13 Ocak 2016 Çarşamba

LAMİİ ÇELEBİ


Osmanlılar devrinde yetişen âlimlerden. İsmi, Mahmûd bin Osman bin Ali en-Nakkâş bin İlyâs Lâmiî’dir. 1472 senesinde Bursa’da doğdu. Babası Osman Çelebi, sultan İkinci Bâyezîd’in hazîne defterdârı idi. Dedesi Nakkâş Ali Paşa, devrinin en şöhretli câmi içi nakkaşı idi. Tîmûr Han onu Ankara savaşından sonra Semerkand’a götürdü. Bir müddet orada kalan Ali Paşa, Bursa’ya döndüğünde Yeşil Câmi ve Yeşil türbenin iç nakışlarını yaparak büyük hizmetlerde bulundu.
Lâmiî Çelebi, annesi Dilşâd Hâtûn tarafından yetiştirildi. Devrin büyük âlimlerinden, Molla Ehâveyn ve Molla Muhammed bin Hasanzâde’den tefsir, hadîs, fıkıh ilimlerini öğrendi. Muradiye Medresesi’nde öğretim gördü. Tasavvufa olan temayülü sebebiyle Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yolundaki büyük velî, Seyyid Emîr Çelebi’nin derslerine katılarak, ona talebe oldu. Tasavvuf yolunda, o büyük zâtın teveccühleri, feyz ve bereketleri ile olgunlaşıp, kâmil bir insan oldu.
Fettâh Nişâbûrî’den tercüme ettiği Hüsn ü Dil adlı eserini Yavuz Sultan Selîm’e takdim eden Lâmiî Çelebi, sultan tarafından 35 akçe ile mükâfatlandırıldı. Daha sonra Ferhâdnâme’yi yazıp sultana takdîm edince, bir köy bağışlandı. Lâmiî Çelebi, sultandan herhangi bir mevkî ve makam istemiyerek, ömrünü faydalı eserler yazmaya ve tercüme etmeye hasretti. 1512 senesinde dört bin akçelik bir vakıf kurdu. 1531’de Bursa’da vefât edince, dedesi Nakkaş Ali Paşa’nın yaptırdığı mescidin avlusuna defnedildi. Günümüzde sâdece baş taşı kalan mezarında, girift sülüsle; “El-merhûm Şeyh Lâmiî bin Osman” yazısı vardır.
Lâmiî Çelebi, büyük âlim Molla Câmî hazretlerinin Şevâhid-ün-nübüvveve Nefehât-ül-üns adlı eserlerini tercüme ettiği için Câmî-i Rûm lakabıyla şöhret buldu. Nefehât’ı tercüme ettikten sonra, Anadolu evliyâsının hayatlarını da ekleyerek eserlerini genişletti. Şevâhid-ün-nübüvve’ye kendi araştırmasına dayanarak elde ettiği bilgileri ilâve etti ve esere te’lifî bir hava verdi.
Lâmiî Çelebi; manzum, nazımla nesir karışık ve mensur mâhiyette otuza yakın eser yazmış ve tercüme etmiştir. Eserlerinde cümleler kısa, sâde ve canlıdır. Nesir eserlerinde zamanın âdetine uyup, arada bir şiir de söylemiştir. Tercüme ettiği eserlerde manzum olanları yine manzum olarak, hattâ bâzı kere aynı vezinle Türkçe’ye çevirmiş ve bunda çok başarılı olmuştur. Bu bakımdan, Lâmiî, Türk edebiyatının nesir ve tercüme alanlarında ilk sırayı alan güzîde üstadıdır. Büyük bir kısmı tasavvuf ile ilgili olan eserlerinden bâzıları şunlardır:
1- Şeref-ül-insân: İnsanın niçin yaratılmışların en üstünü olduğunu, delillerle anlatan bir eserdir. Eserin kaynağı Arabça bir eser olmasına rağmen, Lâmiî Çelebi, kendi kültürüyle genişleterek te’lîf hüviyeti kazandırmıştır. 2- Îbretnümâ: Eserin birinci bölümünde nesirle yazılmış evliyâ menkîbeleri yer almaktadır. İkinci bölümünde ise, doğuda bilinen Hind, Çin, Arap ve İran hikâyeleri değişik biçimde anlatılmıştır. 3- Dîvân:Dîvân’ında 3 tevhîd, bir mirâciyye, iki na’t, bir Eshâb-ı kiram hakkında medhiye, birinci Selîm ve Kânûnî’ye yazılmış yirmi sekiz kasîde, üç terci-i bend, şehzâdeler hakkında üç mersiye, beş tezkiye, altmış beş murabba, yüz otuz beş gazel, on altı târih ve lugatlar yer almaktadır. 4- Risale-i tasavvuf, 5- Münâzarât-ı Behâr-üş-Şitâ, 6- Şerh-i Dîbâce-i Gülistan,7- Münşeât-ı mekâtip, 8- Hall-i muammâ-i Mir Hüseyin, 9- Risâle-i Aruz, 10- Menâkıb-ı Üveys-i Karnî, 11- Risâle-i Usûl minel Fünûn, 12- Mevlid-ir Resul, 13- Maktel-i İmâm Hüseyin, 14- Kıssa-i evlâd-ı Câbir, 15- Lugat-ı Manzume, 16- Risâle-i Bal, 17- Şehrengiz-i Bursa:Bursa’yı ve şairliğin özelliğini anlatan bir eserdir. 18- Vâmık ü Azrâ, 19-Risâle-i fâl, 20- Selâmân ü Ebsâl, eserlerinin büyük bir kısmının, İstanbul kütüphânelerinde yazma nüshaları bulunmaktadır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şakâyik-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi) sh. 431
2) Sehi Beğ Tezkiyesi; sh. 50
3) Tekiret-üş-şu’arâ; cild-2, sh. 830
4) Latîfî Tezkiresi; sh. 293
5) Sicilli Osmânî cild-4, sh. 86
6) Kâmûs-ül-alâm; cild-5, sh. 3973
7) Rehber Ansiklopedisi; cild-11, sh. 35
8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-4, sh. 177
9) Büyük Türk Klasikleri; cild-3, sh. 247, cild-4, sh. 141
10) Resimli Türk Edebiyatı (N. Sâmi Banarlı); cild-1, sh. 601

9 Ocak 2016 Cumartesi

BAYRAM


Dînî ve millî bakımdan önemli olan ve milletçe hep birlikte sevinç ve huzur içinde kutlanan gün veya günler. Her sene Ramazan ayında ve Arefe gününde günâhlar affedildiği ve müslümanların sevinçli neş’eli günleri tekrar geldiği için, Arapça karşılığı îyd olan Bayram kelimesinin ne zamandan beri kullanıldığı kat’î olarak belli değildir. Ancak bu kelime, Türklerin müslüman oluşuyla yaygın olarak kullanılmıştır. Daha çok dînî günler için kullanılan bayram, bâzı millî günler için de kulanılmaktadır.
Nefisle yapılan mücâdeleden galip çıkılan, günâh işlemeden geçirilen ay ve günlerden sonra ulaşılan bayram günleri, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem zamanından beri husûsî bir şekilde tes’id edilmiş, kutlanmıştır. Müslümanların birbiriyle kaynaştığı, küs olan kimselerin barıştığı; fakir, fukara ve yetimlerin sevindirildiği, akraba ve tanıdıkların ziyaret edildiği bayram günleri; bütün İslâm devletlerinde özel bir surette kutlanagelmiştir. Müslümanların belirli günleri olan daha çok Kurban ve Ramazan bayramları olarak bilinen bayramlara, Osmanlılar tarafından özel önem verilirdi. Bunun için Fâtih Sultan Mehmed Han, çıkardığı bir kânunla bayram merasim ve şenliklerinin nasıl yapılacağını tesbit etmişti. Bu bayram günlerinde herkes temiz ve iyi giyinir, çocuklara yeni elbiseler alınır, fakir, yetîm ve öksüzler sevindirilirdi.
Ekseriya bayram namazlarından sonra kabirler ziyaret edilerek; geçmişler, akrabalar ve din büyüklerinin ruhu için Kur’ân-ı kerîm okunur, duâlar edilir, daha sonra da aile büyükleri, dost, akraba ve tanıdıklar ziyaret edilirdi.
Çocuklar, babalarının ve aile büyüklerinin; gençler ve yaşlıların elini öperlerdi. Bu bayramlarda ecnebi milletlerin yaptığı gibi, içkili, müzikli ve danslı eğlencelere rastlanmazdı. Dînimizin izin verdiği ölçüler içinde neş’elenilir ve latifeler yapılırdı. Böylece, müslümanların bir arada sevinme ve kaynaşma günleri olan bayramlarla, İslâm toplumunun kültür mîrâsı olan güzel örf, âdet ve gelenekler nesilden nesile aktarılırdı.
Bayram olduğunu îlân etmek için vazifeliler tarafından belli yerlerden belli zamanlarda top atışı yapılırdı.
Osmanlılarda muâyede veya bayram alayı denilen bayram merasimi arefe günü öğle namazından itibaren başlar, öğle vaktinden ikindiye kadar merasim hazırlıkları sürerdi. İkindi namazından sonra sarayın ikinci avlusunda bir Fatiha ile merasime başlanırdı. Sonra dîvân çavuşlarından olan duâcı çavuş duâ eder ve orada bulunanlar âmîn derlerdi. En sonunda yine Fatiha sûresi okunarak bu arefe merasimi nihayet bulurdu. Yaptığı duâ münâsebetiyle duâcı çavuşa bir atıyye (hediye) verilirdi. Bu esnada sarayın Enderûn kısmında ise arefe dîvânı adı ile bir dîvân kurulurdu. Pâdişâh hasoda kasrı meydanına konulan tahta oturup, burada bîrûn halkının yâni saray dışından gelenlerin tebriklerini kabul ederdi. Sonunda duâ çavuşu mûtad üzere duâ ederek çavuşlar âmîn derler ve duâdan sonra pâdişâh kalkarak arzodasına giderdi. Biraz sonra Ağalar Câmii’nde Kur’ân dinleyip sonra tekrar arzodasına gelirdi.
Pâdişâh bayram sabahı bâzan Hırka-i şerîf dâiresinde ve bâzan da saray mescidinde sabah namazını cemâatle kılar ve sonra hasodaya gelirdi. Bundan sonra Bayram namazına gidiş hazırlıkları başlardı. Pâdişâh tahtına gelip oturmadan önce, akraba ve yakınlarına hil’atlar giydirilip tahtın sol tarafında bekletilirdi. Bunların arkasında yâni kapının bulunduğu kısımda ise, zülüflü baltacılar yer alırdı. Tahtın karşısında sol tarafa doğru mîr-i âlem, teşrîfatçı kapıcıbaşı, şikar ağaları ve müteferrikalar rütbelerine göre dizilirlerdi. Sekbanbaşı, mîr-i âlem ağanın hizasında ve sağ yanında durur, yeniçeri ağası ise onun önünde yer alırdı. Sekbanbaşının arkasında sipâhî ve silâhdâr ocakları ve dört bölük halkı dururlardı. Çavuşbaşı ve kapıcılar kethüdası ağalar ise, ellerinde gümüş âsâlar olduğu hâlde pâdişâhın karşısında sağ tarafta beklerlerdi.
Pâdişâh bayram namazı için kalktığında sadrâzam sağında ve bâbüsseâde ağası solunda olduğu hâlde büyük bir alayla yola çıkılırdı. Pâdişâh daha câmiye varmadan evvel hazînedâr başı câmiye gidip; pâdişâhın namaz kılacağı yeri hazırlar, seccadesini yere serer ve mahfeli hümâyûnda buhur yakardı. Bayram namazı genellikle Sultan Ahmed ve bâzan da Ayasofya Câmii’nde kılınırdı. Bayram namazını câminin baş imâmı kıldırırdı. Devrin ulemâsı veya meşâyıhından tanınmış bir zât da zamana münâsip bir hutbe îrâd ederdi.
Bayram namazından sonra sadrâzam, vezirler ve diğerleri dışarı çıkıp pâdişâhı beklerler ve sonra alayla kubbe-i hümâyûna kadar gelirlerdi. Burada makam derecelerine göre pâdişâhla bayram tebrikleşmesi yapılır ve sonra hep birlikte yemek yenilirdi.
Yemekten sonra bayramlaşmalar devlet büyüklerinin konaklarında sırasıyla devam ederdi. Görevde olmayan yaşlı vezirlere ilk önce gidilirdi.
Yavuz Sultan Selîm zamanından îtibâren bayram rikâbı denilen bir kabul resmi uygulandı. Buna göre Ramazan bayramının üçüncü, Kurban bayramının dördüncü günleri, sadrâzam, şeyhülislâm, kapdan paşa, yeniçeri ağası, yeniçeri kethüdası, baş defterdâr, nişancı ve reîsülküttâb topluca huzura kabul edilirlerdi. Pâdişâh, saraya resmî bayramlık elbiseleriyle gelen bu zevatın herbirine ayrı ayrı iltifatta bulunur, devlet işlerinden bahsedilir, sonra sadrâzama ve şeyhülislâmdan başka herkese izin verilir, üçlü sohbet bir müddet devam eder, mahremliğinden dolayı yalnız sağır ve dilsizler hizmette bulunurdu.
Pâdişâhın bayramını tebrik merasimi, İstanbul’un fethinden on dokuzuncu yüz yıl ortalarına kadar Topkapı Sarayı’nda yapıldığı hâlde, daha sonraki devirlerde Dolmabahçe Sarayı’nın orta kısmındaki büyük muâyede (bayramlaşma) salonunda yapılmaya başlandı.
1845 yılı Kurban bayramında me’murların bayramlaşması için yeni bir nizâmnâme düzenlendi. Dairelerdeki bayramlaşmanın kâfi olduğu; me’murların âmirlerini evlerinde, konaklarında ayrıca tebrike lüzum olmadığı bildirildi.
Osmanlı toplumunun vazgeçilmez günleri olan bayramlar, gerek resmî kutlama merasimleriyle, gerek halk arasında yakın akraba ve tanıdıkları ziyaret etmek, fakir ve yetîmleri sevindirmek suretiyle kutlanırdı. Bu güzel âdet ve gelenekler bir kültür mîrâsı olarak nesilden nesile devrederek günümüze kadar gelmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Enderûn Târihi (Tayyarzâde Atâ Bey)
 2) Teşrîfât-ı Kadîme
 3) Saray Teşkilâtı; sh. 201
 4) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-1, sh. 181
 5) Hayat Târih Mecmuası
 6) Rehber Ansiklopedisi; cild-2, sh. 298
 7) Târih-i Enderûn Letâif-i Enderûn (Hızır İ. Ağa, İstanbul-1987); sh. 70

7 Ocak 2016 Perşembe

MAHPEYKER SULTAN


Sultan birinci Ahmed Han’ın zevcesi. Sultan dördüncü Murâd ile sultan İbrâhim’in vâlidesi. Kösem Sultan da denir. Vâlide-i muazzama, Sâhibet-ül-makâm, Vâlide-i atîka, Vâlide-i kebîre sıfatlarıyla anılmıştır. 1592 (H. 1000) târihinde doğdu. Doğum yeri bilinmemektedir. 1651 (H. 1061) tarihindeki isyânda Topkapı Sarayı’nda âsîler tarafından şehîd edildi. Zevci sultan Ahmed Han’ın türbesine defnedildi.
Sultan Ahmed Han’la evlenen Mâhpeyker Sultan’ın; şehzâde Murâd, şehzâde Kâsım, şehzâde İbrâhim adlı oğulları ile Ayşe, Fatma, Atîke ve Hanzâde sultan isimli kızları oldu. Sultan Ahmed Han’ın genç yaşta vefât etmesi ile yirmi yedi yaşında dul kaldı. Haremin ve devletin başı sayıldı. Sultan dördüncü Murâd’ın tahta geçmesi ile Vâlide Sultan oldu. Zekâsı, kabiliyeti, devlet işlerindeki ince anlayışı ile her iki oğluna yardım etti.
Aklı ve zekâsı, güzelliği, hayrat ve hasenatı ile meşhur; sâliha, afîfe (temiz) bir hanım sultân idi. Bâzı târih kitaplarında katı yüreklilik ve entrika ile itham olunmakta ise de, bıraktığı eserler onun; dindar, cömert ve ziyadesiyle hayırsever olduğunu göstermektedir.
Çok şefkatli olan Mâhpeyker Sultan, çevresindeki fakirlere bir daha kimseye muhtaç kalmayacak şekilde yardım etmiş ve bu hâli ile herkesin kalbini fethetmiştir. Her sene Receb-i şerif ayında kıyafet değiştirip araba ile hapishanelere gider, borç yüzünden hapse düşenleri, borçlarını ödemek suretiyle hapisten kurtarırdı. Katiller hâriç bütün mahkûmlara yardım elini uzatırdı. Hizmetindeki câriyeleri terbiye ettikten sonra serbest bırakıp, her birine kabiliyetine göre çeyizler ve bir mikdâr mücevher ile bir kaç kese de altın verir ve uygun gördüğü kimselerle nikâhlandırırdı. Yetim ve kimsesiz kızları araştırır çeyizlerini düzerek evlendirirdi.
Mâhpeyker Sultan’ın yaptırdığı hayır eserlerinin başında Üsküdar’daki Çinili Câmi gelmektedir. Kubbe kasnağına kadar on yedinci yüzyılın en nefis çinileriyle süslü olan câminin yanında ayrıca mektep; çeşme, dârülhadîs, çifte hamam ve sebil inşâ ettirmiştir. Boğaziçi’nde Anadolu Kavağı, Sultan Selîm civarında (Çarşamba’da) Vâlide medresesi mescidi ile büyük sanayi ve ticâret yeri olan Çakmakçılar yokuşunda büyük Vâlide hanı ile içindeki mescidi yaptırdı. Rumeli’de milyonlar değerinde vakıfları ve hayratı vardır. Yeni Câmi’nin temeli de Mâh-Peyker Sultan tarafından atılmıştır. 1640 (H. 1050) târihinde hazırladığı vakfiyesiyle, her sene Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki fakirlere, sürre alayı ile gönderilmek üzere, vakıflarda bulunmuştur.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 1092
2) Târihi Nâimâ; cild-3, sh. 67, cild-5, sh. 101
3) Rehber Ansiklopedisi; cild-10, sh. 289
4) Hayat Târih Mecmuası (Sene-1971); cild-1, sayı-1 sh. 49
5) İstanbul Çeşmeleri; cild-1, sh. 23, 74, 78, cild-2, sh. 266
6) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3, sh. 270
7) Seyâhatnâme-i Evliyâ Çelebi; cild-1, sh. 325
8) Hadîkat-ül-cevâmî; cild-2, sh. 184
9) Mir’ât-ı İstanbul; sh. 130

KINALIZADE HASAN ÇELEBİ


Osmanlılar zamanında yetişen fıkıh ve kelâm âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Hasan Çelebi bin Alâüddîn Ali bin Emrullah bin Abdülkâdir Hamîdî olup, Ahlâk-ı alâî isimli meşhur ahlâk kitabının sahibi Ali bin Emrullah’ın oğludur. Kınalızâde Hasan Çelebi diye tanınır. Babası Bursa’da Hamzâ Bey Medresesi’nde müderris idi. Hasan Çelebi, 1546 (H. 953) senesinde Bursa’da doğdu. 1604 (H. 1012) senesinde Mısır’da Reşîd kasabasında vefât etti.
Hasan Çelebi’nin velî olan baba ve dedeleri, zamanlarının yüksek âlimi olup, haramlardan ve şübheli olmak korkusu ile mubahların çoğundan sakınırdı. Büyük dedesi Abdülkâdir Hamîdî Efendi, sakalına kına yaktığı için, çocuk ve torunları, Kınalızâde diye tanınmışlardır.
Hasan Çelebi önce babasından ve diğer bâzı âlimlerden okuduktan sonra, zamanın büyük âlimi şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’den ders gördü. Bilhassa fıkıh ve kelâm ilimlerinde çok yükselerek, icazet (diploma) aldı. Zühd ve takva sahibi, ilmiyle âmil büyük bir âlim idi. Dînî emir ve yasaklara uymakta çok titizdi. Aynı zamanda kuvvetli bir şâir ve çok yüksek bir edîb idi. Sayısız beytleri bunu göstermektedir. Dînî kitaplara şerh ve ekleri ise şiirinden daha üstündür. “Alim ilme doymaz” sözünde de ifâde olunduğu gibi, Kınalızâde Hasan Çelebi de ilme doymadı ve ilmini arttırmak için durmadan gayret etti.
İlim tahsîlini tamamlayıp, kemâle geldikten sonra, zamanının usulünce medresede ders vermeye başladı. Talebelere ders okutacak seviyeye geldiğinde yirmi yaşını yeni geçmiş idi. 1567 (H. 975) senesinde, Bursa’da Ahmed Paşa Medresesi’nde vazîfe, aldı. Bir sene sonra babası Ali bin Emrullah Edirne’ye kâdı tâyin edilince, Edirne’ye gitti ve Çuhacı Hacı Medrese’sine müderris oldu. Üç sene sonra İstanbul’da, Eski İbrâhim Paşa Medresesi’ne tâyin edildi. 1580 (H. 988) senesine kadar İstanbul’da çeşitli vazifelerde bulundu. Sonra Bursa Sultâniyesi’nde vazîfe aldı. İki sene sonra tekrar İstanbul’a gelerek Sahn-ı semân Medresesi’ne müderris oldu. 1586 (H. 994)’de Kâfzâde Efendi yerine, Sultan Selîm Medresesi’nde vazîfe aldı. Bir sene sonra Rebî-ul-evvel ayında, Süleymâniye medreselerinden birine tâyin edildi. 1590 (H. 999)’da Haleb kâdılığına tâyin olunan Kınalızâde Hasan Çelebi, sırası ile, Mısır, Kahire, Edirne tekrar Mısır, Kahire ve Bursa kâdılıklarında bulundu. 1600 (H. 1009)’da Gelibolu, sonra da Eyyûb kâdılıkları verildi. 1602 (H. 1011)’de Eski Zağra, son olarak da Mısır’da Reşîd beldesinde kâdılık yaptı. Bu vazifede bir sene kadar kaldıktan sonra, hastalanıp vefât etti.
Kınalızâde Hasan Çelebi’nin en meşhur eseri, Tezkiret-üş-şu’arâ isimli şâirler tezkiresidir. Babasının Ahlâk-ı alâî isimli kitabından sonra, bu eser çok rağbet ve itibâr görmüştür. Bu meşhur eserde, altı pâdişâh, beş şehzâde, Hasan Çelebi’nin yaşadığı devrin hükümdarı üçüncü Murâd Han ile meşhur tarihçi Hoca Sa’deddîn Efendi ve beş yüz yetmiş civarında şâirin hâl tercümesi anlatılmıştır. Aynı zamanda şâir olan Hasan Çelebi’nin şiirleri dağınık bir halde mecmualarda yer aldığından, kitap hâline getirilmiş dîvânı yoktur. Bundan başka Dürer ve Gurer haşiyesi ve çeşitli mevzulara dâir bir çok risaleleri vardır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Şakâyık-ı Nu’mâniyye zeyli (Atâî); sh. 491
 2) Kâmûs-ül-a’lâm; cild-5, sh. 3697
 3) Sicilli Osmânî; cild-2, sh. 127
 4) Esmâ-ül-müellifîn; cild-1, sh. 290
 5) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-3, sh. 213
 6) Keşf-üz-zünûn; sh. 387
 7) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 33

KIBRIS


Akdeniz’in Sicilya ve Sardilya’dan sonra üçüncü büyük adası. Anadolu’ya yetmiş, Suriye kıyılarına yüz kilometre uzaklıktadır. Anadolu’nun tabiî parçası sayılan Kıbrıs’a, mîlâdî 650 yılında hazret-i Osman’ın hilâfeti devrinde ilk sefer düzenlenerek haraca bağlandı. Sonraki yıllarda Bizanslıların harac vermekten kaçınmaları sebebiyle halîfe Hârûn Reşîd, adayı İslâm devletine ilhak edip, müslüman idaresine girmesini te’min etti. Bu ilk İslâm hâkimiyetinden sonra mîlâdî 970’den itibaren Bizanslıların eline geçen ada, üçüncü haçlı seferi için bölgeye gelen İngiltere kralı Arslan Yürekli Rişar tarafından, 1191’de zaptedildi. Bir sene sonra haçlıların meşhur Fransız komutanı Guy de Lusignan’a verilen adada, bir Fransız krallığı kuruldu. Küçük ve zayıf bir devlet olan bu krallık, Mısır’dan ikinci Murâd Han’a gönderilen hediyeleri ele geçirince, Memlûklü sultânı Seyfeddîn Barsbay tarafından 1426 yılında senelik sekiz bin duka altına haraca bağlandı. Nihayet 1489 yılında Venediklilerin Kıbrıs’ı işgal edip, bu krallığa son verdikleri zaman Memlûklülerin hukukî hükümranlığı sona erdiyse de, Venedikliler haracı vermeye devam ettiler.
Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır’ı feth eder etmez, Kâhire’ye iki Venedik elçisi gelip, Memlûklü Devleti’ne ödedikleri vergiyi vermeyi ve Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs adası üzerinde yüksek hükümranlık hakkını kabul ettiler. 17 Eylül 1517’de yapılan andlaşma gereğince sekiz bin altınlık haracı, artık Osmanlı hazînesine göndermeye başladılar. Kıbrıs, bundan sonra, mutlak olarak Osmanlı hâkimiyetine girinceye kadar 52 sene 6 ay Osmanlı himâyesi altında kaldı.
On altıncı yüzyılın ikinci yarısından ve özellikle Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın vefâtından sonra, Kıbrıs’ın Venediklilerin elinde bulunması, Osmanlı Devleti’nin Akdeniz’deki güvenliğini her zaman için tehdîd eden bir durum meydana getiriyordu. Her ne kadar Venedikliler, Yavuz Sultan Selîm Han’ın Mısır’ı fethinden sonra, harac vermeye başladılarsa da, Osmanlı Devleti için zararlı bir politika tâkib etmekteydiler. Nitekim adayı tahkim etmeleri bu sebebe dayanıyordu. Bunun dışında adanın, Osmanlı Devleti’nce fethini mecburî kılan bir çok sebep vardı. Her şeyden evvel Yavuz Sultan Selîm Han’ın 20 Şubat 1517 Cuma günü halîfe olmasından sonra, Osmanlı Devleti; Hulefâ-i râşidîn, Emevî ve Abbasî devirlerinden intikâl eden bütün târihî hukukun yegâne meşru vârisi oldu. Bu sebeple, Peygamberimiz Muhammed Mustafâ’nın (sallallahü aleyhi ve sellem) süt halasının şehîd olup defnedildiği bu ada, hıristiyan, tahakkümünde bulunamazdı.
Osmanlı Devleti’ni, egemenliği altındaki Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine ulaştıran kara yolları; uzun, yorucu ve yetersizdi. Buna karşılık Kıbrıs üzerinden, bu ülkelere, denizden her türlü lojistik hizmetler daha çabuk, rahat ve ekonomik olarak ulaştırılabilirdi. Ancak, bu ülkelerin kolay ve etkili savunulmasında değerli bir üs niteliğindeki Kıbrıs adası Venedîk’in elinde olduğundan, Osmanlı ülkeleri arasında her ân devletin böğrüne saplanmış gibi duran bir hançer durumunda idi. Ada, bu stratejik konumu dolayısıyla Osman’ı ülkelerinin kara ve deniz ulaşım yollarını tehdid eden etkili bir Venedik üssü olarak kullanılıyordu.
Kıbrıs veya yakınlarından geçen ve Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan, doğrudan doğruya deniz yollarını kullanan Türk ticâret ve hacıları taşıyan yolcu gemileri, Akdeniz’de hıristiyan korsanları tarafından vurularak soyuluyor; Venedik ise deniz ticâretinin Türklerin eline geçmemesi için bunlara yataklık yapıyordu. Yapılan titiz bir soruşturma sonunda, Akdeniz’de Türk gemilerinin soyulma işlerinin bir kısmının Venedikliler tarafından yapıldığı tesbit edilmiş, protesto edilen Venedik hükümeti, suçluları cezalandırdığını bildirmesine rağmen bu tür olayların önü alınamamıştı. İkinci Selîm Han’ın şehzâdeliği zamanında Mısır’dan kendisine gönderilen hediyeleri taşıyan bir gemi de Venedikliler tarafından zapt ve yağma edilmiş, kendilerinden sorulduğunda; “Şehzâde’ye âid olduğu ne malum” diye küstahça cevap vermişlerdi.
Nihayet 1569 Haziran ayında İskenderiye yakınlarında Nil teknelerinden birinin yolunu kesen bir Venedik gemisi, 90 müslümanı esir etti. Yine bu sırada, içinde Mısır defterdârının da bulunduğu büyük bir Türk nakliye gemisini yakalayıp, defterdârı katlettiler. Gemide bulunan büyük ölçüde para ve kıymetli eşyayı kaçırıp, Kıbrıs’da sattılar. Çok kazançlı olan bu soygunlardan cesaret alan Venedik korsanları, iki ay sonra filo hâlinde yine aynı bölgede bir kaç Nil gemisine saldırdılar. Top sesleri üzerine, yedi kadırgasıyla duruma müdâhale eden İskenderiye beyi, kaçan Venedik gemilerinden birini yakaladı. Bu hâdise artık Venediklilere kat’iyyen güvenilemeyeceği gerçeğini ortaya çıkarıyordu.
Nitekim ikinci Selîm Han durumdan haberdâr olunca, bu olayları belgeleriyle belirtmek suretiyle korsanlar hakkında Venedik’e nota verdi. Venedik’e gönderilen Mahmûd Çavuş’la yapılan bu uyarı ciddiye alınmayınca ikinci defa Kubat Çavuş 11 Şubat 1570’de Venedik’e gönderildi. Kan dökülmemesi ve barışın sürdürülmesi karşılığında Kıbrıs’ın Osmanlı Devleti’ne terkini isteyen bir notayı 28 Mart 1570’de Venedik senatosuna verdi. Natoda özellikle, Kıbrıs adasının Venedik’e 2000 mil uzaklıkta olduğu, Venediklilerin Dalmaçya’da Osmanlı sınırlarına sürekli olarak saldırdıkları, Akdeniz’de seyreden tüccar ve hacı gemilerine baskın yapan korsanların Kıbrıs’ta yuvalandıkları, Venedik için gereksiz olan bu adayı elde tutmak suretiyle dostlukla bağdaşmayan korsanlık eylemlerine aracı olma durumuna düştüğüne dikkat çekiliyor; bu tür olayları önlemek ve barışı sürdürmek için bir te’mînât olarak adanın derhâl Osmanlı Devleti’ne terk edilmesi gerektiği bildiriliyordu. Bu teklif, Venedik senatosu tarafından reddedildi ve Kubat Çavuş 5 Mayıs 1570’de İstanbul’a döndü. Venedik ise Kıbrıs’ın müdâfaasını güçlendirirken, bir haçlı donanmasının hazırlanması için papaya başvurdu.
Bu sonucun geleceğini tahmin eden ikinci Selîm Han, daha önceden şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendi’nin Kıbrıs’ın alınması gerektiğini belirten fetvasını aldıktan sonra, savaş hazırlıklarını tamamlayarak gerekli harekâtı plânlamıştı. Venedik’e harb açıldığı îlân edilip, Osmanlı limanlarındaki Venedik gemilerine el konuldu. İstanbul’daki büyükelçi ve me’murları Yedikule’ye hapsedildi. Türk kara ordusu; Finike, Antalya ve Gelibolu sahillerinde toplandı.
Kıbrıs serdârlığına altıncı vezir Lala Mustafa Paşa getirildi. Piyâle Paşa ise donanma komutanıydı. Kara askerlerinin kumandanı ise Muzaffer Paşa idi. Lala Mustafa paşa’nın maiyyetinde; Anadolu beylerbeyi İskender Paşa, Karaman vâlisi Hasan Paşa, Sivas vâlisi Behram Paşa, Kilis beyi Canbulat Paşa, Halep sancakbeyi Derviş Paşa, Dulkadir vâlisi Mustafa Paşa, Tırhala, Pirzerin, İlbasan, Yanya, Mora beyleri bulunuyordu ki, toplam asker mikdârı; 50.000 eyâlet askeri (piyade), 5.000 yeniçeri, 2.500 süvârî, 3.000 kadar da lağımcı, istihkamcı ve topçudan ibaretti. Harp ve nakliye gemilerinden meydana gelen donanmada 360 gemi bulunuyordu.
Evvelâ 1570 Mart ayı sonlarında Murâd Reîs 25 savaş gemisiyle İstanbul’dan ayrıldı. Kendisine öncülük ve keşif görevi verilmişti. Nisan ayında Piyâle Paşa 65 kadırga ve 30 kalyonla, onu tâkib etti. 15 Mayıs’da ise, serdâr Lala Mustafa Paşa, kapdân-ı derya Müezzinzâde Ali Paşa ve donanmanın kalan kısmı ile resmen Kıbrıs seferine hareket ettiler. Asker ve savaş malzemesi taşıyan gemiler de bu donanmaya dâhildi.
İkinci Selîm Han, serdârı uğurlamak için Yedikule’ye kadar gelmiş, daha evvel Beşiktaş’daki Barbaros Hayreddîn Paşa türbesinde an’anevî büyük törenler düzenlenmiş, kurbanlar kesilerek fakirler doyurulmuştu.
Bu arada Venedik de boş durmamış, kuvvetli bir donanma hazırlamak için var gücüyle çalışmıştı. Venedik senatosu ayrıca, bütün Avrupa devletlerine yardım çağrılarında bulunmuştu. Papalık da, bu yolda çalışmalar yapmaya başlamıştı. Fakat Venedik ve Papalığın çabaları pek etkili olmadı. Almanya, Fransa, Rusya, Avusturya, Lehistan, İngiltere yardım yanlısı görünmekle birlikte, kendi iç ve dış mes’elelerinin zorluklarını ileri sürerek, Osmanlı Devletiyle olan barış ve dostluklarım bozamıyacaklarını bildirdiler.
Buna karşılık İspanya 60, Papalık 2, Cenova ve Malta 4, Savoie dukalığı da 7 gemiyle yardıma koşmuş ve Venedik donanmasıyla beraber 206 gemilik muazzam bir donanma meydana getirilmişti. Donanmada 16.000 asker, 36.000 gemici ve kürekçi, 1.300 top vardı. Bu gemiler, Girid adasının Kandiye ve Suda limanlarında toplanma ve savaşa hazırlanma emri almış, ancak hazırlıkları umduklarından uzun sürmüştü. Donanmanın başkumandanı ise meşhur Andrea Doria’nın yeğeni Giovanni idi!
Daha önceden öncülük göreviyle yola çıkarılmış olan Murâd Reis filosu, 3 Haziran 1570’de İstanköy’de Piyâle Paşa filosu ile birleşerek, 5 Haziran’da Rodos adasında ana filoya katıldılar. Bundan sonra topluca harekete geçen donanma, Finike limanına gelerek 20 gün kaldı. Burada toplanmış olan kara birlikleri, gemilere bindirildikten sonra, 30 Haziran 1570’de Kıbrıs istikâmetinde harekete geçildi.
2 Temmuz’da Limasol limanına varan donanma, buraya küçük bir kuvvet çıkardı. Bu kuvvet bir kaç kilometre içeriye girip ilk ihtirda teslim olan Lefteri kalesine Türk bayrağını çekti. 3 Temmuz günü Limasol’dan ayrılan bu Türk kuvveti ve donanması, aynı günün akşamı Tuzla (Larnaka) körfezine demir attı. Burada 21 pare top atışı ile Hala Sultan selamlandı. Asıl çıkarma 4 Temmuz sabahı burada yapıldı ve çıkarma sırasında hiç bir direnme ile karşılaşılmadı. Aynı gün bir köprübaşı kurulduktan sonra asker ve mühimmat karaya çıkarıldı.
Lala Mustafa Paşa, burada kurulan otağında, vezir Piyâle Paşa’nın da katıldığı bir savaş meclisi topladı. Yapılan görüşmeler sonunda doğruca adanın merkezi Lefkoşe üzerine yürüme karârı verildi. Yapılabilecek herhangi bir taarruza karşı tedbirler alınarak, donanmanın, Suriye ve Güney Anadolu’daki Türk kuvvetlerini adaya getirmesi kararlaştırıldı. Ağır muhasara toplarının adaya çıkarılmasından sonra donanma, asker getirmek için ayrıldı. Lala Mustafa Paşa ise, Venedik komutanına bir mektup göndererek büyük bir kuvvetle adaya, çıktığını, gerektiğinde Pâdişâh’ın daha çok kuvvet gönderebileceğini, karşı koymaya çalışmanın doğru olmadığını, bu sebeple adanın dostça teslim edilmesini istemiş ve on beş günlük mühlet vermişti. Bunun üzerine 9 Temmuz’da Girne kendiliğinden teslim oldu.
Suriye ve Anadolu kıyılarına gönderilmiş olan gemilere bindirilen Türk kuvvetleri, 22 Temmuz 1570’de Kıbrıs’a geldi. Böylece Kıbrıs seferinde görevli kuvvetler, bütünüyle adada toplanmış oluyorlardı. Asker taşıma görevini bitiren donanmaya; düşman donanması hakkında bilgi toplaması ve denizden gelebilecek düşman saldırılarını önlemesi görevi verilmişti. 22 Temmuz’da Larnaka’dan harekete geçen ordu, 27 Temmuz’da Lefkoşe önüne vardı. Bir süvârî birliği de Lefkoşe-Magosa arasındaki irtibatı kesmeye me’mûr edildi.
Lefkoşe son derece tahkim edilmiş durumdaydı. Venedikliler, ikinci Selîm Han tahta çıkınca, evvelce geçen olaylara göre herhalde bir Kıbrıs mes’elesi çıkacağını düşünerek, şehirde mevcûd 365 kadar kiliseden seksenini ve içinde kralların mezarlarının bulunduğu bir manastırı yıkarak eski kale ile şehri içine alacak üç kapısı bulunan yeni bir sur inşâ etmişler ve bunu on bir kule-tabya ile donatmışlardı. Tabyaların her birinde dört top ve iki bin asker bulunuyordu. Bütün top sayısı iki yüz elli idi. Kaleyi Venediklilerden başka İtalyanlar, katolik Arnavudlar, İspanyollar, Lefkoşe asilzadeleri ve gönüllüler savunuyordu.
Kuşatma için bütün hazırlık ve tedbirleri alan Lala Mustafa Paşa, elindeki askeri yediye bölüp, tabyaların karşısına yerleştirdikten sonra büyük toplarla kaleyi dövmeye başladı. Düşman büyük bir inatla dayanmakta, bombardımana karşılık vermekte, hattâ arada hurûc hareketi yaparak Türk metrislerine saldırmaktaydı. Bunların en önemlisi surlara bir hayli yaklaşmış olan Karaman askerine karşı, kuşatmanın otuz birinci günü yapıldı. Şiddetli ve kanlı boğuşmalar sonunda Venedikliler ağır zâyiât vererek kaleye dönmek mecburiyetinde kaldılar. Surlar çok sağlam olduğu için, Lefkoşe dayanıyordu. Yapılan hücumlar neticesiz kalmış ve bir hayli şehîd verilmişti. Bunun üzerine Lala Mustafa Paşa, yapılacak çok güçlü bir genel taarruzla Lefkoşe’nin alınmasını kararlaştırdı. Özellikle lağım açma işlerine hız ve ağırlık verildi. Toplar daha ileri mevzîlere kaydırıldı. Atışlar yoğunlaştırıldı. Yapılan keşiflerden, Girid’deki Venedik filosunun kısa sürede denize açılamayacağı ve haçlı donanmasının Kıbrıs’a gelme imkânlarının olmadığı anlaşıldığından, Tuzla körfezinde bulunan donanmadan 20.000 kişilik bir ihtiyat birliği 8 Eylül’de Lefkoşe’ye getirildi.
9 Eylül 1570 günü güneş doğmadan topçu desteği ve patlatılan lağımların yaptığı geniş yıkıntıların da yardımıyla, güneydeki dört burca karşı genel taarruza geçildi. Hücumdan iki saat sonra, Türk askerinin fevkalâde azmi ve inancı, ilk meyvelerini vermeye başladı. Karaman ve Anadolu eyâleti askerleri Podocataro burcunu ele geçirmeyi başardılar. Buradan şehre giren birlikler, savunmaya devam eden düşmanla yaptıkları boğaz boğaza mücâdeleden sonra, Venediklilerin son direnme yuvalarını ele geçirdiler. Venedikliler, Kıbrıs genel vâlisi Dandolo başta olmak üzere, 20.000 ölü ve 1.000 kadar da esir verdiler.
Lala Mustafa Paşa, aynı gün Avlonya sancak beyi Muzaffer Paşa’yı Kıbrıs beylerbeyliğine tâyin etti. Yeni vâliye, şehrin hemen onarılmasını, savunma düzeninin alınmasını, Türk şehîdlerinin gömülmesini ve fethin sembolü olarak şehrin ortasındaki Ayasofya kilisesinin câmiye çevrilmesini emretti. Bu hazırlıklar bittikten sonra 15 Eylül’de büyük bir törenle şehre giren Lala Mustafa Paşa, Selîmiye Câmii adı verilen Ayasofya’da ilk Cuma namazını kıldı.
Lefkoşe’nin fethedilmesi; Baf, Limasol ve Larnaka’nın savaşmadan teslim olmasını sağladı. Bu arada Meis adası civarına gelen haçlı donanması, Lefkoşe’nin Türkler tarafından alındığını öğrendi ve bir şey yapamayacağını anlayarak geri döndü.
Lala Mustafa Paşa bundan sonra öldürülen Lefkoşe umum vâlisi Dandolo’nun kesik başını Magosa kale komutanı Bragadin’e göndererek kalenin teslim edilmesini istedi. Reddedilmesi üzerine, 8 Ekim’de Lefkoşe’den yola çıkarak 12 Ekim’de Magosa önlerine geldi. Yaptırdığı keşifler, kalenin çok kuvvetli bir şekilde tahkim edildiğini gösteriyordu. Mustafa Paşa, kaleyi zaptetmenin uzun zaman alacağını anlayıp, kış mevsiminin de yaklaşmakta olduğunu göz önüne alarak, sâdece kuşatılması ve gözlenmesiyle yetinilmesine, kesin zaptının ise ilkbahara bırakılmasına karar verdi.
Bu gayeyle ordu, 1570 Ekim’inden başlayarak kışlamak üzere gerekli tedbirler almaya ve mevziler hazırlamaya başladı. Diğer taraftan kalenin dışarıyla olan bağlantılarını tamamen kesmek, giriş ve çıkışları engellemek maksadıyla karada ve denizde kuvvetli bir karakol ve devriye görevi düzenlendi. Ordunun büyük kısmı, bu güvenlik hattı gerisinde ve düşman topçusunun menzili dışında olarak, kalenin güneybatısında olan kışlık ordugâha geçti.
Donanmanın büyük bir kısmı kışı geçirmek, hasar görmüş gemileri tamir etmek, noksanlarını gidermek, personel, cephane, araç ve gereç ikmâli yapmak üzere Kasım ayında İstanbul’a döndü. Türk donanmasının Kıbrıs sularından ayrılmasını fırsat bilen Girid-Kandiye komutanı Mark Antoine Quirini emrinde erzak, mühimmat, araç ve gereç yüklü bin altı yüz askerin bindirildiği dört yük gemisi ve on iki kadırgandan meydana gelen bir filo, 6 Ocak 1571’de Hanya limanından Kıbrıs üzerine yelken açtı. Denizdeki sıkı tutulmayan ablukayı yarıp, 26 Ocak’da Magosa limanına girdi. Bunun üzerine Lala Mustafa Paşa, İstanbul’a haber göndererek, düşman donanmasının Kıbrıs’a karşı bir girişimde bulunabileceğini bildirip donanmanın gönderilmesini istedi. Donanma kumandanlığından alınan Piyâle Paşa’nın yerine getirilen Müezzinzâde Ali Paşa, 23 Mart’ta donanmayla yola çıktı. Yiyecek, mühimmat, top, barut, kuşatma malzemeleri ve hafif silâhlarla yüklenmiş, ayrıca 2.000’den fazla yeniçeri ve cebecinin de bindirildiği donanma, Nisan ayında Kıbrıs’a ulaştı.
Yeni yardıma ve bilhassa kudretli toplara kavuşan serdar Lala Mustafa Paşa, Magosa ablukasını derhâl yeniden kuşatmaya çevirerek kaleyi şiddetle sıkıştarmaya başladı. Bir taraftan toplar surları dövüyor, bir taraftan derin lağımlar kazılarak kaleye doğru ilerleniyordu. Kalenin her tabyasına karşı dörder toplu birer batarya yerleştirilmişti.
Muhasara uzayınca yiyecek darlığı çekilmemesi için kale komutanı Bragadin, şehirde bulunan sekiz bin ihtiyar, kadın ve çocuğu dışarı çıkardı. Bunlar Türk ordugâhında bütün ihtiyâçları giderildikten sonra civardaki köylere yerleştirildi.
Türk topları kale surlarında yer yer tahribata sebeb oldularsa da, düşmanın şiddetli direnmesi ve gündüz yıkılan yerleri gece tamir etmesi sebebiyle, hücumla girilebilecek derecede büyük gedikler açamadı. Bunun üzerine lağım işine girişildi. Bunlardan ustalıkla açılan birinin patlatılmasıyla şehir sarsıldıysa da, gediğe yürüyen Gâzilerin hücumu netice vermedi. Bundan sonra yürütülen bir kaç lağım, Venedikliler tarafından tesbit ve tahrîb edildi. 28 Mayıs’da Kilis sancak beyi Canbulat Bey’in deniz tarafından kalenin altına yürüttüğü lağımın patlaması pek müthiş oldu. Buradan taarruza geçen Türk birlikleriyle kale müdafileri arasında güneşin doğuşundan gece yarısına kadar süren kanlı boğuşmalar da netîcesiz kaldı. Bu taarruz esnasında Canbolat Bey şehîd oldu. Kabri Magosa girişinde Osmanlı bayrağına sarılı olarak bulunmaktadır.
Ancak sürüp giden bombardımanlar ve atılan lağımlar yüzünden Magosa kalesi gittikçe harâb olmakta ve dayanma gücü azalmaktaydı. Bir genel hücumda mühim bataryalardan biri alınmak üzere iken, Venedikliler bunun altına hazırladıkları lağımı patlatıp, Türk askeriyle beraber kendi askerlerini de havaya uçurdular. 21 Temmuz’da Anadolu askeri hücum ederek bir tabyayı alıp içindeki topları dışarı çıkardılar. Ancak karşı hücuma geçen düşman, bunların daha fazla ilerlemesine mâni oldu.
Son günlerdeki çarpışmalar sonunda değerlendirme yapan serdâr Lala Mustafa Paşa, bombardıman ve atılan lağımlarla şaşkına çevrilen düşmanın, devamlı yapılan hücûmlar sebebiyle direncinin sarsıldığını sezmişti. Bu sebeple yeni ve son bir hücum için çeşitli mıntıkalardan lağımlar açtırdı. 1 Ağustos 1571 sabahı erkenden başlatılan şiddetli bombardımandan sonra, hazırlanan lağımlar da patlatılarak hücuma geçildi. Çok şuurlu ve plânlı bir ölçü içinde, maddî ve manevî hazırlıklardan sonra girişilen bu amansız taarruzun ilk safhalarında Leusos burcunun, ikinci plândaki kulesi ele geçirilerek Türk bayrağı çekildi. Bu durumu gördükten sonra artık direnmenin gereksiz olduğunu kabul eden Venedik komutanlığı kale surlarına çektirdiği beyaz bayraklarla teslim olma isteğini bildirdi (1 Ağustos 1571).
Bu gelişme üzerine ateş kesildi, savaş durdu. Hemen yeniçeri kethüdası ile serasker kethüdası şehre gittiler. Bunlara karşılık iki Venedik asilzadesi Türk ordugâhına gelip rehin tutuldular. Aynı gün vire şartları tesbit edildi. Buna göre kaledeki askerler eşya ve silâhlarını alıp çıkacaklar ve Osmanlı donanması gemileriyle Girid’e nakledilecekler; sivil halk da her şeyini alıp gitmekte veya kalmakta serbest olacak, kalanlar can ve mal güvenliğine sâhib bulunacaklar ve Venedikliler kalede bulunan 50 Türk esirini serbest bırakacaklardı.
Andlaşma bu şekilde imzalandıktan sonra, Venedikliler o gece ellerindeki Türk esirlerini işkencelerle öldürdüler. Bundan habersiz olarak ertesi gün tahliye işlemleri başlatıldı. Türk filosu limana girerek kadın ve çocuklara âid eşyanın yüklenmesine başlandı. 3-5 Ağustos günleri arasında Venedik birliklerinin top ve silâhları gemilere yüklendi. Kale komutanı Bragadin 5 Ağustos günü akşamı kale anahtarını teslim etmek için Lala Mustafa Paşa’nın otağına gitme müsâdesi istedi. Yanında yüksek rütbeli komutanları ve muhafızları olduğu hâlde Türk karargâhına geldi.
Lala Mustafa Paşa gelenleri nezâketle kabul edip karşıladı. Andlaşmaya rağmen, Girid’e gidecek Türk gemilerine karşı yolaa veya Gind’de herhangi bir saldırı olmaması için, filonun dönüşüne kadar komutanlardan Quirini’yi alıkoymak istediğini bildirdi. Bragadin ise bu haklı isteğe karşı küstahça; “Bir bey değil, bir köpek bile alıkoyamazsın” şeklinde karşılık verdi. Çok sinirlendiği hâlde sükûnetini muhafaza eden Lala Mustafa Paşa, 50 Türk esirinin iadesini istedi. Bragadin; “Vire gecesi onların hepsini katletmişler” dedi. Bunun üzerine Lala Mustafa Paşa; “O hâlde sen vireyi bozmuşsun” diyerek, Türk esirlerin kanına karşılık olmak üzere hemen on Venedikli komutanın başını vurdurdu. Gemiler boşaltılarak kadın ve çocukları adaya yerleştirdi. Girid’e gönderilecek 4.000 Venedik askeri ise donanmaya dağıtılarak forsaya çakıldı.
Lala Mustafa Paşa, komutanlar tâyin edip idarî teşkilâtı tamamladıktan sonra, adaya 10.000 yeniçeri bırakarak 15 Eylül’de İstanbul’a gitmek üzere harekeletti. 15 aydan fazla süren ve yaklaşık 50.000 şehide mâl olan Kıbrıs, bu târihten itibaren Osmanlı idaresinde, asırlar sürecek bir huzur, sükûn ve refah devrine geçti.
Ada, yeni bir mülkî yapıya kavuşturuldu. İdare merkezi Lefkoşe olmak üzere on altı kazaya, kazalar nahiyelere, nahiyeler de köylere ayrıldı. Müslüman olmayan halk, din, kültür ve ekonomik yönlerden tamamıyla serbest bırakıldı. Asırlar boyunca Fransız krallığı ve Venedikliler tarafından faaliyetleri engelenen Ortodoks başpiskoposluğu, yeniden çalışmaya başladı. Hattâ, adadaki katolik hıristiyanlardan gelecek bir saldırıdan korunmak üzere Ortodoks başpiskoposunun yanına bir mikdâr askerî kuvvet de bırakıldı.
Üç asır boyunca devam eden bu âdil idare süresinde, Osmanlı Devleti’nin gerilemeye başladığı on yedinci yüzyıldan sonra adaya sızan Yunanlı din adamları, ada halkını Osmanlı’ya karşı kışkırtmaya başladılar. Bilhassa on dokuzuncu asırda bu faaliyetler iyice arttı.
Doksanüç harbi sonunda yenilen Osmanlı Devleti, 3 Mart 1878’de Ruslarla Ayastefanos (Yeşilköy) andlaşmasmı imzalamış ve Balkanlarda büyük toprak kayıplarına uğramıştı. İmzalanan bu andlaşma, Batı-Avrupa devletlerini telâşa düşürdü. Zîrâ Rusya’nın himâyesi altında kurulacak bir Bulgaristan devletinin Ege denizine inmesi, Rusların sıcak denizlere inmesi demekti. Bu durum, Bosna-Hersek’e göz diken Avusturya’yı ve Hind yolunun tehlikeye girdiğini gören İngiltere’yi telâşa düşürdü. Onların bu telaşını kullanmak isteyen Abdülhamîd Han, çeşitli diplomatik temaslar sonunda bu devletlerle Rusya’yı karşı karşıya getirdi. İngiltere ve Avusturya’nın bâzı teşebbüsleri netîcesinde Almanya, 1856 Paris muahedesinde imzası bulunan devletleri, Ayastefanos yerine Berlin’de kat’î bir andlaşma için davet etti (Bkz. Berlin andlaşması).
Berlin andlaşmasının hazırlıkları esnasında fırsattan istifâde eden İngiltere, Ruslarla Osmanlılar arasında çıkabilecek bir savaşta üs olarak kullanmak üzere Kıbrıs’ın idâresinin kendisine bırakılmasını istedi. Buna karşılık da toplanacak konferansta Osmanlılara yardım edeceğini vâdetti. İngiltere, Kıbrıs’ı Ruslara karşı hareket üssü olarak kullanacağını bahane ettiyse de, esasen adanın Hindistan, Süveyş ve Doğu Akdeniz ticâret yolu için fevkalâde ehememiyeti vardı. Hâriciye nâzırı bâzı itirazlarda bulununca, İngiltere sefîri, sulhte yardımcı olmak şöyle dursun, Kıbrıs’ı almak için icâbında İngiliz donanmasının çıkarma yapacağı tehdidinde bulundu. Bunun üzerine çaresiz kalan Safvet Paşa da Kıbrıs’ın idaresini İngilizlere bırakmak mecburiyetinde kaldı (4 Haziran 1878). Abdülhamîd Han ise, aceleye getirilerek imzalanan bu andlaşmayı tasdik etmemek için direniyordu. Neticede hükümranlık haklarına halel gelmeyeceği konusunda İngilizlerden bir belge almak suretiyle andlaşmayı tasdik etti. Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak kalacak adanın gelirleri her sene İstanbul’a yollanacaktı.
12 Temmuz 1878’de amiral Lord John Hay ile Osmanlı vâlisi Sami Paşa’nın hazır bulundukları bir tören sonunda adanın fiilî idaresi İngiltere’ye devredildi, İngiliz kraliçesi tarafından adanın idaresine me’mur edilen sir Garnet Wolseley, kendisine bağlı ve Hind birliklerinden meydana gelen kuvvetleriyle 22 Temmuz’da Larnaka’dân karaya çıkarak görevine başladı.
İngilizlere en büyük zorluğu rumlar çıkardı. Türkler genellikle adanın Yununistan’a verileceği endişesi ile İngiliz idaresine destek oldular. Ancak bütün bunlara rağmen İngilizler, adanın nüfus yoğunluğundan, idarî mekanizmasına kadar Türklere karşı düşmanca bir politika tâkib ettiler. Adada Yunan okulları açılarak, Yunanistan’dan getirilen öğretmen ve din adamları vasıtasıyla halka Yunan kültürü aşılanması için çalıştılar. Bunun sonucu olarak adadan Anadolu’ya Türk göçleri oldu. İdarî görevlerden uzaklaştırılan Türklerin yerine rum me’murlar yerleştirildi. Ekonomik bakımdan zayıflatılan Türkler, ellerindeki toprağı satmak mecburiyetinde kaldı. Kilisenin teşviki ile rumlar, Türk topraklarının en büyük müşterisi oldular.
Birinci Dünyâ savaşının başlaması ve Enver Paşa’nın hiyânet derecesindeki gafletiyle kısa bir süre içinde Osmanlı Devleti’ni 29 Ekim 1914’de Almanya’nın yanında savaşa katılmasını fırsat bilen İngilizler, 5 Kasım 1914’de Osmanlı Devleti’ne harb îlân etti. Kıbrıs’ı da bu sebebe dayanarak ilhak ettiğini açıkladı.
Kıbrıs’ın bu şekilde işgali ile adada yeni bir statü ortaya çıktı. Osmanlı Devleti bu tek taraflı işgali tanımadı ve İngiltere’yi protesto etti. Buna rağmen İngilizler bir beyanname yayınlayarak ada halkının tabiiyyet durumunu değiştirdiklerini îlân ettiler. İngiliz tabiiyyetini kabul etmeyen binlerce Türk, Kıbrıs’dan ayrılarak Anadolu’ya göç etti.
İngiltere, fiilen sömürge telakki ettiği Kıbrıs’ı, 1915 senesinde, İngiltere safında savaşa girmesi hâlinde Yunanistan’a vermeyi teklif etti. Fakat Yunanistan’ın savaşa girmeyi kabul etmemesi sebebiyle bu teklif gerçekleşmedi. Fakat İngiliz idâresinin rum yanlısı tutumu sebebiyle iyice şımaran rumlar, Enosis teşkilâtını kurarak Türklere karşı saldırılar düzenlemeye ve toplu katliâmlar yapmaya başladılar.
İkinci dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi 1923’de Kurtuluş savaşından sonra imzalanan Lozan barış andlaşmasmı tasdik ederek, Kıbrıs’ın resmen İngiltere’ye bırakıldığını kabul etmiş oldu. Bundan sonra adadan Anadolu’ya olan göçler daha da artarak nüfûs dengesi Türkler aleyhine bozuldu.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Kıbrıs’ın Fethi (K.T.B. Yayınları: 689)
 2) Tuhfet-ül-Kibâr; cild-1, sh. 132
 3) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-2, sh. 388
 4) Büyük Türkiye Târihi; cild-4, sh. 304
 5) Kıbrıs’da Kanlı Noel (Doç. Dr. Abdülhalûk Çay, Ankara-1989)
 6) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-7, sh. 239
 7) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3/1, sh. 10
 8) Hayat Târih Mecmuası; 1971/2, sayı-7, sh. 67, 1974/1, sayı-5, sh. 20, 1974/2, sayı-10, sh. 7
 9) Kıbrıs Seferi (Genel Kurmay Basımevi, Ankara-1971)