11 Ocak 2017 Çarşamba

ADİLE SULTAN

On dokuzuncu asır dîvân şâirlerinden ve sultan İkinci Mahmûd Han’ın kızı. 1825 senesinde Zernigâr Kadın’dan doğdu. Küçük yaşta annesini kaybetti. Sultan İkinci Mahmûd, kızı Âdile Sultân’ı çocukları yaşamayan baş kadın Nevfidan Kadın’a büyütmek üzere verdi. O da Âdile Sultân’ı kendi evlâdı gibi büyütüp yetiştirdi. Mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. 1845 senesinde Kaptân-ı derya Mehmed Ali Paşa ile evlendi. Sultan Abdülmecîd devrinde bir seneye yakın sadrâzamlık yapan Mehmed Ali Paşa, 1868 senesinde vefât etti.
Âdile Sultan, kocasının arkasından da kızının ölümü üzerine evine çekilmiş, her şeyi bırakarak kendini ibâdete vermiş ve fakir fukarayı beslemekle vakit geçirmiştir. Dindar, hassas, hayırseverliğiyle tanınmış ve ömrü boyunca herkesten dâima hürmet görmüştür. Mektep ve fukara evlerini tamir ettirip, çocukların okuması için gayret sarfetti. Gelinlik kızlara çeyiz yaptırdı. Kurumuş çeşmelere su getirtdi. Âdile Sultan hayâtının son günlerini Fındıklı’da bugün Güzel San’attar Akademisi olan Sâhilsaray’da geçirdi ve 1898 senesi Ocak ayında vefât edince, kocası Mehmed Ali Paşa’nın Eyyûb’deki türbesinde defnedildi.
Ayşe Sultan diyor ki: “Ölümünden sonra saraya gelen câriyeleri ve ağaları, efendilerinin hikâyelerini, iyiliğini bize anlatırlarken gözyaşlarını zaptedemezlerdi...
Babamla görüşmek istediği zaman haber gönderir, sarayda husûsî hazırlıklar yapılır, bu suretle saraya gelirdi. Babam hürmet ve tazimle halasının elini öper, büyük kanepeye halasını oturtup kendisi de karşısına otururdu. Hazînedârlar, askılar içinde kahvesini getirirler, babam eliyle tepsiden alıp halasına verirdi... Bizler içeriye girip elini öper, yerden bir temenna ederek Pâdişâh’a yaptığımız resmî tazimi ifâ eder, çıkardık. Babama, oğlum hitabında bulunur, babam da kendisine; “Emredersiniz halacığım” cevâbını verirdi. Konuşma bir-iki saat kadar devam eder, yine geldiği gibi arabasına biner, babam da kapıya kadar kendisini teşyî ederdi.
Yüzünün eskiden pek güzel olduğu belliydi. Narin, orta boylu, kumral, mâvi-elâ gözlü, nûrânî, asaletini gösteren hâl, hareket ve terbiyeye mâlik bir sultandı. Giyinmesi tamâmiyle alaturka olup, ağır kumaşlardan dört etekli entari, ayağına güderiden papuç giyer, beline şaldan kuşak bağlar, bu entari üzerine, salta dedikleri bol kollu bir ceket geçirir, başına fes gibi bir şey giyip etrafına oyalı ipekli yemeni sarar, üzerine zümrüt ve lâ’llerle yapılmış, ortadaki daha büyük, iki yanlarındakiler küçük, gül şeklinde kıymetli iğneler takardı. Başka hiç bir mücevher nişan takmazdı...”
Yetmiş üç sene yaşadı ve bu süre zarfında, İkinci Mahmûd, Abdülmecîd, Abdülazîz, beşinci Murâd ve İkinci Abdülhamîd’in saltanatını gördü. Başta babası olmak üzere kardeşleri ve yeğenleri tarafından sevilen ve devlet işlerine karışmayan Âdile Sultan, aynı zamanda Osmanlı hânedânına mensûb dîvân sahibi tek kadın şâirdir. Özellikle Fuzûlî ve Şeyh Gâlib’e nazîreler ve Yûnus Emre tarzında hece vezniyle şiirler yazmıştır. Şiirleri teknik bakımdan basit ifadeli gibi görünürse de samîmidir. O, bu samîmi sözleriyle kardeşi sultan Abdülazîz Han’ın şehîd edilmesine de ışık tutmuştur.
Adile Sultan’ın bu mısraları sultan Abdülazîz Han’ın intihar etmeyip, öldürüldüğüne dâir nice vesika yanısıra kıymetli bir şehâdettir.
Âdile Sultan’ın basılmamış olan Dîvân’ının yazma nüshaları Üniversite ve Topkapı Sarayı kütüphânelerinde mevcuttur. Atası Kânûnî Sultan Süleymân Han’ın şiirlerinini, Dîvân-ı Muhibbî adıyla, ilk defa yayınlanmasını sağlamıştır.

ÂDİLE SULTANDIN DÎVÂNINDAN

YÂ RESÛLALLAH!

Yüzün mir’at-ı zât-ı kibriyâdır yâ Resûlallah,
Vücûdun mazhar-ı nûr-ı Hudâdır yâ Resûlallah,
Kabul eyle ânı aşkından âzâd eyleme bir an,
Kapanda Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallah,
Var iken destgîrim sen gibi bir şâh-ı zî-şânım,
Kime arz eyleyim, eyle meded hâl-i perişanım,
Sözün makbûl-i dergâh-ı Hudâdır ulu Sultânım,
Kapunda Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallah.
Sana Ümmetliğim iki cihânda emr-i câzimdir,
Bilirsin hâlimi arz u beyân etmek ne lâzımdır,
Nazar kıl lutf ile senden diğer kim câresâzımdır,
Kapunda Âdile kemter gedâdır yâ Resûlallah.
----------------------------------------------------
Nasıl yanmam ki ben oldu olanlar Şâh-ı devrâna,
Bilinmez oldu hâli kıydılar ol zıll-ı Yezdâna.
Cihân matem tutup kan ağlasın Abdülazîz Hân’a
Medet Allah mübarek cismi boyandı kızıl kana.
Nasıl hemşiresi bu Âdile yanmaz o Hakan’a,
Ki kıydı bunca zâlimler karındaş cihânbâna
Rızâ virmezdi adl ü şefkati zulm-i müşîrâna
Bütün nûr-ı firâkı saldı kalb-i ehl-i îmâna.
bir münâcâtı:
İlâhî, bana tevfîkin itâatta medar olsun
Beni benden halâs eyle, gönül aşkında zâr olsun.
Seni zikreyleyim her dem, dil agâh ola bu zevke
Vücûdum zulmetin, mahvet derûnum şu’lebâr olsun.
Açılsın lâleler aşkınla sinem dâğ dâğ olsun
Dil-i virane yansın âteşinle bahtiyâr olsun.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Babam Sultan Abdülhâmîd (Ayşe Osmanoğlu, İstanbul-1984); sh. 98
 2) Âdile Sultan ve Şahsiyeti (Âdile Konrapa, İ. Ü. Edeb. Fak. Tez. 244)
 3) Osmanlı Müellifleri; cild-2, sh. 40
 4) Târih ve Edebiyat Mecmuası (Neşr; Ali Emîri, İstanbul-1334); sh. 123-322
 5) Türk Sarayında Müstesnâ Bir Prenses, Adile Sultan ( Elif Naci, Hayat Târih Mecmuası; Kasım 1965); sayı-10, sh. 27

6 Ocak 2017 Cuma

MÜHENDİSHANE-İ BERR-İ HÜMAYUN


Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul. Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkib eden mağlûbiyetlerle karşılaştı. Bu durum, askerî sahada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhib olma zaruretini doğurdu. Bu sebeple orduda ilk defa modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de sultan üçüncü Ahmed zamanında hunbaracı (topçu) sınıfında başladı. Sonra 1734’de sultan birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (Mühendis mektebi) açtı. Mühendishâne 1759’da Kâğıthane’de Karaağaç’a nakledildi. 1784’de birinci Abdülhamîd zamanında Mühendishâne-i Bahr-i hümâyûn ve Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı. Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devam etti. 1793’de Kasımpaşa’dan Eyyûb’deki Bahariye Sarayı’na, sonra Hasköy’e daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da üçüncü Selim zamanında Mühendishâne’ye kırk talebealındı. Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekanik, atıcılık (fenn-i remy), hey’et (astronomi), harb târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık, okunan dersler arasındaydı.
Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mekteb olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harb denildiğinden, Mühendishâne’nin ilk me’zunları, sultan İkinci Mahmûd zamanında kurulan Asâkir-i Mensûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harblik (kurmaylık) vazifesine tâyin edildiler.
Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla beraber, esas sevk ve idareyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı. Baş hoca, baş mühendis ve mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi. Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idaresi ile meşgul olurdu. Mühendishâne’de başhocalık yapanlar arasında en meşhuru İshak Efendi’dir. Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır (Bkz. İshâk Efendi). 1830 senesinde sultan üçüncü Selîm’e Mühendishâne’nin ıslâhı hususunda bir lâyiha (rapor) vermiştir.
Mühendishâne’nin (mektebin) iki kat üzerine dört dershanesi, hocalara mahsus odaları, kütübhânesi ve matbaası vardı.
1834 (H. 1250)’de Harbiye mektebi açıldığında Harbiye’ye ve Mühendishâne’ye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zabit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi. Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbîke başladılar.
Avrupa’da tahsîlini tamamlayıp dönen tophane nâzırı Bekir Paşa’nın teklîfi ile bir nizâmnâme çıkarıldı. Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni İstihkâm mektebine çevrildi. Mevcut mekteb idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmâr sınıfları açıldı ve binaya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteblerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı.
Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pek çok zabit (subay) gönderildi. Bununla beraber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi.
1864’de bütün askerî idâdilerin Galatasaray’da birleştirilmesikarârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi. Ancak 1867’de Galatasaray’daki idâdî-i umûmî, Kuleli kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-ı sultanî adı ile umûmî bir idâdî açıldı.
1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye mektebine nakledildiler. 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıflar tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteblerine döndüler.
Mühendishâne-i Berr-i hümâyûn, Yüksek Mühendis mektebi adıyla kurulup, 1944’de İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 602
2) Türkiye’de Maârif Târihi; cild-2, sh. 273.
3) Mir’ât-ı Mühendishâne; sh. 18
4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-4, kısım-1, sh. 482
5) Târih-i Cevdet; cild-3, sh. 85

MENZİLHANE


Osmanlı Devleti’nde merkezle idâri birimler arasında haberleşmeyi sağlamak, emir ve fermanları istenilen yere zamanında ulaştırmak için kurulan konak merkezleri hakkında kullanılan bir tâbir. Osmanlı Devleti’nde dîvân-ı hümâyûndan çıkan emirleri zamanında ilgililere yetiştirmek önemli bir işti. Hazîne gelirlerinin büyük bir kısmını meydana getiren vergilerin vaktinde toplanması, asker sevki ve benzeri bütün işlerin halli, merkezden gönderilen emirlerle yaptırılmaktaydı. Bu emir ve fermanların istenilen yere zamanında ulaştırılması için ana yolların geçtiği şehir ve kasabalarda uygun aralıklarla Menzilhâne denilen durak evleri yapıldı. Böylece çok geniş bir alanda yayılmış bulunan Osmanlı Devleti, haberleşmeyi menzil teşkilâtı ile sağladı.
Osmanlılarda menzil teşkilâtının on altıncı asırdan itibaren hizmet verdiği bilinmektedir. Devletin kuruluş yıllarında haberleşmenin ulaklar vasıtasıyla yapıldığı ve bunların belirli yerlerde mola verme ve at değiştirmeleri için özel ulaşım merkezleri bulunduğu bilinmekte ise de teşkîlâtı hakkında hiç bir bilgi yoktur.
On altıncı yüzyıldan itibaren menziller ve bu teşkilâtın görevlileri, defderdâr kapısının mevkûfât kalemine âid, menzil halîfeliğine bağlıydılar. Burada bulunan menzil halîfesi kalemi, hayvanlarla yapılan posta ve menzil muamelâtına bakardı. Haber getirip götüren ulaklar menzillerde dinlenir, ihtiyâçlarını görür ve at değiştirirlerdi. Menzilhânelerde, menzilci denilen bir idareci ile hayvanların bakımı ile uğraşan hademeler vardı. Ayrıca menzillerde koruyuculuk görevi yapan ve sürücülere yol gösteren kimseler de olup, bunlara kulaksızlar denilirdi.
Menzilhânelere menzilci tâyini konusunda o şehrin veya kasabanın idarecileri ile eşraftan bâzı kimseler görevlendirilirdi. Bu görev bir yıl süreyle ve çoğunlukla şehrin ileri gelenlerinden birisine verilirdi. Bir yere menzilci tâyin edilenler, görevleri bitince aynı yerde vazîfelendirilebilirlerdi. Menzilci görev süresi bitmeden ölürse, yerine akrabası geçip eksik süreyi tamamlıyabilirdi.
Menzilhânelerde menzilcilerin ne kadar at ve kılavuz bulunduracakları ve yıllık beygir ücretleri ile diğer masrafları, menzilci tâyini sırasında açıklanırdı. Her menzildeki at ve kılavuz sayısı değiştiği gibi, masraflarda buna göre artıp eksilirdi. Menzil masraflarının bir kısmı menzil nerede kurulmuşsa, o yer halkının avârız akçesinden, bir kısmı ulaklardan, önemli bir bölümü de Hazîne-i âmireden karşılanırdı.
Posta görevini yürüten ulaklar, tatar ocağı neferleri arasından üstün ve güvenilir olanlardan seçilirdi. Bu sebeple ulaklara tatarlar da denilmiştir. Ellerinde menzil tezkeresi olan devlet tatarları ve buyruldusu olan vezir ve beylerbeyilerin tatarlarından başkaları tatar kıyafeti giymediği gibi menzil beygiri de alamazdı.
Menzil yolları stratejik ve askerî ihtiyaçlara göre değiştirilirdi. Meselâ, Rumeli’deki menzilhâneler, o bölgedeki savaşlar sebebiyle çok zorlandı ve 1691’de Köprülüzâde Mustafa Paşa’nın buyruldusu ile yeniden düzenlendi.
On sekizinci yüzyılda menzil teşkilâtında bâzı bozukluklar ve usulsüzlükler görülmeye başlandı. Ulaklar menzillerinde at bulamadıklarından şikâyet ediyorlardı. Menzilciler de ulakların fazla at isteyerek devlet hazînesine zarar verdiklerini belirtiyorlardı. Bu arada âyânlar da bâzı sancaklarda menzil olmadığı hâlde menzil ücreti alıyorlardı.
Bu durumlar üzerine sultan ikinci Mahmûd Han, 1824 yılında menzilhânelere yeni düzenlemeler getirdi. Devletin dört bir tarafına gönderdiği fermanda, menzilhânelerin bundan böyle kira usûlü ile idare edilmesini bildirdi. Buna göre Rumeli ve Anadolu taraflarında aynen uygulamak kaydıyla ulaklara, kira ile saati yirmişer paradan beygir verilecekti. Devlet işi için gönderilecek tatar ve diğer görevlilere, kira ücretleri hazîneden ödenecekti. Eyâlet ve sancaklarda bulunan vâli, mütesellim ve voyvodalar, İstanbul’a veya sağa-sola gönderdikleri tatarların yol harçlıkları ile birlikte, menzil kiralarını da kendi hazînelerinden ödeyeceklerdi. Eğer kendi eyâlet veya sancakları dâhilinde bir yere gönderecekler ise, menzilhâne hayvanlarından faydalanamıyacak, kendi imkânlarıyla gidip dönmeleri sağlanacaktı. Bu târihten sonra menzilciye kirâcıbaşı denilmeye başlandı.
1834 yılında ise, menzil sisteminin yanısıra posta teşkilâtı kurulmaya başlandı. Nitekim Üsküdar’dan İznik’e kadar olan yol tamir edildikten sonra, ilk posta arabası bu arada çalıştırıldı. 1839 yılından sonra öncelikle İstanbul-Edirne ve İstanbul-İzmir arasında, sonra da diğer vilâyetlerle İstanbul arasında posta teşkîlâtı kurulmaya başlanmış, böylelikle menzil usûlü târihe karışmıştır.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) XVIII yüzyılda Osmanlı Kurumları; sh. 291
2) Osmanlı Târih Deyimleri; cild-2, sh. 479
3) Posta Teşkilâtı Kurulmadan önce Osmanlı İmparatorluğunda Menzilhâne ve Kirâcıbaşlık (Mûsâ Çadırcı; Ankara-1976); sh. 1359
4) The Ottoman Menzilhâne and Ulak System in Rumeli in the 18 th. Century (Colin J. Hewood; Ankara-1980); sh. 179
5) Osmanlı Menzil Teşkilâtı (Y. Halaçoğlu)

MEKTEB-İ HARBİYYE-İ ŞAHANE (Harb Okulu)


Osmanlı ordusuna kara subayı yetiştiren okul. Osmanlı Devleti’nde asker ihtiyâcı tımarlı sipahiler hâricinde, devşirme usûlü ile karşılanıyordu. Devşirme ocağına alınan ve kendilerine acemi oğlanı denilen çocuklar önce bir Türk köylü ailesinin yanına veriliyordu. Burada Türkçe öğreniyor, İslâm dîninin ve Türk terbiyesinin icâplarına göre yetiştiriliyorlardı. Sonra acemi oğlanların kışlalarında askerî terbiyeleri başlıyordu. Burada sağlam ahlâk ve disiplinle en modern askerî bilgileri alıyorlardı. Neticede, yeniçeri neferi adını almaya hak kazanıyorlardı. Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’nde ayrıca subay yetiştiren bir okul bulunmuyordu. Ocakta ve savaşlarda istidâd ve kabiliyetli kimseler gösterdikleri başarılara göre yükselmek suretiyle yayabaşı, bölükbaşı, baş karakollukçu, baştüfekçi, tüfenkcibaşı, avcıbaşı, tâlimhânecibaşı, zenberekçibaşı, baş bölükbaşı, peykbaşı, asesbaşı, başyayabaşı, muhzırbaşı, başçavuş, başhaseki, solakbaşı, zağarcıbaşı, samsoncu başı, turnacı başı, yeniçeri kâtibi, sekbanbaşı ve nihayet yeniçeri ağası olurlardı.
Bugünkü subaydan genârele kadar rütbe karşılıkları olan bu görevlerde bulunanlar, ancak başarıları karşılığında yükselebilirlerdi. Yeniçeri ağası, pâdişâh tarafından seçilirdi. Âmiri sadrâzamdır. Sadrâzamla yeniçeri ağası arasında başka bir kumanda, kademesi yoktu.
Ayrıca devşirmelerden; iyi aile mensupları, uzun boylu, yakışıklı, terbiyeli olanlar, yüksek devlet adamlarının çocukları ve zekâ seviyesi yüksek Türk çocukları pâdişâh irâdesi ile Enderûn-ı hümâyûna alınarak, buradaki mekteb-i enderûnda tâlim ve terbiye görürlerdi. Bir nevî saray üniversitesi de denilen bu mektepten çıkanlar san’atkâr olsun, subay olsun parlak istikbâle namzettiler. Bunlar arasından pek çoğu sadrâzam, vezir, beylerbeyi ve sancakbeyi olmuştur.
On yedinci asrın sonlarına kadar dünyânın birinci devleti, dünyâ siyâsetine yön veren, karada ve denizde büyük bir güce sâhib olan Osmanlı Devleti’ni askerî sahada daha ileri sistemler ve usûller bulmaya sevkedici ve zorlayıcı sebebler yoktu. Bu sebeble Osmanlı Devleti, asker ve subayını mevcûd teknik usûllerle yetiştirmekte devam ediyordu.
Bu sırada Avrupa’nın durumu tamamen farklı idi. Karşılarında İslâmiyet’in en kuvvetli temsilcisi güçlü bir Osmanlı Devleti vardı. Osmanlı’nın fetihlerini ve İslâmiyet’in yayılışını durdurmak için çok çalışan bir Avrupa görülüyordu. Avrupanın harbler ve ticâret münâsebetiyle uzun zamandan beri İslâm memleketlerini tanıyarak buralardaki ilmî faaliyetlerden faydalanıp Rönesans hareketini başlattılar. İlim ve teknikte büyük adımlar attılar. Ayrıca Osmanlıların Akdeniz hâkimiyetini ellerine geçirmesiyle, doğunun zenginliklerinden istifâde edemediler. Atlas okyanusundan doğuya ulaşmak için yollar aradılar ve sonunda vardılar. Bu sırada pek çok coğrafî keşifler yaptılar.
Gerek Rönesans ve gerekse coğrafî keşifler ile elde ettikleri bilgi ve tecrübeleri askerî sahada tatbîk ettiler. Bu bilgileri daha sistemli bir hâle getirmek için askerî okullar açtılar. Buralarda modern bilgilere sâhib subaylar ve diğer askerî personeli yetiştirdiler. Bu okullardan yetişen subayların muhârebelerin kazanılmasında büyük rolü oldu.
Osmanlı Devleti’nin, Avrupa’daki bu gelişmelerden faydalanarak askerî teşkilâtında düzenleme yapma ihtiyâcını hissetmemesi, 1683 Viyana bozgununa kadar sürdü. Bu târihde devlet yine dünyânın birinci devletiydi. Bundan sonra 1770’lere kadar bir asır boyunca esas işi elindekini muhafaza etmekten ibaret oldu.
Her mağlûbiyet, yeni düzenlemeler yapılmasını ve tedbirler alınmasını istediğinden, Viyana mağlûbiyeti ile de orduda aynı durumlar bahis mevzuu oldu. Bununla beraber, bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için, orduda yeni bir düzenlemeye hemen gidilemedi. Bununla birlikte orduda ıslâhat yapılmasına kesin olarak inanılmıştı.
Ancak üçüncü Ahmed zamanında askerî teknik bilgiler ve bunların öğretildiği okullar açıldı. Orduda modern tarzda askerî eğitim 1728’de humbaracı (topçu) sınıfında başladı. 1734’de birinci Mahmûd zamanında istihkâm (lağımcı) subayı yetiştirmek için Üsküdar’da Mühendishâne-i hümâyûn (Askerî teknik okul) açıldı. Burada uzun müddet askerî mühendis yetiştirildi. Mekteb, 1759’da üçüncü Mustafa zamanında Karaağaç’a nakledildi. Sultan üçüncü Mustafa, Mühendishâneyi, Mühendishâne-i bahr-i hümâyûn ile Mühendishâne-i berr-i hümâyûn olmak üzere iki kısma ayırdı. Mühendishâne-i bahri hümâyûn bir deniz harb okulu olduğu hâlde, Mühendishâne-i berr-i hümâyûn bugünkü kara harb okulu olmayıp, Askerî teknik üniversite idi ve bugünkü teknik üniversitenin çekirdeğini teşkil ediyordu. Burada yalnız istihkâm, topçu ve haritacı subay yetişiyordu. Ordunun esâsını teşkil eden süvari ve piyade subayları eskisi gibi kışla tâlimi ile yetişiyordu. Ancak bu okul, ileride açılacak olan kara harb okuluna bir başlangıç teşkil ediyordu.
Askeriyede bu kısmî düzenleme devam ederken, 1768’de Osmanlı-Rus harbi başladı. Ruslar Çeşme’de Osmanlı donanmasını yaktı. 1774’de Kaynarca andlaşması ile Osmanlı mağlûbiyeti tescil edilmiş oldu. Böylece Osmanlı Devleti birinci devlet olma vasıflarını kaybetti.
Arka arkaya gelen mağlûbiyetler devletin yeni askerî bilgilerle mücehhez subay ve diğer personele sâhib olmasının bir zaruret olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. 1784’de birinci Abdülhamîd zamanında Mühendishâne-i berr-i hümâyûn daha fazla ilâvelerle geliştirildi. Topçu ve istihkam subayı ile mühendisleri yetiştirilmeye devam edildi.
1793’de üçüncü Selîm zamanında, orduda öncekilere nazaran daha esaslı düzenlemeler yapıldı. Nizâm-ı cedîd adı verilen ordu kurulmaya, modern süvârî ve bilhassa piyade yetiştirilmeye başlandı. Bunun yanında orduya teknik eleman yetiştiren Mühendishâne-i berr-i hümâyûn Eyyûb’deki Bahariye Sarayı’na, sonra Hasköy’e (Bugünkü Halıcıoğlu), daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da mektebe dört yıl okumak üzere kırk subay alındı. Okulda cebir, ilm-i müsellesât, trigonometri, cerr-i eşkâl (mekanik), fenn-i remy (atıcılık), hey’et (astronomi), târih-i harb (harb târihi), hendese (geometri), coğrafya ve her çeşit istihkâmcılık dersleri vardı. Fransızca ve Arabca mecburî olup, Farsça ihtiyarî (seçmeli) idi. Okuldan ordu için mühendis yetişiyordu. Üçüncü Selîm teşvîk için, me’zun olan teğmenlere yüzbaşı, pek iyi derece ile me’zûn olanlara binbaşı rütbesi veriyordu. Üçüncü Selîm’in son yıllarında çok iyi Fransızca öğrenmiş topçu ve istihkamcı subay ve mühendisleri yetişti. Pâdişâh, Mühendishâne için mütehassıs Fransız öğretmen subaylar getirtti.
Sultan üçüncü Selîm, devletin istikbâlinin, güçlü ve modern bir ordu kurmakla mümkün olduğunu çok iyi tesbit etmişti. Bu fikirleri bilen sultan İkinci Mahmûd da, bu asırda batının üstünlüğünü sağlıyan ordu ve donanmadan işe başlamak istedi. Senelerden beri sabırla beklediği yeniçeri ocağının ilgasını 1826’da gerçekleştirerek Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye’yi kurdu. Yeni ordu için bir talimhane yapıldı. Güçlü bir ordu kurmak için canla başla çalışan pâdişâh, askeri teşvik ve gayrete getirmek için kışın kar altında çamurlar içinde bizzat tâlime çıkıyordu. Yine 1831’de Selîmiye kışlasındaki Sübyan bölükleri de, batı tekniklerine uygun olarak, orduya subay yetiştirmek için kuruldu. Bunlar daha sonra kurulacak harb okulunun temelini teşkil etmekte idi. Nihayet sultan İkinci Mahmûd 1834’de ordunun esâsını teşkil eden piyade ve süvârî subaylarının yetişeceği bir Kara Harb okulunu kurmaya karar verdi. Çünkü devleti ayakta tutacak ordu, orduyu da ayakta tutacak subay idi.
Sultan İkinci Mahmûd Han, Avrupa’da okumuş, hassa ordusunda vazife yapmış fahr-i yaveri olan ve 1832’de paşalığa yükselen Nâmık Paşa’yı huzuruna davet ederek; “Paşa, kesin olarak anladım ki bir milletin yaşaması, harb bilgisini iyi öğrenmiş kumanda hey’etiyle ve bu kumanda hey’etiyle yetişmiş askerlerin kudretiyle mümkündür. Böyle subaylar yetiştirecek bir Mekteb-i harbiyye-i şâhâne (Kara Harb Okulu) açılmasını isterim ne dersin?” diye sordu. Avrupa’da askerî okulları tedkîk etmiş olan Paşa; “Sultânım! Bundan önce açılan talimhane olsun, sıbyan bölükleri olsun mektep değildir. Yarım tedbirlerle gayeye varılamaz. Subayın, ordumuzun ihtiyâçlarına cevap verecek şekilde yetişmesi önemlidir. İyi subay yetiştirmek için ayrı bir binaya, ders programlarının tanzimine, en iyi öğretici ve idarecileri, ders âletlerini te’min etmeğe ihtiyaç ve zaruret vardır” deyince, Sultan; “Ziyâde memnun oldum. Harb okulunun inşâsını ve açılmasını, burada hangi bilgilerin okutulacağını, Avrupa’dan hangi ders âletlerinin getirileceğini sizden beklerim. Bu hususta Ahmed Fevzi Paşa ile birlikte çalışınız” emrini verdi. Bunun üzerine Nâmık Paşa, Ahmed Fevzi Paşa ile birlikte çalışmalara başladı.
Müşir Ahmed Fevzi Paşa’nın Selimiye’de hassa ordusunda bulunan erlerin genç ve kabiliyetli olanlarından kurduğu sıbyan bölükleri 1834’de Maçka kışlasına taşındı. Sultan İkinci Mahmûd Han, 1 Temmuz 1835’de Mekteb-i harbiyye-i şahaneyi öğrenim ve eğitime açtı.
Öğretmenlere mahsûs kürsiye çıkarak târihî konuşmasını yaptı: “Sizler ki. Mekteb-i harbiyyenin idarecileri ve öğrencilerisiniz. Nazarlarım dâima sizlerin üzerindedir. Ümitlerim sizlerdedir. Askerliğin bütün îcâblarını öğretiniz ve öğreniniz. Sizler için sarf olunan maddî ve manevî para ve emekleri dâima hatırınızda tutarak ve bilerek çalışınız. Talebelerim! Sizlerden de himmet ve gayret beklerim.” Sonra İmâm Zeynelâbidîn Efendi’ye duâ etmesini işaret etti. O da, resmen açılışı yapılan Mekteb-i harbiyyenin millet için hayırlı olması niyazında bulundu. Bundan sonra okulun adına Mektebri harbiyye-i şâhâne, talebelerine de harbiyeli denildi.
Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde, 1844’de kabul edilen kânunla Harb okuluna dört yıl daha ilâve edilerek, öğrenim lise seviyesinin üzerine çıkarıldı. Sonraki yıllarda müessesenin harb bilgisi veren dört yıllık bir meslek okulu hâline getirilmesi kararlaştırıldı. Burada imtihandan geçirilen öğrencilerden üstün başarılı olanlar, Mekteb-i ulûm-ı harbiye, orta derecede başarılı olanlar ise Mekteb-i fünûn-ı idâdîye öğrencisi kabul edildiler. 1845’de Harbiye öğrencileri Küçük Taksim’de yapılan binada, idâdî öğrencileri de Maçka kışlasında, geçici olarak öğrenime devam ettiler. Her iki okul kendi binalarında, 10 Ekim 1846’da Abdülmecîd Han tarafından resmen açıldı.
Bu târihlerde büyük devletlerin ordularında kurmay sınıfı kurulmaya başlayınca, 1848’de sultan birinci Abdülmecîd, Mekteb-i erkân-ı harbiye-i şâhâne-yi (Harb akademileri) kurdu. Mekteb ilk me’zûnunu 1849’da verdi ve bunlardan üçü müşir oldu. Zamanla Osmanlı ordusu kurmay subayların sevk ve idaresine geçmeye başladı. 1909’a kadar, Mekteb-i harbiyye-i şâhâne ile Mekteb-i erkân-ı harbiyye-i şahanenin kumandanı aynı idi. Ondan sonra ayrıldı.
Galip Paşa’nın harb okulu kumandanı olduğu 1873-1875 yılları döneminde, öğrenim üç yıla indirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han (1876-1909) devrinde, uzun zaman okul kumandanlığı yapan Mustafa Zeki Paşa (1904-1908), öğrencilerin iyi yetiştirilmesini îtinâ gösterip, Trablusgsrp (1911-1912), Balkan (1911-1913), Birinci Dünyâ (1914-1918) İstiklâl (1919-1922) savaşlarına katılan kıymetli subayları me’zun ettirdi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İstanbul’dan başka Bağdâd, Edirne, Erzincan, Manastır, Şam illerinde de harb okulları açtırdı. Harp okullarına mütehassıs ilim adamları ve öğretim üyeleri tâyin edildi. Ders âlet ve edevatları ile laboratuvar, kütüphâne, spor salonu, manej (süvari sınıfı için at eğitim alanı) ihtiyaçları lâyıkıyle te’min edildi. Avrupa’dan kitaplar getirtilip, tercüme edildi. İttihâd ve Terakkî cemiyetinin bu okullarda yürüttüğü siyâsî faaliyetleri netîcesinde, 1907-1908 yıllarında Bağdâd, Edirne, Erzincan, Manastır, Şam Harb okulları kapatıldı, yalnız İstanbul Harb okulu, faaliyetine devam etti. 1914’de Birinci Dünyâ savaşının çıkmasıyla; Harb okulu ikinci sınıf öğrencileri asteğmen olarak kıt’aya katıldı. 1913 ve 1914’te me’zun olan ve staj için birliklere gönderilen öğrenciler birleştirildiler. Harp Okulu 9 Ağustos 1914 - 5 Nisan 1915 târihleri arasında İstanbul Pangaltı’daki binâda öğrenim gördükten sonra Kartal Maltepe’de Endaht okuluna taşındı.
Kartal’daki Endaht okuluna Maltepe ihtiyat zabit namzetleri tâlimgâhı adı verildi. 30 Ekim 1918 Mondros mütârekesinin imzalanmasından sonra bu okul kaldırıldı ve yerine muvazzaf zabit namzetleri talimgahı kuruldu. Okul, 12 Ekim 1918’de İtilâf devletlerince işgal edilince, talimgah Bostancı’ya taşındı. Bu da 5 Ağustos 1919’da lağvedildi. Aynı târihte Bostancı’da Edirne ve Kuleli askeri lisesinden gelen öğrencilerden iki bölüklü Harb okulu taburu kuruldu. 20 Aralık 1919’da Topçu harbiyesi ile birleştirilerek Halıcıoğlu’na taşındı. Burası da İngilizler tarafından işgal edilince, 20 Nisan 1920’de yine kapatıldı. Dağıtılmış olan öğrenciler Kuleli’de toplandılar. 5 Temmuz 1920’de Kuleli’nin işgalinden sonra öğrenciler Kâğıthane’deki çadırlı ordugâha, buradan Eyyûb’deki iplikhâne’ye, Maçka kışlasına, sonunda da Zeytinburnu kışlasına tasındılar. Okul, Eylül 1921 Ağustos 1922 târihleri arasında burada kaldı ve bir süre sonra da lağvedildi.
Harb okulu öğrencilerinden bir kısmı millî mücâdelede Anadolu’ya geçip, Ankara’da Âbidîn Paşa köşkünde şimdiki cumhuriyet devri harp okulunun temeli olan Ankara talimgahında bir araya geldi, 1 Nisan 1923 de Muhtelife zabit namzetleri talimgahı harp okulu adını aldı.
Harb okulu, Türk milletinin, devletinin ve ülkesinin gurur ve güven kaynağı olarak hizmetine devam etmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Harp Okulu Târihi (Tahsin Önal, Belgelerle Türk Târihi Dergisi; sayı-8); sh. 19 v.d.
2) Târih-i Lütfî; cild-1, sh. 198
3) Takvîm-i Vekâyî; sene-1251, sayı- 107
4) Mir’ât-ı Mekteb-i Harbiye (M. Es’ad, İstanbul-1310)
5) Büyük Türkiye Târihi; cild-9, sh. 464

KADIZADE-İ RUMİ (Mirim Kösesi)


Osmanlı âlimlerinin büyüklerinden. İsmi, Muhammed bin Kutbüddîn Muhammed bin Muhammed bin Kâdızâde-i Rûmî, lakabı Muhyiddîn’dir. On beşinci asrın ortalarında vefât eden meşhur Osmanlı âlimlerinden Kâdızâde-i Rûmî diye bilinen Selâhaddîn Mûsâ bin Muhammed’in torunu olan Kutbüddîn Muhammed’in oğludur. Büyük dedesine nisbetle Kâdızâde-ı Rûmî diye meşhur oldu. Ayrıca; Mîrim Kösesi ve Kutbüddînzâde isimleriyle de tanındı. Kaynaklarda doğum târihi bulunamayan Kâdızâde, 1550 (H. 957)’de vefât etti.
Baba ve dedeleri âlim ve fâdıl kimseler olan Kâdızâde, anne tarafından da asîl bir aileye mensuptur. Annesi, meşhur âlim Hocazâde’nin kerîmesi (kızı) olup, babaannesi de, büyük kelâm ve astronomi âlimi Ali Kuşçu’nun kerîmesi idi.
Muzafferuddîn-i Acemî, Mevlânâ Koçavî, Yâkub bin Seyyid Ali, Mevlânâ Müeyyedzâde gibi zamanının meşhur, büyük âlimlerinden ilim öğrenerek yetişti. Bu büyük âlimlerin huzur ve hizmetlerinde bulunmakla, ilmî bakımdan yükseldiği gibi, güzel hasletleri de kendisinde topladı. Böylece zahirî, bâtınî kemâlâta, yüksek olgunluklara ve manevî derecelere kavuştu.
İlim tahsilini tamamladıktan sonra, ilk olarak, Bursa Veliyyüddînzâde Ahmed Paşa Medresesi’ne müderris oldu. Daha sonra, İstanbul’da Atik Ali ve Hacı Hasanzâde, İznik’de İznik, Edirne’de Dâr-ül-hadîs, Bursa’da Muradiye ve Bâyezîd Han medreselerinde müderrislik yaptı. Adı geçen medreselerde uzun müddet hizmet edip, çok talebe yetiştirdi. Talebeler, onun anlattıkları ince bilgilerden, yüksek ilimlerden ve akıcı lisânından çok istifâde edip, âlim oldular.
Müderrislikten sonra kâdılık vazifesine geçen Kâdızâde, Haleb ve Edirne kâdılıklarında bulundu. 1538’de saltanat merkezi olan İstanbul’a kâdı, daha sonra da Anadolu kazaskeri oldu. Bir müddet sonra bu vazifeden alıntp, tekrar İstanbul’da bulunan Sahn-ı semân medreselerinden birine müderris yapıldı. Kısa bir müddet buradaki vazifeye devam edip, sonra haccetmek niyetiyle yola çıktı. Hac vazifelerini edâ edip, tekrar İstanbul’a döndü ve emekliye ayrıldı.
İlim sahibi ve ilmi ile amel eden âlimlerin büyüklerinden olan Kâdızâde-i Rûmî Muhyiddîn Efendi, dînimizin emirlerine son derece hassasiyetle bağlı idi. Haram ve şüphelilerden çok sakınırdı. Edebi, aklı ve zekâsı fevkalâde idi. Şuur ve idrâki kuvvetli, basiret sahibi ve asîl bir zât idi. Gece gündüz devamlı ilim öğrenmekle meşgul idi. Kıymetli meclisinde her mahlûku hayır ile yâdeder, hiç bir şeyi kötülemezdi. Hayâ ve edebini hiç bir zaman terk etmezdi. Temkin, ihtiyât, vakâr ve heybet sahibi idi. Bütün fazîletteri kendisinde toplamış idi. Tasavvuf yolunda yüksek derece sahibi olup, bu yolda bulunanlara da çok muhabbet ederdi. Kendisi umumiyetle insanlardan uzak durur, kendi hâli ile meşgul olurdu. Allahü teâlânın muhabbeti ile yanan, keşf ve kerâmet sahibi bir zât idi.
Kâdızâde-i Rûmî, amcası olan Mîrim Çelebi’nin yanında yetiştiği için, Mîrim Kösesi diye meşhur olmuştur. Böylece, hey’et (astronomi), hendese (geometri) gibi aklî ilimlerde de ilerledi. Hey’et ilmine dâir bir risale, ayrıcaKâfiye isimli nahiv kitabına bir haşiye yazdı. İstanbul’da bir mescid ve bir mekteb yaptırdığı bilinmektedir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
1) Şezerât-üz-zeheb; cild-8, sh. 320
2) Esmâ-ül-müellifîn; cild-2, sh. 243
3) Sicilli Osmânî; cild-4, sh. 113
4) Şakâyık-ı Nu’mâniyye; cild-1, sh. 497
5) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Tercümesi (Mecdî Efendi); sh. 448,
6) İslâm Alimleri Ansiklopedisi; cild-14, sh. 155

HAFIZ AHMET PAŞA


Osmanlı vezirlerinden. Tahmînen 1564 (H. 972)’de doğdu ve 1632 (H. 1042)’de şehîd edildi. Filibeli bir müezzinin oğludur. On beş yaşında İstanbul’a gelmiştir. Enderûnda yetişti ve uzun seneler burada hizmet etti. Hasodada bulundu. Sultan birinci Ahmed Han zamanında muhâsib ve doğancıbaşı oldu. Bu vazifede iken 1607’de vezirlik verilerek kapdân-ı deryalığa tâyin edildi. 1609’da vazifeden alınarak yerine yeniçeri ağası Halîl Paşa getirildi. Hâfız Ahmed Paşa vazifeden alındıktan sonra, tâyin edildiği Şâm vâliliğinde yedi sene kaldı. Ayrıca; Van, Erzurum, Bağdâd ve Anadolu’da vâliliklerde bulunduktan sonra, son olarak, Diyarbakır vâlisi iken 1625’de Çerkes Mehmed Paşa’nın yerine vezîriâzam ve İran’a serdâr olarak tâyin edildi.
Aldığı emir üzerine Bağdâd’da isyân eden Bekir Subaşı üzerine gitti. Bağdâd’ı dokuz ay kuşatma altında tuttu ise de alamadı. Neticede Bekir Subaşı, Bağdâd’ı İran şahına teslim etti. Şâh şehri yağmalattı. Bu hâdise üzerine Hâfız Ahmed Paşa 1626’da vezîriâzamlıktan azledildi. İstanbul’a gelip ikinci vezirliğe düştü. Bu arada sultan birinci Ahmed Han’ın kızı Ayşe Sultan ile evlendi.
Hâfız Ahmed Paşa, 1631’de Hüsrev Paşa’nın vezîriâzamlıktan azli üzerine ikinci defa vezîriâzam oldu. Fakat vezîriâzam olmayı ümid eden Topal Recep Paşa, bu makamın kendisine verilmeyişi üzerine, Hâfız Ahmed Paşa aleyhinde harekete geçti. O sırada Bağdâd seferinden İstanbul’a dönen kapıkulu ocağı askerini el altından isyân ettirdi. Sultan dördüncü Murâd Han’a bir ayak dîvânı kurdurdu. Burada âsîler, Hâfız Ahmed Paşa ile birlikte on yedi kişinin kendilerine teslim edilmesini istediler. Sultan dördüncü Murâd Han âsî zorbabaçılarına pek çok nasihatler etti ise de dinletemedi. “İstenilen kişileri vermezsen biz işimizi biliriz” diyerek Sultan’ı tahttan indirmeye kadar varan tehdîdler savurdular. Bu durum üzerine Hâfız Ahmed Paşa; “Pâdişâh’ım, binlerce Hâfız gibi kulun yoluna fedadır!” diyerek âsîlerin arasına çıkıp üzerlerine hücum etti. Âsîler kılıç ve hançerlerle on yedi yerinden yaralamak suretiyle Pâdişâh’ın gözü önünde Hâfız Ahmed Paşa’yı şehîd ettiler (Bkz. Ayak Dîvânı). Bundan sonra Topal Recep Paşa vezîriâzam oldu.
Hâfız Ahmed Paşa, zarif, nüktedân ve şâir bir kimse idi. Bağdâd’ı kuşattığı sırada, pâdişâha gönderdiği mektubda; asker, cephane ve erzak yardımı gönderilmesini istemiş ve mektubuna eklediği Şikâyetname adlı şiirinin ilk beytinde şöyle demiştir:
“Aldı etrafı adû (düşman) imdada asker yok mudur?
Din yolunda baş verir bir merd-ü server yok mudur?”
Sultan dördüncü Murâd Han buna;
“Hafızâ Bağdâd’a imdâd etmeye er yok mudur?
Bizden istimdâd edersin sende asker yok mudur?”
beyti ile başlayan manzûm bir cevab yazmıştır.

OSMANLI TOKADI

Sadrâzam Hâfız Ahmed Paşa, Bağdâd seferinden dönerken İstanbul’da âsîler ve sipahi zorbaları ayaklanarak kellesini Pâdişâhtan istemeye başlamışlardı. Vezir Bayram Paşa kendisine bir mektupla olaylardan bahsederek İstanbul’a gelmemesini bildirdi. Hâfız Ahmed Paşa yolda iken Bayram Paşa’nın gönderdiği adamla karşılaştı ve vaziyeti anladı, fakat gülerek; “Var bizden paşa hazretlerine selâm söyle. Zuhur edecek kazâ-i mübremi rüyamda gördüm. Ölmekten gam çekmem” diyerek, Bayram Paşa’nın adamını geri gönderdi. Kendisi de sür’atle İstanbul’a geldi.
Bu sırada sarayda Hâfız Paşa’ya düşmanlığı olan Topal Recep Paşa’nın tahrikleri ile fitne giderek büyüyordu.
Pâdişâh dördüncü Murâd Han isyânın önüne geçebilmek için bâbüsseâde önüne tahtını kurdurarak oturdu ve âsî elebaşılarından dört kişiyi huzuruna çağırdı. Sultan bunlara uzun uzun bu hâllerinin din ve devlete münâsib olmadığını anlattı. Ancak bu zorbalar da; “Cümle askerin cevâbı; pâdişâhım, devletine fenalık edenleri elbette vermeniz gerekir; yoksa biz işimizi biliriz” diyerek edepsizce laflar ettiler.
Bu sırada abdest alıp Bâbüsseâde önüne gelen Hâfız Ahmed Paşa, bunların pâdişâh sözünü dinlemediklerini görünce;
“Pâdişâhım! Hezâr (bin) Hâfız gibi kulun yoluna fedadır. Ancak recâm budur ki, beni sen katletmeyip bu zâlimler haksız yere kanımı döküp beni şehîd etsinler ve lütfedip cesedimi Üsküdar’da defnettiresin ve yetimlerime lutf ve inayetini recâ ederim” diye yer öptükten sonra Besmele çekip; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm, İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn” diyerek âsî güruhunun içerisine daldı.
Hafız Paşa, meydana girince yer yer sipahiler önüne çıkıp hücum ettiler. Önde gelen sipahi, hamle edeyim diye yanaşınca, Hâfız Paşa sipâhînin ağzına öyle bir Osmanlı tokadı vurdu ki, herif yere serilip başından destan yuvarlandı. O zaman ellerinde hançerlerle hep birden Hâfız Ahmed Paşa’nın üzerine çullandılar. Başına, göğsüne ve vücûdunun her bir yerine hançerlerle vurdular. O Vezîr-i zîşânı ki (saîd olarak yaşıyan şehîd olarak ölür) Pâdişâh’ın gözü önünde on yedi yara ile kana bulayıp şehîd ettiler.
Hafız Paşa’nın soğukkanlı hareketini ve âsîlerin arasına atıldığını ve fecî surette şehîd edildiğini gören sultan Murâd, mendilini yüzüne tutarak ağladı. Bu fecî manzaraya karşı artık durmaya tahammülü kalmadığından;
“Bre Allah’tan korkmaz, Peygamberden utanmaz, şer’e ve pâdişâha itaat etmezler! Hak teâlâ kudret verirse sizden intikam almak nasıl olur görürsünüz” diyerek içeri gitti.
Hafız Paşa’yı vasiyeti üzerine Üsküdar’da Karaca Ahmed mezarlığına defnettiler.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Hadîkat-ül-vüzerâ; sh. 73
 2 Şakâyık-ı nu’mâniyye Zeyli (Atâî); sh. 768
 3) Târih-i Nâimâ; cild-2, sh. 272
 4) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-3, kısım-2, sh. 380
 5) Îzâhlı Osmanlı Târihi Kronolojisi; cild-3. sh. 352
 6) Hulâsat-ül-eser; cild-1, sh. 381
 7) Fezleke (Kâtib Çelebi); cild-2, sh. 41

HADİMİ


Osmanlı Devleti’nde yetişen büyük âlimlerden. İsmi Muhaımmed, künyesi Mevlânâ Ebû Sa’îd’dir. Hâdim’de doğduğu için Hâdimî nisbesi ile tanınmıştır. 1701 (H. 1113)’de Hâdim’de doğdu. 1762 (H. 1176)’da vefât etti. Kabri Hâdim’dedir. Babası Horasan illerinden olan Buhârâ’dan Anadolu’ya gelip, Hâdim’de yerleşen bir aileye mensûbdur. Babası pek çok âlim yetiştirmesi sebebiyle Fahr-ur-Rum (Anadolu’nun medâr-ı iftiharı, kendisiyle övündüğü) nâmı ile tanınan Kara Hacı Mustafa Efendi’dir.
Hâdimî hazretleri beş yaşında yüksek ilimleri sahibi olan babasından ilim tahsiline başladı. On yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Arabî ve Fârisî’yi öğrendi. On sekiz yaşına girince babası onu Konya’daki Karatay Meçlresesi’ne gönderdi. Bu medresede devrin meşhur müderrislerinden olan İbrâhim Efendi’den beş sene aralıksız ders aldı. Bu hocası ona icazet (diploma) verdikten sonra İstanbul’da bulunan devrin en meşhur âlimlerinden Kazâbâdî Ahmed Efendi’nin medresesine gönderdi.
Hâdimî, tam sekiz yıl da burada okudu. Zamanın ilim dili olan Arapça ve Farsça’da çok ilerleyip, ana dili gibi öğrendi. İstanbul’da zaman zaman bâzı câmilerde, dinliyenlerin çok istifâde ettiği vâzlar veren ve on dört sene memleketinden uzakta kalan Hâdimî, babasının vefâtı üzerine otuz iki yaşında, dört katır yükü kıymetli kitaplarla Hâdim’e dönüp babasının medresesinde müderrisliğe başladı. Bir kaç ay sonra evlendi. Sa’îd isminde bir oğlu dünyâya gelince, Ebû Sa’îd künyesiyle anılır oldu.
Hâdimî hazretleri bilhassa fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde yetişerek büyük bir âlim olup babasının medresesinde ders vermeye başlayınca, ilim öğrenmek için, her taraftan akın akın gelen yüzlerce talebe, bu medreseye sığmaz oldu. Hâdimliler ona, o medresenin yerine yeni bir medrese yaptırdılar. Hattâ kısa bir zaman sonra, bu medrese de kâfi gelmeyince, Hâdimî büyük izdihamla açık hava tedrisâtına başladı. Yaz aylarında şehirden on iki kilometre uzaklıktaki Kervan Pınar’da ders verirdi. Kışın ise Hâdim’de ki medresesine dönerdi. Arabî, Fârisî, usûl-i fıkıh, fıkıh, tefsir, hadîs, kelâm ve edebiyat gibi dersler okutan; başta oğulları Sa’îd, Abdullah, Emin ve Nu’mân efendiler olmak üzere, “Ayaklı kütüphâne” lakabıyla anılan Müftüzâde Muhammed Antakî, meşhur İsmâil Gelenbevî, Mehmed Kırkağaçî, Hâfız Osman Üskübî, Ahmed Ürgübî, Konyalı İsmâil Hakkı, Hacı İsmâil Kayserî gibi âlimler yetiştirdi. Hem din ilimleri, hem de fen ilimleriyle mücehhez olan Hâdimî’nin şöhreti, bir kaç yıl sonra Hadim ve Konya’nın sınırlarını çok aştı. Ünü bütün Anadolu’ya yayıldı. Hattâ en büyük ilim ve kültür merkezi olan İstanbul’dan bile ona talebe gelmeye başladı. Şöhreti Osmanlı sarayına kadar varan Ebû Sa’îd Muhammed Hâdimîyi önce Osmanlı pâdişâhı sultan üçüncü Ahmed, sonra da birinci Mahmûd Han, İstanbul’a davet ettiler.
Muhammed Hâdimî’nin İslâm ahlâkı ve hukuku ile ilgili eserlerinden bâzıları şunlardır: 1-El-Berîkat-ül-Mahmûdiyye, 2- Dürer haşiyesi, 3-Haşiye alâ Tefsir-i Nebî lil-Beydâvî, 4- Risâlet-ün-fî sulûki nakşibendiyye, 5- Risâlet-ül-Huşû’ fis-salât, 6- Risale fî hakk-il-istihlâf, 7- Arâyis-ün-Nefîsi fî ilmil Mantık, 8- Menâfi-uddekâik. Bu eseri, Mecelle’nin külli kaidelerine kaynak olmuştur.
On sekiz çeşit ilim açısından Besmele’nin mânâ ve hikmetlerini ortaya koymak için kaleme aldığı Şerh-ul-Besmele adlı eseri, Niğdeli müderris Ahmed Efendi tarafından Tuhfet-ül-Besmele adıyla şerhedilip basılmıştır.
Hâdimî’ye âid, muhtelif konulardaki yirmi altı risale bir arada, 1886 senesinde Konyalı müderris Abdülbasir Efendi tarafından İstanbul’da Matbaa-i âmirede bastırılmıştır.
Zaman zaman Konya’ya gelip, Alâeddîn Câmii’nde vâz eden Hâdimî, şâir ruhlu olduğundan, ders ve vâzlarında vezinli ve kafiyeli sözler de söyler, dinleyenleri kendinden geçirirdi. Bugün ancak bir kaç tanesi elde bulunan şiirlerinin ve ilâhilerinin, aslında bir dîvân dolduracak kadar çok olduğu rivayet edilmektedir.
“Kâmil odur ki koya her yerde bir eser;
Eseri olmayanın yerinde yeller eser”
diyen Hâdimî’nin Peygamber efendimize olan muhabbet, hürmet ve tazimini dile getiren, O’nu medheden ve O’nun şefaatini isteyen uzun bir manzumesinin başından ve sonundan ikişer dörtlük şöyledir:
“Fakîrem, kapına geldim,
Şefaat yâ Resûlallah!
Mukırrem, suçumu bildim,
Şefaat yâ Resûlallah!
Nazar kıl ayn-i re’fetden,
Nasîb eyle şefâatden,
Fakirem cümle ümmetden,
Şefaat yâ Resûlallah!
Günahkârım, yüzüm kara,
Korkarım, atarlar nâra,
Meğer sende ola çâre,
Şefaat yâ Resûlallah!
Ümmetin “Hadimi” ahkâr,
Alemde nâkıs u ebter,
Meğer lutf olmasa âher,
Şefaat yâ Resûlallah!”
1762 (H. 1176) senesinin kış mevsiminde 61 yaşında iken üç gün yatakta yatıp, dördüncü gün âhirete irtihâl eden Ebû Sa’îd Muhammed Hâdimî hazretlerinin, başta çocukları olmak üzere, yetiştirdiği pek çok talebesi, memleketin her tarafına dağılmış, gittikleri yerlerde müftîlik ve müderrislik yapmışlar, halkı irşâd etmişlerdir. Onun soyundan gelen insanlar içerisinde de bir çok ilim adamı yetişmiştir.
Hâdim’de onun adına bir kütüphâne, Beşir Ağa’nın himmet ve delaletiyle yaptırılmış, 1761 yılında Dîvân-ı hümâyûn hâcegânından Osman Şuhûdî Efendi’nin kitapları talebenin istifâdesi şartı ile buraya vakfedilerek, ilim ve irfan erbabına açılmıştır. Kütüphânede, Selçuklular devrinden îtibâren yazılmış, yüzlerce değerli yazma nüsha yer almış, bunlar vakıf kaydını taşıyan mühürle mühürlenmiştir.
Hâdimî Kütüphânesi’ndeki 717 cild (1121 kitab) yazma ve basma kitab, Konya’daki Yûsuf Ağa Kütüphânesi’ne nakledilmiştir. Tamâmı bu kütüphânede muhafaza edilmektedir.
Berîka adıyla meşhûr eserinden tercüme edilen bölümler kıymetli bir ahlâk kitabı olan ve Hakikat Kitabevi tarafından yayınlanan İslâm Ahlâkıkitabında yer almıştır.

FATİHA TEFSİRİ

Hâdimî hazretlerinin İstanbul’a ikinci davet edilişi şöyle vuku bulmuştur: İstanbul dârüsse’âde ağası Hacı Beşir Ağa birara Peygamber efendimizin türbesinde vazifelendirilip, harem ağalığı yapmıştı. O şöyle anlatmıştır:
İstanbul’a gelmiştim. Sultan birinci Mahmûd han, Harameyn-i şerîfeynden malûmat almak için beni huzuruna çağırmıştı. Hâl hatırdan sonra müşahade ettiğim hâdiselerden sordu. Ben de şöyle anlattım: Efendimizin mübarek Kabr-i şeriflerinde gece temizlik yapmak için çalışıyordum. Gece yarısına doğru Cibril kapısından bir zât içeri girip bana selâm verdi ve doğruca Peygamber efendimizin mübarek kabrinin ayak ucuna gitti. Bir müddet bekledi ve Kabr-i şerife karşı bâzı şeyler sordu. Daha sonra edeble, arka arka giderek, huzurdan ayrıldı. Yanıma geldiğinde kim olduğunu sordum. “İsmim Muhammed, Diyâr-ı rûm’danım. Hâdim’de ikâmet ediyorum” dedi. “Bu gece yarısı ziyaretinizin hikmeti nedir?” dedim. “İmâm-ı Birgivî’nin (rahmetullahi aleyh) kitabını şerh ediyorum. Buradaki hadîs-i şerifleri Resûlullah efendimize arz eyleyip sahih olduğunu öğrendim” dedi.” Anlatılanları hayretle dinleyen Sultan birinci Mahmûd Han, Hâdimî hazretlerini İstanbul’a davet etti. Davetnameyi bizzat Konya vâlisi Ali Paşa, Hâdim’e giderek takdim etmiştir. Bir ay sonra İstanbul’a varan Hâdimî’ye Ayasofya Câmii’nde bir ders vermesi teklif edildi. Derste pâdişâh, sadrâzam, Hâdimî’nin hocası olan şeyhülislâm müderris Kazâbâdî Ahmed Efendi ve diğer devlet ricali de bulunacaktı. Hâdimî, hocasının bulunduğu mecliste vâz edemiyeceğini edeble belirterek affını istedi. Ancak şeyhülislâm, irâde-i seniyye (pâdişâh emrinin) bulunduğunu, dersin mutlaka yapılması gerektiğini söyleyerek, onu mahşerî bir kalabalık ile dolu olan Ayasofya Câmii’nin kürsüsüne çıkardı.
Sonradan bir risale hâlinde neşredilen Fâtihâ Tefsîri’ni kürsüde büyük bir vukufla ve şâhâne bir hitabet örneği hâlinde takrir eden Hâdimî’nin bu dersi, hocası olan şeyhülislâmın sevincinden ağlamasına sebeb oldu. Bu takrirden sonra, Topkapı Sarayı’na çağrılıp tebrik ve taltif edilen Hâdimî’ye İstanbul’da kalması teklif edilmiştir. Bu iltifatlara teşekkür eden ve lisân-ı münâsible Hâdim’e avdet etmek istediğini arzeyleyen Hâdimî, İstanbul’dan bâzı kitaplar daha satın alarak, bu defa iki deve yükü kitapla Hâdim’e dönmüştür. Bundan sonra, okuyup araştırma ve eğitimin yanısıra, eser yazmaya da başladı. Kur’ân-ı kerîm sûrelerinden bâzılarının cildler hâilinde tefsiri olan ilk eserlerini, talebeleri beyâza çekip çoğaltmış ve kitap hâline getirmiştir.
¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾
 1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; sh. 39, 159, 373, 415, 587, 837
 2) Tabakât-ül-usûliyyîn; cild-3, sh. 116
 3) Osmanlı Müellifleri; cild-1, sh. 296
 4) El-A’lâm; cild-7, sh. 68
 5) Esmâ-ül-müellifin; cild-2, sh. 313
 6) Mu’cem-ül-müellifîn; cild-11, sh. 301
 7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-16, sh. 334
 8) Rehber Ansiklopedesi; cild-7, sh. 17
 9) İslâm Ahlâkı