup el hayrı olup tedbir sonra olan tedbirdir ki, kendü malımızdan ücret ile getürdüğüm kimsenin zerre mikdârı hatırı rencide (kırılmış) olmaya” diyü buyurdular.
Bu âciz karıncanın (Sinan’ın) bu şekildeki tedbirine aferin diyerek ve iyi haberden ferahlık duyup sevinerek, o zamanki ağalardan Keylûn (Kilûn) Ali Ağa demekle tanınan ve sonra Mısır Paşası olan zâtı, bina emîni tâyin ettiler. Pâdişâh’ın İstanbul’daki bir çok mûtemed adamları ile usta insanlar toplandı. Uygun bir gün ve saatde su yollarının etrafını açıp tâmirine başlandı. Kısa müddet sonra bu suya dâir havadisler herkesin ağzına yayıldı ve bina emîninin kulağına da geldi.
Zamanın sultânı Süleymân’a, vezirleri dahi hazînenin muhafazası gerektiğini bildirerek, bu işin durdurulmasını istemişler. “Pâdişâh’ım, bu suyun akıtılması herkes için büyük bir feyiz kaynağı olduğu gibi, çok büyük hayır işidir. Ancak, ortada su mevcut değilken yalnız mîmârın sözü ile hazîneden para sarf etmek suretiyle suyun şehre geleceğini kim te’min edebilir? Bu kadar dağları delmek ve kazmak için hudutsuz para sarf etmek gerekecektir. Bu mîmâr gaipten haberdâr mıdır ki bu mikdâr lüle su vardır, diye bildirir? Bu mîmâr bilmez mi ki çeşmelere gelen su yollarını yaparken, su başka yöne de kaçar? Her su yolunun suya delil olmayacağı gibi, her çimenlik de orada bir menba bulunduğunu göstermez” diyerek merhumu üzüp su getirilmesi hususundaki sevincine engel olup gazaba gelmesine ve kararsızlığına sebeb olmuşlar. Ben bütün bunlardan gafil, derelerdeki suları toplayıp, lülelerden akıtmak için gerekeni yaparken ve en sonraki deredeki işlere başlarken saadetlü Pâdişâh, her zaman ava geldiği yoldan çıkageldi. Bu gelişlerinde yanında çok az kişi vardı. Bina emîni ile selamlayıp durduk.
Pâdişâh hazretleri; “Mîmâr, bu derede ne mikdâr su var?” dediği mahalde ben de; “Saadetlü Pâdişâh’ım, tahmin olunan üzre yazılmıştır, 5 lüledir” dediğimde, bina emîni atılıp; “Pâdişâh’ım mîmâr bendeniz bu acayip fende mahirdir ve üstâd-ı kâmildir. Zîr-i zeminde nihan (yeraltında görünmeyen) suyu, rûy-ı zemindeki gibi bilir. Bu bâbda halk-ı âlemin hilâfında bir özge mânâya vâsıldır” dediği anda, anladım ki bu işte çok dedikodu olmuştur.
Pâdişâh’ın geldiğini gördüğüm zaman, hemen içinde su olan yukarıdaki derelere adamlar gönderip lülelerin takılmasını te’min etmiştim. Cihân Pâdişâhı; “Hani arzolunan sular nerededir? Gel göster” dediklerinde, yola düşüp ikinci dereye varınca korkdum ve ruhum canımdan çıkmış gibi kendimden geçtim, Allahü teâlâya duâ ederek, o hâkimi mutlaka yalvararak dedim ki:
“Yâ ilâhi, âlim-ü dânâsın,
Cümle ezdâddan müberrâsın,
Beni vâdi-i gamda zâr itme,
Şeh yanında zelîl ü hâr itme!”
Pes (sonra) ol dereye vardık ki, otuz lüle su arz olunmuştur. Tahtalarıyla lüleleri konmuş. Otuz lüle su akdığından mâda, üzerinde ziyâdesi on lüle miktarı su taşıp akar. Saadetlü Pâdişâh ol bâb-ı musaffayı (temiz su) gördükte, bir miktar safa hasıl edüp; “Mîmâr! Gel berü su hemen bu mudur? Gayrı yerlerde dahi var mudur?” dediklerinde; “Belî saadetlü Pâdişâhım, iki derede dahi bunların emsali hâliya (hâlen) Pâdişâh devletlerinde, câridir (akmaktadır). Pâdişâhım, arz olunan yüz lüle amma, ziyâdesi elli lüle dahi olmak muhakkaktır. Husûsan eyyâm-ı bâhûrda (yazın sıcak günlerinde yâni 29 Temmuz - 8 Ağustos arası asla sular bundan eksik akmaz” diyü duâlar eyledim.
Saadetlü Pâdişâhım ile bir dereye daha gidüp, orada da bir çok lüle suyun aktığını görup ve o temiz sulardan safa ile içerek, sonra bir dereye daha gittiler. O derede de temiz suyun letafet ve akışını görünce, mubârek kaşlarının çatıklığı gidüp gazap deryâsındaki dalgaları tamamen sakinleşti ve bu âcizi, hil’at giydirerek mükâfatlandırdı ve yüceltdi ve akranımdan üstün tuttu.
Böylece nifak çıkaranların başlarının yaptıkları kötülükleri giderek, hayat veren su gibi tereddüdden bir eser kalmadı. Saadetlü Pâdişâh, onlara iltifat etmeyip, bu hakiri iltifatları ile sevindirdi ve devletin tahtına dönerken Allah’ın hikmeti ile, dilimden şu sözler döküldü: “Saadetlü Pâdişâhım! Bu bendeniz su yolları binasında nice tasarruf-ı hâssım (özel maharetim) vardır. Cümleden biri bu derelerin herbirinde havuzlar ve kâfirî (kâfire âit) mermer oluklar olmakdır. Bürûr-ı eyyam (günlerin geçmesi) ile yıkılub zîr-i zeminde (toprak altında) bînişân (kayıp) olmuştur. İnşallahü teâlâ Pâdişâh-ı cihân-penâh devletinde, ankarîb (pek yakında) zuhur etmek ümid olunur” dedim. Bu sözlerimi doğru olarak kabul edip, sevinçli olarak Saray-ı hümâyûnlarına yollandılar. Allah’ın hikmeti o derelerin her birinde çok yerde kârgir yüksek havuzlar süslü mermer oluklar bulundu. Binâ emîni, bunların her sefer bulunuşunda, saadetlü Pâdişâh’a müjdeciler gönderdi. Yine bir müddet sonra, şevketlü Pâdişâh devletle gelüp çıkan havuzlar ve mermer olukları seyredüp bu hakiri hediyeler vererek ve iltifatlar ile mutlu etti ve mahsûd-i ayân-ı rûzigâr oldum (zamanın ileri gelenleri beni kıskandı).
Kemerlerden biri Uzunkemer demekle meşhurdur. Yüksekliği 20 zra’ (9,6 m) ve uzunluğu 1.220 zra’dır (585,6 m) ve biri dahi Kovukkemerdir ki temeli ile beraber yüksekliği 70 zra’ (33,6 m)’dir. Gözlücekemerde bir kaç yüksek kemerdir. Mağlovakemeri üç tabakadır. Köprü gibi yolu vardır, atlı geçer. Yüksekliği 65 zra’ ve temeli 18 zra’ (13,5 m)’dir.
Ondan sonra suyollarını tamir ederek, 962 senesi Zilkadesi başında (17-26 Eylül 1554) başlanıp, 971 târihinde (21 Ağustos 1563 - 9 Ağustos 1564) tamam olmuştur. Masraf olarak 40.263.063 akçe sarf olunmuş, sonra büyük feyezanda yıkılan Muallakkemer’in (Mağlovakemeri) tekrar inşâsı için 9.791.044 akçe sarf olunmuştur. Böylece sayısız zahmetlerden sonra Kırkçeşme semtine su akmaya başladı. Cihân Pâdişâhına müjdeciler gönderildi. Kânûnî devrinde 1 akçe 3,5 kırat =0,7 g gümüş (85 ayar).
Meğer o sırada saadetlü Pâdişâh adam gönderip, taze gelen sudan, saraylarına getirtmişler. Bâzı kimseler bunda taze su râyihası yok, eski sudur diye karşı çıkmışlar. Bu hakîr, Pâdişâh’ın ayaklarının tozuna yollandığında, Bâzıları; “Bunda taze su râyihası (kokusu) yok, dâhi eski sudur” diye sebebini sorduklarında cevap verdim: “Saadetlü Pâdişâh’a malûmdur ki bu suyu künk ile getirmedim. Bu bir ırmaktır ki kârgir yollar ile revâne eyledik (akıttık), gıll-ü gîşden pâk âyn-ı tâbnâkdır (her türlü kirlerden korunmuş berrak sudur)” deyü duâ eyledim. O zaman sadrâzam olan saadet sahibi zât, Kırkçeşme başından itibaren bir çok yerde başçeşmeler yapılmasını, sakaların her yere su yetiştirmesini istedi. Rahmetli Cihân Pâdişâhı buyurdular ki: “Benim maksûdum bu su her mahalleye revâne ola, ulaşa. Çeşme bina olacak yerde çeşme ve kabiliyet olmayan yüksek yerlerde tatlı kuyular ola ki, su içine uğraya. Tâ kim her yerde pîr-ü zaîf ve dul hâtûnlar, uşacık oğlancıklar destiler ve bardaklarını doldurup, devâm-ı devletime duâ eyleyeler”
“Kırkçeşme te’sislerinin yapımı 1554 yılında başlamış, 1563 yılında tamamlanmıştır. 46 kilometre uzunluğundaki Kırkçeşme isâle hattının dokuz sene gibi kısa bir müddet içerisinde bitirilmesi, o devirdeki teşkilâtın çok mükemmelliğinin bir delilidir.
Bu büyük eserin maliyeti o zamanın parasıyla 50 milyon akçeyi geçmiştir. Kırkçeşme’de 300’den fazla çeşme Mîmâr Sinân zamanında yapılmış, daha sonra 590’ı bulan çeşmelerle İstanbul halkına su dağıtılmıştır. Kırkçeşme isâle hattına başlandığı sıralarda, Süleymâniye Câmii ile Rüstem Paşa Câmii inşâatı gibi pek çok yapının inşâatı devam etmekte idi.
Kırkçeşme yapıları; sulama, çökeltme havuzu, üstü kapalı kanallar, galeriler, kum yıkama tertibatı, kemerler, havuzlar, maksemler (taksim yerleri), dağıtma şebekesi, su terazileri (maslaklar), debi ölçme tertibatı ve çeşmeleri ile hiçbir eksikliği bulunmayan çok sağlam ve teknik yönden mükemmel bir su te’sisidir.
Kırkçeşme te’sislerinin suları yer üstünde mevcut sulardır. Bu sular ızgara denilen su alma tertibatı ile alınarak isâleye verilmektedir. Dere üzerinde eşik şeklinde bir bağlama yapılarak, su kabartılmakta ve yan tarafta önüne düşey ızgaralar konmuş bir su alma ağzından alınan sular kapalı bir kanala sevk edilmekte idi. Kapalı kanal dâire şeklinde yapılmış bir çökeltme havuzuna bitişerek oradan tekrar üstü kapalı kanal veya galerilere giriyordu. Bu çökeltme havuzlarının içerisinde biriken kumları temizlemek için tertibat yapılmıştı.
Kırkçeşme te’sislerinin isâle (iletim) hattı, esas iki koldan ibarettir ve isâle şehrin kuzeyindeki Belgrad ormanlarında başlamaktadır. Bu iki ana kolun doğusunda olan kol üzerinde, yedi su kemeri vardır. Bunların en büyüğü Kırıkkemer ile Paşakemeridir. Batı kolunda ise, Kurtkemeri ile Uzunkemer bulunmaktadır. Kollar Başhavuz denen bir havuzda birleşmekte, oradan da Ali Bey deresi üzerindeki Mağlovakemerinden ve Lekeciköy yakınında Güzelcekemerden geçip Cebeciköyden gelen kol ile birleştikten sonra, çeşitli büyüklükteki kemerler üzerinden Eğrikapı maksemine, oradan da şehre girmektedir.
Bu bölgedeki su almalarda suyun bulanıklığını azaltmak ve yüzen cisimlerin girmesine engel olmak için, Bağlama şeklindeki eşikler vasıtasıyla su kabartılmış, ızgaralar yardımıyla da yüzen cisimler tutulmuştur. Çökertme havuzları, oldukça derin ve dâire şeklinde yapılmıştır. Çökertme havuzları çok büyük boyutlandırıldığı için, kumlar rahatlıkla bu havuzlarda tutulabilmekte ve suyun bulanıklığı azaltılmaktadır. Galeriler, kanallar 55 cm. genişliğinde, 175 cm. yüksekliğinde bakım ve tamir için içerisinde 1 kişinin rahatlıkla yürüyebileceği ebadda yapılmıştır. Kanalların üstü üçgen şeklinde harçlı sal taşları ile kapatılmıştır.
495 seneden fazla zamandan beri çalışan galeri ve kanallarda hemen hiç bir arıza görülmemiş, sağlam ve teknik yönden mükemmel yapılardır.
Kırkçeşme te’sislerinin yapı elemanları ve özellikleri şunlardır:
Su kemerleri: Kemerler sağlam taşlar ile kısa sürede yapılmıştır. Bunlar içerisinde Mağlovakemeri, Kırıkkemer, Uzunkemer ve Güzelcekemer en önemlilerindendir. En uzunu ve hacimlisi 711 metre uzunluktaki Uzunkemer en yükseği ise 36 metre ile Mağlovakemeridir. Mağlovakemerinin inceliği, haşmeti ve mühendislik bakımından önemi, o târihe kadar yapılan kemerlerin hiç birisiyle kıyaslanamaz.
14 katlı bir binanın yüksekliğinden fazla olan Mağlovakemerinde, üst kemerin kalınlığı 3,05 metre, altkemerinki ise, 4,5 metredir. Bu narinlikteki bir kemerin zelzele, rüzgar gibi yatay te’sirlere mukavemet etmesi ancak esaslı inşâî tedbirler almakla mümkündür. Mîmâr Sinân’ın aldığı tedbirler ise, mühendislik bakımından fevkalâde ilginç ve mükemmeldir.
Gerek Roma ve gerek Helenistik devirlerde yapılan su kemerlerinde kemer kalınlığı, yukarıdan aşağıya sabit tutulmuş ve bu yüzden de bu kemerlerin çoğu yıkılmıştır.
Mîmâr Sinân; Uzunkemer, Kavukkemer ve Güzelcekemerde ayak kalınlıklarını temelden üste doğru azalacak şekilde yapmış ve böylece yatay kuvvetlere, karşı dayanıklı bir yapı meydana getirmiş, bileşke kuvvetin dâima orta üçte birde kalmasını sağlamıştır. Buna mukabil Mağovakemerinde çok daha güzel bir çözüm bulmuş, kemer kalınlıklarını çok küçük tutarak ağırlıklarını azaltmış, yatay kuvvetlere dayanabilmeleri için ayakları kemerlere dik yönde aşağı doğru pramit şeklinde genişleterek stabiliteyi arttırmıştır.
Mağlova kemeri’nde vadinin ortası iki katlı dört kemer ile geçilir. Alt kemerlerin açıklıkları 16.75, üst kemerlerindeki ise, 13,45 metredir. Bu çözüm tarzı stabiliteyi çok arttırmakta, ayrıca estetik yönünden güzellik sağlamaktadır.

Kırkçeşme te’sislerindeki pek çok kemerden altısının boyutları şöyledir:           

Doğu Kolu Üzerinde:              Uzunluk:   Yükseklik:
Paşakemeri                          102 m.      16,40 m. iki ve bir kat
Kırıkkemer                           408 m.      35 m.        üç katlı
Kuzey Kolu Üzerinde:           
Kurtkemeri                           305,40 m.  14,21 m. bir katlı
Uzunkemer                           710 m.      25 m.        iki katlı
Baş Havuzdan Sonra:           
Mağlovakemeri                     258 m.      36 m.        iki katlı
Güzelcekemer                      165 m.      29,5 m.      iki katlı
Başhavuz: İki kolun birleştiği başhavuz dâire şeklindedir. Değişik seviyelerden gelen kolların suyu burada birleştirilmiş, suyun bir mikdâr havalandırılıp durultulması ve kumların tutulmasından sonra ana kola sevki sağlanmıştır. Havuz kenarları yüksek yapılarak içerisine hayvanların düşmesi ve kirletilmesi önlenmiştir.
Ana isâle hattı: Galeriler Ali Bey deresini Mağlova kemeri, Cebeciköy deresini Güzelcekemer vasıtasıyla geçtikten ve çeşitli kollarla birleştikten sonra, çok sayıda irili ufaklı kemerlerden geçerek, Eyyûb kubbesine, oradan da Eğrikapı maksemine ulaşmaktadır. İsâle hattı üzerinde, Eyyûb semtine su verilmek amacıyla, Rami kışlasının doğusunda bir kubbe yapılmıştır. Buradan verilen suların debileri lülelerle ölçülerek çeşitli semtlere dağıtılmıştır.
Eğrikapı maksemi: Ana dağıtım merkezi olup çok enteresan bir yapı arzeder. Çeşitli zamanlarda tamir edilmiş ve ilâveler yapılmıştır. Galerilerden gelen suların lüleler yardımı ile debileri ölçülerek çeşitli kollara dağıtılır. Bugün harab bir hâldedir.
Şehir içi dağıtımı: Kırkçeşme suları şehre şu şekilde dağıtılmakta idi:
1- Eyyûb üzerindeki kubbeden Eyyûb’e.
2- Eyyûb’deki kubbe ile Eğrikapı maksemi arasındaki bölgeden yine Eyyûb’e.
3- Eğrikapı maksemınden;
a) Eğrikapı makseminden sulukule maksemine, oradan Yenibahçe’den Aksaray Sarıgüzel’e,
b) Eğrikapı makseminden Kırkçeşme Tezgahçılar taksimleri arasından çeşitli yerlere.
c) Eğrikapı makseminden, Kırkçeşme Tezgahçılar taksimleri arasından Azaplar cihetine.
d) Kırkçeşme Tezgahçılar taksiminden, Tahtakale, Yeni Câmii, Küçük Pazar cihetine.
e) Kırkçeşme Tezgahçılar taksiminden, Aksaray cihetine, oradan Sultanahmet ve Ayasofya’ya.
Kubbeler ve maksemler: İsâle hattı şehir içerisine girdikten sonra, hâkim yerlerde kubbeler ve maksemler yapılmıştır. Kubbeler bir bekçi kulübesi gibi olup, ekseri suyun bir çok yere ayrıldığı veya birleştiği noktalara yapılmıştır. Üzerleri kubbe şeklinde olduğu için bu ad verilmiştir. Maksemler ise, yalnız belirli bir ölçü ile debiyi dağıtmak için yapılmıştır. Maksemlerde su bir havuz içerisine alındıktan sonra, ekseni su yüzeyinden 96 mm. aşağıda havuzun düşey duvarlarına yerleştirilen, dâire kesitli kısa borular yardımı ile ölçülerek dağıtılır. Ekseni su seviyesinden 96 mm. aşağıda, iç yüzeyleri duvarla aynı olan 26 mm. iç çaplı kısa pirinç borudan, (Lüle = nozzle) akan debi 1 lüledir. 1 lüle = 36 It/dak = 4 kamış = 8 masura
Su terazileri: Kule şeklinde yapılan su terazilerinin iki değişik fonksiyonu vardır:
a) İsâle hattı üzerinde basıncı sınırlayarak aşırı basıncı önlemek.
b) Debiyi ölçerek dağıtmak. Su terazilerinin en üstünde ekseri taştan oyulmuş bir sandık olup, aynen maksemlerde olduğu gibi, debi, lülelerle ölçülerek dağıtılmıştır.
Kırkçeşme te’sislerindeki bendler: Büyük bend 1560 yılında yapılmıştır. 1724-1748 senelerinde ve son olarak sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından, tamir edilmiş ve yükseltilmiştir. Aynı dere üzerindeki sultan İkinci Osman bendi 1620’de, Ayvan bendi 1765’de, Kirazlı bend ise, 1818 yılında yapılmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Mîmâr Sinân ve Kırkçeşme Te’sisleri; (Kâzım Çeçen, İstanbul İski Yayını - 1988)
 2) Mimarbaşı Koca Sinân Yaşadığı Çağ ve Eserleri; sh. 440
 3) Tezkiret-ül-bünyân